14 Aralık 2013 Cumartesi

105 14 Aralık 2013 Cumartesi 23:07 SİTE YÖNETİMİ..........................Blok Denetçiliği, görev ve sorumlulukları

Blok Denetçiliği, görev ve sorumlulukları


2013 yılı bitmek üzere. Bu yıl Toki'de bir "Site Yönetimi devri ve deneyimi" yaşandı. Bu tecrübeye kendi alanımda katkıda bulunmak üzere yaz aylarında "Bütçe" üzerine notlarımı paylaştım. 

Şimdi ise site yönetiminde görev alan sorumlular hakkında bir dizi yazıyı bilgilerinize sunacağım. 

Tabi öncelik Blok Deneticileri ve Yöneticilerinde. Onları Ada Denetçileri ve Yöneticileri takip edecek. Daha sonra da Toplu Yapı denetim ve Yönetim kurullarıyla ilgili yazılar gelecek. Yapabilirsem site yönetiminin toplantı ve karar mekanizması üzerinde de yazmak istiyorum. Çünkü iyi bir yönetim ve denetimin sağlıklı bir bilgi üzerinde, yasal ve demokratik bir zeminde gelişeceğine inanıyorum. Dilerim sitemizin daha iyi yönetilmesi konusunda elimden gelen katkıyı yapmış olurum. Şimdi müsadenizle bu yazı dizisinin ilkine, "Blok Deneticiliği" konusuna geçelim.

Denetçilerin seçimi, görev ve sorumlulukları 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun “Yönetimin denetlenmesi” başlıklı 41.maddesi [1] ile düzenlenmiştir. Ayrıca KMK’na göre hazırlanan yönetim planlarında da denetçilerin nasıl seçilecekleri ve ne görevleri açıkça [2] yazılıdır. Bu çerçevede denetçiler kat malikleri kurulu adına vekil olarak yönetici veya yönetim kurulunu denetleyen kişilerdir. Bu anlamda tek kişi veya bir kurul şeklinde olabilirler.

Deneticiler veya denetim kurulu üyelerinin kat malikleri kurulu içinden seçilmesi [3] şarttır. Buna göre, kat malikleri kurulu kendi arasından sayı ve arsa payı çoğunluğu ile denetici veya denetçiler seçer. Bunlar kat malikleri kurulunun temsilcisi niteliğindedirler.

Deneticiler olağan genel kurulda yöneticiler ile birlikte seçilirler. Kat malikleri kurulu kararlaştırmışsa hizmetlerinden dolayı belli bir ücret [4] alır. Öte yandan aksi bir hüküm yoksa deneticinin görevi yönetimin görevinin sona erdiği tarihte biter. Bu tarih yöneticilerin ve deneticilerin ibra edildikleri bir sonraki genel kuruldur.

Kat malikleri kurulu, yöneticinin bu görevdeki tutumunu devamlı olarak denetler ve haklı bir sebebin çıkması halinde onu değiştirebilir. Aynı şekilde haklı bir sebebin çıkması halinde deneticileri de istediği zaman değiştirebilir.

Bu konudaki kanun, mevzuat ve genel teamüllere göre denetçiler; Öncelikle yöneticinin görevdeki tutumunu (kayıtlar uygun tutuluyor mu? İşletme Projesine uygun hareket ediliyor mu? Vs) denetlerler. Bu arada doğal olarak blok hesapları denetlenmiş olur. Doğal olarak bu çalışmaları sonucunda düzenledikleri denetleme raporlarını kat malikleri kuruluna verirler.

Denetim kurulu ya da denetçi yönetim planında yazılı zamanlarda denetim yapar. Hesapların denetlenmesi için yönetim planında belli bir zaman konulmamışsa; bu denetim her üç ayda bir yapılır. Bununla beraber haklı bir sebep çıkarsa, hesap denetlenmesi her zaman yapılabilir.

Denetçi veya denetim kurulu yönetim planında yazılı zamanlarda, eğer zaman yazılmamışsa, her takvim yılının birinci ayı içinde kat malikleri kuruluna verecekleri bir rapor ile denetimin sonucunu ve ana gayrimenkulün yönetim tarzı hakkındaki düşüncelerini bildirir. Bu rapor çoğaltılarak birer örneği taahhütlü mektupla kat maliklerine gönderilir.

Denetçiler bu raporu ve verecekleri kararları ve gerekli gördükleri diğer hususları birden başlayıp sıra ile giden sayfa numaraları taşıyan ve her sayfası noter mührüyle tasdikli bir deftere geçirip tarih koyarak altını imza ederler.

Hiç bir kat maliki Yönetici veya denetici olmaya zorlanamaz. Denetçiler kat malikleri kuruluna karşı aynen bir vekil gibi sorumludur. Denetim kurulu kararlarında da birlikte hareket etmek zorunlulukları vardır.

Denetçi vefat ederse veya istifa ederse kat malikleri kurulu olağanüstü toplantıya çağrılır ve usulüne uygun olarak yeni denetici seçilir.

Park Eymir Toplu Konutları Toplu Yapı Yönetim Planının 20. maddesi Blok Denetçilerinin “seçimini” [5], 21. maddesi ise “Görev, Yetki ve Sorumluluklarını” [6] düzenlemiştir

Buna göre Blok Denetçileri en geç iki yılda bir Haziran ayında Kat Malikleri Kurulu toplantısında seçilecektir. Seçilecek kişi kat maliki olmalıdır. Yenisi seçilinceye kadar da eski denetçinin görevi devam edecektir. Blok Kat malikleri Kurulu Blok Denetçisi için ücret ödenmesini kararlaştırabilir, ancak karşılığının blok bütçesinde gösterilme zorunluluğu vardır.

Denetçiler çoğunluk oyu ile seçilirler. Ancak, birinci ve ikinci turda salt çoğunluk sağlanamazsa üçüncü turda en çok oy alan denetçi seçilmiş olur. Eski denetçiler de tekrar seçilebilirler. Seçim sonuçları seçime katılanların tamamı tarafından imzalanacak üç örnek tutanakla belgelenir. Bu örneklerden biri Blok Yöneticisinde, ikincisi Ada Yönetim Kurulunda, üçüncüsü Toplu Yapı Yönetim Kurulunda saklanır. Bu tutanaklar Kat Malikleri Kurulu Karar Defterine de yazılır; imzalanır. Bu defterin, her takvim yılının bitmesinden başlayarak bir ay içinde notere kapattırılması mecburidir

Denetçi, yöneticinin hesap ve işlemlerini en az üç ayda bir denetleyecektir. Bir yıllık dönem sonunda da Kat Malikleri Kuruluna nihai bir rapor verirler. Bu raporda denetim sonucu, blokun yönetim tarzı hakkındaki görüşleri ile aklama ve sorumlu tutma önerileri bulunur.

Denetçi bu raporu ve kararlarını noter onaylı bir deftere yazarak imza edecektir. Bu arada Blok Kat Malikleri Kurulu gerekli görürse yöneticinin hesaplarını ayrıca dışarıdan bir uzmana da inceletebilir.
-----------------------
[1] Madde 41 – Kat malikleri kurulu, yöneticinin bu görevdeki tutumunu devamlı olarak denetler ve haklı bir sebebin çıkması halinde onu her zaman değiştirebilir.Hesapların denetlenmesi için yönetim planında, belli bir zaman konulmamışsa; bu denetim her üç ayda bir yapılır; bununla beraber haklı bir sebep çıkarsa, hesap denetlenmesi her zaman yapılabilir. Kat malikleri kurulu denetim işini, kendi aralarından sayı ve arsa payı çoğunluğuyla seçecekleri bir denetçiye veya üç kişilik bir denetim kuruluna verebilir; bu halde denetçi veya denetim kurulu yönetim planında yazılı zamanlarda, eğer zaman yazılmamışsa, her takvim yılının birinci ayı içinde kat malikleri kuruluna verecekleri bir raporla denetimin sonucunu ve ana gayrimenkulün yönetim tarzı hakkındaki düşüncelerini bildirir; bu rapor çoğaltılarak birer örneği taahhütlü mektupla kat maliklerine gönderilir. Denetçiler bu raporu ve verecekleri kararları ve gerekli gördükleri diğer hususları, (1) den başlayıp sıra ile giden sayfa numaraları taşıyan ve her sayfası noter mührüyle tasdikli bir deftere geçirip tarih koyarak altını imza ederler.
[2] Şayet Yönetim planında böyle bir husus yoksa denetimi bizzat kat malikleri kurulu yapar. Ya da yeterli çoğunluk ile toplanarak yönetim planında değişiklik yaparak denetici hususunu belirler.
[3] Seçimlerde Şayet gerekli çoğunluk bir aday üzerinde anlaşamaz ise mahallin sulh hukuk mahkemesine başvurulur. Hakim deneticiyi kat malikleri kurulu arasından seçmekle yükümlüdür.
[4] Genel kural ücretsiz vekillik yapılması yönündedir. Denetici bir ücret talep ederse ve kat malikleri kurulu bu talebini reddederse denetici istifa eder. Zira hiç kimse denetici olmaya zorlanamaz.
[5] C-BLOK DENETÇİSİ, Seçimi, Madde 20-
a-Blok Kat Malikleri Kurulu en geç iki yılda bir Haziran ayında yapacağı toplantıda kendi arasından birini Blok Denetçisi seçer. Seçilecek kişinin kat maliki olma zorunluluğu vardır. Eski denetçinin görevi yenisi seçilinceye kadar devam eder. Ticaret Bloklarında da aynı usul uygulanır. Blok Kat malikleri Kurulu, uygun görür ise, Blok Denetçisi için de ücret ödenmesini kararlaştırır. Karşılığını blok bütçesinde gider kalemi olarak gösterir.
b- Denetçi kat maliklerinin sayı ve arsa payı çoğunluğu ile seçilir. Birinci ve ikinci tur seçimlerinde denetçi adaylarından herhangi biri salt çoğunlukla seçilemez ise, üçüncü tur oylamada en çok oy alan aday denetçi seçilmiş olur. Eski denetçi tekrar seçilebilir. Seçim sonuçları seçime katılanların tamamı tarafından imzalanacak üç örnek tutanakla belgelenir. Bu örneklerden biri Blok Yöneticisinde, ikincisi Ada Yönetim Kurulunda, üçüncüsü Toplu Yapı Yönetim Kurulunda saklanır. Bu tutanaklar Kat Malikleri Kurulu Karar Defterine de yazılır; imzalanır. Bu defterin, her takvim yılının bitmesinden başlayarak bir ay içinde notere kapattırılması mecburidir.
[6] C-BLOK DENETÇİSİ, Görev, Yetki ve Sorumlulukları, Madde 21-
a- Denetçi, Yöneticinin hesap ve işlemlerini en az üç ayda bir denetler ve bir yıllık dönem sonunda Kat Malikleri Kuruluna vereceği raporda denetim sonucu ve blok yapının yönetim tarzı hakkında görüşlerini bildirir. Aklama ve sorumlu tutma kararı alınmasını önerir.
b- Denetçi bu raporu ve vereceği kararları noter onaylı bir deftere yazarak imza eder.
c- Blok Kat Malikleri Kurulu gerekli görürse yöneticinin hesaplarını ayrıca dışarıdan bir uzmana inceletebilir.

11 Aralık 2013 Çarşamba

104 11 Aralık 2013 Çarşamba 21:54 ŞİİR VE TÜRKÜ..........................Suya güzelleme

Suya güzelleme


Su dediğin bir nimet. Hem de sadece insana değil hayata lütfedilmiş çok özel bir nimet. 

Onun için bir bardak su verene “Su gibi aziz ol” demez miyiz ? Yola gidene “Su gibi git, su gibi gel” diye dua etmez miyiz ? Cennet bile akarsularıyla tarif edilmemiş midir ?

Su bu yüzden şarkılara, türkülere, şiirlere konu olmuştur. Mahsulün kuruduğu, toprağın, dudakların çatladığı zaman dualarla istenmiştir. Belki çok az şarkı “yağdır mevlam su” kadar üzerimizde etki bırakmıştır. Hele söyleyen Emel sayın'sa.

“Alev saracak kadar yandım yanacak kadar/Suya kanacak kadar”  nakaratıyla hatırlarda kalan bu güzel şarkıda “yağdır mevlam su !” diye yakarılır [1], adeta bir dua gibi.

Bir türkümüz [2] suyu yârin gelişine örnek tutar. Gelip onu güldürecek, talihini değiştirecektir. O yâr ki öldürse, bir damla dahi kanı akmayacaktır, o kadar sevilir yani.

"Su gelir güldür güldür/Gel de yar beni güldür/Bir damlacık kanım akmaz/Öldürürsen sen öldür"

Sade bu değil tabi, su herkes için farklı anlamlara gelir. Mesela şehirde yağmur trafik demektir, köyde bereket. Allah sel afat vermesin. Rahmet olsun yağan her damla. Varlığına hamdolsun.

Rabbim dünyada eksikliğini göstermesin. O hep camda tıpırdasın, süzülsün yol yol. Bilenler eski bir tekerlemeyi hatırlasın yeniden:

“Yağmur yağıyor / Seller akıyor / Arap kızı camdan bakıyor…”

Ahmak ıslatan olsun sokakta, koşuştursun insanlar. Islansın saçlar, düşsün yüzüne gözüne damlalar. Çaktığında şimşekler aydınlansın bozarmış gökyüzü. Tam da böyleyken, bir de şairin gözüyle seyretmeli bu hali:

“ Işığın raks edişi yağmurlara dolanmış / Süzülürken damlalar renkleri emzirmekte [3]

Fuzuli bu manzaraya “Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem..” [4] demiş. Gök kubbeden gelip yüzünde süzülen damlaları gözünden akan yaşlarla tarif etmiş.

Su yağmur olup gökten böyle dökülür ya yeryüzüne. Topraktır sanki hasreti, kavuştuğu. Böyleyken yine de temizler arıtır kirleri. Yüksünmez bundan, hele hele hiç büyüklenmemiştir gökten gelişine. Lahuti bir tevazu ile yüklü, secde nişanıyla bellidir mübarek.

Su; Biteviye akıp giden zamana benziyor. Hatta hayatın bizzat kendisine.

İçimi sağlık, seyretmesi zevk, sesi huzur kaynağı. Tabloları fotoğrafları bile hep güzel, zarif, çekici. Sanki bildiğimiz, özlediğimiz biryerleri andırıyor lakin, bilemiyoruz. Cennet gibi... 

Çağlayan, coşan, durulan, nazlı nazlı süzülen, sonra yine köpürüp bentler yıkan, kayaları delen ele avuca gelmez bir tabiatı var. İnsan gibi...

Hep hareket halinde, akan geri gelmiyor. Öyle sanıyorsunuz ama gördüğünüz şey biraz önce baktığınızın aynı değil. Biraz sonra avucunuza nasıl geleceği de meçhul. Aynı ömür gibi...

Anasından buhar olarak yükseliyor gökyüzüne. Bulutlardan çözülüp rahmet olarak iniyor yer yüzüne. Süzülüp iniyor toprağın derinliklerine. Sonra da kaynaklardan, göz göz pınarlardan tekrar çıkıyor günyüzüne. Doğum gibi...

Sonrasında kendi gibi daha onlarca kardeşini, eşini, çocuğunu da ekleyip yolculuğuna, denize doğru akıp gidiyor coşkuyla. Hasreti var sanki sevgiliye, ana kucağına, yaratıcısına. Kavuşuyor böylece deryasına. Sakinleşiyor, kaynaşıyor, kayboluyor okyanuslarda. Ölüm gibi...

Bakın Hacı Bektaş-ı Veli bile insana misal göstermiş suyu. Nasihat etmiş, gönlümüzü nefis afetinden koruyabilelim diye.

Gönül kâbesine girmesin hülya / Nefsine hakim ol düşme bed hûya.
Kirleri arıtan baksana suya / Hep yüzü yerlerde, buc’da değildir.

Ama su hep böyle yumuşak huylu da değildir hani. Bazen hiddetlenir, gök delinir boran olur akar delice. Sel olur kabarır, köpürür, siler süpürür önüne kattıklarını. Can alır, telef eder hatta. Kimbilir vardır belki bir sebebi bu öfkesinin. 

Ama uzun sürmez bu hali. Uysallaşır, nazlı nazlı dalgalanır toplandığı yerlerde. Yine can olur, kan olur kurda kuşa ekine.

Bizim Yunus da su ile gönül arasında ilgi kuranlardan. Gönül gibi suyun da arasıra fırtınalarına dikkat çekmiş. Değişken halleri nedeniyle bir benzerlik görmüş aralarında:

Bir dem çıkar arş üzere / Bir dem iner taht-es-serâ
Bir dem sanasın katredir / Bir dem taşar ummân olur. [5]

Kültürümüzde ibadet için insanların daima abdest almak ihtiyacını hissetmeleri suya ve çeşmelere [6] çok ehemmiyet verilmesine sebep olmuştur. Bu sebeple hayır sahipleri adeta birbirleriyle yarış edercesine meskûn yerlerde, yol boylarında, ıssız dağ başlarında çeşme yaptırmaya [7] ve su getirtmeye çalışmışlardır.

Elbette ki her milletin kendi kültürüne uygun çeşmeleri vardır. Ancak özellikle Türk mimarisinde çeşmeler [8] çok çok önemlidir. İslamiyet’in temizliğe önem vermesi ve yine su hayrının sevabının çok olduğunun dini kaynaklarda yer alması sebebiyle ecdadımızın eserleri arasında çeşmelerin çokluğu dikkat çekicidir.

Su ! Sen insanın kader arkadaşı. Hayat kaynağı. Şairin yüreğindekileri [9] döktüğü derya. Ne haznesinden taşıyor, ne de haddini aşıyor. İnan bana bu dünyada yalnız değilsin. İnsan olarak o kadar benzer yanımız var ki. Yine bir şairin dediği gibi:

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya/Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak/Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Üstad Necip Fazıl su ile insanın benzerliğini Sakarya nehrinin akışında bulmuş. İnsan da su gibi, kıvrım kıvrım akar ömür yatağında. Su çetin yollarda adeta dua eder; köpürür, çağlar, girdap olur. İnsan da yokuşlarda susar, ister rabbinden, yalvarır. Böylece kuru bedenler içine hapsedilmiş ruhlara, gönüllere, bir damla su gibi hayat olur, can olur dua.

Su ise denizlere kavuşmak için yol alır bıkmadan usanmadan. İnsanın ömür menziline koşması gibidir suyun gürül gürül akışı. Fark şudur ki, insan diliyle ve kalbiyle teşekkür etmeyi bilir, suyun şükrü ise yağmur olup yeniden dünyaya inmektir biteviye.

Ey damla damla yağarken bulutun yaşı olan su !

Göz göz olup kaynarken toprağın yaşı olan su. Çağıl çağıl akıp ta ırmağın yaşı olan su. Ard arda dalgalanıp sahilin yaşı olan su. Buhar olup denizin, gölün yaşı olan su.

Söyle…Nedir bu gürül gürül akışın, bir yakarış mı ? Taştan taşa sekip gelişin bir kaçış mı? Köpüren, bulanan, dönen girdapların hangi günahların için ? Kurtulmak mı dileğin bu dünyadan, nedir bu acele ? Yoksa dua mı ediyorsun anlat…Neye durmaksızın mırıldanıyorsun ? Acep senin dilinde şırıl şırıl akmanın manası bu mudur ?

------------------
[1] Çatlayan dudaklara, sararan yapraklara/Kuruyan topraklara; Toz duman savrulurken, gül çimen kavrulurken/Can tenden ayrılırken; Suya hasret güllere, sana açık ellere/Tutuşan gönüllere
[2] Bağda Gülü Budadım, Samiye Balaban, Ankara Türküsü
[3] Kainat üşümekte/Bedrettin Keleştimur
[4] Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem / Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
[5] Hak Bir Gönül Verdi Bana/Yunus Emre
[6] İslamiyet’te bedenin ve üzerindeki elbisenin temiz olması lüzumu saraylarda, konaklarda ve hatta evlerde odaların içine kadar çeşmeler yapılmasına sebep olmuştur.
[7] Kaynaktan çıkan suyun bir depoda toplanarak veya kaynaktan borularla getirilerek akıtılan suyun toplandığı lüleli veya musluklu bir hazne şeklinde taştan, mermerden veya herhangi bir malzemeden yapılmış umumi su alma yeri. Farsça bir kelime olup “çeşm” sözünden gelmektedir. Bu söz Türkçe’de “göz”e karşılık olup, “su kaynağı” manasındadır. Türkçe’de suyun kaynağına “göze” veya “göz” dendiği gibi Farsça’da da çeşme denmektedir. Arapça’da da durum aynı olup, pınara “ayn” denmektedir. Ayn “göz” manasındadır.
[8] Çeşmeler ya bağımsız olarak ortada veya herhangi bir mimari esere bitişik olarak yapılırlar. Bunlarda bir su deposu bulunur ve bu deponun duvarına lüle veya burma musluk konularak su alınır. Çeşmeler lüleli veya açık kalabilen musluklu ise, suları devamlı akar. Açılıp kapanabilen burmalı musluklu ise, istenildiği zaman açmakla su akar. Çeşmelerin musluklarından akan suların döküleceği yerde mermerden, çiniden veya diğer malzemelerden yapılan çukur kısma; tekne veya oluk denir.
[9] İbrahim Tenekeci  “Suya yazıyorum artık yüreğimdekileri/Ne taşıyor, Nede haddini aşıyor…”

10 Aralık 2013 Salı

103 10 Aralık 2013 Salı 23:19 İŞ DOKTORU.......................................İnsan kaynağının değeri, inanmanın gücü

İnsan kaynağının değeri, inanmanın gücü


Kişiler günlük yaşamları içinde birden fazla rol üstlenirler. 

Sevgili-eş, evlat-ebeveyn, kardeş-arkadaş, amir-memur, patron-çalışan, yolcu-müşteri rolleri birbirlerinden farklı niteliktedir. Bu farklılıklar; kişisel faktörler, toplumsal konumlamalar, çalışma hayatının gerekleri ve ahlaki beklentiler [1] gibi değişik etkenlere bağlı olarak ortaya çıkarlar.
İş hayatında genel olarak iç ve dış süreçler, özel olarak da kişiliğimiz ve üstlendiğimiz roller üretilen hizmeti etkiler. Bu yüzden, yönetici ya da çalışanların kişilikleri, rol davranışları, hangi durum karşısında ne tepki verdikleri önemlidir. Neden ve nasıl davrandıkları da. Bu hususların bilinmesi ve dikkate alınması; üretilen mal ve hizmetin kalitesine, organizasyonun verimliliği ve başarısına direk yansıyacaktır.
Kuşkusuz bilinen klasik üretim faktörlerinin[2], bir girişimci ya da kurumsal oluşum önderliğinde bir araya gelmesi üretim için yeterlidir. Ancak, kaliteli, etkin, etkili ve verimli bir üretim için daha fazlası gerekir. Zira amaç ister kar olsun, ister hizmet, o yöndeki çizginin olumlu gelişmesi büyük ölçüde organizasyonda yer ve görev alan “insan” faktörüne bağlıdır.
Bir üretim faktörü olarak “emek” insanın düşünce ve beden faaliyetini ifade etmektedir. Çalışan işgücünü temsil eder. Doğal olarak bu kesim, en alttaki çalışandan en üstteki yöneticiye kadar herkesi kapsamaktadır. Yani, ister mavi ister beyaz yakalı olsun, emeği karşılığında ücret alan her birey üretim faktörü içerisinde yer alır. 
Bir diğer faktör olan “girişim” ise, öbürlerini temin edip tüm üretim faaliyetinin organizasyonunu yapan unsurdur. Ücretli emekten farklı tarafı, bizzat yatırımı yapması, hatta kaybetme riskini de göze alarak üretimde aktif görev almasıdır.
Ama, sonuçta, üretim süreci içerisinde yer alan ve emeği karşılığında ücret alan her  çalışan gibi, kaybetme riskine rağmen yatırımı yapan ve üretim faaliyetini organize eden kişi de bir “insandır.”
İşte bu yüzden kaliteyi ve başarıyı hedef almış tüm örgütlerin gerçekleştirilebilir amaçlarını ve alternatif stratejilerini ortaya koyabilmesi, dış çevrenin ayrıntılı bir şekilde tahlili kadar, kendi insan kaynağını da tanımasına, kapasitesini anlamasına, güçlü ve zayıf yönlerini bilmesine bağlıdır.
O halde, çalışmaların bütünsellik içinde ele alınması, sadece klasik üretim faktörleriyle yetinilmemesi gerekiyor. Sürekli gelişmeye yönelmiş, çalışanların olduğu kadar mal/hizmet alanların da memnuniyetini de esas alan bir anlayışa [3] ihtiyaç var. Ancak “insan unsurunu” temel alan böyle bir anlayış “insan merkezli bir kaliteye” yönelebilir. Bu da hiç kuşkusuz katılımcılığı benimsemiş bir felsefe ve zihniyet değişikliğini gerektiriyor.
Elbette ki her yönetici, örgütünün gücü hakkında ve neleri yapabileceği konusunda belirli bir bilgi ve sezgiye sahiptir. Ancak önerilen yönetim anlayışının bir gereği olarak başarılı olmak için, bilinçli ve sistematik analizler [4] yapmak daha yerinde bir yönetim davranışıdır.

Hatta, örgütlerin sadece güçlü ve zayıf yönlerini tahlil etmeleri de yetmez. Geriye dönüp ortaya koyduğu güçlü yönlerinin ne kadarını muhafaza ettiğini, ne kadarını geliştirebildiğini, zayıf yönlerinin ne kadarını iyileştirebildiğini, bunları iyileştirmek amacıyla neleri yapması gerektiğini planlaması ve bu doğrultuda sağlam adımlar atması gerekir.
Dikkat edilmesi gereken şey şudur: Bu tür bir yönetim felsefesi asla teknik bir metot değildir. Varılacak bir son nokta da değildir. O hiç bitmeyecek bir yolculuktur.
Elbette ki böyle bir yönetim yaklaşımının doğal güçlükleri de olacaktır. Çünkü en başta insana değer verilmesi, insan kaynağının önemsenmesi, bizzat insanın yapısından gelen risklerle başetmeyi de gerektirir. Dahası en üst yöneticisinden en alt kademede çalışanına kadar herkesin katılımını, hizmet veren ve alan insanların işbirliğini sağlaması şarttır.

Tarih, bilgi ve tecrübe şunu gösteriyor: Bu ülkenin insanı “tekeden süt çıkaran”, “olmazları olduran” bir potansiyele sahip. İnanılmaz bir gücü var. Zorluklar, imkansızlıklar onun için önemli değil, yeter ki “insan" olarak saygı görsün, emeğine ve düşüncesine değer verilsin. Ve de inansın !

Bu sebeple, söz konusu olan bizim insanımızsa ve katılımı önemliyse o halde formül şudur; “anlamasını, benimsemesini, desteklemesini ve İNANMASINI sağla !” Gerisini merak etme. 

Çünkü katılımı kendiliğinden gelecek, işinde harikalar yaratacaktır. Hem de fazlasıyla.

----------------------
[1] Birçok ülkede bilimsel araştırmalar yaptıktan sonra ahlak kuramını geliştiren Lawrence Kohlberg, ahlaki gelişim aşamalarını en aşağıdan yukarıya doğru; bağımlı, bireysel ve çıkara dayalı, beklentiye bağlı, toplumsal sisteme ve kişisel vicdana yönelik, toplumsal sözleşmeye ve bireysel haklara dayalı, evrensel ilkelere mutabık ahlak olmak üzere altı aşamaya ayırmaktadır.
[2] İktisat bilimi klasik üretim faktörlerini; Doğal Kaynaklar (Hammadde ve Toprak), Emek (İşgücü), Sermaye (Milli Servet) ve Girişim (Teşebbüs) olarak öngörmüştür. Buna göre firma ya da kurumların mal ve hizmet üretimi gerçekleştirmek üzere kullanmak zorunda oldukları her unsur üretim faktörleri olarak adlandırılır.
[3] Bu yaklaşım; “iç ve dış tüm etkenler dikkate alınarak, işlem ve hizmetlerin katılım yoluyla geliştirilmesi ile insan tatmininin artırılmasına yönelik alınan sonuçların sürekli iyileştirilmesine dayanan, insan odaklı, mevcut durum, misyon ve temel ilkelerden hareketle geleceğe dair bir vizyon oluşturma; bu vizyona uygun amaçlar ile bunlara ulaşmayı mümkün kılacak hedef ve stratejiler belirleme; ölçülebilir kriterler geliştirerek performans izleme ve değerlendirme süreçlerini ifade eden katılımcı, esnek bir yönetim anlayışı” olarak tanımlanabilir.
[4] Bir örgütün analiz edilmesi ve değerlendirilmesi, aslında o örgütün kimliğini ortaya koyma çalışmasıdır. Örgütün güçlü ve zayıf yönlerinin bilinmesi ve analiz edilmesi, yönetimin örgütün amaçlarına uygun stratejiyi seçmesini kolaylaştıracaktır.

8 Aralık 2013 Pazar

102 08 Aralık 2013 Pazar 07:32 IŞIK DURAKLARI.............................Şems-i Tebrizi ve düğün gecesi

Işık durakları (*)

Şems-i Tebrizi ve düğün gecesi

Konya’nın ışık duraklarından ikincisi Şems-i Tebrizi aslında bir İranlı. İran Azerilerinden. Aşk adamı,tasavvuf erbabı. Mevlana gibi büyük bir alimle sanki iki deniz gibi Konya'da buluşuyorlar. 

Karşılaştıklarında aralarında geçen konuşma anı müthiş. Manevi çarpışmanın şiddeti her ikisinin de kendinden geçmesine sebep oluyor. Sonrasında adeta susuzluklarını birbirlerinden gideriyor, birbirinden alıyor, birbirine veriyorlar.

İnsanların kıskançlıkları, hasetlikleri ve aymazlıkları malum. Ayrılıkları oluyor bu yüzden. Birbirlerini canını verecek kadar seven bu iki Allah dostu tutuşup cihanı aydınlatan iki meşaleye dönüşüyorlar böylece. Ama rivayete göre canını veren, başını veren Şems-i Tebrizi oluyor.

Şimdi bu iki denizin biri burda, diğeri orda ama ikisi de Konya'da yatıyorlar. Elektriğin artı eksi kutupları gibi sönmeyen bir aşk şelalesiyle gönülleri aydınlatmaya devam ederek.

Akşam namazımızı türbenin bulunduğu yerde yapılmış Şems camiinde kılıyoruz. Mekan hiç boş kalmıyor, namaz kılanlar, dua edenler, öyle oturup sessizce dalıp gidenler…Gelenlerin arasında yabancılar da var, kadınlı erkekli ziyaretçiler, herkes büyük bir saygı ve zerafet içinde.  

Zaman akıp gidiyor, dışarıya çıktığımızda Konya'da yağmurlu, gözü yaşlı bir akşam karşılıyor bizi. Sanki vakit bile hüzünlenmiş gibi. Ayrılık kaçınılmaz, yatsı namazı için merkezdeki kapı camiine yöneliyoruz. Kapı camii oldukça büyük, geniş Osmanlı tarzı bir mekan. Bu manevi iklimde bir kez daha dua edip yakarıyoruz Rabbimize. Artık Şeb-i Arus vakti. Konya Büyükşehir Belediyesinin Kültür Merkezine doğru yola çıkıyoruz.

Şeb-i Arus (düğün gecesi, kavuşma günü) Ahmet Özhan konseriyle başlıyor. Tasavvuf musikisinin en nadide eserlerini icra ediyor. Salonda çıt yok. Herkes ilahi bir vecd içinde. Adeta biraz sonra başlayacak sema ayininin girizgahındayız. Ahmet Özhan da iyice demlenmiş hani, bu işin üstadı olmuş artık.  

Nihayet sema ayini sembolik Mevlevi şeyhinin yerine gelmesiyle başlıyor. Mekan, ışıklandırma ve yavaş hareketlerle tekrar eden figürler muhteşem. Kulaklarımızı dolduran ney, kudüm ve diğer sazların ağır nağmeleri eşliğinde gözümüz sahnede, gösteriyi büyük bir iştiyakla seyrediyoruz.   Ve işte o muhteşem an ! Yuvarlak pembe zeminde beyaz kelebekler gibi dönen mevlevi dervişler. Yaşlısı da var genci de, hatta aralarında çocuk yaşında olanları da gördük.   Sarraflar çarşısında Hz. Mevlana'nın altın döven çekiç seslerini "Ya hak !" diye işitip, kendinden geçtiği ve aşk ile döndüğü o andan itibaren hala dönmeye devam eden vecd hali. Seyredilmeye doyulmayan o güzellik, kim bilir onu yaşayan için ne lezzetler veriyordur.  

Bir büyük zat, aşk için "uçarsan kanatların yanar" diye uyarmış. Mevlana ilave etmiş "uçmayan kanat ne işe yarar ?" Aynı dönemde yaşamış, kendisiyle de görüşmüş, ama daha genç olan Yunus ise son noktayı koymuş: "aşka vardıktan sonra ben kanadı neyleyim !" Zerafete, nezahate, hikmete bakınız. Birbirlerini nakzetmiyorlar, çekiştirmiyorlar, tersine aynı şeyi değişik açılardan aynen söylüyorlar; "Aşk, O'na doğru kanatlanıp uçmaktır !"  

Sağ elini semaya açmış, sol elini toprağa indirmiş, boynu bükük, uçuşan etekleriyle dönüp duran bu pervaneler bana çok şey anlatıyor. Ama en önemlisi işte o görünmeyen kanatlarıyla aşka uçtuklarını. Sürekli değişen renk cümbüşü içinde kanatlanıp uçuvereceklermiş gibi dönen bu aşk pervaneleri “düğün gecesini” kutluyorlar. Şaşırmayın "Şeb-i Arûs" un Türkçe anlamı düğün gecesi demek. Yani Hz. Mevlana'nın 740. vuslat yıldönümü.

Gelecek yazıda bir başka ışık durağında buluşmak üzere selam ve sevgi ile..

(*) bilgipesinde.com da yayınlanmıştır.

102 08 Aralık 2013 Pazar 07:27 GEZİ REHBERİ................................Konya ve Mevlana

Işık durakları (*)

Konya ve Mevlana 

Sabah erken saatte Ankara’dan Konya'ya doğru yola çıkıyoruz. Niyetimiz Mevlanayı, Şems-i Tebriziyi ziyaret etmek, Şeb-i Arûs’a katılıp dönmek. Yolda Kur'an okunuyor, hep birlikte salavat-ı şerife getiriliyor, ilahi ve dualarla gidiyoruz.

Konya'da gece kar yağmış. Puslu, soğuk, yaşlı bir sabah vakti şehre girdik. Selçuklu başkenti Konya, şimdi bir milyonun üstünde nüfusu, modern görünümüyle büyük bir şehir.  


İşte Mevlana ! Sadece Türkiye'den değil dünyanın her yerinden akın akın ziyaret edilen manevi bir kutup noktası. Yanında Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu II.Selim'in daha Konya'da şehzadeyken başlattığı, babasının ölümü üzerine padişahlığında tamamladığı Sultan Selim camii. 

Öğle namazını Sultan Selim camiinde kılıyoruz. Cami, onarıma alınmış, ama bir kısmında ibadet edilebiliyor. Cami çıkışı meydanda toplaşıyoruz. Daha önce bu meydan ağaçlarla kaplı imiş, şimdi düz, geniş aydınlık bir alan.

Mevlanayı ziyaret etmeye hazırlanıyoruz. Rehberimiz bize Horasan erleri, Mevlana ve Selçuklu başkenti Konya'yı anlatıyor. Böylelikle Konya'da yedisi adı bilinen, yedisi bilinmiyen ondört peygamber ile üçyüzseksenbeş evliyaullahın yattığını öğreniyoruz.  

Mevlana avlusunda, türbenin hemen karşısında tarihi derviş hücreleri restore edilmiş. Geçmiş dönemlerden kalan tarihi kültür mirası birbirinden değerli yüzlerce obje burada görülebiliyor. Bunlardan birisi de elyazması Mesnevi-i Şerif  nüshası. 

Bir başka hücrede bir Mevlevi dervişinin kaldığı mekan canlandırılmış. Mutbah, yani Mevlevi dergahının mutfağı da aynı avluda ve yine kendi orjinal tarihi objeleriyle ziyaretçilerine açık. Mutbahın geniş ve ferah salonunda bir sofra kurulu. Etrafında Şeyh efendi ve talebeleri. Sanki yemek yeniyor.   Mevlana türbesi içiyle dışıyla aslında bir hazire. Hocalar, talebeler, babalar, evlatlar hepsi bir arada. Tabi hepsi Mevlana hazretlerinin etrafında kümelenmişler.   Ve işte alimken aşık olan, aşıkken yanan, o ateşle pervane olup cihanı aydınlatan gönüller sultanı Mevlana Hz.nin sandukası.

Türbenin (Müzenin) içi bir hayli kalabalık. Yerli yabancı, ayakta duran yürüyen, bir köşede oturan, okuyan pek çok insan bir arada. Binanın yapısı, havası, sanki değişik manevi bir iklimde olduğunuzu hissettiriyor.   Müzenin her tarafı tarihi yadigarlarla dolu. Çıkışa doğru bir bölümde sakal-ı şerif var. Abartmıyorum, kokusu hala burnumda. Ayrıca el yazması eserler ve hat sanatında kullanılan kalem ve kalemlikler gördük. Mesela el yazması bir Kur'an-ı Kerim var. Yazanın bir hanım olduğunu öğrendik. Ancak sadece bir harekesi yanlış olduğu için yazan yazdığı bu esere ismini koymaktan imtina etmiş. Hassasiyete, zerafete bakınız.  

Ziyaretimiz tamamlandı. Geçtiğimiz yıllarda restorasyonu tamamlanmış bu harikulade güzel yapı ve avlusundaki şadırvan gerçekten göz alıcı.  Türbe ve etrafındaki müştemilat (şimdi müze deniyor) Mevlana sevgisiyle zaman içinde yapıla eklene bugünkü şeklini almış. 

Bu harikulade güzel ve manevi ortamdan dualarla ayrılıyoruz. Ama gönlümüzü de arkamızda bırakarak. Karnımız da acıkmış. Konya'ya gelip te Mevlana Pide yememek olur mu ? İşte misafir edildiğimiz mekan da bize o güzel ve beklenen ikramı yapıyor. Yemekten sonra ikindi namazını selatin tarzı küçük bir camide kılıp Konya'da buluşan iki denizden biri olan Şems-i Tebrizi Hz. ne yöneliyoruz. Konya’da buluşup gönülleri tutuşturan, ışık kaynağı iki denizin birinden diğerine.

Gelecek yazıda buluşmak üzere selam ve sevgi ile..

----------------
(*) Bilgi Peşinde'de yayınlanmıştır

102 08 Aralık 2013 Pazar 07:17 GEZİ REHBERİ..................................Konya ve Mevlana gezisi

Konya ve Mevlana gezisi

 "Bu gezimize vesile olan Toki Hilal camii imamı Satılmış Erdoğan'a, aileleriyle birlikte bu manevi yolculuğu yaptığımız cemaatten dostlarımıza, Konya Tv yapımcısı Süleyman Doğan hocaya, Şeb-i Arusu izlememizi sağlayan Konya Valisine ve ulaşım için bize araç tahsis eden Gölbaşı Belediyesine teşekkür ederiz."

Sabah erken saatte Konya'ya doğru yola çıkıyoruz. Kafile başkanımız Satılmış hoca. Kur'an okuyarak, salavat-ı şerife, ilahi ve dualarla gidiyoruz.

Konya'da gece kar yağmış. Puslu, soğuk, yaşlı bir sabah vakti şehre girdik. Selçuklu başkenti Konya, şimdi bir milyonun üstünde nüfusu, modern görünümüyle büyük bir şehir.

İşte Mevlana ! Sadece Türkiye'den değil dünyanın her yerinden akın akın ziyaret edilen manevi bir kutup noktası.

Yanında Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu II.Selim'in daha Konya'da şehzadeyken başlattığı, babasının ölümü üzerine padişahlığında tamamladığı Sultan Selim camii. 
Öğle namazını Sultan Selim camiinde [1] kılıyoruz. Cami, onarıma alınmış, ama bir kısmında ibadet edilebiliyor.

Cami çıkışı meydanda toplaşıyoruz. Daha önce bu meydan ağaçlarla kaplı imiş, şimdi düz, geniş aydınlık bir alan. 

Mevlana Hz. ziyaret etmeye hazırlanıyoruz.

Davet sahibi Konya TV'den Süleyman Doğan bize Horasan erleri, Mevlana ve Selçuklu başkenti Konya'yı anlatıyor. 

Böylelikle Konya'da yedisi adı bilinen, yedisi bilinmiyen ondört peygamber ile üçyüzseksenbeş evliyaullahın yattığını öğreniyoruz.

Mevlana avlusunda, türbenin hemen karşısında tarihi derviş hücreleri restore edilmiş. Geçmiş dönemlerden kalan tarihi kültür mirası birbirinden değerli yüzlerce obje burada görülebiliyor.

Bunlardan birisi de elyazması Mesnevi-i Şerif [2] nüshası. Bir başka hücrede bir Mevlevi dervişinin kaldığı mekan canlandırılmış.

Mutbah, yani Mevlevi dergahının mutfağı da aynı avluda ve yine kendi orjinal tarihi objeleriyle ziyaretçilerine açık. Mutbahın geniş ve ferah salonunda bir sofra kurulu. Etrafında Şeyh efendi ve talebeleri sanki yemek yiyorlar.

Mevlana türbesi içiyle dışıyla aslında bir hazire. Hocalar, talebeler, babalar, evlatlar hepsi bir arada. Tabi hepsi Mevlana hazretlerinin etrafında kümelenmişler.

İşte alimken aşık olan, aşıkken yanan, o ateşle pervane olup cihanı aydınlatan gönüller sultanı Mevlana Hz.nin  [3] sandukası.

Allah ona ve diğer alim, fazıl, salih, aşık bütün Allah dostlarına rahmet eyleye.

Türbenin (Müzenin) içi bi hayli kalabalık. Yerli yabancı, ayakta duran yürüyen, bir köşede oturan okuyan pekçok insan bir arada. Binanın yapısı, havası, size sanki değişik manevi bir iklimde olduğunuzu hissettiriyor.

Müzenin her tarafı atadan kalan tarihi yadigarlarla dolu. Çıkışa doğru bir bölümde sakal-ı şerif var. Abartmıyorum, kokusu hala burnumda.

Ayrıca el yazması eserler ve hat sanatında kullanılan kalem ve kalemlikler gördük. Mesela el yazması bir kur'an-ı Kerim var. Yazanın bir hanım olduğunu öğrendik, ancak sadece bir harekesi yanlış olduğu için yazan yazdığı bu esere ismini koymaktan imtina etmiş. Hassasiyete, zerafete bakınız.

Ziyaretimiz tamamlandı. Geçtiğimiz yıllarda restorasyonu tamamlanmış bu harikulade güzel yapı ve avlusundaki şadırvan gerçekten göz alıcı.

Türbe ve etrafındaki müştemilat (şimdi müze deniyor) Mevlana sevgisiyle zaman içinde yapıla eklene bugünkü şeklini almış. [4]

Bu harikulade güzel ve manevi ortamdan dualarla ayrılıyoruz. 
Ama gönlümüzü de arkamızda bırakarak.



Karnımız acıkmış. Konya'ya gelip te Mevlana Pide yememek olur mu ? İşte misafir edildiğimiz mekan da bize o güzel ve beklenen ikramı yapıyor.

Konya'da hemen her tarafta cami var. Hepsi de güzel ve bakımlı. Küçük ama selatin tarzı camiler. 

Yemekten sonra ikindi namazını böyle bir camide kılıp Konya'da buluşan iki denizden biri olan Şems-i Tebrizi Hz. ne yöneliyoruz. 

Şems-i Tebrizi bir İranlı. İran Azerilerinden. Aşk adamı, tasavvuf erbabı. Mevlana ise büyük bir alim. Bu iki deniz Konya'da buluşuyorlar. Karşılaştıklarında aralarında geçen konuşma anı müthiş. Manevi çarpışmanın şiddeti her ikisinin de kendinden geçmesine sebep oluyor. Sonrasında susuzluğunu birbirlerinden gideriyor, birbirinden alıyor, birbirine veriyorlar.

İnsanların kıskançlıkları, hasetlikleri ve aymazlıkları malum. Ayrılıkları oluyor bu yüzden. Birbirlerini canını verecek kadar seven bu iki Allah dostu tutuşup cihanı aydınlatan iki meşaleye dönüşüyorlar böylece.

Ama rivayete göre canını veren, başını veren Şems-i Tebrizi oluyor. Şimdi bu iki denizin biri burda, diğeri orda ama ikisi de Konya'da yatıyorlar. 

Elektriğin artı eksi kutupları gibi sönmeyen bir aşk şelalesiyle gönülleri aydınlatmaya devam ederek. 

Bize rehberlik ettiğin, bunları paylaştığın için sağolasın Süleyman hocam. Allah seni de iki cihanda aziz etsin.

Ev sahibimiz ve rehberimiz Süleyman hoca Şems-i Tebrizîyi [5] anlatıyor, Konya TV kameraları da bu anı görüntülüyor.

Şems-i Tebrizi hz.rinin makamında Süleyman Doğan'ın eşsiz yorumlariyla yapılan anadolu evliyaları çekimi önümüzdeki salı akşam 21.30 da 42 konya tv de yayinlanacak.

Akşam namazı vakti girdi. Namazımızı Türbenin bulunduğu yerde yapılmış bulunan Şems camiinde [6] kılıyoruz.

Konya'da yağmurlu, gözü yaşlı bir akşam. Yatsı namazı için merkezdeki kapı camiine [7] gidiyoruz.

Kapı camii oldukça büyük, geniş Osmanlı tarzı bir mekan. Bu manevi iklimde yatsı namazımızı kılıyor bir kez daha dua edip yakarıyoruz rabbimize.

Artık Şeb-i Arus vakti. Konya Büyükşehir Belediyesinin Kültür Merkezine doğru yola çıkıyoruz.

Dört sene önce de gitmiştik. Gayet geniş, ferah ve temiz bir bina. 

Biz vali kontenjanından girdik, ama, Şeb-i Arus haftası Cumartesi (diğer zamanlar Cumartesi halk günü ve ücretsiz) de olsa giriş biletli. Ücreti 25 lira. Son yarım saatte biletler karaborsada 50 liraya satılıyordu. Gözümüzle gördük. Doğrusu böyle bir mekana yakışmamıştı, çok çirkindi.

Şeb-i Arus (düğün gecesi, kavuşma günü) Ahmet Özhan konseriyle başlıyor. Tasavvufi musikinin en nadide eserlerini icra ediyor. Salonda çıt yok, adeta biraz sonra başlayacak sema ayininin girizgahı. Ahmet Özhan da iyice demlenmiş hani, bu işin üstadı olmuş artık.

Nihayet sema ayini sembolik Mevlevi şeyhinin yerine gelmesiyle başlıyor. Mekan, ışıklandırma ve yavaş hareketlerle tekrar eden figürler muhteşem.

Kulaklarımızı dolduran ney, kudüm ve diğer sazların ağır nağmeleri eşliğinde gözümüz sahnede, gösteriyi büyük bir iştiyakla seyrediyoruz.

Ve işte o muhteşem an ! Yuvarlak pembe zeminde beyaz kelebekler gibi dönen mevlevi dervişler.Yaşlısı da var genci de, hatta aralarında çocuk yaşında olanları da gördük.

Sarraflar çarşısında Hz. Mevlana'nın altın döven çekiç seslerini "Ya hak !" diye işitip, kendinden geçtiği ve aşk ile döndüğü o andan itibaren hala dönmeye devam eden vecd hali. 


Seyredilmeye doyulmayan o güzellik, kimbilir onu yaşayan için ne lezzetler veriyordur.

Bir büyük zat, aşk için "uçarsan kanatların yanar" diye uyarmış. Mevlana ilave etmiş "uçmayan kanat ne işe yarar ?" Aynı dönemde yaşamış, kendisiyle de görüşmüş, ama daha genç olan Yunus ise son noktayı koymuş: "Yandıktan sonra ben kanadı neyleyim !"

Zerafete, nezahate, hikmete bakınız. Birbirlerini nakzetmiyorlar, çekiştirmiyorlar, tersine aynı şeyi değişik açılardan aynen söylüyorlar; "Aşk, 
O'na doğru 
kanatlanıp uçmaktır !"

Sağ elini semaya açmış, sol elini toprağa indirmiş, boynu bükük, uçuşan etekleriyle dönüp duran bu pervaneler bana çok şey anlatıyor. Ama en önemlisi işte o görünmeyen kanatlarıyla aşka uçtuklarını.

Sürekli değişen renk cümbüşü içinde kanatlanıp uçuvereceklermiş gibi dönen bu aşk pervaneleri düğün gecesini kutluyor. Hz. Mevlana'nın 740. Vuslat Yıldönümünü; yani ölümünün sene-i devriyesini.

Şaşırmayın "Şeb-i Ar
ûs" un Türkçe anlamı düğün gecesi demek. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi'nin öldüğü gece. Mevlana Hz. bu geceyi Rabb'ine, sevgiliye kavuşma gecesi olarak düşündüğü için "Düğün Gecesi" olarak adlandırmış.

Bu yüzden Mevlânâ Celaleddin-i Rumi'nin ölüm yıl dönümlerinde 17 Aralık tarihlerine denk gelen haftalarda yapılan ve "Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri" olarak isimlendirilmeye başlanılan bu törenler "Şeb-i Ar
ûs" şenlikleri olarak da anılmakta.


[1] Mevlâna Dergâhının batısında inşaatına Sultan Selim II'nin şehzadeliği zamanında başlanmış (1558-1567) arasında tamamlanmıştır. Camii Osmanlı klasik mimarisinin Konya'daki en güzel eserlerindedir. Kuzeyinde altı sütuna istinat ettirilmiş yedi kubbeli son cemaat yeri ve mermer söveli geçme basık kemerli cümle kapısı mevcuttur. Ahşap kapı kanatlarından sağdakine "Mescitte Mümin, suda balık gibidir." İbareleri mevcuttur. Son cemaat yerinin sağ ve solunda tek şerefeli iki minaresi vardır
[2] Mesnevî ya da Mesnevî-i Manevî, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin altı ciltlik Farsça eseri. Mesnevî, doğu klasik edebiyatında, uyakça müstakil beyitlerinin ikişer mısraı kafiyeli bir şiir tarzıdır ve muhtelif şairlerin neşrettikleri birer "Mesnevî" vardır. Yalnız, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin çağından beri, Mesnevî dendiği zaman bu kitap olduğu anlaşılıyor. Yazımına 656 yılından evvel başlanılan eser, Divan-ı Kebir ile birlikte Mevlânâ külliyatının ekseriyetini teşkil eder.  Mesnevî 25.632 beyitten oluşmakta olup 'Mağz-ı Kur'an yani Kur'an-ı Kerîm'in özü denmektedir. Çünkü Mevlânâ adeta Kur'an-ı Kerîm'in bizlere anlatmak istediğini hikayeler; kıssalar ve deyimler aracılığıyla anlatmıştır. Mesnevî'deki hikayelerin hiçbiri birbirini tamamlamaz bir hikaye anlatılırken başka bir hikayeye geçilir o hikaye başka bir hikayeyi başlatır ve böyle devam eder.
[3] Mevlânâ (30 Eylül 1207, Belh- 17 Aralık 1273, Konya) Celâleddin-î Rûmî (Rûmî adı, Anadolu'ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); "Efendimiz" manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir). Dönemin İslâm kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Alîmlerin Sultânı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled'in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'in mânevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl ona hizmet etmiştir. Babasının vasiyeti, Selçuklu sultanının buyruğu ve Bahaeddin Veled'in müritlerinin ısrarlarıyla Celâleddîn babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle ders, vaaz ve fetva verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tebrizli Seyyid Burhaneddin Muhakkik Şems-î Tebrizî ile buluştu. Celaleddin'in oğlu Sultan Veled'in İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında anlattığına göre Burhaneddin, Konya'daki bu buluşmada genç Celâleddîn'i o çağda geçerli İslam ilim dallarında sınava soktu; gösterdiği başarıdan sonra "bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli idi; sen kal (söz) ehlisin. Kal'i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman güneş gibi alemi aydınlatabilirsin" dedi.
[4] Mevlana Müzesi, Konya'da bulunan, eskiden Mevlâna'nın dergâhı olan yapı kompleksinde, 1926 yılından beri faaliyet gösteren müzedir. "Mevlana Türbesi" olarak da anılır. (Yeşil Kubbe) denilen Mevlana'nın türbesi dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine yapılmıştır. O günden sonra yapı faaliyetler hiç bitmemiş, 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir. Osmanlı sultanlarının bir kısmının Mevlevi tarikatından olması Türbe'ye özel bir önem verilmesini ve iyi korunmasını sağlamıştır. Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır. Mevlana hakkında menkıbelerin anlatıldığı Ahmed Eflaki'nin kitabı "Arifler'in Menkıbeleri"nde Mevlana'nın babası için türbe yaptırmak isteyen devrin sultanına "gök kubbeden daha görkemlisini yapamayacağınıza göre zahmet etmeyin" dediği rivayeti yer alır. Türbe, Mevlana'nın ölümünden sonra inşa edilmiştir.
[5] Şems-i Tebrizî ya da Şems ed-Dîn Muhammad (d: 1185 - ö:1248), Azerbaycan Türklerinin İslam alimi ve mutasavvıf. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin gönül dünyasında büyük değişikliklere sebep olan ve Mevlânâ tarafından yazılan ilâhî aşk şiirlerinden oluşan "Dîvân-ı Şems-î Tebrîzî" adındaki nazım eser sayesinde tanınan çok kuvvetli bir din âlimidir. Daha küçük yaşlarda, mânevî ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkat çeken Şems, din ilimleri tahsilden sonra, genç yaşlarında Tebrizli Ebubekir Sellaf'a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyar diyar dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine "Şemseddin Perende" (uçan Şemseddin) denilmiş, ayrıca Tebriz’de tarikat pîrleri ve hakikat arifleri ona "Kâmil-i Tebrizî" adını vermişlerdir. Şemseddin-i Tebrizî, devamlı bir arayış içerisinde olmuş, manevî bir işaret üzerine de Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’yi arayıp bulmuştur. Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlânâ ile üç-üçbuçuk yıl süren beraberliği neticesinde onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, onu ilahî aşkın potasında eriterek, kâmil bir Hak aşığı yapmaya muvaffak olmuştur.
[6] Cami kuzeyinde eskiden mezarlık olan Şems Parkının içinde yer alır. Bugünkü yapı 1510 yılında Abdürrezakoğlu Emir İshak Bey tarafından mescidle birlikte elden geçirilmiş ve genişletilmiştir. İlk yapının 13. Yüzyılda yapıldığı ileri sürülmektedir. Ancak kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Cami bölümüyle bitişik durumda, içten tavanlı dıştan sekizgen tambur üzerine piramidal külahla örtülüdür. Eyvan şeklinde olan türbe mescide kalem işi süslenmiş ahşap Bursa kemeriyle açılır. Diğer yönlerde biri altta, diğeri üstte olmak üzere ikişer penceresi vardır. Türbenin duvarlarında herhangi bir bezeme yoktur. Tavanı geometrik motiflerle bezenmiştir.
[7] Konya’da Odun Pazarı semtinde, Sarraflar (Çıkrıkçılar) Caddesi üzerinde bulunan bu cami, eski Konya Kalesinin kapılarından birisinin yanında bulunduğundan Kapu Camisi ismi ile tanınmıştır. Camiyi Mevlâna’nın torunlarından postnişin Hasanoğlu Şeyh Hüseyin Çelebi 1658 yılında yaptırmıştır. Konya’da yapılmış olan Osmanlı camilerinin en büyüklerinden biri olup, düzgün kesme taştan yapılmıştır. Caminin önünde on mermer sütunlu son cemaat yeri bulunmaktadır. Son cemaat yerindeki sütunlar birbirlerine yuvarlak kemerlerle bağlanmıştır. Caminin basık kemerli basık kemerli giriş kapısının bezemesi bulunmamaktadır. Ayrıca doğu ve batı yönlerinde de birer kapısı daha vardır. İbadet mekânının üzeri içten sekiz kubbe, dıştan da çatı ile örtülüdür. Taş mihrap ve ahşap minberi oldukça sadedir. Yanındaki minarenin şerefeye kadar olan bölümü taştan, üzeri de tuğladandır. Şerefe ile külah arasında da çini kuşaklara yer verilmiştir.
---------------------------------------------------------------