19 Ocak 2024 Cuma

20 Ocak 2024 cumartesi; TORUNLARIMA MEKTUPLAR.....................ANILAR; 20 Ocak

Yüreğimin sesi-I-
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi. 

20 Ocak 2015 


«Su gibi aziz ol» denmiş öyle mi ?
İnan aziz olması özde doğru sözde değil
Bak insan bile sudan, işin aslı özsuyunda
O yakınlık lafta değil, hem huyunda hem suyunda
Bir damladan çoğalıp, dere olup gürlüyor Yaratılmış her şeye can verip tazeliyor
Yazın serin, kışın sıcak pınarlarda göz yaşı
Yeşil meyvede tad, çeşmelerde can yoldaşı

Gün batımı/Gün doğumu duyguları
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi. 

20 Ocak 2019 


Akşamlar ufuktan süzülüp gittiğin andır Dağlandı gönül âteş-i aşkın ne yamandır Açmaz bu virân bahçede gül bunca zamandır Dağlandı gönül âteş-i aşkın ne yamandır


Usûl: Sofyan

Makam: Kürdîlihicazkâr

Güfte: Şuküfe Nihâl
Beste: Yesâri Asım Arsoy

20 Ocak 2022 Perşembe 15:30 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER-II-........................Yazık! keşke bilseydi

Yazık! keşke bilseydi

Çağıl çağıl akan bir derede rafting yapanlar belki adrenalin doruklarında yaşayabilirler. Ancak vadiyi tanımıyor, suyun nereye aktığını bilmiyor ve hazırlıklı değillerse akibet acı olabilir. 


Bir şelaleden kayalara çarpa çarpa aşağıya düşmek hiç de heyecan verici değildir.


***********


Birine sinirlenebilirsiniz, kızabilir, öfke duyabilirsiniz. Bu çok doğal, insani bir şeydir. Dikkat edilmesi gereken bundan sonrası. Ağzınızdan çıkan her laf, hakim olamadığınız her davranış sizi kötünün kötüsüne düşürebilir. Yaptığınız şeyi geriye saramaz, yok sayamazsınız. Ne kadar çabalarsanız çabalayın bir mürekkep lekesi gibi durur yakanızda. Hiçbir deterjan çıkaramaz izlerini. 


Hele bir de haksızsanız?..Birazcık da vicdanınız varsa?... İşte o zaman ne polis, ne mahkeme ve ceza hafif kalır yaşayacaklarınıza. Vicdanınız hem savcı hem hakim olur; kağıdı kalemi mührü olmayan suçlar yazar yaftanıza. Siz siz olun böyle bir duruma düşmeyin. 

 

***********


Şöyle düşünün size bir mektup gelmiş, okumadan bir kenara atmışsınız. Ya da okumuşsunuz da anlamamışsınız. Belki de birilerine okutturup "Ne güzel de yazılmış, şu şiirselliğe, şu ahenge bak!" demiş yine işin özünü ıskalamışsınız. 


Doktora gitmiş, hatta ilaç almış ama gereğine uymamışsınız. Şunlara şunlara dikkat etmezseniz eviniz barkınız yanabilir, elinizde avucunuzda ne varsa tüketebilir, bedeninizde ve ruhunuzda onulmaz yaralar açılabilir denmiş; kulak vermemişsiniz. 


Dünyanın hay huyuna kapılıp, size verilen ömrü boşa heder edip gitmişsiniz. Size ne demek lazım gelir? Yazık! keşke bilseydi.


Cahillik işte

 

Bu ara bir "cahil" tartışması sürüp gidiyor. Ünlü bir sanatçı Hz.Adem ve Havva'ya sözü ve müziği kendisinin olan son şarkısında cahil(!) diyerek hadsiz bir iş yapmış. "Halt etmiş" diyeceğim ama kendisi şu an sessiz, belki de pişman olmuştur. Israr edip etmediğini konuşunca anlayacağız. Şarkısını bu şekliyle söylerse işte asıl gürültü o zaman kopar. Şu sıra destekçileriyle, karşı çıkanlar arasında atışmalar her mecrada sürüyor.

 

Hiç kuşkusuz bu çirkin ifadeyi tekzip etmesi gerekenler öncelikle "Hz. Adem ve Hz.Havva" hakkında dini ve tarihi bilgi sahibi olanlar. Ancak sade bir müslüman olarak inandığım, önemsediğim değerlere böyle uluorta ve hadsizce dil uzatılmasını asla kabul edemem. En azından müzik dünyamızın bilinen bir ismi olarak bizzat kendisinin özür dilemesini ve hatasını düzeltmesini bekliyorum.

 

Sadece o değil, maalesef ülkemizde damarlarında "mavi kan" vehmeden kibirli bir azınlık var. Kendilerinden saymadıkları büyük çoğunluğu "cahil" görüyorlar. Doğal olarak onların kutsal saydığı, inandığı değerlere de çok uzaklar. Saygılı olmayı bırakın, jakoben bir yaklaşımla hakarete varan söz ve davranış içindeler. Bu tip örnekleri siyasette, okulda, yazılı basında, sosyal medyada, yazlık muhabbetlerinde, sokakta ve toplu taşım araçlarında bolca görüyoruz. Sonradan görme diyebileceğimiz bu insanlar, bilmişlik sanılarının aksine oldukça "cahil" olabilirler mi?

 

Aslında bu tür bir cehalet her şeye rağmen işin aslını, özünü, değerini bilmemekten kaynaklı affedilebilir bir durum. Genellikle kasıtları yok, öyle sanıyorlar ve hatalı bir zannın peşinde yanlış üstüne yanlış yapıyorlar. Bu yüzden neyin ne olduğunu bilmek önemli bir şey. Bazen küçük saydığımız bir şey, büyük bir aysbergin görünen yüzü olabilir. Dilimizle bile karşımızdakilerde umulmadık yaralar açabiliriz. "Baltayı taşa vurmak" deyimi tam da bu durumlar için olmalı. Özür dilemek "helalleşmek" için yeterli.

 

Fakat bu konuda bildiğim küçük ama önemli bir nüans daha var: "CAHİL kelimesinin ne olup olmadığı". Cehalet sadece bizim bildiğimiz, kullandığımız manada cahillik, bilgisizlik değil. Genelde cahil deyince hepimizin anladığı ilk mana"bilgisiz olan, bir şey hakkında yeterli ilme ve bilgiye sahip olmayan, bir şeyin önemini gereği kadar fark edememiş olan"dır.  Çok ilginçtir ama, Kur’an böyle bir cahilliği çok da kınamıyor, bilgisizlikten dolayı yapılan yanlışların Allah tarafından af edilebileceğini söylüyor. (Nisa 4/17; En’am 6/54; Nahl 16/119; Hucurat 49/6)

 

Peki, Allah resulü zamanının büyüklerinden birine neden "Ebu Cehil" yani "Cehaletin babası" demişti. O ki cahilin anlamını, cehaleti çok iyi kavramış, onu belli bir zamanın ve mekânın ismi olarak değil, bir zihniyet ve hayat tarzının ifadesi olarak kullanmıştı.  Ona bunu öğreten bizzat kur'andı.

 

Mesela Kur'anda cahil, "Hakkında kesin bilgileri olmamasına rağmen zanna dayanarak bazı şeylerin peşine düşen ve elde ettiği eksik bilgiler üzerine hükümler bina edendir"(Hud 11/46) şeklinde tanımlanıyor. Bir başka örnek de aynı surenin 29.ncu ve Ahkaf suresinin 46/23.ncü ayetlerindenCahil; "Gönderilen elçilerin mesajlarına karşı kulak tıkayıp onları işitmeyip, anlamayan yada anlamasına rağmen anlamak istemeyendir. "

 

Bu anlamları dikkate aldığımızda kendisine gelen vahye tamamen teslim olan ve kullandığı tüm kavramları ona dayandıran peygamberimizin Mekke’nin en kültürlü ve soy itibari ile en asil insanına neden "Ebu Cehil" dediğini daha iyi anlayabiliyoruz.  Bilgisiz bir adam değildi, Mekkenin liderlerinden, asil ve kültürlüydü. Buna rağmen asıl adı Amr bin Hişam, künyesi Ebü'l-Hakem olan bu zat İslâmiyet'e ifrata varan düşmanlığı sebebiyle müslümanlar arasında cahilliğin babası olarak adlandırılmıştı.

 

İşte asıl dikkat edilmesi gereken konu bu. Bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz? Yoksa bildiğiniz halde ısrarla düşmanlık yapma peşinde misiniz?

 

***************

 

Babanızı düşündüğünüz olur mu? Ben sadece rahmet olsun diye dua etmek için değil, onu anlamak için de düşünürüm. Küçük yaşta sol elini şeker kamışı ezen mengeneye kaptırmış. Önce Susurluk, sonra da Balıkesir'e götürseler de hem geç kalmışlık, hem de yetersizlik sebebiyle sakat kalmış. Delikanlı olup köy yerinde çiftçilik yapamayacağını anlayınca İstanbul'a kaçmış okumak için.  1940'lı yılların şartlarında hocaların önünde diz çöküp öğrenmiş. Sonra da geri dönüp köylerde "hak usulü" hocalık yapmış.

 

O zaman kadro, maaş filan yok. Köylü hasat zamanı mahsulünden bir miktar getirip tabanı toprak sıvalı boş odaya boşaltıyor. 4-5 yaşlarındayım gelen buğdayı, mısırı, karpuz kavunu görüyor seviniyorum. Ne olduğundan haberim yok. Zaten o zamanlar para denilen şey de pek ortalıkta görünmüyor. Bir teneke kepekle eşek sırtında köy köy gezen adamdan balık aldığımızı iyi hatırlıyorum.

 

İşte o adam benim okumam için elinden geleni yaptı. Beş yaşımda kur'an öğreten de "Bu çocuğu okutun" diyen köy öğretmenine kulak verip Susurluk'ta en iyi öğretmene getirip teslim eden de oydu. Evladından ayrılmak bahasına, yeter ki okusun diyerek beni dedeme bırakmıştı. Sonrası kendiliğinden geldi. Yeni öğretmenim de beni teşvik edip yönlendirdi. Bu kez yatılı okul sınavını kazanarak Balıkesir lisesinde okudum. Ardından İstanbul'da üniversite. Ancak yazları ve tatillerde köye gelip, ailemle birlikte olabiliyordum.

 

Neticede fakir bir aileydik, ayda bir gelen mektup içinde 10 liralık kağıt paraları hiç unutamam. Maaşa geçip kendi ayaklarım üzerinde duruncaya kadar da çok fedakarlık yaptı benim için rahmetli babam. Tam hafız değildi ama herkes ona "hafız" diye hitab ederdi. Sesi güzel, kur'an okuyuşu fevkalade idi. İnsanlar onu cemiyetlerde mevlid okuması için çağırırlardı. 1976-77'den itibaren esnaflık yaptı, öyle emekli oldu ama bu davetler hiç eksilmedi hayatından.

 

Namı "çolak hafız"dı. İyi huylu, insanlarla geçimli, mütevazı bir sohpet adamıydı. Toplum içinde saygınlığı olan biriydi. Susurluğa gelen her yeni memurun onun dükkanından eksik olmadığının şahidiyim. Adeta herkesin hafız abisiydi. Üniversite yıllarımın sonlarına doğru ne yazık ki bende de "çok bilmişlik" ve "nankörlük" hastalığı başladı. 


İstanbul gibi bir kültür ve sanat ortamında okuyordum. Doğal olarak o günlerin siyasi fırtınalarından etkilenmiş ve diklenmiştim. Saygısızca onların yaşamını eleştiriyor, kusur gördüklerimi yüzlerine vuruyordum. Üzüldüğü açıktı ama hiç sesini yükseltmiyordu. Benim yoluma saygı duyuyor, kendi çizgisini yumuşak bir dille izah ediyordu.


Davet edildiği cemiyetlerde durumlarına göre para ya da hediye vermek adettendi.  Ben bu hali sevmez, sert bir şekilde eleştirirdim. Onun şu sözlerini unutamam: "Oğlum toplum içinde yaşıyoruz. Yaşayan bir kültür, gelenek, inanç ve değerler var. Onları kıramam, böyle alışmışlar. İnandığım doğruları güzelce, itici olmadan söylemeye çalışırım. Hiç değilse lisan-ı halle örnek olmaya çalışırım. Babalığa gelince bu konuda sana ne söylesem boş. Ancak sen de baba olunca anlarsın". 


Allah ona rahmet etsin.Yıllar geçti şimdi onu çok daha iyi anlayabiliyorum. Bilmenin kitap taşıyan eşeklik olmadığını çok sonraları öğrendim. Bilmek; asilikle ve kibirle olmuyordu. Saygıyla, hoşgörüyle, olgunluk ve alçak gönüllülükle tamamlanıyordu. Baba da oldum dede de. Çocuklarımın her "Amaaan baba!" deyişinde onu hatırlıyorum. Torunumun "Ama dede sen bilmiyorsun, anlamıyorsun!" dediğinde hakikat bir şamar gibi yüzümde patlıyor. 


Vefatı üzerinden 15 yıl geçti rahmetli annemin ölünceye kadar ona olan sevgi ve bağlılığını, yokluğunu her daim hissetmesini anlayabiliyorum. Topluma, onun değerlerine olan saygı ve hoşgörüsünü bana miras bıraktığını düşünüyorum. Keşke o gençlik ateşiyle yaptığım cahillikler de olmasaydı. Tek tesellim o dönemin bir kaç yıldan uzun sürmemiş olması. 


Keşke bu yaşımın olgunluğu, hoşgörüsü o yıllarda da olabilseydi. 

18 Ocak 2024 Perşembe

19 Ocak 2024 cuma; TORUNLARIMA MEKTUPLAR.............................ANILAR; 19 Ocak

 

19 Ocak 2021 Salı 16:30 KİTAPLAR ARASINDA..................................Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?

Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?

Orijinal ismi "Do Humankins’s Best Days Lie Ahead?" olan "Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?" adlı kitap " bir tür münazaradan çıkmış. Geleceğe yönelik "fütürist" bir yayın. Alain De Botton(1) , Steven Pinker(2) , Matt Ridley(3), Malcolm Gladwell(4) arasındaki tartışmayı Malcolm Gladwell kitaplaştırmış. Çeviri, Cem Duran'a ait. Türkiyede ilk baskısı 2017 yılında Domingo Yayınevinde yapılmış. Sayfa Sayısı ise 119.

Masadaki kavramın adı “Gelişim”. Bu kelime, modern çağın ışıltılı kavramlarından biri. Teknolojinin yaygınlaştığı, kişisel özgürlüklerin, küresel ilişkilerin hiç olmadığı kadar güçlendiği dünyamızda, insanlık altın çağına mı yaklaşıyor? Yoksa gelişim kavramının bir gerçeklik değil sadece ideoloji, Batı’dan çıkma bir illüzyon olduğunu söyleyen muhalifler mi haklı?

Dünyaca tanınmış dört düşünür günümüzün en sıcak tartışmalarından birini ele alıyorlar. Steven Pinker ve Matt Ridley geleceğin daha güzel günler getireceğine dair, Alain de Botton ve Malcolm Gladwell’e meydan okuyor.

2006 yılında Peter ve Melanie Munk tarafından kurulan Aurea Vakfı’nın her sene her altı ayda bir Kanada’nın Toronto kentinde düzenlediği “Munk Münazaraları”dünya çapındaki en heyecan verici tartışmalar arasında.  Son 10 yılda dünya çapında pek çok değerli yazar, düşünür, politikacı ve sanatçıyı konuk etmişler. Küresel bir forum iddiasında olan etkinlik dünyanın aydın kesimlerince büyük bir dikkat ile izleniyor.

Munk Münazaralarında dile getirilen meseleler çok farklı alanlardan sorunları masaya yatırıyor. Amaçlarını ise şöyle ifade etmişler: “İçedönük olmak kolay. Bilinmeyene doğru ilerlemek ise zordur. Bu münazara serisinin amacı, insanların hızla değişen dünyamızı daha yakından tanımalarına yardımcı olmak ve ortak geleceğimizi şekillendirecek meseleler ve olaylara dair evrensel diyaloğa daha rahat katılmalarını sağlamaktır. Başımızda pek çok acil mesele var. Küresel ısınma, açlık belası, soykırım, kırılgan ekonomik düzen. Bunlar insanlık için önem arz eden kritik meselelerin yalnızca birkaçı. İşte Munk Münazaraları, hayati konular üzerinde kurmaya çalıştığı küresel diyalog vasıtasıyla, dünyanın en parlak beyinlerinden geçen fikir ve görüşlerden haberdar olmamızı sağlıyor.”

İlk takım; Montreal’den, bilişsel bilimin öncülerinden, dünya çapında üne sahip yazar ve akademisyen Steven Pinker ile Times gazetesinde yazan ve dünyada çoksatar önemli kitapların yazarı Matt Ridley. Münazaranın karşı tarafında ise, İngiltere’nin önde gelen yazar, yayıncı, düşünür ve kendi kuşağının en popüler filozoflarından Alain de Botton ile New Yorker dergisi yazarı, kitaplarından tanıdığımız Malcolm Gladwell.

Münazaraya geçmeden önce 3000’ kişilik dinleyiciler arasında bir oylama yapılmış. Sonuç: “Gelecek daha güzel günler getirecek” fikrine katılanların oranı %71, katılmayanların oranı ise %29 çıkmış.

STEVEN PINKER:

"Sizleri geleceğin daha güzel günler getireceğine ikna etmeye çalışacağım. Evet, niyetim inandırmak değil, ikna etmek. Gazeteciler düşen uçakların haberini yapar, sağ salim inen uçakların değil. Dünyadaki kötü olayların hepsi topyekûn ortadan kalkmadığı sürece haberleri doldurmaya yetecek kadar kötü haber her zaman olacaktır. Ve insanlar asırlardır yaptıkları gibi, dünyada işlerin her geçen gün daha kötüye gittiğine inanmayı sürdürecektir.

Hayata dair on farklı konuda bu gidişatlara birlikte bakalım. İlk başta hayatın kendisi. Bir buçuk asır önce insan ömrü ortalama 30 yıldı. Bugün 70. Bu yükseliş durma belirtileri göstermiş de değil. İkincisi, sağlık üçüncüsü de, refah seviyesi. İki yüzyıl önce, dünya nüfusunun %85'i aşırı yoksulluk içinde yaşıyordu. Bugün bu oran %10’un altına indi. Birleşmiş Milletlere göre 2030'da sıfırlanabilir. Dördüncüsü, barış ortamı. Gelişmiş ülkeler yetmiş yıldır birbiriyle savaşmıyor; büyük güçler ise altmış yıldır. Besincisi, güvenlik. Bütün dünyada şiddet suçları düşüyor, hem de pek çok yerde jet hızıyla. Altıncısı, özgürlük. Tek tük ülkelerdeki irtifa kayıplarına rağmen, küresel demokrasi endeksi hiç olmadığı seviyelerde. Yedincisi, bilgi. 1820'de insanların %17’si temel eğitime sahipti. Bugün bu oran %82. Ve oran hızla%100 doğru yükseliyor, Sekizincisi, insan hakları. Devam etmekte olan küresel seferberliklerin hedefleri arasında çocuk işçiliği, idam cezası, kadınlara şiddet, kadın sünneti, eşcinselliğin suç sayılması ve insan ticareti gibi konular var. Dokuzuncusu, cinsiyet eşitliği. Küresel verilerin gösterdiğine göre kadınlar artık daha iyi eğitim alıyor, daha geç evleniyor, daha çok kazanıyor, güçlü ve etkili konumlara daha çok geliyorlar. Sonuncusu da zeka. Dünyanın her yerinde IQ he on yılda üç puan artıyor.

Daha zengin bir dünyanın çevre temizliği için daha çok parası olur; çetelerle polis mücadelesi, eğitim ve sağlık için daha çok parası olur. Daha iyi, eğitimli ve kadınların daha çok söz sahibi olduğu bir dünya daha az diktatöre, daha az sayıda anlamsız savaşa maruz kalır. Bu gelişmeler teknolojik ilerlemeleri de besler. Moore yasası geçerliliğini hala koruyor. Genombilim, norobilim, yapay zekâ, malzeme bilimi kanatlanmış uçuyorlar.

Kehanetlere rağmen Nagasaki'den beri tek bir nükleer silahın kullanılmadığını unutmayalım. Soğuk Savaş sona erdi. On altı devlet nükleer silah programlarından vazgeçti. Nükleer silahların sayısı %80 azaltıldı. Diğer tehlike iklim değişikliği. Bu insanlığın en çetin sorunu olabilir. Fakat ekonomistler bu sorunun da üstesinden gelebileceğimiz konusunda hemfikir.

Bu arada yenilenebilir enerji, dördüncü kuşak nükleer enerji ve karbon yakalama konularındaki ARGE çalışmaları hızlandırılarak fiyatların düşmesi sağlanabilir. Daha iyi bir dünya, mükemmel bir dünya demek değil elbet. İnsan doğasının en ateşli savunucularından biri olarak, insanoğlunun yamuk odunundan, düz bir şey çıkmayacağına inanıyorum.

Hayalini kurduğum muhteşem gelecekte hastalıklar ve fakirlik yine olacak; terörizm ve zulüm yine olacak, şiddet suçları ve savaşlar da. Ama bu illetler çok çok daha azalmış olacak. Dolayısıyla milyarlarca insan bugünkünden daha iyi durumda olacak.“

ALAIN DE BOTTON:

“Eğer iyimser olacaksak, iyimserlere göre en büyük gelişmelerin yaşanacağı bu dört temaya bir bakalım. Birincisi, bilginin cehalete galip geleceğine inanıyorlar. Zamanımızın büyük musibeti cehalet, aklın ışığı altında tuz buz olacak. İyimserlerin büyük umudu bu. İkincisi, fakirliğin yol açtığı, bunca zaman peşimizi bırakmayan belalar dünya ekonomisinin büyümesiyle yok olup gidecek. Üçüncüsü, savaş. Hukukun üstünlüğü sağlandıkça ve devletlerin uyduğu uluslararası düzenlemeler gücü tekellerine aldıkça savaş dünyadan kalkacak. Dördüncü ve son olarak da tıp denilen harika buluş sayesinde hastalıkların kökü kazınacak.

Ancak benim kendi yaşadıklarımdan çıkardığım ufak bir itirazım var. Ben İsviçreliyim ve ülkemde epey bir zaman geçirmişliğim var. İsviçre bu sorunların hepsini çözmüş vaziyette zaten. Fantastik bir eğitim sistemi var. Ortalama maaş yıllık 50.000 dolar. 1648' deki Vestfalya Antlaşması'ndan beri ülke savaş yüzü görmedi. Hastaneler derseniz dört dörtlük. Gelgelelim, İsviçre cennet değil. Hatta sorunlar denizi diyebiliriz.

İsviçre gibi ülkeler neden kusursuz değil? Eh, birincisi, akıl hâkim diye aptallık ortadan kalkmıyor. Aydınlanmanın büyük vaadi, insanlara neyin doğru olduğunu söylerseniz onu yapacaklarıydı; kötülük cehaletten kaynaklanıyordu. Ama aptallık, sandıklarından çok daha inatçı çıktı. Gayrisafi yurtiçi hasılayı artırmakla yoksulluk ortadan kalkmıyor. Yeterince şeye sahip olmadığını hisseden milyonerler ve milyarderler var, ki yoksulluğun asıl tanımı da budur, yeterince şeye sahip olmadığın hissi. Ne yazık ki bu his her gelir düzeyinde varlığını sürdürüyor.

İnsanların birbirlerine şiddet uygulaması ve kötücül olması konusunda da son sözü savaşlara bakarak söyleyemeyiz. “insanlar birbirlerini taşlı sopalarla öldürmüyorlarsa da kötülükler ve şiddet devam ediyor…” Ve son olarak, İsviçre’de çiçek hastalığı veya sığır vebası olmasa da tıptaki harika gelişmelere rağmen insanlar yine de ölüyor. Yüz yüze olduğumuz sorunlar bunlar.

Bu noktada denebilir ki makinelerle, akıllı telefonlarla, teknolojiyle, internetle, belki de öyle bir canlı meydana getireceğiz veya üreteceğiz ki müthiş akıllı, süper nazik, hatta ölümsüz olacak. Olabilir, ama o şey insan olmayacak. Homo sapiens farklı bir tür. Size tasvir ettiğim sorunlardan evrilerek kurtulamayacağız asla.

Öyle inanıyorum ki, sorularımıza çok daha iyi cevap verebilecek başka bir felsefeye geçiş yapmamız gerekiyor. Bu felsefeye "karamsar gerçekçilik" adını veriyorum. Modern bilimde ve iş hayatından alışık olduğunuz, her ikisinde de farklı nedenlerden dolayı bizi sürekli neşeli ve iyimser hissettirmeye çalışan tozpembe tavrın zıddı bu. Mükemmeliyetçiliğin korkutucu bir tarafı var. Vaat edilen şey cennet, gerçekler ise trafik sıkışıklığı, kayıp anahtarlar, mutsuz ilişkiler ve vasat bir iş olunca sinirleniyoruz. Hak ettiklerimizi alamamış olduğumuz hissi, dönüp yine bizi öfkelendiriyor. Çağımızın tehlikesi işte bu.

Hayatın mükemmel olması gerektiğine ve tüm sorunları çözebileceğimize inanınca diğer şeyleri takdir etmeyi bırakıyoruz.

Yaşlılar çiçekleri neden sever? Severler, çünkü hayatın kusurlarının o kadar farkındadırlar ki kusursuzluğun küçük adalarına rastladılar mı bir uğramak ve o çiçeği takdir etmek isterler. Biz bunu yapmıyoruz. Eğer zihnimizi türümüzün kusursuzluğuna dair böyle cafcaflı hikayelerle doldurmuşsak, durup çiçekleri takdir etmeyiz. Tarihteki en kötü hareketlerin mükemmelliğe inanan insanların kafasından çıktığını düşünüyorum. Son derece tehlikeli, bir yaşam felsefesidir bu. İnsanlığın gerçek ilerleyişi ise genelde çok daha alçakgönüllü insanların gayretleriyle sağlanıyor. Kendisinin ve başkalarının hatasını kabullenebilen, dünyayı cennete çevirmeye çalışmayan insanların gayretleriyle.”

MATT RIDLEY:

“Woody Allen bir keresinde şöyle demişti: “İnsanoğlu tarihte ilk kez bu kadar ciddi bir yol ayrımında. Bir yol umutsuzluk ve kedere gidiyor. Diğer yol soyumuzun tükenişine. Dua edelim de akıllı seçimi yapacak kadar aklımız olsun.” Robert Heilbroner’ın çoksatar bir kitabının sonuç kısmında: “İnancım o ki insanlığı acılı, zor ve vahim bir gelecek bekliyor. İnsanlığın istikbaline dair beslenebilecek umutlar gerçekten de çok ama çok cılız” İfadesi var.

Bu tehditlerin her birinin ya yanlış alarm ya da abartı olduğuna uyanmam bir yirmi yılımı aldı. Korkunç istikbal, hiç de yetişkinlerin bana söylediği gibi korkunç değildi. Hayat insanların çok büyük bölümü için gittikçe daha iyiye gidiyordu. Ortalama insan ömrü son elli yıldır günde beş saat uzuyor. Bir insanın başına gelebilecek en büyük acı olan çocuk ölümleri ise aynı zaman diliminde üçte iki azaldı. Sıtma ölümleri son on beş yılda inanılmaz biçimde %60 azaldı. 1970'lerden bu yana okyanusa petrol sızıntısı kazaları %90 azaldı. Kötü giden şeylerse trafik ve obezite. Yani bolluktan kaynaklanan sorunlar.

Şöyle bir gerçek var ki gelişmeler genelde yavaş yavaş olur, o yüzden haberlerde yer almazlar. Kötü haberlerse aniden olur. Haberlerde araba kazalarına yer verilir. Çocuk ölumlerinin azalıyor olmasına yer verilmez. Ve Steve'in dediği gibi, ortalama insan her yıl biraz daha zengin, biraz daha mutlu, biraz daha zeki, nazik, özgür, güvende, barış içinde oluyor.

Küresel eşitsizlik azalıyor. Hem de hızlı biçimde Neden mi? Çünkü fakir ülkelerdeki insanlar zengin ülkelerdekine oranla daha hızlı zenginleşiyor. Şu anda Afrika olağanüstü bir ekonomik mucize yaşıyor. Tıpkı on-yirmi yıl önceki Asya gibi. Mozambik 2008’e oranla kişi başı %60 daha zengin. Etiyopya’nın ekonomisi yılda %10 büyümekte. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünya ekonomisi topu topu bir yıl küçüldü; o da 2009’da. Öyle bir durum var ki refahın yükselişi de hızlanıyor.

Peki ama tüm bu gelişmeler çevreye verdiğimiz zarar pahasına olmuyor mu? İşin aslı, hayır. Bir ülke ne kadar zenginse, çevre koşullarının iyiye gitmesi de o kadar olası. En büyük çevresel sorunlar fakir ülkelerde. Nüfus artışında durum ne? Dünyanın nüfus artış hızı, yarılandı. Yüzde ikiden yüzde bire düştü. Yirminci yüzyılda dünya nüfusu dörde katlandı, ama yirmi birinci yüzyılda ikiye bile katlanmayacak. BM'nin tahminlerine göre 2080'lerde artış tamamen duracak. Neden mi? Savaş, salgın hastalık veya bir zamanlar kasvetli ihtiyar Malthus'un korktuğu gibi kıtlık yüzünden değil; refah, eğitim ve sağlık yüzünden.

Nüfus artışının yavaşlaması ve tarımda verimin artışı, dünyayı beslemeyi kolaylaştırıyor. Bugün aynı miktarda gıdayı üretmek için 50 yıl öncesine göre %68 daha az arazi gerekiyor. Bu da doğaya daha çok yer kalması demek. Ve gezegen gittikçe yeşilleniyor. Uydular, otuz yıl önceye göre %14 daha fazla bitki örtüsü olduğunu gösteriyor, özellikle de Afrika'nın Sahel bölgesi gibi kurak bölgelerde

Her kuşak bir dönüm noktasında bulunduğunu sanır. "Geçmiş iyiydi ama gelecek karanlık" diye düşünür, Lord Macaulay'nin 1830'da dediği gibi: “Her çağda insanlar kendi dönemlerine kadar insanlığın ileri gittiğini fark etmiş, ama neredeyse hiç kimse sonraki kuşakların daha da ileri gideceğini hesap edememiştir.” Seçici algımız, geçmişin mutlu hatıralarını, geleceğinse kasvetli beklentilerini öne çıkarır. Narsisizmin tuhaf bir türü diyebiliriz. Kendi kuşağımızın özel olduğuna inanıyor olmalıyız; dönüm noktası tam da bizim yaşadığımıza denk gelmiş. Ama bu inanış, zırvalıktan başka bir şey değil aslında.”

MALCOLM GLADWELL:

“Çok geçmişe gidip o zaman koşullarından 17.yüzyıla, sonra 18. yüzyıla, 19. yüzyıla, 1950’ye, 1975’e ve nihayet bugüne bakacak olursak işlerin sürekli iyiye doğru gitmiş olduğunu görebiliriz. Ve bu fikre katılabiliriz. Ama bu münazara geçmişle ilgili değil, gelecekle ilgili. İşler bu noktadan itibaren iyiye doğru gidecek mi, onunla ilgili. Geleceğin daha iyi olacağı fikrinden naiflik akıyor. Kaldı ki "daha iyi" ve "daha kötü" de doğru karşılaştırma sıfatları değil.

Geleceğe baktığımızda gördüğümüz şey, daha farklı bir dünya. Bununla ne kastediyorum? Geçenlerde bir konferansta birkaç internet güvenlik uzmanıyla laflıyorduk. "Neyden endişe duyuyorsun?" diye sordular. Ben de söyle dedim: İnternet korsanlarının yol açtığı gündelik, düşük seviyeli tehditlerden. Fakat bizi asıl korkutan şey dijital bir 11 Eylül saldırısı. Birisi veya bir ulus devlet elektrik altyapımıza sızıp elektriği bir haftalığına kesti diyelim. Veya birisi Kanada'nın 401 ekspres yolundaki bin tane arabanın bilgisayar sistemini hack'leyip kazalara ve devasa trafik kilitlenmesine neden oldu. Ama terörist saldırısında yaşanacak şoku düşünün.

"Sıradan" olarak nitelendirebileceğimiz iklim krizleriyle başa çıkmada son yirmi beş veya elli yılda çok daha iyi hale geldiğimiz de kesinlikle doğru. Bundan yirmi beş yıl önce olduğu gibi kıtlık tehlikesinden korkmuyoruz. Bu türden bir çevre krizi tehlikesi kesinlikle azalıyor, çünkü hastalığa dayanıklı ve kuraklığa dayanıklı ekinler ürettik ve tuzdan arındırma teknolojilerini çok geliştirdik. Fakat iklim uzmanlarının endişeleri bunlar değil zaten. Meksika'daki son kasırgaya bakıyorlar. Bu, bugüne kadar kaydedilmiş en büyük ve en şiddetli kasırgalar olan biriydi. Ve okyanuslardaki ısınmanın gidişatı konusundaki endişelerini dile getiriyorlar. Ve buradan hareketle bu mega-kasırgalardan birinin daha önce benzerlerini hiç görmediğimiz boyutlara ulaşmasından korkuyorlar.

Hastalık ve kıtlığa dayanıklı ekinler yetiştirdik, ama bir yandan da iklim değişikliğine sebebiyet verdik, ki bu bambaşka boyutta bir risk. Bu verdiğim örneklerin hepsi aynı şeye işaret ediyor. Hepsi de bize bir toplum olarak yalnızca riskleri azaltmakla kalmadığımızı, aynı zamanda risklerin doğasını değiştirdiğimizi söylüyor. Beş yılda bu kıtlık tehlikesinden endişe etmeniz gerekmiyor artık ama geldi miydi Miami'yi silip süpürecek bir mega kasırgadan endişe etmeniz gerekiyor.

Afrika'da cep telefonu demek, hayatınızın on yıl önceye göre çok daha kolaylaşması demek, ama aynı zamanda terörist grupların size zarar verme tehlikesinin de on yıl önceye göre çok daha ciddi ve gerçek olması demek. Bana göre bu münazaranın asıl konusu şu: Yüz yüze olduğumuz risklerin doğasında meydana gelmiş olan değişim bizi korkutmalı mı, korkutmamalı mı? Yanıt bence aşikâr: Evet, korkutmalı.

Nükleer silah sayısının %80 azaltılmış olması sorunu çözmüyor. Hepimizi havaya uçurmak için tek bir manyağın eline tek bir silah geçmesi yeter. Kafanıza silah dayayan biri, “Endişe etme, kurşunların sayısını %50 azalttım,” dese, içimdeki sıkıntı uçup gitmezdi!

Epidemiyologlara sorarsanız size insan türünün yok olma tehlikesinden söz edeceklerdir. İnsan türünün yok olma ihtimalinin söz konusu olmasının nedeni, bu kadar etkileşim halinde, bu kadar iç içe geçmiş olmamız. Bu durum ölümcül bir organizmanın veya virüsün dünyaya çok hızlı yayılmasını mümkün kılıyor. Epidemiyologlar bu olgu yüzünden çok yakın dönemde birden fazla kez bu türden bir olaya ramak kaldığını size söyleyeceklerdir.

Medikal teknolojide ve belli hastalıkları tedavi etme becerilerimizde olağanüstü inanılmaz pozitif değişimlerin yaşandığı konusu doğru. Fakat şunu gözden kaçırmamalıyız ki bu türden yeni teknolojiler yarattığınızda, aynı zamanda yeni sosyal ve ekonomik sorunlar yaratırsınız. Örneğin bunların bedelini nasıl ödeyeceğiz? Tıptaki bu yeni gelişmeleri inceleyen herkesin ortak görüşü, bunların var olan teknolojilerden beş on kat daha pahalı olacağı. Bu gerçekle yüzleşmek zorundasınız.

Gençliğimde dinlediğim kıyametkolikler dünyanın geleceğinin kara olduğunu söylediklerinde yanılıyorlardı. Bana karamsarlığa kapılmamı öğütlediklerinde de yanılıyorlardı. Fakat dünyanın kusursuz olduğunu düşündüğümüz fikrine kapılmanızı istemem. Tabii ki öyle düşünmüyoruz. Tam zıddını düşünüyoruz. Olabilecek dünyayla -ve doğru işleri yaptığımız takdirde daha da ileride olacak dünyayla- kıyasladığımızda, bu dünya gerçekten bir “gözyaşı vadisi”, bir "yeis bataklığı".

“Neşeli ol ki genç kalasın,” demiyoruz. Ama şunu diyebiliriz: “Enseyi karartma, tutkunu kaybetme.” Savaş, acı ve keder gelecekte yine olacak, ama geçmişte bunlar şimdikinden kat kat fazlaydı. Gelecekte insanların hayatlarını iyileştirecek ve yaşadığımız gezegeni sağaltacak yeni buluşların meyvelerini daha tam anlamıyla toplamaya başlamadık bile.

Gelişim insanların büyük çoğunluğun iyiliğine olmuştur. Gelişim özellikle yoksul insanların iyiliğine olmuştur. Ve simdi de sırf ruhumuza ve psikolojimize yeterince eğilmiyoruz diye gelişimin birden duracağına inanmak için hiçbir neden yok. Geleceğin parlak olacağını düşünmek içinse her türlü neden var.”

STEVEN PINKER:

“İnsanoğlunun illüzyonlara, yanlı düşünceye ve mantık hatalarına ne kadar kolay düşebildiğini hepimiz biliriz. Bu zihinsel kusurlarımız bizi dünyanın kötüye gittiğine veya varoluşsal tehlikeler altında olduğuna inanmaya iter. Zihinsel yanılgıların çaresi verilerdir. Verilerin gösterdiği gidişatlarsa şüpheye yer bırakmıyor: insanlar ortalamada daha uzun, daha sağlıklı, daha zengin, daha güvenli, daha özgür, daha eğitimli ve daha barış dolu hayatlar yaşıyor.

Elbette dünyaya bekleyen büyük zorluklar var. Bu da beni son söyleyeceğim noktaya getiriyor. İyimserlik, kendini gerçekleştiren kehanettir; kötümserlik de öyle. Elde ettiğimiz ilerlemeler gizemli tarihsel bir diyalektiğin veya kaçınılmaz gelişim yasasının sonucu değildir. Sistemlerdeki kırılganlıklar ve nükleer silah artışı da dahil olmak üzere sorunları tespit eden ve mahvolduk diye yakınmak yerine yaratıcılıklarını kullanarak ve emek sarf ederek bu sorunları çözen insanların emekleri sonucudur.”

ALAIN DE BOTTON:

“İnsanlar bu dünyanın sorunu ne diye kafa patlattıklarında akıllarına daha iyi bir dünya için öneriler geliyor. Eğitimden bahsediyorlar örneğin. Yeterince bilgili olmadığımızı, ama eğer eğitim sistemini doğrudan oturtabilirsek işlerin yoluna gireceğini söylüyorlar. Ama bunun sonu gelmiyor ki! Birileri de diyor ki “Ekonomiyi düzeltip açlığı bitirirsek işler yoluna girecek”. Sonra savaşları bitirip anlaşmazlıkları çözmeyi öneriyorlar. Ve bir de tıbba bağlanmış umutlar Tıbbi gelişmeleri belli bir seviyenin üstüne çıkarırsak insanların çektiği pek çok acıyı sonlandıracakmışız.

Ekonomik kalkınmanın gerçek trajedilerinden biri, insanların maddi koşullarını iyileştirince mutlulukların da artıracağımızı sanmış olmamız. Oysa Richard Easterlin adında bir ekonomist bundan kırk yıl önce gelir seviyesiyle mutluluk arasındaki ilişkiyi araştırdı ve bir toplum aşırı zengin olsa bile daha fazlasını arzulama, başkalarını kıskanma, yüksek statü hırsı ve kaygının sürdüğünü tespit etti. Bir halkın refah seviyesini yükselterek parasal doyuma ulaştıramazsın. Rekabet, sosyal bir salgın hastalık. Ve çekememezlik, kıskançlık, yetersizlik gibi duygular milyarderlerde de var. Durup bir düşünmek için bunlar yeterli olsa gerek.

Bütün dünyayı milyarder yapsak yine beklenmedik ekonomik gelişmeler, mutsuzluklar ve acılar olacaktır. Bu hedefin peşini bırakmalıyız demiyorum. Elbette peşini bırakmamalıyız ama bir 500 yıl sonra herkes diyelim ki bir İsviçreli dişçi kadar kazanıyor diye her şeyin kusursuz olacağını ummamalıyız. Aydınlama’nın büyük rüyası, eğitim sayesinde insanların önyargılarından kurtulacağı, çürümüş fikirleri ve kötü niyetleri geride bırakacağıydı. Aklın ışığı altında tüm bunlar güneşli bir günde pusun dağılması gibi yok olup gidecekti. Ne var ki hiç de öyle olmadı.

Eğitimli toplumlarda da nice çatışmalar, savaşlar gördük. Dolayısıyla eğitim her derde deva, mucize bir ilaç değildir. Tıp da bu açıdan eğitime benziyor. Tıp ne kadar gelişmiş olursa olsun, göz göze gelmekten kaçışın olmadığı bir gerçek var: kendi sonumuz. Hepimiz kendi minyatür mahşerimizle, kendi kıyametimizle yüzleşmek zorundayız. Kalp ameliyatlarındaki ve kanser tedavilerindeki gelişmeler çok güzel elbette, ama kendi sonumuzun kaçınılmazlığı meselesinin üstesinden gelemedik ve asla gelemeyeceğiz.

Beş yüzyıl içinde bizim yerimizi alacak bir başka “Homo” türü ortaya çıkabilir. Ama o artık biz olmayacağız.”

----------------------------------

Alain De Botton(1): https://www.yeniakit.com.tr/biyografi/alain-de-botton

Steven Pinker(2): https://tr.wikipedia.org/wiki/Steven_Pinker

Matt Ridley(3): https://www.idefix.com/Yazar/matt-ridley/s=752

Malcolm Gladwell(4): https://www.idefix.com/Yazar/malcolm-gladwell/s=260475

17 Ocak 2024 Çarşamba

18 Ocak 2024 Perşembe ; TORUNLARIMA MEKTUPLAR.....................ANILAR; 18 Ocak

 



Kazanmayı başarabilecek miyiz ? 

Acaba insanlara konuşmalarında çok sık ve farklı anlamda kullandıkları ‘hayırlı’ kelimesiyle ne kastettikleri sorulsa nasıl cevap verirlerdi ? Herhalde o insanların günlük yaşamları ve hayata bakışlarına bağlı olarak çok değişik manalar çıkardı ortaya 

Uğurlu, iyi, güzel, yararı, hayrı olan şey, olay ya da kişileri ‘hayırlı’ olarak nitelendiririz. Mesela işimizin ‘hayırlı’ olmasını isteriz. Yine dualarımızda hep ‘hayırlı evlat’ ister, evlatlarımızın hayırlı olmasını dileriz. Yararı, hayrı olmayan, sevgi ve bağlılığını yitiren, vefasız kişilere de ‘Hayırsız’ deriz. 

Genelde iyilik ve yardım etmesini seven, özelde yoksullara, düşkünlere, yardıma muhtaç olanlara iyilik ve yardım eden iyiliksever, yardımsever kişilere ‘hayırsever’ deniyor. Bu şekilde ‘Hayır işleyerek’ dine ve insanlığa uygun, iyi davranışlarda bulunan, böylece çevresine de hayrı dokunan iyilik ve ‘hayır sahibi’ kişileri ise ardından hayırla anıp/yâd ediyoruz. 

Bir şeyden ‘hayır görmemiş’, artık iyilik, güzellik yarar kalmamışsa ona ‘hayır yok’ nitelemesini yapar, başkalarına olan etkisini de ‘hayrı olmamak’ la ifade ederiz. Böyle durumlardan ‘hayır beklemeyiz’, çünkü artık ondan ‘hayır gelmeyeceği’ kanaati oluşmuştur. 

Elbette başa gelen her şey, mutlaka güzel ve keyif verici değil. Mesela; Ne güzeldi ilk günler. Sevmiştiniz birbirinizi, hem de ne sevmek. Her şey çok nahif, zarif ve hoştu. Gözleriniz konuşuyordu yalnızca. Kalbinizse tatlı tatlı çarpıyordu bir küçük serçe misali. O hayatınızın kadını, bu da canınızın içi sevgili erkeğinizdi. Hayatım, canım, sevgilim, tatlımdan geçilmiyordu o günler. Adeta birbirinizin içinde eriyor, tek vücut oluyordunuz. Rüya gibiydi işte. 

Zaman akıp gitti. Çok şeyler değişti. Bir gün baktınız yanınızda yatan yabancıya ve "bu da kim ?" dediniz hayretle. 

Gün başladığında didişme de başlıyordu. Artık o sizin diş macunu kullanma biçiminizi sevmiyordu, sizde onun giyim kuşam tarzını. Hele ailesi, arkadaşları aman, aman ! Erkek konuşmaz olmuştu, kadınsa susmaz. Ev kaynar kazana dönmüş, bir fokurtudur gidiyordu. Durduk yerde olur olmaz şeyden kavga çıkıyordu. Hatta aşkınızın meyvesi çocuklarınızı bile düşünmez olmuştunuz. Her şey, her konu tartışılıyordu. Sonra da bağırmalar, ağlamalar. Hayatınız zindana dönmüştü. Nasıl olmuştu da böyle olmuştu ? 

Mesela, hani evladınız gözbebeğinizdi. O istemiş siz de vermiştiniz. Hiçbir şeyi eksik değildi. Hata ettiğinde hoş görmüştünüz. Sesini yükselttiğinde; ‘Bak bak bak ! Büyümüş de bir de kafa tutuyor’ dediniz güldünüz. Bebeğinize, oğluşunuza kıyamadınız, o dağıttı siz topladınız. Aman o ders çalışsın, okulu, dersanesi, sınavı var dediniz elleşmediniz. Günler, aylar hatta yıllar böyle geçti… 

Bir gün her şey için çok geç olduğunu fark ettiniz. Biricik aşkınız, evladınız bir frankeştayn’a dönüşmüştü. Artık ne konuşabiliyor ne de anlaşabiliyordunuz. Veremediğiniz, takat getiremediğiniz şeyler için suçlanıyordunuz. Bütün fedakarlıklarınız, çabalarınız çöpe atılmıştı. Sıra sizdeydi… 

Soru şu: Acılarımız mı bizi olgunlaştırıyor, yaşadığımız güzellikler mi ? Biri olmadan diğerinin tadı tuzu olur muydu, anlayabilir miydik hayatı acaba ? Peki o hayat hep sevgi dolu ve güzel geçseydi –belki de öyledir- acaba mutlu olur muyduk ?

Biteviye süren savaşların, afetlerin, kanunsuzluk ve terör belasının eksik olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Mutsuzluk, acı, keder ve hayal kırıklıkları günümüz insanı için yabancı değil. 

‘Zaman artık; Hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin, Büyük adamlar ve küçük karakterlerin, Yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. Günümüz artık; İki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, Daha süslü evler ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bugünler; Hızlı seyahatler, Kullanılıp atılan çocuk bezleri, Yok edilen ahlakî değerler, Bir gecelik ilişkiler, Obez bedenler ve Neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir.’ 

George Carlin, sürekli değişen ama bir şeyleri de hoyratça çöpe atan çağımızın bu ‘küçük/Büyük’ hallerini şikayet etmiş kendince. Doğruya doğru demek lazım. Elbette, herkesten alınabilecek, öğrenilebilecek bir şeyler vardır. Adam öyle bir tablo çizmiş ki katılmamak mümkün değil. 

Bunca çelişki, dahası ziyanlık; gelişme ve yükselme iddiasındaki çağımız insanı için oldukça düşündürücü. Hatta dengeyi bozan, boşluğa düşüren, moral yıkan şeyler. İlaveten günümüzün kan/zulüm, acı/şehvet, refah/gözyaşı dünyası düşünüldüğünde şayet elinizden bir tutan olmazsa doğrusu yeniden toparlanmanız da zor. 

Bunun için iman ve ilahi mesaj var işte. Yaradan yarattığını biliyor, onu boşlukta bırakmamış. Öyleyse bütün bu ‘küçük/Büyük şeyleri’ bilmek kadar, hatta ondan daha önce; hayatın esasını, manasını, nerden gelip nereye gittiğini bilip anlayabilmeye de mutlak ihtiyaç var. Her defasında yeniden yeniden anlamaya ve bilmeye. Aksi halde sel gibi akan zaman ve mekan denizinde bir saman çöpü durumuna düşülebilir. 

İnançlarımız başımıza ne gelirse gelsin neticesinin hayırlı olacağına inanarak/dileyerek direnmeyi kolaylaştırıyor. Zira mademki her hayır ve şer Allah'tan; o halde Allah'tan gelenden hayır ummak, hayır dilemek ve hayır beklemek gerek. Musibetlere, şerre direnmek, istikamet üzere olmakta sabretmek, isyan üzere değil hamd ve şükür üzere  yaşamak en doğrusu. Belki başımıza gelenler bize bir ikazdır, derstir, sınavdır, yani hayra da dönüşebilir. Herhalde bu yüzden ‘vaki olanda hayır vardır’ buyurulmuş. 

Asıl soru şu: Acaba aklımız ve bedenimiz mi, yoksa göremediğimiz şeyler mi belirliyor tüm bu inişli çıkışlı medcezir hallerimizi. Gönül bağımız var mı mutlak gerçeğe ? Şayet bir sınavsa ömrümüz; tüm gelgitlere rağmen başarabilecek miyiz acaba kazanmayı ?

Bence aklı olan hayr’a yani sağlam olan ipe tutunsun



Biraz da gülümseyelim
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.


Çocukken delikanlı bir büyüğümle ara sıra değirmene giderdik. Buğday çuvalı enlemesine eşeğin çıplak sırtına yüklenir. Beni de üzerine oturturlardı.

Benim ele avuca gelmez yaramazlıklarımdan mı , yoksa ısrarlı ağlamalarımdan mı bilinmez değirmene gidilecekse ben de olurdum mutlaka.
Büyüğüm dediysem halamoğlu da ya onbeş yaşında ya onyedi. Önümüzde arkamızda bizim gibi eşekleriyle değirmene giden, ya da dönen insanlar. Keçi yolu gibi bir patikadan, orman içinden döne kıvrıla sonunda sancak deresine ulaşırdık.
Değirmen suyun daraldığı loş, serin, yüksek ağaçlı, kayalık bir yerdeydi.
O kendine has gürültüsünü hatırlıyorum; fışkıran suyun ve deli gibi dönen değirmen taşlarının.
Yükümüzü indirir diğer gelenlerle birlikte sıramızı beklerdik. Bu arada azık torbası çıkar; ekmek, peynir, domates artık Allah ne verdiyse yenirdi hep beraber.
Sanırım deredeki balıklar da ilgimi çekerdi ama en çok o koca taşların nasıl olup ta öyle fır fır döndüğünü merak ederdim. Değirmencinin una bulanmış kaşlarını ve değirmenin kokusunu hala unutamam.
Benim hayal meyal hatırladığım, ama rahmetli halamoğlunun anlatırken her seferinde kendisini gülmekten alamadığı bir anım daha var bu yolculuklardan.
Unu yükleyip, yine ben üstünde o yaya giderken nasıl olduysa eşek ürkmüş çuval bir tarafa ben bir tarafa düşmüşüm.
Neyse ki bir şey olmamış. Patika kenarında bir taşın üstüne oturmuşum. Bu arada o eşeği zapt etmeye çalışıyor. Bense başım ellerimin arasında, düşen un çuvalını yeniden yüklemeye uğraşan Mesut abime şöyle diyormuşum:
"Olmadı ki, hiç bişey olmadı ki, bak başım burda !"
Onun halini bir düşünün. Bir taraftan kan ter içinde kalmış uğraşıyor, öbür yanda başına gelene mi kızsın, bana mı gülsün.

Görsel düşünceler II
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.


ELHÂN - I ŞİTÂ
(Kış Ezgileri)
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
(Bir beyaz titreyiş, bir dumanlı uçuş,)
Eşini gaib eyliyen bir kuş
(Eşini kaybeden bir kuş)
Gibi kar
(Gibi kar)
Geçen eyyâm-ı nev-baharı arar..
(Geçen ilkbahar günlerini arar…)
Ey kulûbün sürûd-i şeydâsı,
(Ey kalplerin divane şarkısı)
Ey kebûterlerin neşideleri,
(Ey güvercinlerin (şiir) ilahileri,)
O baharın bu işte ferdâsı
(O baharın işte yarını bu:)
Kapladı bir derin sükûta yeri
(Kapladı derin bir sessizliğe yeri)
Karlar
(Karlar)
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar.
(Ki sessizce sürekli ağlarlar.)
Ey uçarken düşüp ölen kelebek
(Ey uçarken düşüp ölen kelebek,)
Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek
(Bir beyaz melek kanadının beyaz tüyü)
Gibi kar
(Gibi kar)
Seni solgun hadîkalarda arar.
(Seni solgun bahçelerde arar;)
Sen açarken çiçekler üstünde
(Sen açarken çiçekler üstünde)
Ufacık çiçekli bir yelpâze,
(Ufacık bir çiçekli yelpaze gibi,)
Nâ'şın üstünde şimdi, ey mürde
(Cansız bedenin üstünde şimdi ey ölü)
Başladı parça parça pervâza
(Başladı parça parça uçmaya)
Karlar
(Karlar)
Ki semâdan düşer düşer ağlar.
(Ki gökyüzünden düşer düşer, ağlar!)
Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
(Uçtunuz, gittiniz siz ey kuşlar!)
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
(Küçücük, beyaz başlı baykuşlar)
Gibi kar
(Gibi kar)
Sizi dallarda, lânelerde arar.
(Sizi dallarda, yuvalarda arar.)
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân,
(Gittiniz, gittiniz ey kuşlar!)
Şimdi boş kaldı ser-te-ser yuvalar;
(Şimdi boş kaldı baştan başa yuvalar;)
Yuvalarda -yetîm-i bî-efgân -
(Yuvalarda -feryatsız yetim gibi!-)
Son kalan mâi tüyleri kovalar
(Son kalan mavi tüyleri kovalar)
Karlar
(Karlar)
Ki havada uçar uçar ağlar.
(Ki havada uçar uçar, ağlar!)
Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir
(Ey kış göğü, elinde yığın yığındır)
Berk-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter..
(Yasemin yaprağı, güvercin kanadı, ıslak bulut.)
Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir-
(Dök ey gökyüzü -doğanın canlılığı uykudadır-)
Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler!
(Siyah toprağın üstüne katışıksız çiçekler!)
Her şahsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! -
(Her ağaçlık yer şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! -)
Bir tûde-i zılâl i siyeh-reng ü nâ-ümid..
(Bir gölge yığını ve siyah renkli ve ümitsiz)
Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma, durma, çek.
(Ey kış göğünün eli, durma, durma, çek.)
Her şâhsârın üstüne bir sütre-i sefîd!
(Her ağaçlığın üstüne bir beyaz örtü!)
Göklerden emeller gibi rizan oluyor kar
(Göklerden emeller gibi dökülüyor kar)
Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar
(Her mutlu hayalim gibi koşarak düşüyor kar)
Bir bâd-ı hamûşun Per-i sâfında uyuklar
(Sessiz bir rüzgar tüylü bir kanatta uyuklar)
Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar,
(Yolunda durur bir aralık sonra uçarlar,)
Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzân,
(Soldan sağa, sağdan sola titreyerek ve kaçışarak)
Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rîzân
(Bazen uçmada tüyler gibi, bazen dökülmede)
Karlar.. Bütün elhânı mezâmîr-i sükûtun,
(Karlar, sessizliğin dualarının bütün nağmeleri)
Karlar.. Bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun.
(Karlar, ruhların bahçelerinin çiçekleri)
Dök kâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök.
(Dök siyah toprak üstüne, ey göğün eli dök.)
Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök:
(Ey göğün eli, izzetin eli, kışın eli, dök:)
Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi;
(Bahar çiçekleri yerine beyaz kar)
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi!...
(Kuşların nağmeleri yerine ümidin suskunluğunu!...)
Cenap Şahabettin