25 Ağustos 2014 Pazartesi

177 26 Ağustos 2014 Salı 01:22 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER...................Çamlı zaman tüneli

Çamlı zaman tüneli

Yürüyordum. Yolumu gölgeleyen çam ağaçları arasından deniz görünüyordu. Hani derler ya çarşaf gibi öyle işte, durgun ve masmavi. Karşımda kazdağları, koyu lacivert  bir duvar gibi yükseliyordu. 

Sabahın taze havasında körfez adeta net bir fotoğraf gibiydi. Günün bu bozulmamış aydınlığını hep sevdim ben. Bunu hissetmiş gibi hafif bir serinlik yüzümü okşadı. Ben de onu karşılıksız bırakmadım, çektim ciğerlerime bol bol.

Nedense altından geçtiğim çam ağaçları ve denize doğru uzayıp giden kaldırım bana bir zaman tüneli etkisi yaptı. Bu ağaçların dikildiğini bilirim ben. Şimdi büyümüş kocaman olmuşlardı. On sekiz yıl ne çabuk geçmiş diye düşündüm. Dallarında ötüşen, ordan oraya sıçrayıp uçuşan serçe kuşlarına dalmışım. Farkında değilim, düşüncelerim birden bire daha eskilere, çocukluğuma kadar uzanıvermiş.

Kendimi elimde sapan, gözüm ağaçlarda dallarda kuş avladığım günlerde buldum. Zaten köyde geçen çocukluğumun en renkli anılarıydı çobanlık yapmak, eşeğe binmek, ağaçlara tırmanmak ve kuş vurmak. Sabah tarhana çorbasından sonra evden çıkar, bütün gün o ağaç senin bu ağaç benim oynardık. 

Tarlalarda, bağlarda bahçelerde gezer, varsa erik, armut, yemiş, üzüm ne bulursak "yolar" dık. Kendi yaptığımız sapanlar da boynumuzda olurdu tabi. Sen attın ben vurdum derken kaç kuşun sebebi olmuştuk Allah bilir. Taşı yediğinde çırpınarak dönüp aşağıya düşen kuşlar bize büyük heyecan verirdi.

Neden yapardık, en önemlisi nasıl yapardık ? Nasıl kıyardık o güzelim kuşlara ? O gün bu gündür ne zaman önümden ürküp kaçan kuş görsem sanki benden kaçıyor sanırım. Tövbemin haddi hesabı yoktur. Güvercinlerin yanından geçerken adeta parmaklarımın üstüne basar "Güzel kuş, canım kuş, sakın korkma. Benden sana zarar gelmez" diye mırıldanırım. Sabah saatlerinde dakikalarca kumruların, serçelerin ötüşlerini dinlerim. 

Şimdilerde o cıvıl cıvıl sesler, sevimli haller benim için artık bir hayat nişanesi, yaşama sevinci gibidir. Serçesi, kırlangıcı, kumrusu, güvercini, hatta kargası saksağanı bile hepsi ayrı güzeller. İyi ki varlar, iyi ki çocukluğunda bile -bilmeden- zalim olabilen bu insan mahlukunu yalnız bırakmıyorlar.

Gün ağarırken cıvıldaşmaya başlıyor, gün boyu o daldan bu dala neşe içinde uçuşup duruyorlar. Ama onlar kuş, rabbim onları kanatlı yaratmış, ağaçlar da onların doğal mekanları. Ya bizim, daha beş altı yaşında böyle ağaç tepelerinde ne işimiz vardı, hiç mi korkmazdık ?  Ya büyüklerimiz onlar merak etmezler miydi ? Şimdiki çocuklarımıza, torunlarımıza kapıdan dışarısı yasak. Fırsatını bulup çıksalar ne yapacaklarını bilemiyorlar. Hoş çıksalar da ağacı kuşu ne bilirler ki ?

Hele de çobanlık; kuzuyla, oğlakla, eşekle, buzağıyla olan arkadaşlık. O bize mahsusmuş herhalde. Çocukluk anılarımın başında kendi elimle besleyip büyüttüğüm karagözler, sarıkızlar, üstüne binip at gibi koşturduğum karakaçanlar gelir. Hele ki çavuş adlı kuzumu hala unutamam. 

Babam bana getirdiğinde daha yeni süt kuzusuydu. Önce evde besledik. Ot yemeye başlayınca ona kendi elimle kapliş -kaplumbağa- otu toplayıp vermeye başladım. Bunun için köyün hemen dışındaki ayçiçeği -biz gündöndü derdik- tarlalarına gitmeyi bile dert etmezdim. 

Toprağın üstünde öbek öbek yayvan, sarmaşığa benzer beyaz küçük çiçekli yeşil bir ottur kapliş otu. Kendine özgü kokusu hala burnumdadır. Çabucak bir torba dolusu toplar dönerdim eve. Çok severdi kapliş otunu kuzum. Erkek bir kuzuydu, büyüyünce koç olacaktı belki de bu yüzden ona çavuş adını vermiştim. Biraz daha irileşince onu alıp yaymaya -otlatmaya- götürmeye başladım. Daha altı ya da yedi yaşındaydım.

Annem beni gün doğmadan kaldırır, iri bir dilim tereyağlı ekmekle uğurlardı. Sırtımda küçük azık çantam, cebimde çakım peşimsıra gelen çavuşla köy çocuklarının inek, koyun otlattıkları yerlere giderdim. Diğer çocuklarla bir gün önceden sözleştiğimiz yerlere. Genellikle büyük meşe ya da çınar ağaçları ile çeşmeler olurdu oralarda. 

Gün boyu hem hayvanlarımızı otlatır, hem de oyun oynardık. Yine eşeğe binme, güreş, ağaca çıkma ve çakıyla düdük vb. şeyler yapma başta gelirdi. Öğleyin çeşme başında azık torbalarımızı çıkarır, belki biraz peynir ekmek domates ve soğan gibi şeyleri iştahla yerdik. Akşam da gün batmadan önce, beni gölgem gibi takip eden çavuşla birlikte evin yolunu tutardık. Yolda yine hoplayıp zıplar, bana şakacıktan tos vurur, çıkardığı seslerle sanki kendi dilinden konuşurdu.

Oyun dağarcığımız sadece koyun kuzu değildi tabi ki. Bizim de oyuncaklarımız vardı. Ama, bunlar bu günkü gibi satın alınan elektronik, metal, plastik oyuncaklar değildi. Kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık. 

Bunun için çakımız her daim cebimizdeydi. Her birimizin öğündüğü çeşit çeşit çakısı vardı ve çok kıymetliydiler. Biraz daha büyükler pense, kerpeten ve çekiç gibi aletlere sahiptiler ve telden araba yaparlardı. 

Bizse daha doğal ve bedava malzemelerle çalışırdık. Mesela bizim arabalarımız kabak ve ayçiçeği saplarından olurdu. Tekerleğe benzeyen bir kabağın ortası delinir, oradan geçirdiğimiz bir mil iki yanından uzun bir sopayla bağlantılandırılırdı. İşte sana harmanda koşturup kırılana kadar oynayacağımız bir araba.

Biraz daha özenliysek oturur ayçiçeği saplarından mükemmel arabalar yapabilirdik. Bu iş için biraz zaman ve bir çakı yeterliydi. Sadece düdük, sipsi, sapan, kaval gibi diğer şeylerin her biri için farklı ağaç dalları lazım oluyordu. 

Mesela baldıran bitkisi sapından pompalı su fışkırtıcısı, mülver ağacından da patlangaç yapardık. Bu sonuncusu ucuna tıkadığımız meşe palamutu içini -biz pelit derdik- bir kurşun gibi dört beş metre uzağa atabiliyordu. 

Bizim saklambaç oyunumuz bile çok farklıydı. Adına hasandağ denilen bu oyun köyün erkek çocuklarınca geceleri oynanırdı. Ebe ve haberci birlikte kalenin yanında durur, diğer çocuklar bütün köye yayılıp gizlenirlerdi. Ebe  aramaya başlayınca haberci de gizlenen çocukları uyarmak amacıyla ara vermeden bağırırdı. Bu sesi ve hareketleri takip eden diğerleri, kaleye koşup, ebeden önce kaleye dokunmaya çalışırlardı. Eğer ebe uzaktan ya da yakından gördüğü herhangi bir çocuktan önce kaleye varırsa oyunu kazanmış, geç kalıp da yakalanmış sayılan çocuk ta ebe olmuş olurdu.

Gündüz de buna benzer bir oyun (!) oynardık ama, bu daha ziyade "kaç geliyor !" adlı bir yakalamacaya benziyordu. Mevsimine göre çıktığımız ağaç bir erikse ya da elma veya armutsa işin tam tatlı anında sahibi bir sopayla gelir bizi armut toplar gibi ağaçtan düşürürdü. Sonrası ?..Sonrası el mi yaman bey mi yaman, değdi mi değmedi mi, tabana kuvvet kaçmaktan başkası değil tabi ki. Böylece "haram" kelimesinin "sopa yemekle" eş anlamını da öğrenmiş oluyorduk.

Büyüklerim hep söylerlerdi ama bilmez, anlamazdım. İşte o günlerden beri haram yemem, harama el uzatmam. Haram deyince aklıma erik gelir, nar gelir, incir gelir. Geçen gün halamın incir ağaçlarına çıkınca hemen o günleri hatırladım. Bu sefer iki önemli fark vardı tabi; ben artık bir dede olmuştum ve yediğimiz incir de helalindendi. 

Orayı son gittiğimde onbeş yaşında falan olmalıyım. Aradan kırk seneden fazla zaman geçmiş. O zaman enişte bu zeytinliği yeni yeni yapıyordu. Araba filan yok, köyden buraya kadar yürüyerek geldiğimizi ve eniştenin bir kayanın dibindeki bir pınardan teneke teneke suyla fidanları suladığını hatırlıyorum.

Bu defa iki araba 6 kişi, halamı da alarak incir toplamak üzere erkenden sabah saat 05.30 da yola çıkmıştık. Yabancılar köyü Sermet eniştenin öğretmenlik yaptığı bir dağ köyüydü. Burhaniyeye 19 km mesafedeydi. Şimdi köyden tepenin altına kadar arabayla gidilebiliyor. Ama hala zeytinliğe doğru araba işlemeyen 2-3 km. lik toprak bir yol var.

Zeytinlik sarp bir tepenin yamacına tutturulmuş gibiydi. Dengede kalabilmek bile meseleydi yani. Böyle bir arazide eniştenin eliyle diktiği ve teneke teneke suyla büyüttüğü 300 civarında zeytin şimdi koskoca ağaç olmuştu. İçlerinde 10 kadar da incir, biraz badem hatta fıstık ağacı bile vardı.

Hep söylerim bu bölgenin inciri gibisi yoktur. Hele ki dağ incirlerinin. Eniştenin incirlerinin hepsi bal gibi, olgunlaşmış ve tazeydiler. Bana göre siyah incir en iyisidir. Ama burada Aydın cinsi sarı yemişler de, Midilli adlı farklı bir incir türü de vardı. Ufak ama çok lezzetliydi. Ancak, incirin iyisini toplamak için biraz zahmet edip  ağaçlara çıkmak gerekiyordu. 

Serde köy çocukluğu ve böyle maceralarımız var ya, tırmandım hemen. Şaka değil tam elli yıl geçmişti aradan, özlemişim demek ki. Bu arada rakım 500 civarındaymış. Uzaktan kazdağları ve Edremit körfezi görünüyordu. Bana kalsa bütün gün orada kalabilirdim ama sıcağa kalmadan toplamak gerekiyormuş.

Nitekim işimiz bittiğinde daha öğle olmamıştı. Ama artık dönüş vakti gelmişti. Çıkarken zor sanıyordum. Meğer dönüş yolu onca yükle ve sıcakta daha zahmetliymiş. Köylülerin atla, katırla ve eşekle zeytin indirdiği toprak yoldan biz elimizde çanta ve sepetlerle döne döne ve dinlenerek indik. Nihayet tepenin başında bıraktığımız arabalara ulaştığımızda onlar bize dünyanın en sevimli şeyi gibi gözüktüler. Ama ardımızda hep hatırlanacak, bir daha olup olmayacağı meçhul farklı bir sabah geçirmiştik.


Bu düşünce ve anılar arasında kendimi birdenbire yine çamlı zaman tünelinde buldum. Sabah serinliğinde yaklaşık iki kilometrelik yürüyüş çocukluk anıları eşliğinde çarçabuk bitmişti. Bir tur daha atabilirdim ama. 

Düşünüyordum; on sekiz yaşın delikanlılığını yaşayan bu çam ağaçları, eniştemin zeytin ağaçlarına, incirlerine ve bademlerine göre kuşkusuz daha gençtiler. Fakat daima insan ömrünün çocukluk, gençlik ve olgunluk yaşlarını hatırlatan bir tarafları vardı. Hatta bazı ağaçların yaşlılık hallerini görmek de ibretlik bir olaydır. 

Bunlarsa bana çocukluğumu hatırlatmışlardı. İnsanla ağacın, ağaçla kuşun, kuşla çocuğun, çocukla oyunun, oyunla hayatın çok güçlü ilişkileri olduğuna inanırım. O yüzden ne olursa olsun ağacı, kuşu, hayvanı, çocuğu ve insanı birbirinden ayırmamak gerektiğini düşünürüm. Birbirinin içine geçen, birbirleriyle yarışan, bazen eklenen bazen çıkarılan ama hep birlikte var olan çok değerli şeylerdir bunlar. İnsan için, insan hayatında ve insanla birlikte manidardırlar. 

Neden mi bunları yazdım ? Ne olacak, küçük ama büyük şeyler işte...