8 Eylül 2022 Perşembe

09 Eylül 2022 Cuma 00:30 GEZİ REHBERİ.............................................Körfezde üç köy

Körfezde üç köy

Çok şükür bu yıl da nasip oldu körfezdeki yazlığımıza geldik. Bugün iki ay oldu, artık gitmemiz gerek. Pandemiden sonra gerçekten özlemiştik buraları. Ama neticede sayılı günler, işte geldi geçti ve bitti.

 

Buraya geldiğimizde en sevdiğimiz şeylerden biri çevreye küçük küçük geziler yapmak. Geçtiğimiz iki gün de hem güneye hem kuzey batıya doğru gittik. Gidip gördüğümüz üç köy anlatmaya değer.

 

Biri Ayvalık Sarımsaklının eski sahibi Küçükköy. Diğeri Küçükkuyu'ya çok yakın şirin mi şirin Yeşilyurt. Öbürü de Zeus altarı ve taş evleriyle meşhur Adatepe.

 

Bunlar kökeni eskiye dayalı tarihi köyler aslında. 2000'lere girerken hayli metruk, meraklısı dışında kimsenin bilmediği; küçük, adeta terkedilmiş yerleşim yerleriydi. Son yıllarda artan biçimde restore edilerek yeniden gün yüzüne çıkarılıyorlar.

 

Neticede üçü de köy, ama ne köy! Gelip görmek gerek, anlatması kolay değil. Vaktim olursa bir kaç gün içinde yazmaya çalışacağım. 

 

Küçükköy’de

Küçükköy Ayvalığa 7 km, merkezin güney doğusunda. Sarımsaklının kara tarafı oluyor. Körfezin Zeytinli-Akçay-Altınkumu gibi sarımsaklı sahilinin de asıl sahibi zamanında bu köy imiş. Daha girişte eski bir köy olduğu belli. 1912 Balkan savaşından beri Boşnak köyüymüş.

 

Köy, tarihi geriye giden oldukça eski bir köy. İlginç bir tarihi geçmişi var. Kuruluşu hakkında şöyle bir rivayet var:

 

Fatih İstanbulu fethettikten sonra 1456'da Midilliyi almak üzere harekete geçtiğinde bu köyün bulunduğu yere yeniçerilerin karargâhı kurulmuş. Fatih İstanbulu fethettikten sonra 1456'da Midilliyi almak üzere harekete geçtiğinde bu köyün bulunduğu yere yeniçerilerin karargâhı kurulmuş. Bu sebeple köyün adı rumca YENİÇAROHORİ (Yeniçeri köyü) kalmış.  

 

Ancak şu anda köyün sakinleri 1912'de Balkan savaşı sırasında buraya yerleştirilen Boşnaklar. Rumlar mübadelede gittiğinde köy tamamen boşnak köyü haline gelmiş. Bugünkü Sarımsaklı arazisi bu köye ait. O zaman büyücek bir köymüş. Sonrasında sarımsaklı büyümüş köy giderek metruk kalmış.

 

Köy meydanındaki caminin inşa tarihi 1886. Geçmişte Ayiu Athanaiu klisesi olarak kulanılmış. Sonradan camiye çevrilenlerden. İçi oldukça aydınlık ve hoş. Minberi oymalı ahşap gibi oldukça emek verilmiş. Caminin alt kısmı yapının orjinal halinden kalma.

 

Köy meydanında gölgeli çınar ağaçları, altında tahta masa-sandalyeli yeme içme yerleri var. Tabi Boşnak köyü olur da Boşnak böreği olmaz mı? Burada da o yenir zaten. Kıymalısı, patateslisi, peynirlisi ve sebzelisi var. Çok lezzetli ve hafif. Yanında isteyene koruk suyu, karadut ya da limonata. Hepsi güzel. 


İlk geldiğimizde köy meydanında Mithat ve kızı Büşra'nın 'Bosanska Pita' dükkânına misafir olmuştuk. Sıcakkanlı insanlardı ve bizi çok iyi ağırlamışlardı. O zaman yine görüşmek üzere bu güzel insanlara veda etmiştik. Bu yıl da oradaydık. Ama bu sefer köy meydanı onların dükkanı dahil hınca hınç doluydu.

 

Caminin karşısında bir müze var. Geçmişte manastır binası imiş. İçerde çok ilginç etnografik objeler var. Ancak genel olarak da hüzünlü bir hava hissediliyor her köşesinde. 'Teferric' kelimesine yine birkaç yerde rastladım. Kuşkusuz teferric, ya da doğru yazımıyla teferrüc eski dilde bir kelime. Sözlükte Ferahlanmak, İç açılmak, gezintiye çıkmak ve seyr anlamında kullanıldığı yazıyor.

 

Açılma, ferahlama, gezinti anlamındaki o kelime burada hüzünlü bir 'göç' vurgusuyla kullanılmış.  Zira bir şekilde yerlerinden yurtlarından olan insanların acılı yaşanmışlıkları toplanan eşyalara da yansımış. Bu anlamda müze göç temalı, buruk hatıralarla dolu.

 

Meydandan aşağıya doğru yürüyoruz. Sağda el ve ev ürünleri satan küçük bir pazarcık var. Sokak arnavut kaldırımlı, eski evlerle aşağıya doğru kıvrılıp gidiyor. Restore edildikçe doğal mimarisi her yıl biraz daha gün yüzüne çıkıyor. 

Son yıllarda özellikle Alaçatı’dan kaçan bazı sanatçı ve girişimciler burayı keşfetmişler. Gelenler bina ve arazi satın alıp restore etmişler. Evlerin bir kısmı restore edilip sanat galerisi, atölyesi, kafe ya da butik otel şeklinde kullanıma sunulmuş. Bazı sanatçılar müsait bahçeli evleri restore ettirerek atölye-galeri ve kafe-restoran şekline sokmuşlar.  İşletmeler açılmış. Gelip giden misafir sayısı her yıl giderek artıyor, bu belli.

Köyde daha önce hiç görmediğimiz sanat icra edenleri de gördük. İçinde bulundukları mekânları çok hoş bir estetikle doldurmuşlardı. Köyün restore edilen hemen hemen her köşesi tabloluk görüntüler veriyor. Taş binalar ve özenle çiçeklendirilmiş, boyanmış cepheler göz alıcı. Neredeyse her köşesinde durup fotoğraf çekilebiliyor. Yaşayan bir kültür sanat müzesi görmek isteyen bence burayı mutlaka görmeli.

 

Dönüşte Ş.S tepesine çıktık. Burada muhteşem bir Ayvalık manzarası var. Adalar denizi gözler önünde. Açık hava çok iyi fotoğraf veriyor. Bilhassa akşam güneşinin batışını izlemek için dahi buraya gelinebilir. Zaten Ayvalık’ta gün batımları hep güzel olur. Biz henüz güneşin kızgın olduğu saatlerde fazla kalamadık. 

 

Yolda Paşalimanı diye çok sevdiğimiz güzel bir koy var. Belediye işletmesi. Oturup gölgede manzaraya karşı çay kahve içtik.

Ayvalığa her gelişimde uğramadan edemediğim bir başka mekân da Makaron kahveleri. Oldukça otantik bir yer. Genelde oradaki Mor salkım işletmesinde oturur varsa çiğ börek yanında kabak çiçeği dolması yer, koruk suyu içeriz. Hemen karşısında meşhur sakızlı kurabiyelerden yapan eski bir fırın-kafe var. Eskiden sadece fırındı şimdi o da bir çeşit kafe olmuş. 

 

Perşembe günü Ayvalığın pazarı. Makaron kahvelerinden Ayvalık merkeze kadar boydan boya dar sokaklarda kurulu pazarı geçmeden yapamayız. Yunan adalarından da bol misafir gelir buraya. Pazarlığı yapar akşama dönerler.

 

Biz de bu günü bitirip geçe kalmadan evimize dönüyoruz.

 

Yeşilyurt köyü'nde

Yeşilyurt köyü, Çanakkale il merkezine 95 km, Ayvacık ilçe merkezine 21 km uzaklıkta. Kaz Dağları’nın eteklerinde Çanakkale‘nin Küçükkuyu mevkiinde bulunuyor. Eski ismi Büyük Çetmi olan 90 haneli köyün 200 kişilik nüfusu var.

 

Büyükçetmi 1928 yılında beş derslikli eğitime geçilen Çanakkale’nin ilk köyü olmuş. Zamanında oldukça eğitimli kültürü canlı bir merkezmiş. 1970 yılı sonrasında köyün adı Yeşilyurt olarak değiştirilmiş.

 

Antik Yunancada adı Gargará olan köyün adı, 1946 yılına ait Türkçe kaynaklarda Büyükçetmi, 1905 yılına ait Yunanca kaynaklarda ise Büyük Çepni olarak geçiyormuş. 1355 yılında Oğuzların 24 boyundan biri olan Çepni boyunun Anadolu'da yaşayan uç beylerinden ikisi tarafından kurulan karşılıklı iki köyden biri Büyükçetmi, diğeri de Küçükçetmi ismini almış.

Mitolojiye göre dünyanın ilk güzellik yarışmasının kaz dağlarında yapıldığı efsanesi var. Rivayete göre Kral Priamos'un oğlu Paris kraliçe olarak Helen, Athena ve Afrodit arasından seçme yapmış. Likyalılar, Persler ve Romalılara zaman zaman yurt olan bu topraklar, antik İyonya bölgesinin önemli bir geçiş bölgesinde.

 

Eski bir Rum Köyü olarak biliniyor. Ancak, İstanbul’un fethindeki katkıları nedeniyle Fatih'in Türkmenlere Kazdağları’nda bu köy ile birlikte birçok köyü hediye ettiğini de biliyoruz. Onlar da yerleşik düzene geçince ev yapmaları için karşı kıyıdan Rum taş ustalarını davet etmişler. Zamanla onlar da köyün alt kısmında yaşamaya başlamış.

 

Büyükçetmi’de uzun yıllar rumlarla türkler birlikte yaşamışlar. Rumların kilisesi köyün alt mahallesinde, bugün sadece temelleri duruyor. Yunan işgali sonrası durumlar değişmiş. Mubadele’de burada yaşayan Rumlar 1924 mübadelesi ile köyü terk ederek Yunanistan’a gitmek durumunda kalmışlar. Şimdi köyün halkını yörükler, İstanbul ve Ankara’dan gelip burada ev alanlar oluşturuyor.

Kazdağları’nın eteklerinde sık bitki örtüsü ile hem deniz hem dağ turizminin birlikte yaşandığı Yeşilyurt Köyü, deniz kıyısına uzaklığı sadece 3 km olan adeta bir oksijen çadırı.

 

Dar taş sokaklarından köyün meydanına ulaştığınızda Yeşilyurt Köyü Camii özellikle taş yapısı ve minaresi ile dikkat çekiyor. Süslemeleri, iyon, dor ve helenistik sütün başlarının birlikte kullanıldığı iç mimarisi oldukça ilginç.

 

Bu caminin yapımında Yunanlı ustalar çalıştığı için bu ilginç yapının bazı detaylarının, kiliseyi andırması şaşırtıcı değil. Elbette sonrasında onarım ve restorasyon gördüğü belli. Ben camideki mihrap, tavan ve minberdeki süslemelerinde Kazdağları’ndaki tarihi köy camilerinde göze çarpan ortak özellikler gördüm.

Köydeki evler, taş mimarinin en güzel örneklerinden. Yüzyılların birikiminin oluşturduğu bu taş evler, son yıllarda İstanbul ve İzmir‘den gelen ve doğal yaşamı seçen ailelerin, hatta yabancıların gözdesi olmuş. 


Ayrıca rengârenk açan sardunyalar evlerin ön yüzlerini süslüyor. Yeşilyurt Köyü’nün patika yolları, badem ağaçları ile bezenmiş yamaçları, şifalı bitkileri, baş döndürücü kokular saçan çiçek ve otları ile görülmeye değer yurt köşelerinden.

 

Kazdağlarının eteklerinde hem deniz hem dağ turizminin birlikte yaşandığı Yeşilyurt Köyü, özellikle astım ve kalp hastaları için gerçek bir şifa kaynağı. Zeytin ve çam ağaçları ile çevrili tam bir oksijen deposu. Zaten bölge dünyanın oksijen oranı en yüksek yerleri arasında yer alıyor.

 

Günümüzde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından koruma altında olan Yeşilyurt köyü son dönemlerde büyük şehir stresinden uzaklaşmak isteyenlerin sığındıkları bir adres olmuş adeta. 

Adatepe gibi, Yeşilyurt’un da eski taş evleri, ziyaretçilerin ilgi odağı halinde.

Ufak bir köy olmasına rağmen özellikle İstanbul’luların yoğun ilgisi üzerine çok güzel birkaç tesis açılmış. 


Ancak bu tesisler buranın dokusunu bozmamış. Yeşilliği, temizliği, bol oksijenli ve rutubetsiz havasıyla konuklarını ağırlıyor.  Köyde kuş sesleri ile uyanılıyor, sokaklarında tavuklarla  karşılaşıyorsunuz.

 

Ayrıca nereye baksanız fotoğraflık, tabloluk manzaralar görüyorsunuz.


Eğer Yeşilyurt‘ta konaklamaya karar verirseniz, otantik taş mimari üslupta inşa edilmiş oteller ve mimari özelliğini yitirmeden dekore edilmiş butik oteller ve pansiyonlar var.

Vadinin ortasında yeşillikler içinde huzur dolu bu mekânlarda tüm yiyecekler Yeşilyurt ve çevre köylerden elde edilen doğal ürünlerle hazırlanıyor. 


Köy ekmeği, süt, peynir, yumurta, bal, zeytin, reçel, çeşitli otlar ve yöre yemekleri Ege’den ve Kazdağları’ndan gelen esinti ile birlikte büyük keyifle tüketiliyor. 


Adatepe köyü'nde

Körfezin en sevdiğim taraflarından birisi de gez gez bitmeyen çeşitliliği. Her yıl defalarca gitsek bıkmadığımız güzellikleri. Kazdağları tümüyle kendine özgü yenilecek şeyler, gezilecek-görülecek yerlerle dolu. Her tarafı ayrı güzel. 

Akçay, Güre, Altınoluk her yıl birkaç kere gittiğimiz yerler. Küçükkuyu da öyle. Mesela Küçükkuyu'nun Nusratlı ve Narlı köylerine özellikle defalarca gitmişizdir. 

Yeşilyurt gibi Adatepe köyü de bilhassa görülmeye değer bir zenginlik. Kazdağları’nın güney eteklerinde zeytinliklerle çevrili taş evleri ve serin gölgeli sokaklarıyla adeta bir rüya beldesi sanki. 2014, 2016 ve 2020 yıllarında da gitmiştik. Küçükkuyu beldesinin kuzeyinde, yüksekçe bir tepenin içinde vadiye yerleşmiş, geçmiş zamanlarda Türklerin ve Rumların birlikte yaşadığı bir köy.

Adatepe de, Yeşilyurt'la beraber Çanakkale ilinin Ayvacık ilçesine bağlı Küçükkuyu beldesinde bir köy. Çanakkale il merkezine 105 km, Ayvacık ilçe merkezine 35 km uzaklıkta. Kazdağlarının güneybatı yamacına, Edremit Körfezinin kuzeyine konumlanmış çok ilgi çekici bir köy. Küçükkuyu’dan dağa doğru yol üstünde tabelası var. Altınoluk, Behramkale-Assos ve Troya gibi gezilecek görülecek yerlere de oldukça yakın.

Köy, 1912 yılından beri aynı adı taşıyormuş. O da egede benzerlerine çok rastlanan 1924 yılındaki nüfus mübadelesine tabi tutulan köylerden biri. Aslında Türkler bu köyde Selçuklu döneminden bu yana varlar. Ancak üst tarafta Türkler, Midilli’den gelen ve çoğunluğu teşkil eden Rum nüfus ise aşağıda olmak üzere uzun yıllar birlikte ahenk içinde yaşamışlar. Dikkatli bakılırsa Rum tarzı taş yapıların içinde Türk yapısı ev ve konaklar da görülebiliyor.

1924 yılındaki Büyük Mübadele’de buradaki Rumlar Yunanistan’a gönderilirken yerlerine oradan göçen Müslüman Türkler yerleştirilmiş. Kurtuluş Savaşı sonrasında mübadele ile yolları ayrılan bu iki halktan önce Rumlar gitmiş. Yerlerine Girit ve Midilli’den Türkler gelmiş. Rumlar Girit’e, Atina’ya göçmüş. Burada kalan Türkler de yıllara tutunamamış ve köyü terk etmişler. Nüfus 1950’lerde iyice tenhalaşarak 1960’larda tamamen boşalmış. Evler de sahipsiz kalmış.

Harabe halindeki köy 80'lerde şehir hayatından kaçan bir grup tarafından keşfedilince kaderi değişmiş. Köy 1989 yılında sit alanı ilan edilmiş ve 100 civarında ev yeniden restore edilerek kuzey egede ilgi çeken turizm odaklarından birisi haline gelmiş. Günümüzde artan biçimde ciddi bir cazibe merkezi.

Köyü gezerken, yukardan köyün deniz manzaralı bir yamaçta ama saklı bir kuş yuvası gibi kurulduğunu gördük. Bunun sebebi denizden gelen işgalci ve korsanlardan köyü gizlemekmiş. Yüzyıllar içinde korsan tehlikesi azalınca köy yavaş yavaş denize doğru büyümeye ve sahilde bir liman oluşumuna yönelmeye başlamış. Bu dağ köyünün sahili olarak Küçükkuyu da işte o zamandan sonra gelişmeye başlamış.

Adatepe’nin ziyaretçileri için en önemli varlığı çok güzel restore edilmiş taş evleri ve arnavut kaldırımı sokakları. Genellikle iki katlı taş yapılarıyla dikkat çeken köyde, bütün yapılar iç avlulu ve bahçeli. Buna göre yaşam alt katta geçerken üst katta da yatma bölümleri bulunuyor. Çatılar kiremitli, ancak toprak dam olan yapıların çatıları, yazın kışlık erzak kurutmak için kullanılıyormuş.

1989 yılında sit alanı ilan edilen köy günümüzde de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından koruma altında. Kentsel sit alanı olarak bölgedeki tek korunan köy olma özelliğini taşıyor. Bu nedenle Anıtlar Kurulu izni olmadan bir çivi bile çakılamıyor. Ama büyük şehirlerden kaçan insanların tarafından satın alınan ev sayısı bir hayli fazla. Bu yeni sakinler kaybolmak üzere olan bir köyü yeniden ayağa kaldırmış ve hayata bağlamış.

Ağırlıklı olarak taş Rum evleri var. Osmanlı tipi konaklar daha çok yukarı mahallede. Avlusu görülebilen bir Osmanlı konağı, şu an otel olarak işletilen Hünnap Han. Evin alt katı ve avlusu zamanında hayvanlar içinmiş. Şimdi küçük sevimli bir restoran olarak hizmet veriyor. 

Adatepe, 1980’li yıllarda, büyük kent yaşamından kaçan İstanbullu bir grup yazarçizer tarafından Kazdağ gezileri sırasında keşfedilmiş. Köy o zamanlar kaderine terk edilmiş, hayaletleşmek üzereymiş.  Bu grup, köyün atıl kalan ilkokul binasını valilikten kiralayıp restore ederek adını taş Mektep koymuşlar. Bir düşünce merkezi olarak kullanıma açılan bu oluşum, felsefeden sanat tarihine, edebiyattan tarihe birçok konuda bir fikir üretim alanı. Kurucuları arasında akademisyenlerden, sanatçılara birçok ünlü yer alıyor. 

Osmanlı zamanında zengin bir köy olan Adatepe keşfedildiğinde izbe bir halde imiş. Bu grup devletten hiç bir destek alamadan, buradaki evleri satın alıp restore etmeye başlamış. Bugün o sayede 100’ü aşkın ev şu an mükemmel şekilde restore edilerek hem tarihe, hem de sosyal hayata kazandırılmış. Böylece harabe sayılabilecek yapılar geleneksel mimariye sadık kalarak yaşanılan mekânlara dönüştürülmüşler.

Bugün dantel gibi sokakları, yollara sarkan çiçekli ve pırıl pırıl evleri ile İtalya’nın meşhur köylerine benzer güzellikte bir köy çıkmış ortaya. Köyün yerlileriyle dışarıdan gelenler de uyum içinde yaşıyorlar.

Adatepe Köyü’ne girdiğinizde sizi köy meydanı karşılıyor. Meydan üzerine koca ağlar gerilmiş, yaprakların gölgesinde, iki yaşlı çınarın yer aldığı köyün kalbinin attığı yer.  Otopark filan yok, gelenler hemen yol kenarına uygun bir yere arabalarını park ediyorlar.  Yolun başında yöresel ürünler satan tezgâhlar var. Bir kaç dondurmacı ve alışveriş yapılabilecek küçük hediyelik eşya dükkânları var. Genellikle zeytinyağı ve zeytinyağından yapılan ürünler satılıyor.

Çınar ağacının altında da bir şeyler yiyip içilebilecek köy kahvesine benzer işletmeler bulunuyor.  Burada oturup çay içilebiliyor ve ufak tefek şeyler yenebiliyor. Ama bence yeme içme, alışveriş işini sonraya bırakıp köyü gezmeye öncelik vermeli.

Köyde taş mektep, köy camisi, osmanlı ve rum evleri, dar sokakları gibi gezilecek yerler var. Özellikle köyün içinde zeytinyağı ve gereçleri üzerine düzenlenmiş bir sergi alanı mutlaka görülmeli. Bütün bunlar bir iki saatte biter. Hemen ardından meydanda alışveriş etmek, çınaraltında oturup çay içmek, gözleme ve otlu dondurma yemek diğer yapılabilecekler.

Köy meydanında 1-2 dondurmacı var. Otlu dondurmada zencefil, kekik ve lavantalı olanlar en çok tercih edilenler. Ben ise orada özellikle keçi sütlü dondurmayı beğeniyorum. Alışverişte tercihim kekik kolonyası. İki yıl önce aldığımda çok beğenmiştim, bu defa da kalan son iki taneyi hemen aldım.

Köyün girişinde, denize bakan bir tepenin arkasında Zeus Altarı olarak bilinen bir sunak yeri bulunuyor. Çevreye hâkim bir tepede yer alan sunak yerinde, taş bir oda ve su dolu bir sarnıç var. 

Giriş ücretsiz ama 750 metre kadar yürümek gerekiyor. Çünkü oraya arabayla gidilmiyor. Yol çok kötü değil, hatta çam ağaçları arasında keyifli bir yol ama biraz bakımsız. Özellikle küçük çocuklarla ve yaşlılarla zor olabilir. Ancak oradaki manzara zahmetli bir yürüyüşün tadına doyum olmaz ikramiyesi gibi.

Gerçekten de Adatepe’de Zeus Sunağı’nın bulunduğu tepeye çıktığınızda önünüze bakmaya doyulmayan bir manzara çıkıveriyor. Ayaklarınızın altında engin bir zeytin denizi ve masmavi Edremit körfezi uzanıyor. Ayvalık civarındaki adalar ve Midilli de karşınızda duruyor.

Burası tıpkı Assos Athena Tapınağı’nda olduğu gibi denize nazır konumuyla nefes kesen bir manzaraya sahip. Elbette kökeninde mitolojik bir hikâye var ama gelenlerin neredeyse tamamı manzara için geliyor. 

Çünkü Zeus Altarı’ndan neredeyse bütün körfez açık bir ufukla net olarak görülebiliyor.  Düşünün Küçükkuyu, tüm Edremit Körfezi, Ayvalık ve Midilli hemen önünüzde. Homeros, Troya Savaşı’nda Zeus’un savaşı buradan izlediğini söylemiş.

Troya Antik Kenti’ni de keşfeden Heinrich Schliemann da buranın İlyada Destanı’nda “Gargaros” olarak geçen aynı tepe olduğunu iddia etmiş. 

Buradaki altarın merdivenle çıkılan kayadan bir taht gibi olması, konumunun da tüm körfeze hakim olması sebebiyle özellikleri tasvir edilen yerin burası olduğu yönünde kanaati güçlendiriyor. Zira Truva taraflarında bu kadar tasvire uyan bir yer yok.

4 Eylül 2022 Pazar

05 Eylül 2022 Pazartesi 01:30 TARİHE NOT.........................................Bir kurtuluş gününün düşündürdükleri

Bir kurtuluş gününün düşündürdükleri 

5 Eylül 1922, Susurluğun kurtuluş günü. Tam bir asır önce o gün artık Yunan Ordusu Anadolu’da kesin bir şekilde mağlup edilmiş, Susurluk 2 yıl 2 ay 4 gün süren işgalden kurtulmuştu.

 

Baş komutan Gazi Mustafa Kemal'in Zağanos Paşa hutbesinde söz ettiği gibi, 'Balıkesir'in dindar ve kahraman insanları' sayesinde yöremiz güney Marmara ve Ege'de kendi imkânlarıyla milli mücadele başlatıp yönlendirilmiş oldu. Susurluk’ta bir direniş ya da toplu ölümlerin olmaması bu gerçeği değiştirmez. Neticede peş peşe 5 Eylül ve 6 Eylül günleri bölgemizin düşman işgalinden tamamen kurtulduğu günler olarak tarihe geçmiştir. Kurtuluş sevincimiz, gururumuz ortaktır ve anamızın ak sütü gibi helâldir.

 

Susurluğun tarihi, jeopolitik ve kültürel anlamda derin bir geçmişi yok. Bu anlamda arkeolojik ya da sanatsal eserlere de sahip değil maalesef. Ülke çapında büyük sanayi tesisleri ve ticari yatırımları da bulunmuyor. Ancak bir yol üstü kasabası olarak geçmişten bu yana varlığını sürdürebilmiş kadim bir geçiş noktası. Elbette ki yaşanmış, halen varlığını sürdüren ve gelecekte de onunla hatırlanacak değerleri de var. Bu değerlerin bazıları ulusal düzeyde biliniyor. Ama çoğu burada yaşamış ve yaşamakta olanların hayatında bir tür kimlik çizgileri gibi duruyor.

 

“Değerler” tabiatıyla insanın ürettiği ve taşıdığı kıymetler. Ne insan olmadan bir değerden söz edebiliriz, ne de herhangi bir değeri olmayan insanın kıymet i harbiyesi vardır. O kadar ki insan belli değerlerle ancak “eşref i mahlûkat” olabilmiştir diyebiliriz.  Bu yüzden bazen bizatihi bir “insan” da kendi başına bir değer olabiliyor.

 

Tarihte kahramanlık göstermiş, ardında bir eser ya da kalıcı izler bırakmış şahsiyetler böyledir. Onlar yaşadığı toplumda öldükten sonra da daima hatırlanır ve yüceltilirler. Bu insan bazen bir sanatçı, kimi zaman bir idareci, hatta sıradan bir çiftçi bile olabilir. Onu kıymeti tükenmeyen bir değer yapan şey mesleği, konumu ya da zenginliği değildir. Hatta adı sanı bilinmediği halde toplum hafızasında hala büyük bir yeri olan insanlar da vardır. 

 

Yüzyıllar geçtiği halde üzerinden geçip durduğumuz zarif bir köprü, karşısına geçip ne güzel yapılmış dediğimiz bir ev, kim bilir kimin dokuduğu belli olmayan bir yün halı ya da kilim bile banisini gözümüzde ve gönlümüzde büyük yapar. Onlar yazdığı bir şiir, bestelediği bir eser, geriye bıraktığı bir vakıf, gelip geçen yolculara ikram ettiği bir bardak köpüklü ayranla unutulmamış, kültürümüzün bir parçası olmuşlardır.

 

Susurluğun belki bu manada tarihinden gelen ulusal çapta meşhur bir değeri yok. Ancak; biraz hafızamızı zorlarsak “İğne Bey, Katrancı Mehmet Pehlivan, Ayrancı Şükrü ve Selahattin Altınbaş” ilçemiz için belki böyle değerlere örnek gösterilebilir.

 

Hiç kuşkusuz insanı değerli kılan manevi hasletler büyük ölçüde yaradılıştan geliyor ve dini inançlardan besleniyorlar. Ortak değerler de böylece toplum halinde yaşayan insanların kültürü haline gelmişler. İnsanı başkalarından ayırdığı gibi, toplulukları da diğerlerinden farklılaştırmışlar. Ancak bu farklılıklar ayrıştırıcı değil. Zannedildiğinin aksine insanları birbirine yakınlaştırıyorlar. Birbirlerini farklılıklarıyla tanıyıp kabul ederek sosyal ilişkileri kolaylaştırıyorlar. 

 

“Doğruluk”, “Dürüstlük”, “Çalışkanlık”, “Adalet”, “Emanete sadakat” ve “Güzel ahlak sahibi olmak” kişiyi değerli ve farklı kılan insanî vasıflar. Ancak bu değerler benimsenip yaygınlaştıkça; “Güvenli toplum”, “İyi insanlar yurdu”,  “Girişimcilik ruhu”, “Birlik ve beraberlik şuuru”, “Dayanışma ve yardımseverlik”, “Hoşgörü ve farklılıklara saygı duyma”, “Misafirperverlik”, “Sorumluluk ve sahip olunan Kültürel mirası yaşatmaya duyarlılık” ve “Çevreye saygı” gibi toplumsal değerlere dönüşüyorlar. 

 

Susurluk geçmişini hatırlamalı, yaşananlardan dersler çıkarmalı ama bu günü de iyi anlamalı, geleceğin aynasına bakmalı korkmadan. Her büyük hamle küçücük bir adımla başlar. Önce kafamızda ve gönlümüzde doğmadan, ufkumuzda güneş doğmayacaktır. O halde bir an için gözümüzü yumup hissedelim o anı. Rüyalarımız olsun yine Susurluk üstüne, hayallerimiz olsun umutla dolu.

 

Üniversiteyi yeni kazanmış bir öğrencinin ailesinden ayrılırken "Burayı bir sanayi şehri yapacağım!" rüyasını anlayabilir misiniz? Henüz 16-17 yaşında bir gencin doğup büyüdüğü topraklar için böylesine dolu olmasını hayalcilik olarak mı görürsünüz? Bilemem. Ama o rüyayı gören bendim. Böyle hayaller tasarlamaktan, doğru bildiğim şeyler uğruna çabalamaktan asla vazgeçmedim.

 

Yaşamımda her zaman, her durumda fikrim ve projelerim oldu. Çalışma hayatım mücadele ile geçti. Otuz beş sene altı kurum, beş şehir, yedi müdürlük, dört daire başkanlığı ve bir müsteşar yardımcılığı ile geçti. Üçü sürgün altı defa görevden alındım. Düştüm kalktım, yine yürümeye ve ülkem için uğraşmaya devam ettim. Hayallerimden kimileri oldu, kimileri yıllar içinde eksik pörçük şekillendi, kimileri de bir rüya olarak halâ içimde yanar durur.

 

Meselâ bugün Susurluk bir sanayi şehri değil. Bundan sonra da olmayacak. Türkiye artık yetmişli yılların ağır sanayi rüyaları gören az gelişmiş ülkesi değil. Kalkınmada seçici olmanın, alternatif yolları denemenin, insan, kültür ve çevreyi dikkate almanın stratejik önemini kavramış durumda. Ancak bu yaklaşım, mevcut sanayi tesislerimizin ihmal edilmesi demek değil elbette.

 

Buna karşılık Susurluğun kırk yıllık yakın geçmişinde bırakın yeni fabrikalar kazanmayı mevcutlarına bile sahip çıkamadığı da ortada. Hatta bu süreçte ticaretle uğraşan pek çok zenginimizin de maalesef birçoğunun yolda kaldığını biliyoruz. Şehrimizse halâ eğri büğrü, kavruk ve güdük duruyor. Sağlıklı büyüyüp gelişemedi. Gençlerin çoğu ekmeğini dışarlarda arıyor. Köylerimizde yaşlılar bile artık çok azalmış.

 

Memleketime her gittiğimde olumlu, umut verici bir haber işitir miyim diye etrafımdaki insanlara merakla soruyorum. Artık “Şeker fabrikası bu yıl da çalışacak” sözleri beni tatmin etmiyor. “Yörsan çalışıyor mu? Başka yatırımı olacak mı? Dört mevsim gibi, Has tavuk gibi başka işletmeler kuruluyor mu? Buraların artık bir lojistik bölge olarak düşünüldüğünden haberleri olmuş mu? Yeni otoban hakkında ne düşünüyorlar? Mola tesisleri kendilerini geliştiriyorlar mı? Üniversite hakkında yeni bir gelişme duyabilir miyim” diye heyecanla böyle bahisler açıyorum.

 

Ama her defasında değişen bir şey olmadığını görüp üzülüyorum. Kirlilik sade havada, suda değil zihinlerde de var. Derelerimiz, göllerimiz, göletlerimiz kirlenmiş. En acısı insan ilişkileri de eski tadı vermiyor. Ben onlara Susurluk nasıl diyorum, onlar bana Ankara’da ne var ne yok diye soruyorlar. Gençlerden ne haber diye mevzu açıyorum, onlar oğlunun kızının işi için tavassut peşindeler.

 

Doğrudur, yıllar geçti; sade şehirler köyler değil insanlar da kirlendi. Çokçadır rüya görmüyoruz, hayallerimiz törpülendi, günümüz iş-ev-araba, harç borç muhabbetiyle geçiyor. İnsanımızın alacağı maaşı, kirayı, tarımsal desteği ya da yardımı ve borçlarını düşünmekten memleketinin ya da çocuklarının geleceğiyle ilgili ilave bir gayrete dermanı kalmamış. Bir kısmı halâ otobana yakın tarlasını iyi fiyata satıp doğalgazlı asansörlü bir daire almanın derdinde. Yada eski evini bir müteahhide verip kaç daire alacağının hesabında.

 

“Şeker fabrikasını biz satın alıp yürütebilir miyiz?”, “Yeni otobanı bir fırsat olarak değerlendirebilir miyiz?”, “Lojistik bölgeden Susurluk olarak nasıl yararlanabiliriz?, ”Bir üniversite Susurluğa ne getirir ne götürür?” gibi sancılı sorulara vakti de niyeti de yok.

 

Susurluk merkez pek büyümedi. İyi mi kötü mü bilmem ama küçülmedi de. On on iki bin nüfuslu bir ilçe iken elli yıl sonra şimdi ancak iki, iki buçuk katı olabildi. Ülke nüfusunun büyüme hızına göre bu oldukça yavaş bir büyüme sayılır.

 

Bu durumu ben şahsen hep iki sebebe bağladım. Birincisi İstanbul-Bursa-Bandırma-Balıkesir üçgeni arasında adeta kör bir nokta olarak kalması. Diğeri de içinden yol ve nehir geçen dar bir boğazda iki çıkış kapısının da kilitli olması. Bu kapılardan biri Şeker fabrikası tarafından öbürü askeriye tarafından tutulmuştu. Genişleyecek sanayisi ve konut alanları yoktu.

 

Aslında bugüne değin konut yapacak, gelişecek bir potansiyeli de yoktu. Çünkü hem gelir hem de genç nüfus açısından Şeker fabrikasıyla sınırlıydı. Yıllarca oranın ekmeğini yedi. 1954'den son on yıla kadar Susurluğun işçisi, memuru, esnafı, çiftçisi, emeklisi her kesim bu kaynaktan beslendi. Sadece bu kurum can verdi Susurluğun ekonomik ve sosyal hayatına. Pancar kokusu hayattı, refahtı, canlılıktı o topraklar için.

 

Ama göremedi Susurluk geleceğini, hep böyle gitmeyeceğini. Fabrikadan aldığı bol maaşı, iyi yaşamaya, arabalara harcadı. Çocuğunu, yeğenini fabrikaya sokmak için yarıştı yıllar boyu, ama bir ikinci fabrika, bir üçüncü tesis için çalışmadı.

 

O güzelim ağaç işleri sanayisini yenileyerek geliştirerek yaşatamadı.  Önce ustaları çekildi sahneden birer birer. Yerlerini gençler almadı. Ahşap kasa işi falan derken yürütemediler, sonra da işyeri konut yapıldı yerlerine, bitti gitti. Sonraları kurulan Yörsan'ı bile tam olarak değerlendiremedi, geçinemedi Susurluk her nedense.

 

O yüzden gençleri ekmek peşine hep dışarıya, gurbete çıktı. Benim gibi okuyan memur olanlarsa zaten duramadılar. Kalanlar için tek bir seçenek kalmıştı; yol boyu mola tesislerinde çalışmaya mahkum olmak. İzmit-İzmir otoyolu yapıldığında bu seçeneğin de ömrü büyük ölçüde tamamlanmış oldu maalesef.

 

Artık çocukluğumun Susurluğu yok. Pazar günleri şeker fabrikası otobüsü ile sinemasından dünyayı gördüğümüz fabrika bitmiş. Lojmanlarıyla, şeker mahallesiyle bir zamanların canlı, renkli sosyal hayat merkezi Şeker fabrikası adeta terk edilmiş. Makyajı gitmiş, yüzündeki kırışıkları gizleyemeyen eski bir film yıldızı gibi.

 

İnşallah bu yıl da çalışacakmış. İyi olur tabi. Ama benim ‘kral çıplak’ deyişimden kimse rahatsız olmasın. Çünkü, ittire kaktıra taşıma suyla değirmen dönmez. Bu sene çalışsa seneye, daha sonraki seneye ne olacak? Yörsan da sahip değiştirmiş, geleceği meçhul. inşallah Susurluk’ta kalmaya, yatırım yapmaya karar verirler. Ancak, Susurluk halkının böyle "umut" lardan çok daha fazlasına ihtiyacı var. Hatta sorumlulukları.

 

Bu imkânın hala var olduğuna inanıyorum. Susurluğun ileri gelenlerinin, yöneticilerinin hiç değilse kendi çocuklarına, gençlerine bakıp artık geleceği düşünme saati geldi de geçti bile diye düşünüyorum. Bakarlarsa, ararlarsa görürler. İnanırlarsa yaparlar. Susurluk’ta bu gücün derinlerde, bir yerlerde hala var olduğunu umuyor, biliyorum.

 

Bakın! artık şehrin batı kilidi de açıldı. Askeriye gitti. İzmit-İzmir otoyolu bitti. Bandırma Bursa sanayisi Susurluğa doğru geliyor, bölge lojistik merkezi olma yolunda. Çok daha önemlisi Susurluk’ta bir üniversite kurulması için hala umut var.

 

Elbette ki bir taraftan farklı ekonomik faaliyetler, ticari yatırımlar, Üniversite kurulması ve yeni konut alanları gibi konularda çabalar devam edecek. Bunlar önemli ve ihmal edilmemeli. Fakat 2020'lerin Türkiye'sinde Susurluğun da kendine özgü yaşayan değerlerini öne çıkarıp parlatmayı başarabilmesi gerekiyor.

 

Elbette ki yaşanmış, halen varlığını sürdüren ve gelecekte de hatırlanacak bazı değerleri var. Bu değerlerin bazıları ulusal düzeyde biliniyor. Ama çoğu burada yaşamış ve yaşamakta olanların hayatında bir tür kimlik çizgileri gibi duruyor. Başkaları için bir kıymet ifade edebilmesi için üzerinde çalışılması, bir bakıma restore edilmeleri gerekiyor.

 

Bugün için aklımızda kalması gereken şey şu: ‘Değerler önemlidir. Değerler ilkeler ve gelecek vizyonu için sağlam bir temel oluştururlar. Hareket stratejileri için de dayanak noktasıdırlar.’ Onları yeniden keşfetmek, seçip ayıklamak ve gelecek için kazanmak zorundayız. Bu zamanda mukayeseli üstünlüklerimizi bilmeden, onları öne çıkarmadan fark edilemeyiz.

 

Doğrudur, bu kırk yıl içinde köprünün altından çok sular geçti. Yıllar içinde hepimizin de sağı solu, eli yüzü yara bere içinde kaldı. Birçok hayalimiz gerçekleşmedi. Bu arada ülkemizle birlikte ayakta kalmaya, varlığımızı ve dirliğimizi muhafaza etmeye çalıştık. Zaman zaman sert esen rüzgârlara, fırtınalara, krizlere göğüs gerdik. Halâ da teröre, adı konulmamış savaşlara, şehit cenazelerine, akıl dışı uluslararası tezgâhlara, döviz kurlarının durup durup deli gibi fırlamasına dayanmaya çalışıyoruz.

 

Ancak, yine de umudumuzu yitirmedik. Rüyalarımız azalsa da, hayal kırıklıklarımız olsa da kaynakları kurumadı. Kendi payıma ben içimizde bir yerlerde hala varlıklarını hissedebiliyorum.  Çok şükür ki dava arkadaşlarımın birçoğunun, sevdiklerimin bu ülkenin bakanları, başbakanları ve cumhurbaşkanı olduklarını gördüm. Onların bu ülkeyi iri ve diri tutacağına güvenim var. Son günlerde bir başka türünü gördüğümüz ekonomik saldırılarla sarsılan ülke gemisini sağ selamet bu badireden de çekip çıkaracağına inancım tam.

 

Umut doluyum; Allahın izniyle gelecek bizimdir. Zaten ülkem için hiç bir zaman umudumu yitirmemiştim. Hamd olsun ki hayatımın hiç bir anında yakmayı, yıkmayı, zulmetmeyi düşünmedim. Bunun için bana böyle bakmayı, görebilmeyi, daima ‘yapmayı’ öğreten insanlara şükran borçluyum. Her birimiz aslında bizi bugünlere ulaştıran merdivenlerin kum taşlarından birisiyiz.  Elbette kıvanacağız ve geleceğe umutla bakacağız.

 

Ülke olarak başarısız değiliz. Omuz verenler olmazsa nasıl yükselirdi bu zafer kuleleri. Bugün de omuz vereceğiz birbirimize, bizi yıkmayı düşünenler bir kez daha hüsrana uğrayacaklar. Kabaran dalgaların uçlarındaki su damlacıkları diğerlerinden üstün oldukları için orada değiller. Aksine, dipten gelen milyonlarca su damlacığının gücüyle en yukarıya çıktılar. Bir süre sonra da yer değiştirecekler. Gelgitler gibi, köpürüp kıyıya vuran dalgalar gibi, dağ gibi yükselen tusunamiler de geri gelmek için tekrar aslına döner. Bu kaçınılmaz bir döngüdür.

 

Ha! 2002’ten bu yana yirmi yıl geçti. Köprülerin altından akan sular gibi Türkiye de çok büyük değişimler geçirdi. Bu arada değişenler de olumlu olumsuz etkilenenler de oldu tabi ki. Fırtınalı yolculuk hala devam ediyor. Bütün bu süreçte temsil makamında olanların eksikleri, yanlışları olmadı mı? Mutlaka oldu. Ama söz konusu olan insan. Onların var da, başkalarının, benim, senin olmadı mı, olmuyor mu?

 

Önemli olan terazinin sağ tarafının ağır basması. Hizmetle anılmaları, yıkmakla değil yapmakla meşgul olmaları. Bu beni umutlandırıyor. Yeni Türkiye tasavvurları, 2023, 2053 hedefleri son derece etkileyici ve heyecan verici. Böyle oldukları sürece de dualarım onlarla. Zira biz çokluk rahmetini teklik olarak görebilen bir terbiyeden geldik. O halde en azından yarım asırlık mücadeleden süzülüp gelen vizyonları benim de hayalim.

 

Diliyorum ki; Susurluk da bu vizyondan pay alsın. Susurluk da 2023, 2053, 2071 hedefleri koysun kendine. Köylerimiz yine şenlensin. Hayvancılığımız, süt ve et ürünlerimiz daha misliyle bereketlensin. Küçük sanayimizde yine hızar planya sesleri duyalım. Yolumuzun otantikliğini, mola tesislerimizin, ayranımızın markasını koruyalım. Ama otoban da bölgemize yeni fırsatlar getirsin. Mevcut tesislerimiz gelişsin, lojistik işletmelerle gelişsin bölgemiz.

 

Suyumuz, havamız, şehrimiz kirlenmesin. Zihinlerimiz tazelensin. Meselâ yeni bir üniversite kurulsun ilçemizde. Öğrencilerin, gençlerin cıvıl cıvıl enerjisiyle aşılanalım yeniden. Toprağından, suyundan, havasından binlerce genç insanın neşvü nemâ bulduğu mümbit bir Susurluk görelim gelecekte. Esnafımızın yüzü gülsün. Ülkemiz Susurluğun başarı hikâyesini okusun, dinlesin ve izlesin bu defa. 

 

Olmayacak şeyler değil bunlar. İnanmak yolun yarısıdır. Geri kalanı ise önder ve iyi adamlarla biraz çaba göstermeye bağlı. Ferasetle bakın onları göreceksiniz. Yeni otoyolu, tekleyen şeker fabrikasını, ilçeden ayrılan askeriyeyi, yörsan’ın belirsizliğini, bölgenin lojistik merkezi olma planlarını Susurluk için tehditten fırsata dönüştürecek ciddi projelere ihtiyaç var.

 

Rehavet ya da fırsatçılık zamanı değil. Tarlaları satıp daireye yatırmak, eski evleri kat karşılığı müteahhide vermek kolay ama kısır bir yol. Susurluğun hiç değilse bir sonraki kuşak için daha büyük düşünmeye, çalışmaya ve geleceği inşa etmeye ihtiyacı var.

 

Her 5 Eylülde Susurluk’la ilgili yazı yazmak benim için vazgeçilmez bir gelenek. Susurluk'la ilgili son yazım 17 Kasım 2021'de "Sonsöz: “VEDA” başlığıyla çıkmıştı. Zira o günden sonra Susurluk’la ilgili yazmayı düşünmediğimi, belki yıldan yıla 5 Eylül kurtuluş günlerinde olabileceğini belirtmiştim. 

 

Bir yıl önce 17 Kasımda “Susurluk için ne yapabiliriz?” sorusuyla başlayan ve ‘Bir Stratejik Plan Önerisi’ olarak şekillenen çalışmamız 2,5 yılı bulan her haftalık bir yazı maratonu sonrası tamamlanmış bulunuyordu.

 

‘Neredeyiz?, Nereye ulaşmak istiyoruz?, Ulaşmak istediğimiz noktaya nasıl gideriz? Ve Başarımızı nasıl değerlendiririz?’ şeklinde ifade edilebilecek dört temel soruya cevap arayarak gelişen çalışma 5 Temel ilke, 11 değer, 1 Misyon, 1 Vizyon, 3 Amaç, 10 Stratejik Amaç ve 278 Hedef ortaya koyarak yaklaşık 400 sayfalık bir hacme ulaşmıştı.

 

Neticede ortaya çıkan vizyon Susurluğun 2023-28 döneminde yükselmesini arzu ettiğimiz seviyeyi, strateji ve hedeflerse o noktaya nasıl ulaşabileceğimizi gösteriyordu. Böylece, '2023-28 dönemi beş yıllık orta vadeli, Bölgesel bir stratejik alt plân'  önerimizle halen bulunulan nokta ile ulaşılmak istenen durum arasındaki yol tarif edilmiş oldu. 

 

ANCAK, BU YOLUN YÜRÜNEBİLMESİ İÇİN ELBETTE Kİ ÖNCELİKLE ÖNERİMİZİN RESMİ BİR BELGEYE DÖNÜŞMESİ GEREKİYOR. Ardından da gelecek için aynı vizyona inanmak, belirlenmiş stratejileri bilinçli bir şekilde uygulamak. Fakat üzülerek belirtmeliyim ki aradan geçen bir yıl süresince Susurluk'ta bu yönde hiçbir hareket, söylem hatta niyet duymadım, görmedim.

 

Bense yıllardır ‘sıla’mdan yani ‘memleket’im Susurluk’tan uzakta yaşıyorum. Yatılı okul, üniversite, 35 yıl gurbette memuriyet ve nihayet emeklilik dönemim doğduğum yerden uzaklarda geçiyor. Emekli olduktan sonra yaklaşık dört sene sırf Susurluğa katkım olsun diye REİS gazetesine bilâ ücret yazdım.

 

Elim, dilim, yüreğim yettiğince yazarak önerilerde bulundum. Orada birilerine yardımım ve katkım olur belki diye düşündüm. Elbette olumlu gelişmeler beklerim, umut ederim. Ancak o da olmazsa dua ederim, elimden gelen bu. Benim anama, babama, atama bağlılığım gibi sıla-i rahim inancımla da ilgili.

 

Duymuyor, anlamıyor, destek vermiyorsanız yapacak bir şey yok. Bir şeyler yapmak lazım” demekle o bir şeyler’ kendiliğinden olmuyor. Bu noktada SİYASET YAPTIĞINI SÖYLEYEN KARDEŞLERİME SESLENMEK İSTİYORUM: Siyaset yukardakilerin söylemlerini aşağıda tekrar etmek, icraatlarını sahiplenmek, fotoğraf çektirmek değildir. İcraat dediğiniz şey zaten kısa vadeli, bütçeye bağlı en çok üç yıllık öngörülmüş işlerdir. Siz olmasanız da birilerinin seçilmek için, hizmet adına yapmak durumunda olduğu şeyler. Sürekli sızlanmak, şikayetlenmek ve çene yarıştırmanın da bir yararı yok. Bunlar siyaset değil düpedüz politika yapmaktır. Siz de onların teşkilatı olmuş oluyorsunuz.

 

Bakış açınızı bir Belediye Başkanlığı meselesinin ötesine taşımanız gerekiyor.      SUSURLUĞUN İÇİNDE OLDUĞU DURUM BELEDİYE BAŞKANI OLMADAN ÇÖZÜLEMEZ! BU DOĞRU, AMA ONU ÇOK AMA ÇOK AŞAN BİR KONUDUR. Öte yandan siyaset denilen şey ufuk ister, vizyon ister, liderlik ister, adanmışlık ve olağanüstü çaba ister. Dava dediğiniz şey seçim kazanmakla sınırlı değildir. Ezelden gelip ebede uzanan, gelir geçer-yanar döner olmayan, istikamet üzere yürünecek bir yoldur.

 

Elbette politika vazifelerinizi de yerine getirin ama, ASIL O DAVA SİYASETİNE İHTİYAÇ VAR. Susurluğun geleceğinin temellerini atmanız, önünü açmanız, hedeflerinizi Susurluğa ve sizden yukardakilere de benimsetmeniz bekleniyor. Bu konuda iktidar muhalefet demeden birlik olmanız isteniyor. Ufkunuzu üç yılın ötesine taşırsanız muhaliflerinizle bile anlaşabilirsiniz. Çünkü kavga bugündedir, tartışmalar çok çok 2-3 yıllık bir perspektif içinde döner.

 

Herkes için ortak vizyonunuzu, kararlılığınızı, inancınızı önce siz ortaya koyun ki değer verilsin. Birileri aranızı ayırmak istese de siz aksine toparlayıcı olun, istikametinizi ve saflarınızı bozmayın. O yüzden vıdı vıdılara kapılmadan” GELECEĞE ODAKLANMAYA, ‘besmele’ ile çıkıp yol almaya gayret etmeniz gerekiyor. “Oyuna oynaşa” dalıp oyalanmamalısınız. Hiç olmazsa bunu başarabileceğinize inanmak istiyorum.” 

 

BU YOLDA Ç KİMSE “NE YAPABİLİRİM Kİ?” DEMESİN.  NİHAYETİNDE ÖNERDİĞİMİZ ÇÖZÜM YOLU, SUSURLUĞUN ÖNDERLERİ TARAFINDAN DA SAHİPLENİLMESİ GEREKEN ADIMLAR. Duymayan kulaklara, okumayan gözlere, umutsuz gönüllere ulaştırmak inanın ki üç kişiyle de olur, on kişiyle de. Unutmayın, hayat devam ediyor.

 

SON SÖZÜM KARAMSARLIK VE REHAVET İÇİNDE GÖRDÜĞÜM SUSURLUK GENÇLERİNE: Bir Stratejik Plan Önerisi  adlı çalışma size, ama sadece size emanetimdir. EKİLEN BİR TOHUM GİBİ, DİKİLEN BİR FİDAN GİBİ SİZDE YEŞERMESİNİ BEKLİYORUM. 


Okumak istediğinizde, Bir Stratejik Plan Önerisi  yazılarıma ihtiyaç duyduğunuz her an ona https://yzyorum.blogspot.com/search/label/GAZETE%20YAZILARI linkimden ulaşabilirsiniz. 

 

Okuyun ki anlayabilesiniz, anlarsanız benimseyebilirsiniz. Benimsemeniz destek vermenizi sağlar. Ama inanmadığınız hiçbir şeyde başarılı olamazsınız.  


Değişen, gelişen, yükselen bir Susurluk niye olmasın ki? Çalışkan, kendi kişiliği ve saygınlığı ile hep birlikte geleceğini inşa eden bir Susurluk görmeyi kim istemez. Umarım her şey özlediğimiz, dilediğimiz gibi olur. Rabbim ihlasla isteyene, ne istediğini bilene ve uğrunda istikamet üzere gayret gösterene şüphesiz yardım edecektir, inanıyorum.

 

Ancak, öncelikle Susurluğun neye ihtiyacı olduğunu, ne yapması gerektiğini, kimden ne talep etmesi lazım geldiğini, zamanını, mekânını ve tonunu belirlemesi gerekiyor. İlk adım sağlıklı bir durum analizi yapmak olmalı. "Görmem, duymam, konuşmam" duyarsızlığının hiç zamanı değil.

 

Nerede durduğumuzu, zayıf ve güçlü yönlerimizi tespit etmeden sağa sola yalpa yapmanın bir yararı olmaz. Mülki idaresi, Belediyesi, İşadamı ve esnaf temsilcileri ile siyasi partiler, muhtarlar, sivil toplum kuruluşları el ele verip Susurluğun geleceği için çaba gösteremezler mi? Elbette olur, olacaktır da. Emin olun bu halka Susurluğun geleceği konusunda görüş ve düşünce sahibi olan pek çok insanla büyüyüp, genişleyecektir.

 

Siyasi fikirler farklı olabilir. Ancak, gelecekle ilgili meselelerde kısır politika olmaz. Bana göre bu bir kamu görevi. Bugünkü ileri gelenler doğdukları, içinde yaşadıkları beldeye, halka hizmet etmek, kalıcı eserlere ve gençlere önder olmak zorundalar. Zor günler sıçrama yapmak, büyük düşünüp yararlı işler yapmak için de bir fırsat olabilir. Akıllı davranıp ona göre stratejiler geliştirilirse Susurluk için farklı sonuçlar elde edilebilir. Ama "Dur bakalım ne olcek!" diye beklenirse hiç şüpheniz olmasın ki daha çok beş yıllar kaybedilecektir.

 

Hastane, Toki yatırımı ve spor tesisleri gibi çalışmalar elbet Susurluk için önemli. Bunlar olmalı, verilen sözler yerine getirilmeli. Ama bütün bunların ötesinde bir sıçrama istiyorsak; Susurluk’ta 17 Eylül Bandırma Üniversitesi ek kampüsünün oluşması, bir Organize Sanayi Bölgesi kurulması ile Lojistik bölgesinin teşekkülü çok çok önemli. 

 

Bunun için Susurluğa 5018 sayılı kanunla temeli atılan yasal zeminde bir stratejik plan önerdik. Böylece değişim için belirlenecek amaç ve hedefler istikametinde çizilecek yol haritasına Susurluk inandırılabilir diye düşündük.

 

Bu yürüyüşte suni ayrılıklara, laf üretmeye, sadece eleştiriye ve sen ben kavgasına yer yok, olmamalı. En başta bu ‘huruç hareketi’nin önderlerine böyle bir vazife düşüyor. Birilerinin alıştığı minval vıdı vıdı etmelerine kulak asmamalı. ‘Besmele’ ile yola çıkanlar ayrıştırmaya değil birleştirmeye gayret ederler. Birileri arayı açmak istese de onlar aksine toparlayıcıdırlar. İstikameti ve safları bozmazlar.

 

Ancak bir kere daha hatırlatalım ki Vizyonu olmayan, bir amaca, stratejiye sahip olmayan, hedefleri olmayan hiçbir hareket başarılı olamaz. Ama biliniz ki onların da üstünde yürünecek yola 'inanmak' vardır. Yüzünü çevirdiği yöne, gideceği yola ve varacağı menzile inancı olmayan insanların başkalarından destek beklemesi beyhudedir.

 

Ben kalemimle, tecrübem ve yüreğimle böyle kutlu bir yürüyüşe katkıda bulunduğuma, vazifemi yaptığıma inanıyorum.

 

Gönlüm her 5 Eylülde halkımızın ürettiği ürünlerini, el sanatlarını sunan stantları bir arada görmek istiyor. Kurtuluş etkinlikleri çerçevesinde geçmişe dair tarihi ve sanat değeri olan obje sergilerini, 5 Eylül üzerine çeşitli konferans, panel ve sohbetleri izleyebilsek fena mı olurdu?

 

Yine meselâ; her yıl Karapürçek’te yapılan ‘Rahvan at yarışları’ , Göbelde yapılan ‘Katrancı güreşleri’ ile Çaylakta yapılan ‘Susurluk buluşmaları’ ve ‘Motorkros yarışmaları’ aynı hafta içinde bir araya getirilemez mi? Meselâ; ulusal düzeyde hukuk bilimi kongrelerini Susurluk damgasıyla yapmayı başarabilsek ne müthiş bir hamle olurdu değil mi? Ya da iyi düşünüp hazırlanarak bugünden geleceğe taşımak istediğimiz yönlerimizi tanıtmaya çalışabilseydik…

 

Meselâ; bir de bütün bunların yanına kitap sergilerini, imza günlerini, kitap okuma saatleri ve müzik dinletilerini yerleştiriverseydik…Ve meselâ; İstanbul-İzmir otobanına bir levha koyarak “Susurluğu görmek, ayranımızı içmek, el sanatlarımızdan alışveriş yapmak, Etimizi, peynirimizi tatmak, Çaylakta piknik yapmak, spor yapmak, Kitap okumak, müzik dinlemek ve bizim misafirimiz olmanız için YOLDAN ÇIK !” diyebilseydik…  

 

Zafer haftamızın peşinden gelen 5 Eylül Kurtuluş günümüzü kutluyorum. Dileğim şu ki; bu yılki Susurluk Ayran Kültür Ve Sanat Festivali kurtuluşun manasını daha çok düşünerek, özümseyerek ve her alanda olduğu gibi bu konuda da yeniden kurtuluşa yönelik adımlar atılmasına vesile olsun. Çünkü Susurluk için yeni bir şeyler düşünülüp yapılmazsa her geçen gün, her geçen sene boynumuza dolanıp nefesimizi kesen kördüğümlere dönüşüyor.

 

Susurluk halkının küçük "umut" lardan çok daha fazlasına ihtiyacı var. Hatta sorumlulukları. Bu imkânın hala var olduğuna inanıyorum. Susurluğun ileri gelenlerinin, yöneticilerinin hiç değilse kendi çocuklarına, gençlerine bakıp artık geleceği düşünme saati geldi de geçti bile diye düşünüyorum.

 

Bakarlarsa, ararlarsa görürler. İnanırlarsa yaparlar. Susurluk’ta bu gücün derinlerde, bir yerlerde hala var olduğunu umuyor, biliyorum.

 

Biliniz ki hiç bir ‘alacakaranlık’ vakti kalıcı değildir. Bakın! Bir şeyler yapmaya niyet edenler için şafak sökmekte. OYALANMA ARTIK, HAYDİ DAVRAN! KALK AYAĞA VE YÜRÜMEYE BAŞLA! YARINLAR ELLERİNİZDE.


Kurtuluşun kutlu olsun Susurluk. Ama hiç değilse bu 5 Eylül yeniden ayağa kalkışını, dirilişini düşün.