5 Eylül 2020 Cumartesi

05 Eylül 2020 Cumartesi 23:00 CORONA GÜNLERİ.............................Eylülle gelen kurtuluş

Yeni dönem

Eylül ayı pek çok konuda yeni dönem anlamına gelir. Batı Anadolu'da pek çok şehir ve ilçe bu ayda kurtuluş günlerini kutlar. TV'ler yeni dizi ve programlarını Eylül ayında izleyicilerine sunarlar. Okullar bu ayda açılır. Üreticiler bu ayda taban fiyatları öğrenirler. Yazlık sebze meyve üretimi bu ayda zirveye varır.

 

Haziran-Ağustos dönemi bütçe hazırlık sürecidir. Eylülden itibaren kurum ve kuruluşların bütçeleri son rötuşlarla nihai şeklini alır. Açıklanan üçüncü çeyrek verileri ise ekonominin ne yöne gittiğini göstermesi bakımından önemlidir. Siyaset de yaz tatili etkisinden çıkıp bu ayda yeniden hareketlenir. Hatta uluslararası küresel pozisyonlar bile bu günlerde yeniden dizayn edilirler.


Yaz sonu sonbahar dönemi ülkemizde sünnet ve düğün mevsimidir. Neden? Çünkü mahsul kaldırılıp satılmış, cepler para görmüş, mürüvvet ve eğlence bekleyenler kışa girmeden muradına ermek istemiştir. Tatil dönemi bitip büyük şehirlere dönenler de yeni bir yıla girmiş gibi hissederler Eylülde. Tıpkı memleketlerinden kışlık hazırlıklarıyla geri dönen orta gelir sahibi vatandaşlarımız gibi. İlkbaharda yaylalara çıkan  Anadolu insanımız da yükleriyle aşağıya inerken aynı duyguları yaşarlar yüzyıllardır.  


Şimdi bütün bu dönencelere Corona verileri de katılmış oldu. Yeni normalde ortaya çıkan şehirlerarası hareketlilik, düğündü, taziyeydi, sohpet muhabbetti derken kaçınılmaz bir ikinci pike yol açmış görünüyor. Hoş dünya da farklı durumda değil, üstelik bizden çok daha kötü durumdalar. Bu konuda açıklanan her rakam, yayınlanan her haber yine sıkıntılı bir kışa girmekte olduğumuzu gösteriyor. Aksine yakın bir zamanda da aşı olabileceğimize dair açık bir belirti yok.  


5 Eylül kurtuluşu

5 Eylül Susurluğun düşman işgalinden kurtuluş günü. 98 yıl önce kahraman ordumuz "Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, İleri!" emri uyarınca bir sel gibi İzmir'e doğru akmış, düşmanı süpürüp atmıştı yurdumuzdan. Böylece Susurluk da diğer batı Anadolu beldeleri gibi düşman çizmesi altında ezilmekten kurtarılmıştı. 


30 Ağustos Dumlupınar Başkumandanlık meydan savaşının kazanılmasıyla Yunan ordusu perişan edilmiş, bir ay on gün içinde de ülkemizden tamamen kovulmuştu. Kurtuluş bu manada bizlere atalarımızdan kalan, daima minnet ve şükranla anılacak, gurur duyulacak kıymetli bir hatıra. Ebediyyen de böyle şerefle hatırlanacak.

 

Şimdi bir başka sinsi düşmanın tehdidi altındayız. Tam 6 ay oldu bu pandemi hayatımıza karışalı. Corona günlerinin 180.ncisindeyiz. İçinde bulunduğumuz şu anki süreç de bir hayli sıkıntılı, vaka sayılarında yeniden günlük 1500'leri hatta 1600'leri gördük. Uzmanlar birinci dalganın ikinci piki yaşanıyor diyorlar. Tıpkı İzmir'in, Kütahya'nın, Balıkesir'in işgali sonrasında Yunan ordusunun Bursa'dan Eskişehir'e kadar ilerlemesi gibi. Neredeyse Polatlı ve Ankara'ya girilecek. Artık top sesleri işitilebiliyor. Bu arada kimileri meclisin tedbiren Kayseri'ye naklini bile konuşmaya başlamış.

 

Böyle bir ortamda ne oluyor? Önce Sakarya Meydan savaşı kazanılıyor. Sonra da Meclis Mustafa Kemal Paşayı Müşir rütbesiyle Başkomutan yapıyor ve taarruz kararı alınıyor. Bir yıldan bu yana bütün bir milletin nesi var nesi yoksa katılarak gerçekleşen hazırlıklar Afyonda düşmana yöneliyor ve kararlı, dirayetli bir liderlikle kahraman mehmetçik kasırga olup Kütahya'ya doğru uçuyor. Ülkenin kalbine kadar sokulmuş düşman param parça edilip denize kadar kovalanıyor. Çoğu mehmetçiğin önünde imha edilirken, kurtulabilenler gemi, motor, kayık ne bulabildilerse arkalarına bakmadan kaçıyorlar.


Bütün imkansızlıklara rağmen düşmanı bozguna uğratıp ülkemizin kurtuluşunu sağlayan "Ya İstiklal, ya ölüm!" haykırışı bugün için de geçerli değil mi? Çevremize sarılan terör yılanı, Doğu Akdenizde karşımıza çıkarılan tezgahlar, Yunanistan'ın tıpkı 1919'da olduğu gibi sırtı sıvazlanıp Mavi vatanda üstümüze salınması, ardı arkası gelmeyen ekonomik ve siyasi saldırılar daha mı az tehlikeli? Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Coronavirüs pandemisinin sağlığımızı tehdidi daha mı az zararlı?


Yeniden bir "kurtuluşa" ihtiyacımız var. Ancak bu kurtuluşun silahı, mermisi yok. Silahımız birlik beraberlik, mermimiz ise tedbir olacak. Allahın izniyle öyle bir kurtulacağız ki, hem ne kadar düşman varsa bertaraf edilecek, hem de sağlığımızı kazanacağız. Varsayın ki şu an Sakarya meydan savaşı arefesindeyiz. Daha bunun Kocatepesi, Dumlupınarı da var. Mesela coronadan kurtulmak istiyorsak aşı ve ilaç yapılıncaya kadar "maske, mesafe ve hijyen" tedbirleri ile savaşmak zorundayız. Tıpkı 98 yıl önceki kurtuluş ruhuyla yaptığımız gibi.

4 Eylül 2020 Cuma

03 Eylül 2020 Perşembe 23:00 CORONA GÜNLERİ.............................Türkiye ve Dünya

Bu inat neden?

Türkiye'de 2 Eylül itibariyle son 24 saatte 107.927 test yapıldı, 1596 kişiye Kovid-19 tanısı konuldu, 45 kişi hayatını kaybetti, toplam vaka sayısı 273 bin 301, can kaybı 6 bin 462, İyileşen hasta sayısı ise 947 oldu. Dün bu sayılar 109.443, 1572 47, 271 bin 705, 6 bin 417, 1.003 idi. Evvelsi gün ise aynı sayıların 110.102, 1587,  44, 270 bin 133, 6 bin 370, 1.087 olarak gerçekleştiğini görüyoruz. Zatürre oranı da son üç günde %7,5-7,6 seviyesinde. Vaka sayısı/Test sayısı oranına baktığımızda ise bugün %1,48 olmuş. Dün ve evvelsi gün bu oran %1,44 dolayında gerçekleşmişti.

 

Sayıların dilinden coronada vaziyet vaka sayısı itibariyle 15 Haziranı (1592) gösteriyor. Ancak o zaman  Vaka sayısı/Test sayısı oranı %3,79 idi. Ayrıca o günlerde yayılım İstanbul başta olmak üzere üç-dört büyük şehirde idi bugün se Anadolunun bütün bölgelerine dağılmış gözüküyor. Sağlık Bakanlığı'nın geçtiği verilere göre dün İstanbul'da 181, Doğu Marmara'da 85, Batı Marmara'da 11, Doğu Karadeniz'de 38, Batı Karadeniz'de 90, Kuzeydoğu Anadolu'da 89, Orta Anadolu'da 219, Ortadoğu Anadolu'da 112, Güneydoğu Anadolu'da 161, Ege'de 89, Batı Anadolu'da 390, Akdeniz'de 107 yeni vaka görülmüş.

 

Bu illetin ilacı aşısı henüz yok. Sağlık Bakanı ve Bilim kurulu üyeleri şu anda en büyük gücümüzün tedbir olduğunu söylüyorlar. Fakat nedense maske takmayan, sosyal mesafe tanımayan, kendini korumadığı gibi başkalarına da kötülük yapan insanlar var. Bunlar canlı bomba gibi aramızda geziyorlar. Kendisi pozitif çıktığı halde otobüsle seyahat eden, düğünlerde hiçbir tedbire uymayan, evinde gözetim altında olması gerektiği halde toplu yerlerde gezen sohpet eden insanlar var. Sanki bir inatlaşma yaşanıyor.

 

Prof. Dr. Canan KARATAY 26 Ağustosta böyleleri için ilginç bir tweet atmış. Şöyle diyor: "Şimdi desem ki sumak covid bulaş riskini %50 azaltıyor; aktarlarda sumak kalmaz, desem ki limon bulaş riskini %40 azaltıyor; manavda limon kalmaz desem ki sarımsak bulaş riskini %60 azaltıyor; ortalık kokudan geçilmez. Herkes maske taksa bulaş %95 azalacak! Bu inat neden!!!" Tam ona gör bir söylem, ama çok çok haklı. Sizce de öyle değil mi?


Nereye gidiyoruz?

Dünyaya yayılan yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınında tespit edilen vaka sayısı, dünya genelinde 26 milyonu (26.072.551) aştı. 3 Eylül itibariyle dünyada her 1 milyon kişiden 3.353'ü enfekte olmuş durumda. İyileşenlerin sayısı ise 17 milyon  300 bine ulaşırken bugüne kadar 863 binden fazla (863.933) kişi de hayatını kaybetti. Dünyada halen tedavisi süren 6 milyon 820 bin 318 aktif vaka bulunuyor.

 

En fazla vaka ve ölümün kaydedildiği ABD'de 6 milyon 129 bin 599 kişide Kovid-19 tespit edildi. Ülkede her 1 milyon kişiden18.600'ü enfekte olmuş durumda. 3.287.782 kişi sağlığına kavuşurken 185.644 kişi de salgın nedeniyle yaşamını yitirmiş bulunuyor.

 

ABD'ye ek olarak vaka sayıları 250 bini geçen ülkeler şöyle; Brezilya (4 milyon 2 bin 6), Hindistan (3 milyon 853 bin 406), Rusya (1 milyon 9 bin 995), Peru (663 bin 437), Kolombiya (633 bin 437), Güney Afrika (630 bin 595),Meksika (610 bin 957), İspanya (479 bin 554), Arjantin (439 bin 159), Şili (416 bin 501),  İran (380 bin 746), İngiltere (340 bin 411), Bangladeş (319 bin 686), Suudi Arabistan (318 bin 319), Pakistan (297 bin 14), Fransa (293 bin 24), Türkiye (273 bin301) ve İtalya (272 bin 912)." Bu sırayı Almanya (248 bin 116) ile 250 bin bantını geçmek üzere takip ediyor.Türkiye bu listede 273.301 vaka sayısı ile 18. sırada.

 

1 milyon kişi başına vaka sayılarına baktığımızda; Brezilyanın 18.937 ile 11.nci, Amerika Birleşik Devletlerinin 18.600 ile 12.nci, Kolombiyanın 12.822 ile 21.nci , Güney Afrikanın 10.729 ile 23.ncü, İspanyanın 10.182 ile 25.nci, Arjantinin 9.772 ile 27.nci, Suudi Arabistanın 9.303 ile 28.nci, Rusyanın 6.883 ile 43.ncü, İngilterenin 5.124 ile 55.nci, Meksikanın 4.827 ile 58.nci, İranın 4.569 ile 61.nci, İtalyanın 4.530 ile 62.nci, Fransanın 4.369 ile 65.nci olduğunu görüyoruz. Türkiye de bu listede 1 milyon kişi başına vaka sayısı bakımından 3.287 ile 79.ncu durumda. Ki bu sayı 3.353 olan tüm dünya sayısının da altında.

 

ABD'nin haricinde ölü sayısı 10 bini geçen ülkeler ise şu şekilde sıralanmış; Brezilya (123 bin 922), Hindistan (67 bin 376), Meksika (65 bin 816), İngiltere (41 bin 514), İtalya (35 bin 507), Fransa (30 bin 686), Peru (29 bin 259), İspanya (29 bin 194), İran (21 bin 926), Kolombiya (20 bin 348), Rusya (17 bin 528),Güney Afrika (14 bin 389) ve Şili (11 bin 422). Bu sırayı  da yine Almanya (9 bin 395) ile 10 bin bantının hemen altında izliyor. Türkiye 6.462 ölüm ile bu listede 23. sırada görünüyor.

 

Bir de iyileşmeye göre duruma bakalım: Pakistan 94,9% ile 1.nci, Şili 93,5% ile 2.nci, Suudi Arabistan 92,3% ile 3.ncü, Türkiye        90,3% ile 4.ncü, Almanya 88,9% ile 5.nci, Güney Afrika 87,8% ile 6.nci, İran 86,3% ile 7.ncı, Rusya 81,9% ile 8.nci, Brezilya 80,2% ile 9.nci, Hindistan 77,1% ile 10.ncu, İtalya 76,4% ile 11.nci, Kolombiya 75,7% ile 12.ncu, Peru 72,4% ile 13.nci, Arjantin 71,8% ile 14.nci, Meksika 69,6% ile 15.ncü, Bangladeş 66,9% ile 16.ncı ve Amerika Birleşik Devletleri de 53,6% ile 17.nci sırada. Bu noktada tüm dünyada iyileşme oranının 66,5% olduğunu da belirtelim.

2 Eylül 2020 Çarşamba

02 Eylül 2020 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı177.................................Gelecekten gelen mektup

Aziz dost, Sana bu kez 2027 yılının 5 Eylülünden, Susurluk’tan yazıyorum. Bilirsin memleketimi severim, ailemin kökleri seninkiler gibi oradadır. Eskiden daha sık giderdim, özellikle de babam annem sağken. Gençtim tabi o zamanlar. Eşim de Susurlukludur biliyorsun. Eh iki taraf ta aynı memleketten olunca akraba sayısı da haliyle fazla oluyor. Her bayram çocuklarımızın elinden tutup akraba akraba dolaşırdık. Onlarında buralara karşı bizimki gibi bir sevgisi, bağlılığı olsun isterdik. İş güç torun torba derken sonraları seyrekleşti gidip gelmelerimiz. Tatile giderken ya da gelirken senede bir iki defa nostalji olsun diye uğrar olduk. Tabi oraya gidip de ayran tost ya da kokoreç yemeden olur mu? Aslında her beş eylülde gidip görmeyi çok istemişimdir. Ama olmadı tabi. Sonra, biliyorsun yurt dışına gittim. Tam yedi yıl olmuş görmeyeli. Son zamanlarda çok değiştiğini, geliştiğini söylediler. Doğrusu merak ettim.    S
Gelecekten gelen mektup

Aziz dost, Sana bu kez 2027 yılının 5 Eylülünden, Susurluk’tan yazıyorum. Bilirsin memleketimi severim, ailemin kökleri seninkiler gibi oradadır. Eskiden daha sık giderdim, özellikle de babam annem sağken. Gençtim tabi o zamanlar. Eşim de Susurlukludur biliyorsun. Eh iki taraf ta aynı memleketten olunca akraba sayısı da haliyle fazla oluyor. Her bayram çocuklarımızın elinden tutup akraba akraba dolaşırdık. Onlarında buralara karşı bizimki gibi bir sevgisi, bağlılığı olsun isterdik. 

İş güç torun torba derken sonraları seyrekleşti gidip gelmelerimiz. Tatile giderken ya da gelirken senede bir iki defa nostalji olsun diye uğrar olduk. Tabi oraya gidip de ayran tost ya da kokoreç yemeden olur mu? Aslında her beş eylülde gidip görmeyi çok istemişimdir. Ama olmadı tabi. Sonra, biliyorsun yurt dışına gittim. Tam yedi yıl olmuş görmeyeli. Son zamanlarda çok değiştiğini, geliştiğini söylediler. Doğrusu merak ettim.  

Sağ olsunlar, her yıl 5 Eylül etkinlikleri için davet ederler. Bu yıl davet eden Belediye Başkanı genç bir delikanlı. Kendini iyi yetiştirmiş, çok çalışkan. Sanırım rakip görüştekiler de dahil herkesçe seviliyor. Bizzat telefon edip “Abi mutlaka gelmelisin, Susurluk Allahın izniyle zor günleri aştı. Sizlerin de gurur duyacağı çok güzel gelişmeler var. Gel, bu tarihi günde bizimle birlikte ol” dedi. “Peki”, dedim “inşallah geleceğim, ben de merak ediyorum neler yapmışsınız.” Kapıkuleden yurda girdikten sonra doğru yeni yapılan ‘18 Mart Çanakkale’ köprüsüne yöneldim. Görmeyeli Edirne’den köprüye kadar yeni bir otoyol yapılmış. Oraya vardığımda gerçekten tüylerim diken diken oldu. Bu olağanüstü eserle milletim adına iftihar ettim. Azizim, müthiş bir şey! Anlatmakla olmaz. Görmek, üzerinden geçmek lazım. Lapseki tarafına geçtiğimde hala dönüp dönüp köprüye bakıyordum. Dedesi gibi fotoğrafa meraklı torunum bol bol resim çekti. Derin bir nefes aldım, ülkemin eski günleri geçti aklımdan “Allah yapanlardan, emeği geçenlerden razı olsun” dedim sessizce. 

Biraz dolaşmalık oldu ama Bandırma’yı görmek, sonra da otoyola girmeden eski yoldan Susurluğa ulaşmak istemiştim. Dışardayken uluslararası Tekirdağ limanı ile Bandırma limanının bağlantısı hakkında biraz okumuştum. Yeni liman uzaktan bile muhteşem görünüyor. En az 5 gemi saydım yükleme yapan. Etraf dizi dizi konteyner doluydu. İhraç malları olmalılar. Buradan Tekirdağ limanına, oradan da yurt dışına gidecekler. Bandırma çıkışından kuş cennetinin olduğu Manyas gölüne kadar çift taraflı fabrika, tesis ve depolar sıralanmış. Ben bu manzarayı biliyordum ama sanki Susurluğa doğru daha bir uzamışlar gibi geldi bana. Şaşırtıcı da gelmedi aslında, bu bekleniyordu. Nasıl olsa olacaktı bu taşma. Tam “gölü göreceğiz, burası da kuş cenneti” demeye kalmadı sağımızdan şimşek gibi metalik bir şeyin hızla şarlayıp aktığını gördük. Yüksek hızlı trenmiş, önümüzde kayboluverdi. Elbet YHT görmemiş değildim ama eskiden memurken sıkış tepiş bindiğimiz köhne Bandırma-İzmir trenlerini hatırlamıştım bir an. Yüksek hızlı tren, hem de bu hatta ha! Vallahi bravo! Bir vakitler duymuştum galiba olacağını. Ama böyle birdenbire karşılaşıvereceğini düşünemiyor işte insan.

Fakat beni asıl şaşırtan şey Karadere’den sonra dizi dizi sıralanmış yeni tesis ve işletmeler oldu. Ilıca boğazı ve Kepekler’de 3 yıldızlı, 4 yıldızlı yeni termal oteller yapılmış. Levhalar tedavi amaçlı bu tesislere insanları davet ediyor. Okçugöl’den sonra yol boyu daha birçok işletme gördüm. Hızla geçtiğimiz için çoğunun tarıma dayalı işletmeler olduğunu zannediyorum. Galiba bazıları da makine ve elektronik üretim tesisleriydi. Üzerinde yol aldığımız bölünmüş, eski tabirle duble yol mükemmel denilebilecek kalitede. Bir anda kendimizi lojistik bölgenin arasından geçer bulduk. Anlaşılan lojistik tesisler Okçugöl’den Yahyaköy’e kadar geniş bir alana yayılmış.  Yola paralel entegre tesisler, büyük depolar, soğuk hava ve paketleme işletmeleri, üst üste istiflenmiş konteynerler, tır filoları gözümün önünde bir film şeridi gibi geçip kayboldular.
      Fakat beni asıl şaşırtan şey Karadere’den sonra dizi dizi sıralanmış yeni tesis ve işletmeler oldu. Ilıca boğazı ve Kepekler’de 3 yıldızlı, 4 yıldızlı yeni termal oteller yapılmış. Levhalar tedavi amaçlı bu tesislere insanları davet ediyor. Okçugöl’den sonra yol boyu daha birçok işletme gördüm. Hızla geçtiğimiz için çoğunun tarıma dayalı işletmeler olduğunu zannediyorum. Galiba bazıları da makine ve elektronik üretim tesisleriydi. Üzerinde yol aldığımız bölünmüş, eski tabirle duble yol mükemmel denilebilecek kalitede. Bir anda kendimizi lojistik bölgenin arasından geçer bulduk. Anlaşılan lojistik tesisler Okçugöl’den Yahyaköy’e kadar geniş bir alana yayılmış.  Yola paralel entegre tesisler, büyük depolar, soğuk hava ve paketleme işletmeleri, üst üste istiflenmiş konteynerler, tır filoları gözümün önünde bir film şeridi gibi geçip kayboldular.
        Bandırma çatırığından dönüp Şeker fabrikasına yöneldiğimizde bir levha ilişti gözüme: “İyi insanların şehri Susurluğa hoş geldiniz. Sizi misafir etmeden, köpüklü ayranımızı içmeden, tostumuzu yemeden bırakmayız.” Daha ben bu çarpıcı karşılamayı hazmedememişken Dört Mevsim’in yanında Balıklıdere’ye doğru birkaç tane daha yeni tesis kurulmuş olduğunu fark ettim. Tırlar da var. Bu arada internete dalmış olan torunum yüksek sesle bir şeyler okudu arkamdan: “Burada ‘süt ve et ürünlerimizi, taze sebze meyvemizi ve yöresel lezzetlerimizi de keşfedeceksiniz. Misafirperver insanımızı tanıdıkça daha fazla Susurluk’ta kalmak isteyeceğinizden eminiz. Bu arada gezmeye doyamayacağınız doğal güzellikler de sizi bekliyor. Bagajınızda yer açın, almadan gitmeyeceğiniz farklı ürünlerimizle dolacak’ yazıyor dedecim.” Gözüm şeker fabrikası tarafında kulağım torunumda. Omuzuma eğilip “Dede Susurluk’ta kalacak mıyız?” diyor bu defa da. Keyifle gülümsüyorum: “İnşallah kızım, inşallah.”

Şeker Fabrikasına yaklaşırken dikkatim bir an için otoyol çıkışına takılıyor. Rampayı tırmanan iki tır birkaç da araç görüyorum, hareket halindeler. Tekrar fabrikaya odaklanıyorum. Fakat o da ne? Kantarın olduğu yöndeki girişte ‘ŞEKER YEM’ levhası var. Gözlüklerimi düzeltip anlamaya çalışıyorum; burası yaş ve kuru küspe tesisi olmuş galiba. 

Şaşkınlığımı atmaya çalışırken, bu defa da fabrikanın olduğu yerde yoğun bir inşaat faaliyeti olduğunu fark ediyorum. Caminin yanındaki kapıda bir başka levha: ‘ŞEKER KİMYA’ yazıyor. “Allah, Allah! Neler olmuş burada?” Demeye kalmıyor fabrikadan aşağıya sallanınca Susurluğu görüveriyoruz karşıdan. Eskiden bu yolda sağlı sollu birkaç mola tesisi, birkaç depo, bir de üç yıldızlı otel hatırlıyorum. Ama şu anda iki taraflı çok sayıda bina yapılmış. Neredeyse hiç boşluk kalmamış yol boyu.  Yapıların hemen hemen hepsi tek katlı depo türünden binalar. İçlerinde ambalaj ve paketleme tesisi ile soğuk hava deposu bile var. Ulusoy hala çalışıyormuş, Köfteci Yusuf da dopdoluydu. Sol tarafta da bir tesis gördüm ama adını tam okuyamadım. Ayran evine geldiğimizde bir şey daha fark ettim: Küçük stantlar halinde yöresel ürün satanlara yer verilmiş bahçede. Sanırım aynı şeyi yol kenarındaki diğer tesis otoparklarında da görmüştüm. Doğrusu Ayran evinin hala faaliyette oluşuna sevindim, sergilerin çoğunda kadın gördüğüme de. Işıklardan hareket ettiğimizde artık karşıda Yasa levhası görünmüştü. “Helal olsun Nuri’ye” dedim “Akıllı, girişimci, çalışkan adammış”. Akçay’da ve otoyolda da ilk tesisi o açmıştı. İleriyi görebiliyormuş. Tam bu sırada solda büyük yeşil bir alan dikkatimi çekti. Galiba ıslah edilen derenin bu yakasına park yapılmış. “Evvet!” dedim yüksek sesle: “İşte bu be, işte bu!” Arabadakiler hep “Ne oldu?” diye bana baktılar. Işıklardan kalacağımız otel Mut’a dönerken seslice güldüm: “30 sene önce bir arkadaşım bunun hayalini kurmuştu. Ben de “hadi be!” demiştim. Vallahi yapmışlar”. Otelin önünde durduk. Bizi Şafak bey karşıladı. Eskisini yıkıp yerine dört yıldızlı daha büyüğünü yapmışlar. “Hayırlı olsun” dedim, selam vererek. “Abi sağol, ama acele etme burada daha çok hayırlı olsun diyeceksin, sakın şaşırma! Haydi buyrun”.

Azizim, o akşam eski dostlarla bir araya geldik, özlemişiz. Öyle şeyler anlattılar ki, sen bile bu kadarını hayal edememiştin. Demek önündeki taş kaldırılınca su yolunu bulabiliyormuş. Epeydir memleketten uzaksın. Merak ettiğini de biliyorum. Ama sana bunları sayfalar boyu anlatsam bitiremem. Görmeden, yaşamadan da tam anlaşılamaz ki zaten. Bak dinle! Şeker Fabrikası ve Yörsan’a bizzat halk sahip çıkmış. Pancar kooperatifi, Ziraat odası, sendika bir olup kendilerine yatırımcı ortak bulmuşlar. Pancar kesme kısmı yem fabrikası olmuş. Şeker kısmına da melasa dayalı bir kimya tesisi kuruluyormuş. Yörsan’ı da 2022’de ağırlığı süt üreticileri ile Susurluk tüccar ve esnafında olmak üzere ülkenin önde gelen bir gıda firması ortaklık kurarak satın almışlar. İlk iki yıl zor geçmiş ama 2025’ten bu yana yine Yörsan markasıyla ve maksimum kapasite çalışıyorlarmış. Yörsan’ın yanındaki Küçük sanayi sitesi Endüstri Meslek lisesiyle bütünleşerek harıl harıl üretim yapar hale getirilmiş. Eski kışlanın olduğu yerde kurulan 17 Eylül Üniversitesi Susurluk kampüsü de biri İletişim diğeri de Hukuk olmak üzere iki fakülte ve 2 yüksekokulla faaliyetteymiş. Şimdiden 1500 öğrencisi varmış üniversitenin. Şimdi de bir Türk müziği konservatuvarı kurmak istiyorlarmış. Malum Susurluğun müzisyenleri meşhurdur. Nasıl, hoşuna gitti değil mi? Şimdi sıkı dur! İstanbul sanayisinden bir gurup yatırımcı Ömerköy’de özel OSB kuruyorlarmış. 2029 yılına kadar da 3 fabrika, 4 orta ölçekli işletme tesisi yapılacakmış. Aziz kardeşim, müthiş bir şey bu. Düşünebiliyor musun? Demek oluyor ki Susurluk için tam 2000 kişilik yeni istihdam kapısı açılıyor. Bu güne kadar toplam 1200 kişiye iş imkânı sağlanmış zaten. İki yıl içinde OSB’de dahil olmak üzere yatırımı süren planlanmış fabrika ve tesislerde toplam 3500 kişiye daha ekmek verilecekmiş. Ne güzel haber değil mi? 

Daha da neler neler…Mesela Yenilenebilir enerji konusunda iddialılar. Özellikle de güneş enerjisi panellerinin tesis ve montajında daha şimdiden çalışan firma sayısı 6’yı bulmuş. Bir “alternatif turizm” hikâyesi dinledim ki akla ziyan. Köyleri kendi doğallığı içinde yerli turiste açmışlar. Dolaşıyorsun, misafir ediyorlar, yiyor içiyorsun. İstiyorsan tarlada bağda bahçede çalışıyorsun. Küçük çaplı turlara katılıp Çataldağa çıkıyorsun, Gürece göletinde balık yutuyorsun, Çaylak mesire yerinde mangal yapıyorsun. Sonra da bagajını peynirinden tarhanaya, fasulyeden domatese, Allah ne verdiyse doldurup dönüyorsun. Var mı böyle bir güzellik? Yok değil mi. Dahası da var ama en iyisi sana 5 Eylül etkinliklerinde kürsüye çıkan Belediye Başkanının konuşması hakkında bir gazete kupürü göndereyim. Susurluğun REİS gazetesinde yayınlanmıştı. Gözlerin aydın dostum. Seni çok dinlemişliğim var, burada neredeyse bütün rüyaların gerçek oluyor. İnşallah en kısa zamanda yine burada bir 5 Eylülde görüşmek üzere. Çok çok selam.

yyalcin3@gmail.com

31 Ağustos 2020 Pazartesi

01 Eylül 2020 Salı 23:00 CORONA GÜNLERİ..........................................Yazmaya dair

Bir taraftan artan vaka ve ölüm sayıları, öbür yanda Giresun'daki sel felaketi. Yetmiyormuş gibi durduk yerde Yunanistan'la artan gerilim. Sinir uçları o kadar oynanıyor ki "savaş" kelimesi sanki bir bilgisayar, ya da satranç oyunu gibi olağanlaşıyor. Oğlumun son kitabı "Kuş lokumu sözlüğü" da nihayet çıktı. Çok uzun zamandır basılmayı bekliyordu.  Üzüntü, umut, gerginlik, rehavet, sevinç ve korku duygularımız birbirine karışmış durumda. Bakarsan karmakarışık bir dünya var ortada. Savaşların, darbelerin, ülkeler üzerinde yürütülen operasyonların, savaş kışkırtan söylemlerin, felaketlerin arasında yaşıyoruz. Böylesi bir ortamda yarın "1 Eylül Dünya Barış Günü"ymüş! Nasıl? Şaka mı, hayır şaka yapmıyorum.
Yazar olmak

Bir taraftan artan vaka ve ölüm sayıları, öbür yanda Giresun'daki sel felaketi. Yetmiyormuş gibi durduk yerde Yunanistan'la artan gerilim. Sinir uçları o kadar oynanıyor ki "savaş" kelimesi sanki bir bilgisayar, ya da satranç oyunu gibi olağanlaşıyor. 

Oğlumun son kitabı "Kuş lokumu sözlüğü" de nihayet çıktı. Çok uzun zamandır basılmasını bekliyorduk. Çok sevindik tabi ki. Artık üzüntü, umut, gerginlik, rehavet, sevinç ve korku duygularımız birbirine karışmış durumda.

Aslına bakarsak karmakarışık bir dünya var ortada. Kaos sadece bizlerin ruh dünyasında yok. Ülkeler de her biri başka sebepten birbirleriyle didişip duruyorlar. Savaşların, darbelerin, ülkeler üzerinde yürütülen operasyonların, savaş kışkırtan söylemlerin, felaketlerin arasında yaşıyoruz. Böylesi bir ortamda yarın "1 Eylül Dünya Barış Günü"ymüş! Nasıl? Şaka mı, hayır şaka yapmıyorum.

Epeydir dünya siyasetinin fırtınalı havasına kapılmamayı öğrendim. Dünyada gün geçmiyor ki bir felaket haberi almayalım. Her an bir kriz, her hafta bir gerginlik. Algılarımız üzerinden yürütülen acaip bir sanal mücadele var ortada. Üstüne ilave olarak bir de salgın afeti yaşıyoruz dünya olarak 8 aydır. 

 

Durup derin bir nefes alıyorum kendime gelmek için. Doğru, son yıllarda böyle pek çok türbülans yaşadık. Biri bitti, ikisi üçü geldi üstümüze hep. Adeta dalgalı denizde yol alan gemi gibiyiz. Kendimizi bu havaya çok kaptırırsak başımızın dönüp midemizin bulanması kaçınılmaz. Oysa hayat devam ediyor ve siyaset bu iş için var. 


Birilerinin de yazması lazım olup biteni. Bazısı siyasi, kimileri bilimsel, bir bölümü edebi hatta mizahi yönden ayna tutacaklar içinde yaşadıkları zamana. Bu anlamda yazar kısmının ne dolduruşa gelmesi, ne de gaza gelip birilerinin kayığına binmesi kabul edilemez. Hiç olmazsa onların düşündüklerini, algıladıklarını hür ve özgün biçimde ortaya koyması gerek. Bu olsa da olur olmasa da türünden bir şey değil. Yazar ve "yazı" hayatın rengi, tadı olduğu kadar devamı için de bir zorunluluk.


Yazarlık bir meslek değil, yazmak da bir iş değil. Kendimden bahsetmiyorum, ben zaten emekli yöneticiyim. İhtisasım Kamu yönetimi, bu konuda yüksek lisans uzmanlık diplomam var. 35 yıl kamuda görev yaptım. 7 müdürlük, dört daire başkanlığı kısa süreli olsa da müsteşar yardımcılığı yaptım. Şimdi yazıyorum diye kendimi asla bir yazar olarak görmedim, görmem de.
Yazmanın arka planı

Yazarlık bir meslek değil, yazmak da bir iş değil. Kendimden bahsetmiyorum, ben emekli yöneticiyim, mesleğim bu. İhtisasım da Kamu yönetimi. Bu konuda yüksek lisans uzmanlık diplomam var. 35 yıl kamuda görev yaptım. 7 müdürlük, dört daire başkanlığı kısa süreli olsa da müsteşar yardımcılığı yaptım. Şimdi yazıyorum diye kendimi asla bir yazar olarak görmedim, görmem de. 


Gençken de yazardım; günlük, şiir, deneme, hatta makalelerim var. Memuriyette de aslında sürekli bir şeyler yazdım. Ama bunlar görevle ilgili şeylerdi. Resmi yazılar yazdım, bilanço ve mali tablolar düzenledim, brifing ve faaliyet raporları yazdım, denetçi olarak denetim raporları verdim vs. 


Emeklilikten sonra yeniden sevdiğim şeyi yapıyorum. "Yazmak" benim için bir iş değil, ama ancak "varoluş" diye niteleyebileceğim doğal bir eylem. Hoş eşim için yazdıklarım zaten hiç bir zaman "çalışmak" olarak görülmedi. Ona göre çalışmak para kazanmaktır, bu kadar basit. Aslında bir yemeği yaptığında, evini temizlediğinde kendisini nasıl hissediyorsa ben de bir yazıyı bitirdiğimde kendimi öyle hissediyorum.


Bir eser ortaya koymak, yazarak hayata not düşmek kendimi iyi hissettiriyor. Bu duyguyu mesleğimde de hep yaşadım. Yılın sonunda çıkan bilançoyu, ya da kitap çapında bir raporu elime aldığımda evladı olan bir anne gibi mutlu olmuşumdur. Düşünsenize daha önce mevcut olmayan bir metin ya da şiir sizin kafanızdan, yüreğinizden ve elinizden doğmuş. Ne kadar hoş bir duygudur bu.


Oğlumu da bu nedenle çok iyi anladığımı sanıyorum. Aslında bir bakanlıkta çalışıyor. Ancak okuyamazsa, yazamazsa kendini kötü hissettiğini biliyorum. Her şeyden evvel çok iyi bir kitap okuyucusu. Şu ana kadar 3 romanı, 1 çocuk kitabı ve son olarak da "Kuş Lokumu Sözlüğü" basıldı. You tobe'da "Sesli hikayeleri yayınlanıyor. Zaman zaman dergilerde de haftalık aylık yazıları çıkıyor. Alanı mizah edebiyatı denilebilecek bir tarz. Yazarlık bir işse onun buna daha yakın olduğunu düşünüyorum. Ama, kitabının basılması ve satılmasından daha fazla "yazmaya" olan bir tutku görüyorum.O konular zaten biraz sancılı.


Ben kendi açımdan yazdıklarımın ticari olarak basılmasıyla ilgili değilim. Para kazanmak gibi bir amacım ya da kaygım yok. Yazdıklarım face'de ve blog'umda herkese açık vaziyette. Okuyan olursa tabi ki memnun oluyorum ama okuyanların sayısının azlığını da sorun etmiyorum. Şu ana kadar 4 kitap yaptım. Hazırda da üç kitaplık birikmiş var. Yazmayı kendime, kitaplarımı da evlatlarıma ve torunlarıma adıyorum. Onların okuması benim için yeterli.