10 Temmuz 2015 Cuma

237 10 Temmuz 2015 Cuma 18:30 KAYIP DEFTER'den....................Müdür gidiyor !

Müdür gidiyor !

Yurtta Futbol
Kemal abi sahanın bakımı ile bizzat ilgileniyordu. Antrenman müsabakaları yapan takımları zaman zaman uyarıyor, sahanın bakımı ve temizliği konusunda onların da desteğini almaya çalışıyordu. Bizden önce saat alıp oynayan takımlar için bitiş düdüğünü çalıp kenarda sahaya girmek için bekleyen bizi de durdurarak hepimize şöyle söylediğini hatırlıyorum.

"Sahamız çok güzel değil mi ? Ama biliyorsunuz geçen sene böyle değildi. Atalarımız 'bakarsan bağ bakmazsan dağ olur' demişler.  Ne kadar doğru. Geçen yaz traktörle sürüp yeniden toprak serdik, çim ektik buraya. Bırakın koşmayı, o engebeli zeminde yürümek bile zordu. O kadar kötüleşmişti yani. Siz deli misiniz, boşuna uğraşmayın dediler bize. Ama çalıştık çabaladık, işte sahamız böyle güzel oldu. İnşallah önümüzdeki hafta yurtta ilk bahar futbol turnuvasını burada düzenleyeceğiz. Müdür bey de sağolsun çok destek verdi bize. Ama sizden ricam, üzerinde koşup oynadığınız bu sahayı kendi eviniz, kendi malınız gibi koruyup gözetin. Sahiplenin ki siz yararlandığınız gibi sizden sonra gelecek gençler de aynı keyfi yaşayabilsin. Hiç birinizi buraya zarar verirken görmek istemiyorum. Ayrıca, üzerinize düşen görevleri de yüksünmeden yerine getirin. İlginize, sevginize şimdiden teşekkür ederim. Hadi bakalım siz teriniz soğumadan duşlara, siz de çıkın bakalım oyuna. Görelim marifetlerinizi. Kanatlarınız uçabilmek için yeterince tüylenmiş mi anlayalım."

Kemal abi bu yıl doktora yapmak için hazırlanıyordu. Yurtta bu yıl yedinci senesiymiş. O bu yurdun adeta bir parçası gibiydi.  Öğrenci üzerinde yönetim memurlarından bile etkiliydi. Birçoğu ona "abi" diye hitap ediyordu. Üniversitede de aynı şekilde sevilip itibar görüyormuş. Başta futbol olmak üzere onların spor etkinliklerinde de var. Bütün futbol maçlarında onu hakemlik yaparken görürdük.

Onun insani yönlerini, abiliğini de yakından biliyorduk. Arkadaşlarını koruyup kollayan vefalı dostluğu vardı. Bu yurdun huzuru, gelişmesi ve daha iyi bir ortam haline gelmesi için katkılarını da görmüştük. Geçen yıl daha bu gelişmeler olmamışken bize şöyle dediğini çok net hatırlıyordum: "Bakın göreceksiniz, daha neler olacak neler. Basketbolundan, masa tenisine, satranç şampiyonasından konserlere, gezilerden futbol turnuvasına  kadar pek çok şey göreceksiniz. Ama, unutmayın biz size nasıl bırakıyorsak siz de kendinizden sonrakilere daha iyisini bırakacaksınız. Yoksa karışmam bak !"

Futbol turnuvası kurulan yirmibir takımla başladı. Bunların üç tanesi türki öğrenciler tarafından oluşturulmuştu. Elemeler toprak sahadan çim sahaya dönüşen alanda yapılıyordu. Her gün saat üçte ve beşte iki maç kıyasıya mücadele ediyorlardı. Kazanan on takım birbirleriyle eşleşerek gelecek hafta çeyrek final için karşılaşacaklardı. Her takım kendi imkanlarıyla formalarını temin etmişlerdi. Maçlara yoğun bir seyirci desteği vardı. Tabi ki Kemal abi de yine hakemdi.

Perşembe günü bizim takım maça çıktı. Levent abi ve Orhan ilk onbir arasındaydılar.  Hamit, Okan ve ben yedekte,  Mehmet, Hasan ve Metin ise tezahürat ekibindeydiler. Başlama düdüğü çaldı, maç başladı. Rakibimiz bayağı iyi çıkmıştı. Top Orhan'ın ya da Levent abinin ayağına geldiğinde ayağa fırlayıp "Haydi Orhan !, Levent abi bas çalımı at golünü, yaşa ! Bravo !…" diye bağırıyorduk. Hale ve Banu da aramızdaydılar. Onlar da alkış tutarak, tezahürat yaparak takımımız mavi kanatlara destek oluyorlardı.  l 

İlk yarıda denklik bozulmamış 1-1 berabere bitmişti. İkinci yarı daha çekişmeli geçti. 2-1 öne geçmiştik. Maçın sonlarına doğru Levent abi çıkmak istedi, ben oyuna girdim. Bir gol kaçırdım, ama üç tane orta yaptım. İkisi gol oldu.  Sonuç 4-2 olmuş kazanmıştık. Yendiğimiz takımı iyi oynadıkları için kutladık. Bizim ekipte alkış, tezahürat gırla gidiyordu.  Mavi kanatlar uçmaya başlamıştı, artık çeyrek finalde oynayacaktık.

Çeyrek final karşılaşmalarında bizim maçımız Salı günü olacaktı. Rakibimiz A Bloktan çıkmıştı. Takımlarının adını mor füzeler koymuşlar. Daha çok mühendislik fakültesi öğrencilerinden oluşmuş bir takımdı. Levent abinin dediğine göre bayağı sıkı bir ekip olduğunu öğrenmiştik. Bu yüzden takımda Hamit abinin de oynamasına karar verildi.

Botan takımı
Bu arada adını botan koyan yeşil kırmızı sarı formalı bir takım çok konuşuluyordu. Onlar da çeyrek final karşılaşmasını Çarşamba günü oynayacaklardı. Halil abiden duymuştuk oldukça iddialıymışlar. O günlerde botan lafı çok farklı anlamlar çağrıştırıyordu. Bu nedenle de sadece alacakları sonuç değil maçlarda kendilerine gösterilecek tepki de merak ediliyordu. Kemal abinin herhangi bir olay çıkmaması için Halil abiyle uzun uzun konuştuğunu da biliyorduk.

Rakibimiz oldukça zorlu çıktı, bizi elediler. Ertesi günü yapılan karşılaşmada ise botan takımı yine kazanmıştı. Bizim biraz moralimiz bozuktu maça gidemedik, ama duyduğumuza göre hiç bir sorun çıkmamış. İkinci haftanın sonunda yarı finalde karşılaşacak takımlar eşleşmiş, heyecan doruğa çıkmıştı. Cumartesi günü yapılan maçlarda botan takımı yine kazanmış, finalde mor füzeler takımıyla mücadele etmeye hak kazanmıştı. O akşam gerçekten heyecan tavan yapmış durumdaydı. Pazar günü yapılacak maç şampiyonu belirleyecekti.

Grubumuz maç saatinden çok önce tribünlerdeki yerini almış havaya girmişti bile. Hepimiz mor füzeler takımının taraftarıydık. Botan takımının taraftarları da bayağı kalabalık ve canlıydılar. Bir ara karşılıklı atılan sloganlar ortamı gerdi gibi. Hemen Kemal ve Halil abi gerekli uyarıları yaptılar. Ortam sakinleşti. Bu arada Müdür bey, yanında dört yardımcısı ve kalabalık bir Yönetim Memuru grubuyla gelip onlar için ayrılmış yere oturdular. Takımlar santra çizgisinde birbirlerinin elini sıkıp başarılar dilediler. Yazı tura atıldı, takımlar kalelerine geçtiler ve Kemal abinin başlama düdüğüyle maç başladı.

Maç başlar başlamaz karşılıklı iki gol atıldı. Bu taraftarların adrenalini yükseltmeye yetmişti. Takımlar da karşılıklı hareketlenmişlerdi. Gerçekten çok iyi bir maç seyrediyorduk. Kemal abi disiplin içinde ve adil bir şekilde maçı yönetiyordu. En ufak bir kural dışılığa müsamaha etmiyordu. Bu yüzden iki takımın da oyuncularından bazıları peş peşe iki sarı kart gördüler. Ondan sonra oyun kontrollü gitmeye başladı. Botan takımının attığı bir frikik golüne, mor füzeler kornerden atılan şık bir golle cevap verdiler. Durum 2-2 olmuştu. Bir o bir diğeri kale önüne geliyor ama sonuç alamıyordu. Adeta bir basketbol maçı seyrediyor gibiydik. Nitekim, ilk yarının son dakikalarında bu hızlı performanstan her iki takım da yorulmuş görünüyordu.

İkinci yarıya çıkan takımların yarı yarıya yenilendikleri görüldü. Sarı kart gören, sert oynayan, kuralları zorlayan oyuncular kenara alınmışlardı. İkinci yarı her iki takım da dikkatli bir oyun tutturmuşlardı. İlk gol yine botan takımından geldi. Soldan gelen ortaya kafayla yükselen botanlı oyuncu topu mor füzeler takımının ağlarına göndermişti. Mor füzeler takımı buna on dakika içinde iki golle karşılık verdiler. Özellikle son gol bütün seyircileri ayağa kaldıracak kadar güzeldi. Bir orta saha oyuncusu santra çizgisinden söküp getirdiği topu botan takımının sıkı savunmasına rağmen kaleciyi de ters köşeye yatırarak gerçekten füze gibi bir vuruşla filelere gömmüştü. Skor 4-3 olmuştu, heyecansa tavandaydı.

Artık maçın ibresi mor füzelerden yana dönmüştü. Onların morali bozulmuş, mor füzeleri ise adeta daha da ateşlemişti. Maçın bitiş dakikalarına yakın bir gol daha attılar. Şampiyon artık belli olmuştu. Bizimse bağırmaktan sesimiz kısılmış, bir oturup bir kalkmaktan ve heyecandan dizlerimizde mecal kalmamıştı.

Kemal abi bitiş düdüğünü çaldığında havaya zıplayanlar, birbirlerine sarılanlar, hatta ağlayanlar birbirine karışmıştı. Bu arada çok şaşırtan bir şey oldu, botan takımı oyuncuları kazanan mor füzeler ekibini başarısından dolayı kutladı.  Onlar da botan takımı oyuncularını ellerini havaya kaldırarak seyircileri selamladı. Bu manzara seyirciyi daha da coşturdu. Müdür beyin bile kupa vermek üzere yanlarına gittiğinde onlara katıldığını gördük. Dayanılacak manzara değildi. Levent ve Hamit abiler ayakta alkışlıyor, Orhan'ın artık bağırmaktan sesi kısılmış, kızlar çığlık çığlığa zıplıyor, Okan'la Hasan'sa birbirine sarılmış, bıraksak Metin sahaya fırlayacak zor zaptediyoruz. Mehmet'in gözlerindeki yaşlarsa sicim gibi yanaklarından süzülüyordu. Duygulu, hassas kardeşim benim !..Hem gülmek hem ağlamak nasıl oluyor o gün ondan canlı olarak görmüş oldum.

İlk üçe kupaları verildi. Türkmen oyuncuların oluşturduğu bir takıma ise ayrıca özel bir sempati çiçeği düşünülmüştü. Bu coşkulu tablo yaklaşık bir saat boyunca kalabalığı orada tuttu. Nihayet Müdür bey ve ekibini takip eden kalabalığın bir kısmı kantine bir kısmı da bloklara dağılarak alanı boşaltmış oldular. O gece ve takip eden hafta yurtta gündem futbol turnuvasıydı. Hem kazasız belasız yapılabilmiş olmasından memnunduk,  hem de son derece güzel maçlar seyretmiştik. Özellikle finalde yaşadığımız heyecanın tadını unutmamız mümkün değildi. Hele de maçın sonunda ve törende yaşanan manzaralar herkesin göğsünü kabartmıştı. Turnuvanın mağlubu yoktu, olmazlar olmuş, spor ve kardeşlik kazanmıştı. 

Ayrılık Olmasaydı
Haziran ayının ilk haftası Kurban bayramıydı. Memlekete gidip geldik. Bu sefer biraz buruk ayrılmıştık yurttan. Biz çantalarımızı toplarken Türki öğrenciler gidememenin verdiği özlemle bakıyorlardı bize. İyi kötü arkadaşlıklarımız bayağı ilerlemişti. Eskiden olsa gürültüyle, şen şakrak çıkardık odalarımızdan. Merdivenler bavul, çanta tıkırtıları, arkadaş şakalaşmaları ile şenlenirdi. Bu sefer sessizce, adeta ayaklarımızın ucuna basarak çıkmıştık yurttan. Onların garipliklerine kimse tuz biber ekmek istememişti.

Aslında bayram ayın birinde Salı günü başlıyor, Cuma günü bitiyordu. Fakat, -öğrencilik böyle bir şey işte-çantasını kapan daha Cuma akşamından, cumartesi gününden sıvışmıştı. Sanırım arefe günü yurtta sadece Türki öğrenciler kalmış olmalıydı.

Döndüğümüzde hepsi gözümüzün içine bakıyordu. Sanki onlara memleketlerinden, anne babalarından haber getirmişiz gibi. ‘Kurban bayramında ne yaparsınız, ne yer ne içersiniz ?’ gibi sorular peşpeşe geliyordu. Bir kaç gün bu muhabet hemen hemen bütün odalarda, yemekhenede, kantinde revaçtaydı. Biz de anlattıkça anlattık…anlattık…Birşeyleri olanlar paylaştı getirdiklerini. Özellikle kavurmalar kuru kuru ekmek arası yapılıp kısa zamanda tüketildi.

Haberi bu sırada duyduk işte: ‘Müdür gidiyormuş !..’Neymiş ? Neden gidiyormuş ? Ne zaman, nereye gidiyormuş ? soruları diğerleriyle yer değiştirdi çabucak. İşin ilginç yanı haberi Türki öğrencilerden almıştık. Onlar da bayramda öğrenmişler. Kimse aslında net bir şey bilmiyor. Ancak, yurtta garip bir hava var. Özellikle Türki öğrencilerin üzüntülü halleri yüzlerinden okunuyor. Bir yandan da kendileriyle onca ilgilenen bu adam giderse neler olabileceğini anlamaya çalışıyorlar sanırım.

Haziranın ortalarına doğru haber doğrulandı. Ay sonunda yurtta yapılması planlanan sene sonu eğlence gecesi adeta bir veda gecesi gibi hazırlanıyordu. Müdürün Sakarya Üniversitesine Daire başkanı olarak gideceği kesinleşmişti çünkü. Selim abiye tertip komitesinden bir öğrenci anlatmış: Müdür’ün muvafakatı verilmiş, artık Sakarya üniversitesine atamasının yapılması bekleniyormuş.

Gece için kantinin sağ yanındaki küçük anfi tiyatro hazırlanmıştı. Yaz akşamı hava çok güzeldi. Işıklar içinde bir açık alan ve ortada görkemli bir çadırlı sahne hazırlanmıştı. Alan, daha başlama saati gelmeden yüzlerce öğrenci tarafından tıklım tıklım doldurulmuştu bile. 

Bu defa organizasyonda ve programda Türki öğrenciler de vardı. Hepsi heyecanla sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Nereden bilsinlerdi o gecenin aynı zamanda yurda  bir perde gibi ineceğini.

Misafirler gelmiş, program başlamıştı. Her şey çok güzeldi. Şiirler okunuyor, şarkılar söyleniyor, fıkra ve muziplikler ard arda geliyordu. Öğrenciler coşku içindeydiler. Bir ara sahnenin sol yanında bir birikme oldu. Müdürün bir iki yardımcısıyla o tarafa gidip birşeyler konuştuğunu fark ettim. Bu arada kendisi de mikrofona davet edilmişti.

Sahnenin ortasına gelmiş, elinde mikrofon karşısındaki öğrenci kitlesine bakıyordu. Arkasında bir sandalyeye elinde bağlama bir öğrencinin oturduğunu gördük. Bazı öğrenciler alkışlayacak oldu, ama durumda bir gariplik vardı. Alana bir sessizlik çöktü. Önce bağlama bir türkü çalmaya başladı. Ardından, Müdür mikrofonu yaklaştırdı ve söylemeye başladı.

Şu kampüsün kapısına/Mail oldum yapısına/Telli kurban bağlayayım/Şu yurdumun kapısına
Yüce dağlar olmasaydı / Laleleri solmasaydı / Ölüm Allah'ın emri de / Şu ayrılık olmasaydı

Bağlama gerçekten çok güzel, çok duygulu çalıyordu. Müdür de sanki türkü söylemiyor, bir veda konuşması yapıyor gibiydi. Herkes durumu anlamıştı. Nitekim, ilk dörtlüğün bitimine doğru alandan büyük bir alkış koptu. Öğrenciler hem yaşadıkları şoku, hem de türkünün duygu yoğunluğunu yansıtıyorlardı. Müdür aynı ses tonu, aynı vurgu ile ama türkünün bazı kelimelerini değiştirerek ikinci kıtayı söylemeye devam etti:
  
Kara kazan kaynamasın/Atım cirit oynamasın/Vaktim geldi gider oldum/Beni seven ağlamasın

Bu sefer dörtlüğün bitmesini bekleyemediler. Öncekinden daha yüksek tonda bir alkış ve ses dalgası yükseldi alandan. Artık son dörtlük birlikte söyleniyordu:

Yüce dağlar olmasaydı/Laleleri solmasaydı/Ölüm Allah'ın emri de/Şu ayrılık olmasaydı

Müdür türkü söylemeyi bırakmış, el sallıyordu yalnızca. Bağlama çalıyor, Türkünün nakaratı yüzlerce öğrencinin ağzından defalarca tekrar ediyordu. Ön taraftaki misafirler de ayağa kalkmış alkışla eşlik ediyorlardı. O an fark ettim ki müdürün de gözleri yaşlıydı. Adam, ‘Allaha ısmarladık’ der gibi türkünün temposuna uymuş el sallıyordu.

Veda
Ertesi günü bizim ekip hep beraber müdürü odasında ziyaret ettik. Gideceğini anlamıştık ama kafamızda bir sürü soru vardı. Mesela Neden ?, daha kalamaz mı ? Peki, biz ne olacağız ?..türünden bir sürü soru.

Bizimle içtenlikle dertleşti. Zaten buraya bir seneliğine gelmiş. O sözünü tutmuş ama yukardakiler tutmamış. Elinden geleni yapmanın, sonuç almanın huzurunu yaşıyormuş. Ama, onun da düşünmesi gereken bir kariyeri varmış. Bu iş yani yurt müdürlüğü onun için farklı bir alanmış. Gelmeden önce Muhasebe Mali işler Daire başkanı imiş. Üniversitede de İdari ve Mali işler daire başkanlığı yapacakmış. Yani kendi uzmanlık alanına dönüyormuş nihayetinde.

Ama burada yaşadıklarını, bizleri, birlikte yapıp ettiklerimizi unutmayacakmış. Anlatırken bir ara “Bir buçuk yılda onbeş sene yaşadım gibi geldi bana” dedi. Bazı anılarını, başından geçen hoş, garip, ilginç olayları anlattı. Tek kaygısı, ondan sonra buranın tekrar bozulması imiş. “Ben bir yurt müdürü değildim, daha önce de öyle bir tecrübem olmamıştı. Şimdi düşünüyorum da belki de bu yüzden bazı şeyleri yapabildim. Yoksa normal, deneyimli bir müdürün işi değildi bunlar” diyordu.

Adeta, hiçbir şey düşünmeden, yalnızca yangını söndürmeye çalışan bir adam gibi yapmış bütün bunları. Başarılı olunmuş ama böyle sürebileceğinden de emin değilmiş doğrusu. Ancak bir konuda müsterihmiş: “O da sizler gibi binlerce öğrencinin buradaki huzuru, gelinen noktayı gördükten sonra yapılanlara sahip çıkacaklarını düşünmem” dedi bize.

Görüşmenin sonunda hepimize adımızla hitap ederek ayrı ayrı tokalaştı. Belki biz gittikten sonra Temmuz içinde ayrılabilirmiş. “Onun için belki bir daha görüşme imkanımız olmaz” demişti. “Hakkınızı helal edin” dedi. “Helal olsun !” diye cevapladık hep bir ağızdan. “O zaman ben yurt FM’i kapatayım artıkın” dedi Orhan. Sanki “şu dükkanı kapatayım” der gibi söylemişti. Hep birlikte gülüştük.

Yüzümüz gülüyordu, ama içimiz şimdiden burulmuştu. Yanından ayrıldığımızda odaya kadar hiç konuşmadan yürüdük. Kapıyı ilk Levent abi açtı, bir hışımla elindeki kitabı masaya vurdu: “Lan ! Tam adam gibi adam tanıdık, o da gitti gidiyor iyi mi ?”

(Devam Edecek)

5 Temmuz 2015 Pazar

236 05 Temmuz 2015 Pazar 19:35 İŞ DOKTORU .............................İşini sevmek

İşini sevmek

“Sevdiğin bir işi meslek edinirsen, hayatında bir gün dahi çalışmış olmazsın” demiş Konfüçyus. 

Bir işte çalışmak; sonuç elde etmek, bir şey ortaya koymak, bir değer yaratmak için güç ve emek harcamak olarak tanımlanıyor. 

İnsanın belli bir işte sürekli çalışması ise, en başta onu öğrenmek için belli bir eğitim ve/veya iş tecrübesi gerektiriyor. Ancak, bir meslek edinen kişi, hayatını kazanmanın yanı sıra manevi doyum ihtiyacını da gidermiş oluyor.

İnsan yaşamında, özellikle de genç yaşlarda en önemli kararlardan birisidir meslek seçimi. İşimizdir ilk akla gelen, bir meslek, uzmanlık, hedefler, başarı ödülleri ve iyi bir yaşam standardıdır ardı sıra eklenen. Acemice başlanan, çıraklıktan kalfalığa çıkılan ve ustalığa erişilen bir merdivendir iş.

Herhangi bir iş mi? Hayır!.. Geleceğimizle ilgili düşünürken, konuşurken veya planlarken yaşamımızın bütününü oluşturan üç temel alanı, yani iş, özel ve sosyal yaşamımızı da dikkate alırız. Ancak dikkat edilecek olursa hepsinin de merkezinde “işimiz” vardır. İşimiz kariyerimizdir, özel hayatımızla ilgili hayallerimizin kaynağıdır.  Dahası bir işimiz varsa sosyal hayatta da yerimiz var demektir.

Hayat bizi oradan oraya sürüklemişse, işimizi biz değil şartlar ve olaylar belirlemişse yazık! Öyle işten ne kişiye ne de çalıştığı yere hayır gelir. Doğrusu; kişilik özelliklerimizden, amaç ve ideallerimizden, yaşam değerlerimizden yola çıkarak mesleğimizi belirleyebilmektir. O halde hangi işe uygun olduğumuzu belirleyebilmek öncelikle kendimizi tanımaya da bağlı, öyle değil mi ?

Kişi kendini tanımak için bazı sorular sormalı mesela. Ben neler yapabilirim ? Yani, herhangi bir yeteneğim var mı ? Karakterim nasıl ? Yani, kişilik özelliklerimi biliyor muyum ? Neyi yapmaktan hoşlanırım, neden hoşlanmam ? Yani, ilgi alanlarım neler ? Hayatta ne yapmak istiyorum ? Bu konuda ilgi duyduğum meslekler hangileri ? İşimden yaşamımdan neler bekliyorum acaba ? Özellikle belli iş ve yaşam değerlerim oluştu mu ? Peki, nerede olmak istiyorum ? Yani, çalışma şartları ve kariyer hakkında düşündüm mü hiç ?..

Şartlar uygunsa bu ve benzeri sorular meslek seçimine oldukça yardımcı olacaktır. En uygun meslek ve işi seçmek elimizde olmasa bile emin olun böyle konular üzerinde kafa yormak hayatın başka alanlarında da işe yarar.

Yaşamımızın büyük bölümünü dolduran meslek; ilgi ve yeteneklerimize uygun değilse, işimizi sevmiyorsak, bu sadece çalışma hayatındaki başarımızı değil yaşamımızın bütününü olumsuz etkileyecektir. Böyle ortamlar mutluluk duygularımızı aşındıracak, stres içinde kalacak ve yaşamdan keyif almamız kısıtlanacak demektir.

Zaten yaşadığımız dünyada, stressiz ve huzur içinde bir çalışma ortamı bulabilmek altın değerinde. Zamanımızda herkesin özlemi bu.  Zira, 20. yüzyıl insanlara büyük bir hareketlilik ve hız kazandırdı. İnsanlar sürekli bir yarış ve değişim içinde olmaya zorlandılar. Kişiler, şirketler, toplumlar ve ülkeler alabildiğine birbirleriyle yarışır oldu. Böylesi bir ortamda mutlak başarı ve önce üretim anlayışı çalışma hayatına egemen kılındı.

Doğal olarak bu anlayış bereberinde heyecan, gerilim, çatışma, çekişme ve diğer stres verici unsurları getirdi. Bu sebeple günümüzde, ister Kamu Yönetiminde isterse de özel sektörde olsun, işçisinden memuruna, amirinden patronuna kadar birçok kişide stres sorunu çok yaygın.

Stres, “estrictia” adlı bir latince sözcükten geliyormuş. Önceleri, “adversity” karşılığı olarak felaket, bela, musibet gibi anlamlara yada “affliction” dert keder sıkıntı gibi anlamlarda kullanılmış. Ancak, 19.yüzyıldan itibaren, stres kavramına yüklenen anlam da değişmiş. Çağımızda karşımıza çıkan yarışma toplumu artık bizatihi bu stresin de nedeni durumunda.

Herhangi birine sorsanız, stres için “ruhi dengenin bozulması, sıkıntı ve gerginlik içinde olmak, mutlu olamamak” gibi cevaplar alırsınız. Bilim adamları ise stresi; organizmanın stres verici etkenlere gösterdiği fizyolojik yada psikolojik tepki olarak tanımlıyorlar. Bu nedenle stres’in temelde psikolojik bir olgu olduğu noktasında bilim adamları arasında görüş birliği var.

Tabi ki yönetimden kaynaklanan stres nedenleri var. Örneğin; adaletsiz başarı değerlendirmeleri, ücret eşitsizlikleri, denetlenme korkusu, örgütsel kuralların katılığı, iş gruplarını değiştirme imkanların azlığı, çelişkili uygulama ve yöntemler, sık sık yer değiştirmeler, merkeziyetçilik, kararlardan dışlanma, yükselme imkanlarının azlığı ve konulan engeller, aşırı formaliteler, kalabalık çalışma koşulları, aşırı gürültü, hava kirliği, iş kazaları, yetersiz aydınlatma, yetersiz iletişim gibi etkenler… Bunların hepsi de yönetsel açıdan birer stres nedeni. 

Hayat, çalışma ortamları bir bakıma tiyatro sahnesine benzer. Oyuncular da itibar gördüklerine inandıkları rollerini hayatın diğer katmanlarına yaymak isteyebilirler. 

Bu durumda, günlük yaşamın belli bir kesitinde önemli ve öncelikli olduğuna inanmış kişiler, o rollerini hayatın diğer kesimlerine taşımak istedikçe bulundukları ortamda ayrıca stres ve sorun kaynağı olurlar.

Ayrıca, özellikle devlet kurumlarında çalışanlar, işlerinde uzmanlaştıkça, kıdemi arttıkça yönetim kadrolarına atanmak için önüne geçilmez bir hırs içine girerler. Bu tür ihtiraslı bireylerin torpil gibi çarpık ilişkilere teşne olması şaşırtıcı değildir.

Bu yüzden kurumsal yapılarda her düzeydeki personele bir yandan iş ve işlem yükümlülükleri öğretilirken, diğer yandan da kişisel gelişim programları verilmelidir. Bu çabalar stresle mücadele için faydalı olabilir. Ayrıca, torpil dahil pek çok iş yeri hastalığının talep, beklenti ve kabullerinin bireylerin ahlaki gelişim düzeyleri ile de yakın ilişkisi bulunduğu kabul edildiğinden söz konusu programların iş hayatına çok yönlü pozitif etkisi olacaktır.

Bu noktada “Kurum” ve “kurumsallaşma” kavramlarının birbirinden farklı anlamlara geldiğini not etmemiz gerekiyor. Kurum, genellikle devletle ilişkisi olan bir yapıyı ifade ettiği halde, kurumsallaşma; varlığı veya işleyişi belli kişilerin varlığına yahut etkinliğine bağlı olmaksızın temel işlev ve fonksiyonlarını sürekli aynı canlılık ve süreklilik çerisinde yerine getiren, problemlere sağlıklı çözüm yolları üreten organizasyonları ifade ediyor.

Kurumsal yapılarda görev tanımları, süreçler, risk alanları, kontrol işlevleri, liyakat,  kariyer ve terfi sistemleri sıkı şekilde düzenlenmiş olması beklenir. Kişiler değiştikçe kurumsal uygulamalar değişmez. Uygulama değişikliği ancak kurumsal vizyonun veya misyonun değişmesine bağlıdır. 

Öte yandan görevliler de işlerini icra ederken her türlü korku, endişe, üstleri tarafından beğenilme, kolay terfi etme gibi saplantılardan arınmıştır. Kurumsallaşma yoluyla “ben ne dersen o olur” veya “ben hepinizden iyi bilirim” gibi baskıcı monologlar yerine, ortak doğruları bulmaya yönelik diyalog ortamları gelişmiştir. 

Devlet kurumlarından söz açılmışken “Memurlaşma” hastalığından da söz etmemek olmaz. Bu halin geçmişi devletin ortaya çıktığı eski çağlara kadar uzanıyor. Örneğin, Peygamberimizin (s.a.v) arkadaşlarında Ebû Zer (ra): “Ey Allah’ın Resûlü!” diyor, “Beni memur tayin etmez misiniz ?”

Resûlullah (sav) mübarek elini onun omuzuna vuruyor ve: “Ey Ebû Zer, ben seni zayıf görüyorum. Ben kendim için istediğimi senin için de isterim. Sakın iki kişi üzerine âmir olma, yetim malına da velilik yapma. Memurluk bir emanettir. Hakkını vermediğin takdirde kıyamet günü perişanlık ve pişmanlıktır. Ancak kim onu hak ederek alır ve onun sebebiyle üzerine düşen vazifeleri eksiksiz edâ ederse o günün perişanlığından kurtulur” buyuruyorlar.

Bu söz ne kadar doğru, ne kadar haklıdır. Adeta çağlar öncesinden günümüze ve geleceğe ışık tutuyor. Buradaki zayıf olma hali bedensel zayıflık değil elbette. Liyakat ve kariyerde yetersizlik anlamında, ehil olmamak manasına kullanılmış. Ama, memuriyeti ehliyeti sebebiyle hak ederek alan ve üzerine düşen vazifeleri eksiksiz yapan kişinin de hesap gününde kurtulacağı müjdelenmiş.

Kuşkusuz, günümüzde ehliyetin göstergesi öncelikle diplomalar. Ancak, çalışma yeterliliği ve iyi, adil bir yöneticilik için hangi diploma yeterli olabilir ki ?

Nitekim, okullarımızdan mezun olan gençlerin çoğunun kendilerini yenileyecek lisan bilgisi ve donanıma sahip olmadıklarını biliyoruz. Bırakalım yenilenmeyi, mevcut işi öğrenmek için bile hatırı sayılır bir deneyim ve hizmet içi eğitime ihtiyaçları var. Tabi bu süreçler, rekabetçi bir piyasada en son gelişmelerden haberdar olan, işini önemseyen, çalışmayı sevenler için geçerli.

Mesleğini kendi geçimini temin edecek bir memuriyete “kapağı atmak” olarak görenlerden bu tür bir azim ve çaba beklemek beyhude olur. Kamu kurumlarımızın o çok söz edilen "şişkin" kadrolarını da maalesef bu tür insanlar teşkil ediyor.

Nedense, kamuda çalışmaya başlayan gençler hemen "memurlaşıveriyor"lar. Hele hele işlerinin uzmanı olmak, kariyer yapmak ya da bir gün özel sektörde çalışmak gibi bir idealleri yoksa kendilerini kısa sürede salıveriyorlar.

Artık onlar da diğer birçok memur gibi, her sabah en az bir saat süren gazete okuma seanslarını takip eden uzun sigara-çay molalarıyla, başına ve sonuna eklenmiş yarımşar saatle iyice sündürülmüş öğlen tatillerindeki gezmelerle ve bir türlü ilerlemek bilmeyen saat yelkovanının seyredildiği ikindi saatlerinde sıkıntıyı dağıtmak için yapılan kurum dedikodularıyla günlerini geçirir hale geliyorlar.

Arada bir tür idealizm ile "bir şeyler yapmaya" çırpınan bir kaç kişi varsa, diğerlerinin yapmadıkları işler de onların sırtına yükleniyor. Sonrası bol şikâyet, mızmızlanma, başka hangi kurumlara geçilebileceğinin ve geçildiğinde maaşta kaç liralık artış olacağının hesabı ile geçer hale geliyor.

Acı gerçekle yüzleşmemiz gerek: Bu nitelikteki bir insan kaynağı ile bırakın kaliteli, verimli projelerin gerçekleştirilmesini, mevcut projelerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesini bile beklemek mümkün değil.

Çalıştığım kurumlarda ekibimdeki insanlara şöyle derdim: "Birlikte çalışacağız, hem de çok çalışacağız. Sizin aklınıza, bilginize, deneyiminize ve yeteneklerinize elbette ihtiyacım var. Emeğinizi ve zamanınızı da istiyorum. Ama en çok da yüreğinizi istiyorum. Çünkü o olmadan işimizin lezzeti, tadı, bereketi olmaz. Siz olmadan da biz olamayız. Sadece başarmak değil kazanmalıyız da. Çünkü kazanmak, başarmaktan daha fazlasıdır." 

Bugün geçmişe bakıp şunu görüyorum: sadece işini iyi yapan insanlar değil, işini yapan iyi insanları da es geçmemeli. İnsan olmadan, onun katkıları olmadan bir çorba bile pişmez. Tatsız tuzsuz çorbayı içebilir misiniz ? Kazanmak; içinde herkesin alın teri, aklı, yüreği olan, duayla hazırlanan, sevgiyle, aşkla pişmiş yemektir.

Sadece çalışanlar açısından bakmamak lazım, kişi memurlaşmış bir yöneticiyse durum daha vahim olabiliyor. Zira, yönetici, bir anlamda çalıştığı kurumun da lideri olmak durumunda. Hatta bir çok durumda lider olma zorunluluğu da var diyebiliriz. Kurumun çalışanlarına rehberlik yapabilecek donanımda, iş hakimiyeti evsafında yöneticilik, lider yöneticiliğin olmazsa olmazlarından.

Çünkü, devlet kurumları mevzuatla yönetilir. Zamanımızda da mevzuat çok sık değişiyor. O nedenle sadece kendi kurumunun değil, dolaylı yoldan kurumu etkileyen başka kurum mevzuatının da takip edilmesi kaçınılmaz olmakta.

Bu arada iletişim dilinin yazılı olduğunu da unutmamak gerek. Sonuçta Lider yönetici, kurumunu ilgilendiren tüm mevzuata hakim olmalı ve eskilerin deyimiyle eli kalem tutabilmeli. Yöneticinin mesajları net, çalışanları tarafından “bilge kişi” olarak nitelendirilebilecek bir donanıma sahip olmalı.

Günümüzde her işin bilgisayarlar marifetiyle yapıldığı göz önüne alındığında Yeni Türkiye yöneticilerinin aynı zamanda iyi bir bilgisayar okur yazarı olması adeta zorunlu. Personele yazı yazdırmak, onların yazdığı yazıları düzeltmek, istediği raporları istediği şekilde alabilmek bu konuda da bir ehliyet gerektiriyor.

Hazreti Ebu Bekir (ra) dan nakledilen şöyle bir söz var: “Mal cimrilerde, silah korkaklarda, yönetim zayıflarda olursa işler bozulur.” Kurumların yöneticisi zayıf iradeli, her şeye “evet” diyen, hiç kimseyi üzmemeye odaklanmış “pamuk dede” rolüne talip, işleri yöneten değil işin yönettiği, hitap ettiği kitle karşısında ne dediği anlaşılmayan karakterde olursa o kurumda işler nasıl yürüyecektir ?

Kaldı ki, yönetici özel yaşantısı ile de örnek olmalıdır.  Çünkü yönetici kurumun dışa dönük çehresidir. Kurumu tanımayanlar, yöneticiye göre değerlendirmelerde bulunurlar. Bu itibarla, yöneticinin özel hayatı toplumun inanç algısına aykırı olmamalı, söyledikleri ile yaptıkları uyum içinde olmalıdır.

Tek başına hangi diploma Lider yöneticinin yönettiği kitle karşısında güçlü olmasını sağlayabilir ki ? İş hakimiyeti, iletişim becerisi ve problemlere çözüm kapasitesi sadece diploma ile ilgili bir konu değildir. Bir yöneticinin net, kararlı ve sonuç odaklı olabilmesi için elbette bilgi, iş deneyimi ve yetenek de lazımdır. Böyle olursa ancak Lider yönetici yönettiği kitlenin tamamı tarafından kabullenilebilir.

Ekip kurmanın elinde olmadığı kurumlarda yöneticinin tüm çalışanlar tarafından benimsenmesi, sevilmesi de gerekmiyor tabi. Ancak, böyle durumlarda yöneticinin işinin daha da zor olduğunu kabul etmek gerek. Her şeye rağmen doğru işleri yaparak yoluna devam etmesi, engelleri aşması ve yapılanlardan takdir beklememesi gerekiyor.

Çalışma hayatında şu an “en değerli an” durumunda. Bu, bugün dünün yarınıydı, biraz özen gösterilirse yarının da tarlası olacak anlamına geliyor. Bir şeyler yapmak için “hele bir yarın olsun da” derseniz bugünü harcamış, israf etmiş, çöpe atmış olursunuz.

Öyleyse, geleceğinizi yönetmek için adım atmanın tam sırası. Önce kendini keşfet, hayal kur, hedef belirle, önceliklerini seç, karar ver ve harekete geç !..

Durma, gelişimini sürdür, kontrol et, uyum sağla ve yola devam et !.. Sonuçları birlikte olduğun insanlarla paylaş, kontrol et, dengeyi koru, hayal kur ve yine yürümeye devam...

Bu yolculuk böyle sürüp gidecek. Unutmayın işinizi hayatınızda sizden uzak bir departmana koyamazsınız. O sizin yaşamınızın ayrılmaz bir parçasıdır. O halde sevdiğiniz işi yapın, hiç değilse işinizi sevin. 

Değerli bir söz duymak ister misiniz ?
“Hayatımda bir gün dahi çalışmadım. Hepsi keyiften ibaretti.” Thomas Edison