Müdür gidiyor !
Yurtta Futbol
Kemal abi sahanın bakımı ile
bizzat ilgileniyordu. Antrenman müsabakaları yapan takımları zaman zaman
uyarıyor, sahanın bakımı ve temizliği konusunda onların da desteğini almaya
çalışıyordu. Bizden önce saat alıp oynayan takımlar için bitiş düdüğünü çalıp
kenarda sahaya girmek için bekleyen bizi de durdurarak hepimize şöyle
söylediğini hatırlıyorum.
"Sahamız çok güzel değil mi
? Ama biliyorsunuz geçen sene böyle değildi. Atalarımız 'bakarsan bağ bakmazsan
dağ olur' demişler. Ne kadar doğru.
Geçen yaz traktörle sürüp yeniden toprak serdik, çim ektik buraya. Bırakın
koşmayı, o engebeli zeminde yürümek bile zordu. O kadar kötüleşmişti yani. Siz
deli misiniz, boşuna uğraşmayın dediler bize. Ama çalıştık çabaladık, işte
sahamız böyle güzel oldu. İnşallah önümüzdeki hafta yurtta ilk bahar futbol
turnuvasını burada düzenleyeceğiz. Müdür bey de sağolsun çok destek verdi bize.
Ama sizden ricam, üzerinde koşup oynadığınız bu sahayı kendi eviniz, kendi
malınız gibi koruyup gözetin. Sahiplenin ki siz yararlandığınız gibi sizden
sonra gelecek gençler de aynı keyfi yaşayabilsin. Hiç birinizi buraya zarar
verirken görmek istemiyorum. Ayrıca, üzerinize düşen görevleri de yüksünmeden
yerine getirin. İlginize, sevginize şimdiden teşekkür ederim. Hadi bakalım siz
teriniz soğumadan duşlara, siz de çıkın bakalım oyuna. Görelim marifetlerinizi.
Kanatlarınız uçabilmek için yeterince tüylenmiş mi anlayalım."
Kemal abi bu yıl doktora yapmak
için hazırlanıyordu. Yurtta bu yıl yedinci senesiymiş. O bu yurdun adeta bir
parçası gibiydi. Öğrenci üzerinde
yönetim memurlarından bile etkiliydi. Birçoğu ona "abi" diye hitap ediyordu.
Üniversitede de aynı şekilde sevilip itibar görüyormuş. Başta futbol olmak
üzere onların spor etkinliklerinde de var. Bütün futbol maçlarında onu hakemlik
yaparken görürdük.
Onun insani yönlerini, abiliğini
de yakından biliyorduk. Arkadaşlarını koruyup kollayan vefalı dostluğu vardı.
Bu yurdun huzuru, gelişmesi ve daha iyi bir ortam haline gelmesi için
katkılarını da görmüştük. Geçen yıl daha bu gelişmeler olmamışken bize şöyle
dediğini çok net hatırlıyordum: "Bakın göreceksiniz, daha neler olacak
neler. Basketbolundan, masa tenisine, satranç şampiyonasından konserlere,
gezilerden futbol turnuvasına kadar pek
çok şey göreceksiniz. Ama, unutmayın biz size nasıl bırakıyorsak siz de
kendinizden sonrakilere daha iyisini bırakacaksınız. Yoksa karışmam bak !"
Futbol turnuvası kurulan yirmibir
takımla başladı. Bunların üç tanesi türki öğrenciler tarafından oluşturulmuştu.
Elemeler toprak sahadan çim sahaya dönüşen alanda yapılıyordu. Her gün saat
üçte ve beşte iki maç kıyasıya mücadele ediyorlardı. Kazanan on takım
birbirleriyle eşleşerek gelecek hafta çeyrek final için karşılaşacaklardı. Her
takım kendi imkanlarıyla formalarını temin etmişlerdi. Maçlara yoğun bir
seyirci desteği vardı. Tabi ki Kemal abi de yine hakemdi.
Perşembe günü bizim takım maça
çıktı. Levent abi ve Orhan ilk onbir arasındaydılar. Hamit, Okan ve ben yedekte, Mehmet,
Hasan ve Metin ise tezahürat ekibindeydiler. Başlama düdüğü çaldı, maç başladı.
Rakibimiz bayağı iyi çıkmıştı. Top Orhan'ın ya da Levent abinin ayağına
geldiğinde ayağa fırlayıp "Haydi Orhan !, Levent abi bas çalımı at golünü,
yaşa ! Bravo !…" diye bağırıyorduk. Hale ve Banu da aramızdaydılar. Onlar
da alkış tutarak, tezahürat yaparak takımımız mavi kanatlara destek
oluyorlardı. l
İlk yarıda denklik bozulmamış 1-1
berabere bitmişti. İkinci yarı daha çekişmeli geçti. 2-1 öne geçmiştik. Maçın
sonlarına doğru Levent abi çıkmak istedi, ben oyuna girdim. Bir gol kaçırdım,
ama üç tane orta yaptım. İkisi gol oldu.
Sonuç 4-2 olmuş kazanmıştık. Yendiğimiz takımı iyi oynadıkları için
kutladık. Bizim ekipte alkış, tezahürat gırla gidiyordu. Mavi kanatlar uçmaya başlamıştı, artık çeyrek
finalde oynayacaktık.
Çeyrek final karşılaşmalarında
bizim maçımız Salı günü olacaktı. Rakibimiz A Bloktan çıkmıştı. Takımlarının
adını mor füzeler koymuşlar. Daha çok mühendislik fakültesi öğrencilerinden
oluşmuş bir takımdı. Levent abinin dediğine göre bayağı sıkı bir ekip olduğunu
öğrenmiştik. Bu yüzden takımda Hamit abinin de oynamasına karar verildi.
Bu arada adını botan koyan yeşil
kırmızı sarı formalı bir takım çok konuşuluyordu. Onlar da çeyrek final
karşılaşmasını Çarşamba günü oynayacaklardı. Halil abiden duymuştuk oldukça
iddialıymışlar. O günlerde botan lafı çok farklı anlamlar çağrıştırıyordu. Bu
nedenle de sadece alacakları sonuç değil maçlarda kendilerine gösterilecek tepki
de merak ediliyordu. Kemal abinin herhangi bir olay çıkmaması için Halil abiyle
uzun uzun konuştuğunu da biliyorduk.
Rakibimiz oldukça zorlu çıktı,
bizi elediler. Ertesi günü yapılan karşılaşmada ise botan takımı yine
kazanmıştı. Bizim biraz moralimiz bozuktu maça gidemedik, ama duyduğumuza göre
hiç bir sorun çıkmamış. İkinci haftanın sonunda yarı finalde karşılaşacak
takımlar eşleşmiş, heyecan doruğa çıkmıştı. Cumartesi günü yapılan maçlarda
botan takımı yine kazanmış, finalde mor füzeler takımıyla mücadele etmeye hak
kazanmıştı. O akşam gerçekten heyecan tavan yapmış durumdaydı. Pazar günü
yapılacak maç şampiyonu belirleyecekti.
Grubumuz maç saatinden çok önce
tribünlerdeki yerini almış havaya girmişti bile. Hepimiz mor füzeler takımının
taraftarıydık. Botan takımının taraftarları da bayağı kalabalık ve canlıydılar.
Bir ara karşılıklı atılan sloganlar ortamı gerdi gibi. Hemen Kemal ve Halil abi
gerekli uyarıları yaptılar. Ortam sakinleşti. Bu arada Müdür bey, yanında dört
yardımcısı ve kalabalık bir Yönetim Memuru grubuyla gelip onlar için ayrılmış
yere oturdular. Takımlar santra çizgisinde birbirlerinin elini sıkıp başarılar
dilediler. Yazı tura atıldı, takımlar kalelerine geçtiler ve Kemal abinin başlama
düdüğüyle maç başladı.
Maç başlar başlamaz karşılıklı
iki gol atıldı. Bu taraftarların adrenalini yükseltmeye yetmişti. Takımlar da
karşılıklı hareketlenmişlerdi. Gerçekten çok iyi bir maç seyrediyorduk. Kemal
abi disiplin içinde ve adil bir şekilde maçı yönetiyordu. En ufak bir kural
dışılığa müsamaha etmiyordu. Bu yüzden iki takımın da oyuncularından bazıları
peş peşe iki sarı kart gördüler. Ondan sonra oyun kontrollü gitmeye başladı.
Botan takımının attığı bir frikik golüne, mor füzeler kornerden atılan şık bir
golle cevap verdiler. Durum 2-2 olmuştu. Bir o bir diğeri kale önüne geliyor
ama sonuç alamıyordu. Adeta bir basketbol maçı seyrediyor gibiydik. Nitekim,
ilk yarının son dakikalarında bu hızlı performanstan her iki takım da yorulmuş
görünüyordu.
İkinci yarıya çıkan takımların
yarı yarıya yenilendikleri görüldü. Sarı kart gören, sert oynayan, kuralları
zorlayan oyuncular kenara alınmışlardı. İkinci yarı her iki takım da dikkatli
bir oyun tutturmuşlardı. İlk gol yine botan takımından geldi. Soldan gelen
ortaya kafayla yükselen botanlı oyuncu topu mor füzeler takımının ağlarına
göndermişti. Mor füzeler takımı buna on dakika içinde iki golle karşılık
verdiler. Özellikle son gol bütün seyircileri ayağa kaldıracak kadar güzeldi.
Bir orta saha oyuncusu santra çizgisinden söküp getirdiği topu botan takımının
sıkı savunmasına rağmen kaleciyi de ters köşeye yatırarak gerçekten füze gibi
bir vuruşla filelere gömmüştü. Skor 4-3 olmuştu, heyecansa tavandaydı.
Artık maçın ibresi mor füzelerden
yana dönmüştü. Onların morali bozulmuş, mor füzeleri ise adeta daha da
ateşlemişti. Maçın bitiş dakikalarına yakın bir gol daha attılar. Şampiyon
artık belli olmuştu. Bizimse bağırmaktan sesimiz kısılmış, bir oturup bir
kalkmaktan ve heyecandan dizlerimizde mecal kalmamıştı.
Kemal abi bitiş düdüğünü
çaldığında havaya zıplayanlar, birbirlerine sarılanlar, hatta ağlayanlar
birbirine karışmıştı. Bu arada çok şaşırtan bir şey oldu, botan takımı
oyuncuları kazanan mor füzeler ekibini başarısından dolayı kutladı. Onlar da botan takımı oyuncularını ellerini
havaya kaldırarak seyircileri selamladı. Bu manzara seyirciyi daha da coşturdu.
Müdür beyin bile kupa vermek üzere yanlarına gittiğinde onlara katıldığını
gördük. Dayanılacak manzara değildi. Levent ve Hamit abiler ayakta alkışlıyor,
Orhan'ın artık bağırmaktan sesi kısılmış, kızlar çığlık çığlığa zıplıyor,
Okan'la Hasan'sa birbirine sarılmış, bıraksak Metin sahaya fırlayacak zor
zaptediyoruz. Mehmet'in gözlerindeki yaşlarsa sicim gibi yanaklarından
süzülüyordu. Duygulu, hassas kardeşim benim !..Hem gülmek hem ağlamak nasıl
oluyor o gün ondan canlı olarak görmüş oldum.
İlk üçe kupaları verildi. Türkmen
oyuncuların oluşturduğu bir takıma ise ayrıca özel bir sempati çiçeği
düşünülmüştü. Bu coşkulu tablo yaklaşık bir saat boyunca kalabalığı orada
tuttu. Nihayet Müdür bey ve ekibini takip eden kalabalığın bir kısmı kantine
bir kısmı da bloklara dağılarak alanı boşaltmış oldular. O gece ve takip eden
hafta yurtta gündem futbol turnuvasıydı. Hem kazasız belasız yapılabilmiş olmasından
memnunduk, hem de son derece güzel
maçlar seyretmiştik. Özellikle finalde yaşadığımız heyecanın tadını unutmamız
mümkün değildi. Hele de maçın sonunda ve törende yaşanan manzaralar herkesin
göğsünü kabartmıştı. Turnuvanın mağlubu yoktu, olmazlar olmuş, spor ve
kardeşlik kazanmıştı.
Ayrılık Olmasaydı
Haziran ayının ilk haftası Kurban
bayramıydı. Memlekete gidip geldik. Bu sefer biraz buruk ayrılmıştık yurttan. Biz
çantalarımızı toplarken Türki öğrenciler gidememenin verdiği özlemle
bakıyorlardı bize. İyi kötü arkadaşlıklarımız bayağı ilerlemişti. Eskiden olsa
gürültüyle, şen şakrak çıkardık odalarımızdan. Merdivenler bavul, çanta
tıkırtıları, arkadaş şakalaşmaları ile şenlenirdi. Bu sefer sessizce, adeta ayaklarımızın
ucuna basarak çıkmıştık yurttan. Onların garipliklerine kimse tuz biber ekmek
istememişti.
Aslında bayram ayın birinde Salı
günü başlıyor, Cuma günü bitiyordu. Fakat, -öğrencilik böyle bir şey işte-çantasını
kapan daha Cuma akşamından, cumartesi gününden sıvışmıştı. Sanırım arefe günü
yurtta sadece Türki öğrenciler kalmış olmalıydı.
Döndüğümüzde hepsi gözümüzün
içine bakıyordu. Sanki onlara memleketlerinden, anne babalarından haber
getirmişiz gibi. ‘Kurban bayramında ne yaparsınız, ne yer ne içersiniz ?’ gibi
sorular peşpeşe geliyordu. Bir kaç gün bu muhabet hemen hemen bütün odalarda,
yemekhenede, kantinde revaçtaydı. Biz de anlattıkça anlattık…anlattık…Birşeyleri
olanlar paylaştı getirdiklerini. Özellikle kavurmalar kuru kuru ekmek arası
yapılıp kısa zamanda tüketildi.
Haberi bu sırada duyduk işte: ‘Müdür
gidiyormuş !..’Neymiş ? Neden gidiyormuş ? Ne zaman, nereye gidiyormuş ?
soruları diğerleriyle yer değiştirdi çabucak. İşin ilginç yanı haberi Türki
öğrencilerden almıştık. Onlar da bayramda öğrenmişler. Kimse aslında net bir
şey bilmiyor. Ancak, yurtta garip bir hava var. Özellikle Türki öğrencilerin
üzüntülü halleri yüzlerinden okunuyor. Bir yandan da kendileriyle onca
ilgilenen bu adam giderse neler olabileceğini anlamaya çalışıyorlar sanırım.
Haziranın ortalarına doğru haber
doğrulandı. Ay sonunda yurtta yapılması planlanan sene sonu eğlence gecesi
adeta bir veda gecesi gibi hazırlanıyordu. Müdürün Sakarya Üniversitesine Daire
başkanı olarak gideceği kesinleşmişti çünkü. Selim abiye tertip komitesinden
bir öğrenci anlatmış: Müdür’ün muvafakatı verilmiş, artık Sakarya üniversitesine
atamasının yapılması bekleniyormuş.
Gece için kantinin sağ yanındaki
küçük anfi tiyatro hazırlanmıştı. Yaz akşamı hava çok güzeldi. Işıklar içinde
bir açık alan ve ortada görkemli bir çadırlı sahne hazırlanmıştı. Alan, daha başlama
saati gelmeden yüzlerce öğrenci tarafından tıklım tıklım doldurulmuştu bile.
Bu defa organizasyonda ve programda Türki öğrenciler de vardı. Hepsi heyecanla sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Nereden bilsinlerdi o gecenin aynı zamanda yurda bir perde gibi ineceğini.
Bu defa organizasyonda ve programda Türki öğrenciler de vardı. Hepsi heyecanla sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Nereden bilsinlerdi o gecenin aynı zamanda yurda bir perde gibi ineceğini.
Misafirler gelmiş, program
başlamıştı. Her şey çok güzeldi. Şiirler okunuyor, şarkılar söyleniyor, fıkra
ve muziplikler ard arda geliyordu. Öğrenciler coşku içindeydiler. Bir ara
sahnenin sol yanında bir birikme oldu. Müdürün bir iki yardımcısıyla o tarafa
gidip birşeyler konuştuğunu fark ettim. Bu arada kendisi de mikrofona davet
edilmişti.
Sahnenin ortasına gelmiş, elinde
mikrofon karşısındaki öğrenci kitlesine bakıyordu. Arkasında bir sandalyeye
elinde bağlama bir öğrencinin oturduğunu gördük. Bazı öğrenciler alkışlayacak
oldu, ama durumda bir gariplik vardı. Alana bir sessizlik çöktü. Önce bağlama
bir türkü çalmaya başladı. Ardından, Müdür mikrofonu yaklaştırdı ve söylemeye başladı.
Şu kampüsün kapısına/Mail oldum yapısına/Telli kurban bağlayayım/Şu yurdumun kapısına
Yüce dağlar olmasaydı / Laleleri
solmasaydı / Ölüm Allah'ın emri de / Şu ayrılık olmasaydı
Bağlama gerçekten çok güzel,
çok duygulu çalıyordu. Müdür de sanki türkü söylemiyor, bir veda konuşması
yapıyor gibiydi. Herkes durumu anlamıştı. Nitekim, ilk dörtlüğün bitimine doğru alandan
büyük bir alkış koptu. Öğrenciler hem yaşadıkları şoku, hem de türkünün duygu
yoğunluğunu yansıtıyorlardı. Müdür aynı ses tonu, aynı vurgu ile ama türkünün
bazı kelimelerini değiştirerek ikinci kıtayı söylemeye devam etti:
Kara kazan kaynamasın/Atım cirit oynamasın/Vaktim geldi gider oldum/Beni seven ağlamasın
Bu sefer dörtlüğün bitmesini
bekleyemediler. Öncekinden daha yüksek tonda bir alkış ve ses dalgası yükseldi
alandan. Artık son dörtlük birlikte söyleniyordu:
Yüce dağlar olmasaydı/Laleleri solmasaydı/Ölüm Allah'ın emri de/Şu ayrılık olmasaydı
Müdür türkü söylemeyi bırakmış,
el sallıyordu yalnızca. Bağlama çalıyor, Türkünün nakaratı yüzlerce öğrencinin
ağzından defalarca tekrar ediyordu. Ön taraftaki misafirler de ayağa kalkmış
alkışla eşlik ediyorlardı. O an fark ettim ki müdürün de gözleri yaşlıydı. Adam, ‘Allaha
ısmarladık’ der gibi türkünün temposuna uymuş el sallıyordu.
Veda
Ertesi günü bizim ekip hep
beraber müdürü odasında ziyaret ettik. Gideceğini anlamıştık ama kafamızda bir
sürü soru vardı. Mesela Neden ?, daha kalamaz mı ? Peki, biz ne
olacağız ?..türünden bir sürü soru.
Bizimle içtenlikle
dertleşti. Zaten buraya bir seneliğine gelmiş. O sözünü tutmuş ama yukardakiler
tutmamış. Elinden geleni yapmanın, sonuç almanın huzurunu yaşıyormuş. Ama, onun
da düşünmesi gereken bir kariyeri varmış. Bu iş yani yurt müdürlüğü onun için
farklı bir alanmış. Gelmeden önce Muhasebe Mali işler Daire başkanı imiş. Üniversitede
de İdari ve Mali işler daire başkanlığı yapacakmış. Yani kendi uzmanlık alanına
dönüyormuş nihayetinde.
Ama burada yaşadıklarını,
bizleri, birlikte yapıp ettiklerimizi unutmayacakmış. Anlatırken bir ara “Bir buçuk yılda onbeş
sene yaşadım gibi geldi bana” dedi. Bazı anılarını, başından geçen hoş,
garip, ilginç olayları anlattı. Tek kaygısı, ondan sonra buranın tekrar
bozulması imiş. “Ben bir yurt müdürü değildim, daha önce de öyle bir tecrübem olmamıştı. Şimdi düşünüyorum da belki de bu yüzden bazı şeyleri yapabildim.
Yoksa normal, deneyimli bir müdürün işi değildi bunlar” diyordu.
Adeta, hiçbir şey düşünmeden,
yalnızca yangını söndürmeye çalışan bir adam gibi yapmış bütün bunları.
Başarılı olunmuş ama böyle sürebileceğinden de emin değilmiş doğrusu. Ancak bir
konuda müsterihmiş: “O da sizler gibi binlerce öğrencinin buradaki huzuru,
gelinen noktayı gördükten sonra yapılanlara sahip çıkacaklarını düşünmem” dedi bize.
Görüşmenin sonunda hepimize
adımızla hitap ederek ayrı ayrı tokalaştı. Belki biz gittikten sonra Temmuz
içinde ayrılabilirmiş. “Onun için belki bir daha görüşme imkanımız olmaz” demişti.
“Hakkınızı helal edin” dedi. “Helal olsun !” diye cevapladık hep bir ağızdan. “O
zaman ben yurt FM’i kapatayım artıkın” dedi Orhan. Sanki “şu dükkanı kapatayım”
der gibi söylemişti. Hep birlikte gülüştük.
Yüzümüz gülüyordu, ama içimiz
şimdiden burulmuştu. Yanından ayrıldığımızda odaya kadar hiç konuşmadan
yürüdük. Kapıyı ilk Levent abi açtı, bir hışımla elindeki kitabı masaya vurdu: “Lan
! Tam adam gibi adam tanıdık, o da gitti gidiyor iyi mi ?”
(Devam Edecek)