31 Temmuz 2020 Cuma

31 Temmuz 2020 Cuma 22:30 CORONA GÜNLERİ...............................Bugün arefe, yarın bayram

Arefe'yi bildim!

Corona günlerinin 143.ncüsündeyiz. Bugün aynı zamanda "Arife", yani bayram arefesi. Yarın inşallah Kurban Bayramını idrak etmiş olacağız. Günler, haftalar aylar geçiyor. İşte corona musibeti bitti bitecek derken ikinci dini bayramımız daha geldi çattı. 

Bu defa Ramazan bayramında olduğu gibi sokağa çıkma yasağı yok. Şükür o günler geride kaldı. Ancak, maske-sosyal mesafe-hijyen tedbirleri hala devam ediyor. Bu bayram da zorunlu olmadıkça bayram ziyaretleri yapamayacağız, eller öpülmeyecek ve kucaklaşıp sarılmayacağız.

Bugün 9 Zilhicce 1441, yani Hicri 1441 yılı Zilhicce ayının dokuzu. Şu anki takvime göre 30 Temmuz Perşembe arife günündeyiz.  Yarın 31 temmuz Cuma, 10 Zilhicce günü itibariyle başlayan mübarek Kurban bayramının ilk günü. Sonraki günlerde bayram Ağustosun 01'i cumartesiden 4 Ağustos Pazartesi dahil olmak üzere dört gün devam edecek.

Corona günlerinde sağlıkla bir arifeye daha eriştik hamdolsun. Mübarek bir eşikteyiz; yarın bayram!. Çünkü arife, dini ıstılahta bayrama hazırlık günü, bayramı müjdeleyen gün demek. Asıl olarak bugün, yani hicrî kâmerî Zilhicce ayının 9. günü için bu kelime kullanılıyor. Ancak zaman içinde Ramazan Bayramından önceki gün için de kullanılır olmuş. Hatta belli gün ve bayramlardan bir gün öncesine veya önemli bir olay ya da olayların cereyan ettiği bir dönemden önceki günlere de Türkçe’de arife deniyor. Arapça orijinalinin etkisiyle 'arefe' şeklinde de kullanıldığı bir gerçek.
Arefe'nin  kökeni "Arafat" kelimesi arapçada bilmek, tanımak demekmiş. Türkçeye de irfan, bilme, tanışma, buluşma yeri demek olan bu sözcükten geçmiş. Tarihin başlangıcında Hz.Adem'le Hz.Havva yeryüzünde Mekke'nin bulunduğu bölgede bir tepede birbirlerini yeniden bulmuşlar. O tepeye "Arafat" adının verilmesinin nedeni bu. Birbirlerini tanıyıp bildikleri için Arafat denilmiş. O güne de arefe denilmesi bundan. Orası haccın en önemli farzı olan vakfe'nin yapıldığı nokta. Vakfe, kurban bayramının bir gün öncesi olan zilhicce ayının dokuzuncu günü burada yapıldığından bu güne de -yevmü arefe- arefe günü veya Türkçe kısaca arefe deniliyor.

İki dini bayramımızdan biri olan Kurban Bayramı 4 haram aydan biri olarak geçen Zilhicce ayı içinde. Haram aylar tabiri kamerî aylardan Zi'l-Ka'de, Zi'l-Hicce, Muharrem ve Recep ayları için kullanılıyor. Tefsir ve tarih kitaplarında, haram aylarla ilgili hükümlerin hac ibadetiyle birlikte Hz. İbrahim zamanında teşri` kılındığı, insanların bu aylarda sağlanan güven ortamı içinde hac ibadetini rahatça yaptıkları, Mekke ve çevresinde oturanların da bu vesileyle geçimlerini sağladıkları belirtiliyor. İnsanların güven içinde Hac ibadetini yapabilmeleri için “Haram ayları”yla ilgili hükümler Hz. İbrahim(a. s. ) ve oğlu Hz. İsmail(a. s. ) den buyana devam ettirilmiş.

Cahiliye döneminde de hürmet edilen bu aylar, muhterem kabul edilmiş ve bu aylarda savaşmak haram kabul edilmiş. Cahiliye döneminde bile Araplar, haram aylar girdiği zaman bunların kutsallığına karşı gösterilmesi gereken saygının bir işareti olarak savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlarmış. İslam dini prensip olarak ulaştığı toplumlarda var olan iyi ve güzel uygulamalara dokunmamış. Bu uygulama da bugüne kadar böyle korunmuş. Ancak, düşman tarafından taarruz edilmesi halinde, müdafaa mahiyetinde savaşa müsaade edilmiş bulunuyor.

Tevhidî gelenekte var olan ve Kur`ân`ın da sürdürdüğü Haram aylar uygulaması, insanlığı barışa alıştırmayı ve ulaştırmayı amaçlıyor. Bunların ilk üçü hac ayı, dördüncüsü ise umre ayı olarak biliniyor. Böylece; Şam, Mezopotamya ve Irak`tan hac ve umre için Mekke`ye gelen insanların güvenle gelip memleketlerine dönmeleri sağlanmış. Dolayısıyla haram aylar ile hac ayları arasında sıkı bir ilişki var.

Zaten Zîl-hicce; hicce sâhibi yani hacc yapılan ay demek. Kameri aylardan onikincisi ve sonuncusu. İslâm'in bes temel esasından biri olan hac ibadetinin yerine getirildiği ay. Bu mübarek ayin 1'inden 10'una kadar olan zaman dilimine "leyali-i asere", yani on mübarek gece adı verilmiş. Bu günlerde oruç tutmak müstehap kabul edilmiş ancak hacdakiler arefe günü oruç tutmaz. 10'uncu gün kurban bayramının ilk günüdür. Hac yapacak kişinin, hac ayları içerisinde ihrama girerek hacca başlaması ve belli yasak ve kurallara uyması gerekiyor. Kurban kesmek de bunlardan biri.

Her şeye kadir olan Yüce Mevlam; bizleri, doğru yoldan ve sevdiklerimizden ayırmasın. Artık bayramı gözlediğimiz şu saatlerde bekleyişimiz hayırlara vesile olsun inşallah. Onun izniyle daha nice en güzel bayramlara erişebilelim. Arefe gününün feyiz ve bereketi üzerimize sinsin, gönüllerimiz nûr, hanelerimiz huzur dolsun. Niyetlerimiz makbul, amellerimiz kutlu, dualarımız kabul olsun.

En güzel bayramlara hep birlikte sağlıkla ve huzurla erişebilmek duasıyla.. Hayırlı ve bereketli bir arefe diliyorum.

Kurban'la yakınlaştım

Bugün bayram. İki dini bayramımızdan biri: kısaca kurban diyoruz ama kurbiyyet yani yakınlık bayramı. İbadet yönüyle Rabbimize, infak yönüyle de birbirimize yakınlık.

Dün sabahtan itibaren teşrik tekbirleriyle bayramı karşıladık. Bu sabah da bayram namazımızı kıldık elhamdülillah. Elbette maske-mesafe kuralına uyarak. Herkes kendi seccadesini de götürmüş, cami çevresindeki yeşilliklere yayılmıştı.

Evimizde hep birlikte kahvaltı ettik. Birbirimizle bayramlaştık. Harçlıklar verildi, gönüller alındı. Sonrasında kalan aile büyüklerimizi aradık telefonla. Ankara'daki çocuklarımız görüntülü aradı konuştuk. Dostlarımız, arkadaşlarımızla mesajlaştık. Yazlık komşularımızla balkondan balkona bayramlaştık. "Ne yapalım corona var, böyle oldu" diye de şakalaştık.

Evet, salgın günlerinde buruk bir bayram daha yaşıyoruz. Hacc yapılamayan, Arafatta buluşulamayan, vakfe yapılamayan ve Mescid-i Haram'da kurban kesilemeyen bir bayram. Ama bayram bayramdır. Eksik de olsa, buruk da olsa mü'minlere ikram edilmiş. Üstelik bu gün çifte bayram; hem cuma hem kurban bayramı. Bunun da anlamı büyük.

Alıştığımız aile ziyaretleri yapamasak da, el öpüp kucaklaşamasak da bu sorun bizi günün iletişim imkanlarını kullanarak birbirimize ulaşıp bayramlaşmamıza mani değil. Normal mesajlar demode oldu, Whatsappp iletişimi bile görüntülü görüşmelere döndü. Herkesin elinde akıllı telefon, kimi istersen arayabilirsin; yeter ki ara.

Kurban ibadetinin delili olarak Hac suresi 22/34 ayeti gösteriliyor. Bu ayet mealen: "Her toplum (ümmet) için bir kurban kesme zamanı yaptık ki kendilerine rızık olarak verdiğimiz koyun, keçi, sığır ve deve cinsinden hayvanları Allah’ın adını anarak kessinler. Hepinizin ilahı bir tek ilahtır; O’na teslim olun. Alçak gönüllülere müjde ver" şeklinde. Peygamberimizin hayatında da bu ibadet fiilen yaşanarak öğretilmiş. Et yemek için değil, Allah rızası için kesilip infak edilmesi yönünde.

Kurban bayramına özel ibadetlerden birisi de teşrik tekbirleri. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre bu tekbirlerin söylenmesi kadın-erkek her Müslümana vacip. Kesilen kurban etlerinin taşlar üzerinde güneşte kurutmaya "teşrik" denildiği için kurban kesme günlerine de teşrik günleri deniyormuş. Bu sebeple arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın 4. günü ikindi namazı dahil farz namazlardan sonra getirilen tekbirlere teşrik tekbirleri deniyor. "Tekbir" ise zaten Allah'ı ululamak, yüceltmek demek.

"Allâhü ekber Allâhü ekber lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber Allâhü ekber ve lillâhi'l-hamd" cümlesi geleneğimizde kurban kesimi yapılırken ve bayram namazı hutbesi sırasında da tekrar ediliyor. Anlamı ise şöyle: "Allah herşeyden yücedir, Allah herşeyden yücedir. Allah'tan başka ilâh yoktur. O Allah herşeyden yücedir, Allah herşeyden yücedir. Hamd Allah'a mahsustur". 

29 Temmuz 2020 Çarşamba

29 Temmuz 2020 Çarşamba 22:30 CORONA GÜNLERİ.........................Ayasofya hutbesi

Ayasofya hutbesi

Farkında mısınız Koronavirüsü tehdidi azaldıkça deliğine kaçmış birileri yine dışarı çıkıp zehirli dilleriyle mikrop saçıyorlar. Ayasofya'nın ibadete açılması dolayısıyla Yunan'dan daha çok vır vır ettiler. Tabi ki hepsini görmüş, duymuş okumuş değilim ama rastladıklarım bile bana bunları bir kere daha tanımama yetti. Aslında çok üzerlerinde durmaya değmezler. 

Cibilliyetleri bu vazgeçemiyorlar işte. Düşüncelerini bile doğrudan açıkça ifade edemeyen, gölgeler arkasından tıslayıp duran bu mahlukları çok iyi biliyorum. Onlar böyle gagara gugara yapmaya devam edecekler, kervan yürüyecek. Daha önce de böyleydi şimdi de böyle. Hiç şüphem yok yarın da böyle olacak.

Yok "ABD böyle demiş, Yunanistan şöyle yas tutmuş, bilmem kim üzüntülerini bildirmiş.." Birisi "Araplar bile kılıçla hutbe okunmasıyla dalga geçti" paylaşımında bulunmuş. Kılıcı sade döner kesmekte kullanılır zannediyor zahir. Hadsiz bir başkası Ayasofya'yı "Dırar mescidine" benzetmiş. "Ben orada namaz kılmam" diye de ilave etmiş. Hangi yanlışı düzelteyim ki. Mescidü’d-dırâr adıyla bilinen mescid Medine’de münafıkların müslümanlara zarar vermek amacıyla Kubâ Mescidi’nin karşısına yaptırdıkları, daha sonra Hz. Peygamber tarafından yıktırılan mescid. Yani şimdi kendisi mümin, Ayasofya'yı açanlar, orada namaz kılanlarsa münafık oluyor (!) vatandaşa göre. Amaçları da müslümanlara zarar vermek öyle mi? Allah Allah, sen nerede hangi zamanda yaşıyorsun Allah aşkına?

Bir tanesi oturmuş Ayasofya'nın müze iken "şu kadar milyon gelir getirdiğini, cami olunca devletin zarara uğratıldığını" paylaşmış. Sanırsın ki mesele ulusal bütçe. Kara kara devletin ne kadar para kaybettiğini düşünüyor. Sen onu bunu boşver de kendi gerçek düşünceni açıklasana! Çünkü seni Corona günleri başında "Bu kadar camiye ne lüzum var? Onca diyanet görevlisi ne iş yapıyor? Bu kadar parayı sağlık görevlilerine verseydiler virüs filan olmazdı" mealinde paylaştığın saçmalıklardan hatırlıyorum. 

Ya "Camiler dolmuyor, Ayasofya'da kaç kişi namaz kılacak?" derdinde olanlara ne demeli? Bu türler de sanki dini bütün, beş vakit namazlı muhteremler. Sen hiç merak etme, hatırlıyorum senin gibiler Çamlıca camisi için de böyle şeyler zırvalamışlardı. Mescidler, camiler Allah için yapılıyor ve açılıyorlar. Ona sahip çıkacak mümin de evvel Allah çok bu ülkede. Sana mı kalmış onların derdi? Samimi ol, bir şeylerin arkasına saklanma, karnından konuşma rahatsız olduğun şey ne o ne bu. Sen Din i İslam'dan rahatsızsın, senin derdin müslümanlarla. Üstüne üstlük Erdoğan düşmanlığın iyice gözünü karartmış. Ne siyaset biliyorsun, ne tarih okumuşsun, ne de dinden haberin var. Ne diyelim, Allah ıslah eylesin.

Sen ve senin gibiler için son sözüm şu: "Ayasofya Allah için yapılmış 1500 yıllık bir mabeddir. Fethin sembolü, Fatihin kılıç hakkı ve vakıf mülküdür. TC. tapusu camidir. Vakfiyesiyle nesilden nesile bizlere intikal etmiş bir emanettir. Ebediyete kadar da içinde Allah'ın adı anılacak ve ona ibadet edilecektir. Şimdi, o dilinize doladığınız Diyanet işleri Başkanının Ayasofya hutbesini noktasına virgülüne dokunmadan sahipleniyor ve paylaşıyorum. Siz ve sizin gibi düşünenlere verilecek cevabım budur." Buyrunuz:

Muhterem Müslümanlar!
Bugün, Ayasofya’nın kubbelerinde yeniden tekbir, tehlil ve salavatların yankılandığı, minarelerinden ezan ve salâların yükseldiği gündür. Evlad-ı Fatihan’ın hasreti, ulu mabedin sessizliği sona eriyor. Ayasofya Cami-i Şerifi bugün yeniden mümin ve muvahhit cemaatine kavuşuyor.
Bizleri böyle şerefli ve tarihî bir günde bir araya getiren Rabbimize sonsuz hamd ü senalar olsun. “Konstantiniyye mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır! Ve o asker, ne güzel askerdir!”[1] buyurarak fethi müjdeleyen Resûl-i Ekrem Efendimize salat ve selam olsun.
Bu müjdeye nail olma aşkıyla yollara düşen İstanbul’un manevi mimarı Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri başta olmak üzere, ashab-ı kirama, onların kutlu izinden gidenlere, Anadolu’yu bize vatan eylemiş, korumuş ve emanet etmiş olan bütün şehit ve gazilerimize selam olsun.
Çağının en gelişmiş teknolojisini üreten, gemilerini karadan yürüten, Allah’ın izni ve inayetiyle İstanbul’u fetheden, sonra da bu aziz şehrin tek bir taşına bile zarar gelmesine izin vermeyen, o genç ve dirayetli padişaha, Fatih Sultan Mehmet Han’a selam olsun.
Ayasofya, asırlar öncesinden gelen gül rengi bir muştudur. Ayasofya, fethin nişanesi ve kıyamete kadar cami olması kaydıyla onu vakfeden Fatih’in emanetidir. Bu nadide emanetin cemaatine kavuşması için dünden bugüne canla başla emek veren büyüklerimize, ilim ve fikir insanlarımıza, irfan ve ihsan öncülerimize, tüm kardeşlerimize selam olsun.
Aziz Müminler!
Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması, beş asır boyunca cami olarak müminleri bağrına basan mukaddes bir mekânın, aslî vasfını kazanmasıdır.
Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması, başta Mescid-i Aksa olmak üzere, yeryüzünün bütün mahzun ve mazlum mescitlerinin ümide kavuşmasıdır.
Ayasofya’nın ibadete açılması, temeli tevhid, tuğlası ilim, harcı erdem olan medeniyetimizin yükselmeye devam edişidir.
Kıymetli Müslümanlar!
Bizim medeniyetimiz, cami merkezli bir medeniyettir. Camilerimiz, birlik ve dirliğimizin, ilim ve irfanımızın kaynağıdır. Yüce Rabbimiz, cami ve mescitleri imar edenler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yolda oldukları umulanlar bunlardır.”[2]
Bir caminin yapılması ve varlığını koruması için gayret gösteren kimseleri Peygamberimiz cennetle müjdeler: “Her kim Allah için bir mescit bina ederse, Allah da ona cennette bu mescidin benzeri bir köşk bina eder.”[3]
Aziz Müslümanlar!
Şimdi bize düşen, birlik ve kardeşlik şuuruyla camilerimizi canlı tutmaktır. Camilerimizi hayatımızın merkezine almaktır. Kadınıyla erkeğiyle, çocuğuyla, genciyle, yaşlısıyla camilerimizde olmak, camilerimizle hayat bulmaktır. Ayasofya Cami-i Şerifi’nin ifade ettiği ulvi anlamlara sahip çıkmak için daha büyük bir inanç, azim, kararlılık, heyecan ve özveri ile çalışmaktır.
[1] Ahmet b. Hanbel, Müsned IV, 325.
[2] Tevbe, 9/18.
[3] Müslim, Zühd, 44.

29 Temmuz 2020 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı172..............................Farkı fark ettiren “Değerler”

Farkı fark ettiren “Değerler”
Bir makineyi çalıştıran bilgi ve ustalık gibi, bilgisayarı yetenekli yapan programlar gibi, insanı da değerli kılan manevi hasletler söz konusu. “Doğruluk”, “Dürüstlük”, “Emanete sadakat” ve “Güzel ahlak sahibi olmak” böyle vasıflar. Ülkeler de kendilerine özgü doğal varlıkları, mimarileri, kültür, folklor, müzik, inanç ve dilleriyle tanınırlar. Meselâ Nil nehri olmadan Mısır ülkesini hayal edebilir misiniz? Ya da Bosna’yı Sarajevo’suz, hatta Mostar köprüsüz düşünebilir misiniz? İstanbul olmadan Türkiye resmi tamamlanabilir miydi? Bir Karadenizlinin konuşma biçimiyle Egelinin şivesi farklı olmasaydı, ülkemizin dört bir yanı hepsi aynı İstanbul Türkçesi kullansaydı bu kadar renkli, hoş ve güzel bir ülke olabilir miydik?  İşte belde ve şehirleri de tezyin edip güçlendiren, sahip olduğu kıymetler vardır. Düşünelim, bir yere gitmeyi ya da görmeyi neden isteriz? Araştırdığımızda ya da gittiğimizde ne bulmayı umuyoruz? Bir “şey” ki; onu duyduğumuzda aklımıza hemen onunla bütünleşmiş bir “yer” akla geliyor. Öyle bir “şey” ki onsuz oranın ne tadı var ne de tuzu. Onu diğerlerinden ayıran, sıradanlıktan çıkarıp farklı ve özgün kılan bir şey? Örneğin, Ayasofya’sız bir İstanbul, Selimiye’siz bir Edirne ne kadar eksik kalırdı değil mi? Eyfel kulesiz bir Paris, ya da Özgürlük heykelsiz bir New York nasıl bir şey olurdu acaba? Peri bacaları bize hep Ürgüp’ü hatırlatmaz mı? Tıpkı toprak çanak çömleğin Avanos’u aklımıza getirdiği gibi. Yağcı Bedir halısını hep biliriz, o da Sındırgı’yla adeta bütünleşmemiş midir? İğne oyası pazarı ya da pirinç denilince aklımıza Gönen gelmez mi?  Bu sorular hep bir yerin cazibesini ortaya çıkaran, “Gel gör beni” diye çağıran anahtar kelimeler. Düşünün; bu nasıl bir çağrışım gücüdür ki o güç aynı zamanda oraya hayat verdiği gibi gelişip güçlenmesini ve büyümesini de sağlıyor. Bunlar “değerler”dir.
Değer kelimesinin TDK sözlüğündeki anlamı: "Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet; Bir şeyin para ile ölçülebilen karşılığı, bedel, kıymet, paha; Üstün nitelik, meziyet, kıymet; Üstün, yararlı nitelikleri olan kimse; Bir ulusun sahip olduğu sosyal, kültürel, ekonomik ve bilimsel değerlerini kapsayan maddi ve manevi ögelerin bütünü" şeklinde geçiyor. Değer, sosyal bilimlerde: “bir sosyal grup veya toplumun kendi varlık, birlik, işleyiş ve devamını sağlamak ve sürdürmek için üyelerinin çoğunluğu tarafından doğru ve gerekli olduğu kabul edilen ortak düşünce, amaç, temel ahlaki ilke ya da inançlar” olarak tarif ediliyor. Bu anlamda; “toplumda öne çıkan, onunla özdeşleşmiş ve yaşamakta olan her türlü kültürel öge, algı, eser, ürün ve kıymet” değerdir. Değerlerin toplamı da zaten o toplumun ya da şehrin karakterini ve yüzünü oluşturur. Bu anlamda değerler her şeyden önce bireyler ve toplum tarafından benimsenmiş birleştirici ölçütler. Toplumun sosyal ihtiyaçlarını karşıladığına ve bireylerin iyiliği için olduğuna inanılması bu yüzden. Sadece akıl ve bilinçle değil, duygu ve heyecanları da ilgilendiren yargılar ama normlardan daha genel ve soyut kavramlar. Hepimizin bilincinde yer alarak davranışlarımızı yönlendirebiliyorlar. Stratejik yönetim alanında “Temel değerler” ise; yönetim biçimini birinci elden etkileyen kavramlar olarak öne çıkıyor. Çünkü, kurumsal ya da toplumsal kültür haline gelmiş inançları açık bir dille ortaya koyuyor, gelecek kararlarına, seçimlerine ve stratejilerin belirlenmesine rehberlik ediyorlar. Aynı zamanda iş ve işlemlerde etkinliği ve motivasyonu da sağlayabilen unsurlar. Temel Değerlerden; başta çalışma felsefesi,  çalışmalara temel teşkil eden ilke, standart ve idealler ile paydaşlar tarafından benimsenen değer ve inançların neler olduğuna dair 3 temel soruyu cevaplandırıp Vizyonun gerçekleştirilmesini sağlayacak sistem ve süreçleri desteklemesi bekleniyor.
“NEREYE ULAŞMAK İSTİYORUZ?” sorusu her şeyden önce bir geleceğe bakış meselesi. Misyon, Temel Değer ve İlkeler, Vizyon, Stratejik Amaçlar ve Hedeflerle şekillenen bir aşama. “MİSYON” kavramı; bulunulan durum, varlık nedeni ve temel görev anlamına geliyor. Ne yapılması gerektiğini, varoluş gerekçesini açıklayan bir ifade. Bu sebeple stratejik planlama bağlamında gelecekte yapılması beklenen görevin üstlenilebilmesi için yazılı olması bir zorunluluk. Ama öncelikle şu soruların cevaplandırılması lazım: “NE yapmamız lazım?, Bunları KİM için yapacağız?, Hangi yöntem, yaklaşım ve değerler ile üretecek ve NASIL çalışacağız?, Bunları NEDEN yapıyoruz? Neden varız?” Bu açıdan Misyon bildirimi stratejik plan dokümanının diğer kısımlarına da temel oluşturuyor. “VİZYON” ise; Sanki oradaymışız gibi, ulaşmak istediğimiz durumu tanımlayan ideal geleceğimizi açıklıyor. Nasıl bir gelecek öngörüldüğünü özgün bir hedef ifadesiyle ortaya koyuyor. Neticede “Nereye ulaşmak istiyoruz?” sorusunun cevabı özetlenmiş oluyor. Aslında mevcut sorunların üstesinden gelinebildiği takdirde kurumun ideal olarak bulunacağı konumu anlatan kısa bir ifade. Geleceğe ait paylaşılan bir resim gibi.  Ancak orta ve uzun vadede ne yapılmak istendiğinin de güçlü bir anlatımı. Neleri yapmak istediğimizi, gelecekte nerede olmak istediğimizi dile getiriyor. Ulaşılmak istenen yer ve durumu, bunun için ilerlenecek yönü tarif ediyor. Bu yüzden iddialı ve aynı zamanda ulaşılabilir, gerçekçi bir ifade olmak zorunda.

Güçlü bir vizyon öncelikle idealisttir; yürekten gelmeli ve hissedilmeli. Özgündür; aidiyet belirtir. Ayırt edicidir; benzerlerinden farklı olmalı. 
 
Çekicidir; içinden olan/olmayan herkesin ilgisini çekmeli. Buna karşılık iyi ifade edilmiş bir vizyon kısa ve akılda kalıcı olmalı, ilham vermeli, gelecek idealini tanımlamalı ve heyecan verici bulunmalı. Böylelikle Vizyon İfadesi; belirlenmiş misyona ve faaliyetlere anlam kazandıran, enerjilerin temel hedeflere odaklanmasına yardımcı olan, dikkatimizi günün üzerine çıkarıp gidiş yönümüzün doğru olduğunu görmemizi sağlayan, değişim için bir gerekçe ve zorunluluk sunan, mevcutla yetinmeyip daha ileriye ve yukarıya bakmamızı sağlayan bir mahiyet kazanmış oluyor. Misyon bugünden hareket alırken, Vizyon yarını gösteriyor. Gerçekleşmek zorunda değildir ama sonuçta eyleme geçirilmemiş bir vizyon sadece hayal olabilir. Eğer bir vizyonunuz yoksa eylemleriniz sadece bir koşuşturmaca, hareketiniz “Rotası belli olmayan bir gemi” gibidir. Başarıya götürecek bir VİZYON; DEĞERLER ışığında, MİSYON ve İLKELER’e uyarak Orta vade için öngörülen spesifik, somut ve ölçülebilir HEDEFLER’e, AMAÇLAR’a ve arzu edilen geleceğe götürür. Bu yüzden Vizyon bildirimi; bir yandan çalışanları ve karar alıcıları ilerlemeye teşvik etmeli, diğer yandan da ulaşılabilir olmalıdır. Misyon bildirimi ile birlikte kuruluş planının çatısını oluşturur. Vizyonumuz ona ulaşıldığında; Paydaşlarımızın kimler olacağını, ortaya çıkacak değerleri, neler üretileceğini, rekabet üstünlüğümüzü, nasıl algılanacağımızı,  bölgesel/ulusal rolümüzü ve katkımızı aydınlatır.
          Görüldüğü gibi Stratejik plan yaklaşımında değerler; özellikle gelecek Vizyonu açısından son derece önemli. Değişim sürecine ışık tutuyor, sağlıklı gelişmeyi sağlıyor ve destekliyorlar. Stratejik amaç ve hedeflere ulaşılabilmesinde istikametimizin şaşmaması için bir nevi teminat durumundalar. Örneğin; “Dayanışma ve yardımseverlik”, “Hoşgörü ve farklılıklara saygı duyma”, “Misafirperverlik”, “Sorumluluk ve sahip olunan Kültürel mirası yaşatmaya duyarlılık”, “Çevreye saygı” köken olarak kişisel bazlı değerler ancak toplumsal paydası geniş olduğunda beldelere ve şehirlere de yansıyorlar. Kaldı ki, bizatihi belde, şehir ve bölgeler için de değer mahiyetinde olan birçok kıymet söz konusu. “Özgün Kent estetiği”, “O yere özgü ürün ve markalar”, “Doğal çevre ve kaynaklar”, “Coğrafi konum ve avantajlar”, “Sahip olunan yetenek ve potansiyeller” böylesi değerler. Bu konuda benzer pek çok örnek verilebilir.
Stratejik plan hazırlığının ikinci aşamasındayız. “Nereye gitmek istiyoruz?” sorusunun cevabını ararken bir kere daha göreceğiz ki sahip olunan değerler ve uyulması beklenen ilkelerin gelecek yolculuğu için anlamı büyük. Değerlerle bezeli bir ‘Vizyonu’ olmayan hiçbir yolculuğun amaç ve hedefleri de anlamlı olamaz. Bir iş adamının; “Balıkesir gizli kalmış bir hazine” ifadesini sahip olduğumuz değerler, el değmemiş bir doğa, sanayi ve lojistik yatırımlarına uygun araziler, jeotermal, rüzgâr ve biyoenerji potansiyeli nedeniyle Susurluk için niye düşünmeyelim ki? En azından daha yolun başında olmak bundan sonrası için akıllıca değerlendirebileceğimiz pek çok seçim şansımızın olduğunu gösteriyor. Şimdi büyük ve güçlü Türkiye hedefine her zamankinden daha yakınız. Siyasi liderliğin ülkenin önüne bu kadar iddialı hedefler koyması, koyabilmesi elbette çok önemli. Bunlar bir ülke için vizyon sayılabilecek değerde öngörüler. Yapılanlar ve yapılmakta olanlar 2023’e giden yolda meşaleler gibi sıralanmış durumda. İnşallah evlatlarımıza 2053 ve 2071 vizyonlarını da görebilecekleri bir ülke miras bırakacağız. Bu bakış açısı niçin Susurluk için de geçerli olmasın? Büyük fotoğrafı görmek, elimizdekinin kıymetini takdir etmek, değerlerimizi yitirmeden geleceği umutla hayal edebilmemiz lazım. Yeter ki birliğimize, beraberliğimize, kardeşliğimize sahip çıkalım. Yeter ki ezanımızda, bayrağımızda, vatanımızda, devletimizde sembolleşen değerlerimizden taviz vermeyelim. Yeter ki 'Kim var?' diye seslenildiğinde sağına ve soluna bakmadan 'Ben varım!' diyebilecek bir toplum olabilelim.
İnsanî, toplumsal ve kültürel değerler birer nostalji değildir. Yaşaması ve yaşanması gerekiyor. Sadece düne ait değildiler, yalnızca bugün için de lazım değiller. Asıl gelecek için değerlere ihtiyacımız var. İnsan için olduğu kadar, şehirler hatta ülkelerin geleceği için de değerler çok önemli. Onlar farkı fark ettiren pırıltılı özellikler. Sadece bizde değil dünyanın her yerinde geçmişte sahip olunan değerler birer birer silinip kayboluyor. Bugün nostalji olarak andığımız pek çok şeyin artık bir daha geri gelmeyecek şekilde elimizden kayıp gittiğini unutmayalım. Cebimizde paramız, evimiz arabamız var. Yokluk bilmiyoruz. Ancak maddi iklimlerimiz değişirken tıpkı buzullar gibi insanlığımız da, şehirlerimize renk katan değerlerimiz de her geçen gün çözülüp erimemeli.

28 Temmuz 2020 Salı

28 Temmuz 2020 Salı 22:30 CORONA GÜNLERİ..................................Yeşilçam

Yeşilçam dedikleri

Bugünlerde nedendir bilinmez bir "Yeşilçam şarkıları" tutkusu yaşıyorum. Sabah yürüyüşü yaparken genellikle türkü dinlerim. Çocukluğumda sabahları radyodan dinlediğim yurttan sesler, Muzaffer Akgün ve Neriman Altındağ türkülerinden olsa gerek. Nadiren Emel Sayın'dan türk sanat müziği ya da Orhan Gencebay'dan fantezi müzik vb. dinlerim. Bazı anlar canım nostalji çeker. 1960'lı 70'li yılların şarkıları benim için hala bir numaradır.

İşte Yeşilçam şarkıları da aynı dönemden hafızamda gönlümde iz bırakmış şarkılar. Belki de hayat mücadelesine erken başlamaktan tam yaşayamadığım gençlik dönemimi hatırlatıyorlar. Şimdi hem zamanım hem de müzikten lezzet alma olgunluğum var. Şu anda meselâ telefonumda "sevemedim karagözlüm" çalıyor. Bin defa dinlesem doyamam.

Yeşilçam nedir, niçin öyle denmiştir bilir misiniz?  Türk sinemasının 1950-60’lardan 80'lerin sonuna kadar belki 30 küsur sene böyle bir ismi vardı. Beyoğlu'nda, herkesin bildiği meşhur İstiklal Caddesinde şimdi pek bir kimsenin bilmediği kendi haline terk edilmiş küçük bir sokak "Yeşilçam sokağı". İşte bu sokak, bir zamanlar yıllarca Türk sinemasının kalbi, binlerce insanın ekmek kapısı, birçok ünlü yıldızın doğup büyümesine ön ayak olmuş.

Yeşilçam sokağı, 1980 öncesinde tüm film şirketlerinin yazıhanelerinin bulunduğu bir sokaktı. Adeta Türkiye’nin Hollywood’uydu. Şayet Yeşilçam olmasaydı Türk Sineması diye bir şey de olur muydu bilemiyorum. Yılda 200'ün üstünde film çekilen, repertuarında binlerce filmin yer aldığı bir üretim merkeziydi. Elbette bu dönemde bir çok piyasa filmi de yapıldı, ancak unutulmaz filmler de çıktı aynı sokaktan. Bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen hala izlemeye doyamadığımız "Yeşilçam filmleri"ydi onlar.  

Yeşilçam sinemasının 1950'li yıllarda, özellikle de 1952 yapımı ”Kanun Namına” isimli filmle başladığı kabul ediliyor. Türk sineması elbette daha önce de vardı. O kısma "Tiyatrocular dönemi" deniyor. Bazı tiyatro oyuncuları bu yeni döneme karşı çıkmışlar. Yeşilçam filmlerinde oynamayı reddetmişler. Kabul edenler de olmuş tabi ki. Bu yüzden bir ayrışma olmuş daha yolun başında. Üstelik eskiden bugünkü gibi ajans ve menajerlik sistemi olmadığı için birkaç kişi hariç dönemin tüm popüler oyuncuları yarışmalarla sinemaya kazandırılmış.   

Sektörün sıçrama yapması da başlangıçta ekonomik. 1948 yılında Belediye Gelirler Kanunu’nda, yerli filmler için %75 olan vergi, %25′e düşürülünce, para kazanma imkanını gören yapımcılar, yeşilçam sokağında yoğunlaşmışlar. Bu dönemde yerli filmlerde de hızlı bir artış var. 10 yılda 50 film çekebilen Türk sineması aynı sayıya 1 yılda ulaşıp aşmış. Bu sebeple 1950′li yıllar Yeşilçam sinemasının ilk büyük dönemi. “Yeşilçam” sokağı bu yıllarda ülkenin sinema endüstrisi haline gelmiş. Yaklaşık 30 yıl boyunca da Türk sinemasının kalbi kabul edilmiş.

Bir nevi bizim Hollywood’umuz olan Yeşilçam, Türk sinemasının en aktif olduğu yılları görmüştür. İstanbul merkezli çekilen filmler, o dönemde ülkenin her bölgesinde oynatılmakta ve salonlar dolup taşmaktaydı. Tabi ki o zamanlar hayatımızda internet yoktu, televizyon kanalları sınırlıydı ve eğlence sektörü şimdiki kadar gelişmemişti. Bu durum, sinema sektörünün gelişmesine fırsat sağlamıştı.

O günden bu yana her yeni neslin zihninde, Yeşilçam’dan bir ya da birçok sahne mutlaka iz bırakmıştır. Kuşkusuz bahçelerde, boş mahalle arsalarında açılan yazlık sinemalar artık tarihe karıştı. Televizyon sinemaları, internet de televizyonu sollayıp geçti.  Doğal olarak sinema kültürümüz de çok değişti. Yine de insan çekirdek çitleyip, kuru yemiş ve gazoz eşliğinde topluca ağladığımız, güldüğümüz o günleri özlüyor. Yeşilçam’ın en unutulmaz zamanları, tüm mahallelinin bir araya geldiği o yazlık sinemalardı.

Yeşilçam sinemasının miladı olarak kabul edilen ”Kanun Namına” film 27 Ekim 1952 tarihinde gösterime girmiş. Yönetmeni Ömer Lütfi Akad. Başrol oyuncuları Ayhan Işık ve Gülistan Deniz’di. Osman Seden tarafından gerçek bir cinayet üzerinden yola çıkılarak yazılmış. Sinemamızın uluslararası alanda ödül alan ilk filmi 1963 yapımı Susuz Yaz filmi de bir Yeşilçam dönemi ürünü. Aynı dönemde başta Kerime Nadir olmak üzere birçok yazarın kitapları filme uyarlanmış. Hülya Koçyiğit, Sadri Alışık ve Çolpan İlhan bu dalgaya öncülük eden isimler. 

Yeşilçam dönemimin bir başka ilginç ismi Sefa Önal. Yaklaşık 400 filmin senaristliğini yapmış. Aynı zamanda onlarca filmin yönetmeni. Safa Önal'ın bu alanda Guinnes Rekorlar Kitabı’na girdiği biliniyor. Yeşilçam’ın birçok filminin senaryosu ona ait. Meselâ;Tatar Ramazan, Yumurcak, Ah Güzel İstanbul, Menekşe Gözler ve Evlidir Ne Yapsa Yeridir gibi filmlerin senaryosunu o yazmış. Ayrıca; Cingöz Recai, Sezercik Yavrum Benim, Küçük Ev gibi filmlerin de yönetmenliğini yapmış.

Yeşilçam bir çok seri filmin çekimine de vesile olmuş. "Clali ibo", "Küçük hanım", "Ayşecik", "Turist Ömer" bunlardan sadece bir kaçı. İş yaptıkça 2.ncisi, 3.ncüsü yapılmış. İçlerinden seri olarak 8-10 film yapılanlar var. "Hababam Sınıfı" serisinden bahsetmeden Yeşilçam tamam olmuş olmaz. İlki 1 Nisan 1975 tarihinde gösterime girmiş. Rıfat Ilgaz’ın yazdığı romandan uyarlanan film Türk Sinema Tarihi’nin en önemli serilerinden birini başlattı.  Münir Özkul, Adile Naşit, Kemal Sunal, Tarık Akan, Halit Akçatepe gibi dev isimlerin yer aldığı serinin yönetmen koltuğunda Ertem Eğilmez vardı.

‘Sihirli perde’ olarak da tanımlanan sinemanın Türk insanının hayatına girdiği 14 Kasım 1914’ten bu yana geçen 108 yılda, Türk Sineması yaklaşık 6 binin üzerinde filme imza attı. Özellikle 1966 yılı, 239 filmle bir rekordu. Buna karşılık 31 film çekilen 1991 yılı ise sinema tarihinin en durgun yılıydı. Çoğunlukla Amerikan ve Mısır sinemasından esinlenen Yeşilçam filmleri zaman içinde kendi karakterini bulmuş ve türk halkını peyaz perdeye yansıtmıştır.


Yeşilçam anıları

Yeşilçam; filmleri, yazlık sinemaları ve ünlüleriyle akıllardadır. Buna bir de dönem şarkılarını eklemek lazım. Zamanımızın çoğunu evde geçirdiğimiz şu corona günlerinde iyi ki müzik var, iyi ki "Yeşilçam şarkıları" da var. Onlar neredeyse ezbere bildiğimiz ve hep özlemle andığımız, dinlemekten bıkmadığımız şarkılar. Kuşkusuz Yeşilçam filimlerinin ayrıca anılarımızda yer edinmiş birbirinden güzel enstrümantal müzikleri de var. Meselâ "Hababam Sınıfı, Sultan, Köprü, Aile Şerefi, Köyden İndim Şehire, Dila Hanım, Kader Bağlayınca, Devlerin Aşkı, Canım Kardeşim, Çöpçüler Kralı ve Selvi Boylum Al Yazmalım" bunlardan sadece birkaçı. Bu müzikler hepimizde o kadar yer etmiştir ki, melodiyi duyduğumuz anda o filmlerin sahneleri gelir gözlerimizin önüne.

Ancak ille de sözlü şarkılar en fazla etkilemiştir seyirciyi. Zaman TV, internet, klip vb olmayan bir dönem. O günün öne çıkan şarkıcısını ve plağını desteklemek üzere film yapılmış bolca. Şarkıcı da en güzel şarkısını o filmde okumuş. Hem o kazanmış, hem de Yeşilçam. Sinema salonları özellikle yazlık bahçeler hınca hınç dolmuş seyirciyle. Film şarkıyla bütünleşmiş, şarkı da şarkıcı da filmle. Bugün bile unutulmaz hatıralar bırakmışlar gönlümüzde. "Samanyolu, Hasretinle Yandı Gönlüm, Şarkılar Seni Söyler, Boş çerçeve, Şarmaşık gülleri, Hayat Bayram Olsa, Artık Sevmeyeceğim, Sonbahar yaprakları, Sevemedim Kara Gözlüm, Ben Seni Unutmak icin Sevmedim, Benim Gözüm Sende, Buruk Acı, Sonbahar Rüzgarları,Keloğlan, Oh Olsun" gibi pek çok şarkı var böyle unutamadığımız. Orhan Gencebay'ın, Ferdi Tayfur'un ve daha pek çok meşhur şarkıcının yaptığı filmleri saymıyorum bile.


Beyaz perdeyle ilk tanışmam 8mm’lik küçük bir makinayla duvara yansıtılan “Cilalı İbo ve Kırk Haramiler” (1964) filmiyle oldu. Daha 7-8 yaşındaydım. Kasabamızda fotoğrafçılık yapan rahmetli Bedri amca evinin salonunda mahallenin çocuklarına böyle filmler gösterirdi. Tabi ödeyecek harçlığımız varsa. Ertesi yıl ilk sinema deneyimimi yaşamıştım. O zamanlar küçük kasabamızda bile iki tane kışlık sinema vardı. Gelen filmleri megafonla sokaklarda üzerine afiş asılmış araba dolaştırarak duyuruyorlardı. Hiç sinemaya gitmemiştim. Ama etraftaki curcunaya, gidenlerin ballandıra ballandıra anlattıklarına bakıp özeniyordum. Param yoktu, üstelik sinema ailemde 'o da neymiş!' türünden mesafeli durulan bir şeydi.
Arada evden o taraflara doğru keşif yolculukları yapıyordum kısa, kısa. Sinemaya girenleri gözlüyordum imrenerek. Bir ara etraf 'Turist Ömer, Turist Ömer' diye yıkılıyor, o küçücük kasaba bu filmle çalkalanıyordu. Hava soğuk ve pusluydu. Gece değildi ama akşamın karanlığı erken çökmüş gibiydi. Dayanamadım, kendimi bir anda sinemanın önünde buldum. İnsanlar kuyruk olmuş bilet alıyorlardı. Baktım, kapıda biri durmuş biletleri yırtıp insanları içeriye alıyor. Oraya kadar sokuldum. Amacım dalgalanan kadife perde aralığından içeriye bakabilmekti. Merak ediyordum. Benim gibi birkaç çocuk daha vardı yanımda. Nasıl olduysa bir an, kalabalıkta oğlanın biri aradan kaynadı geçti içeri. Biz de yapabilir miyiz acaba ? derken bir dalgalanma daha, biz de koltuk altlarından, palto ve bacak aralarından içeri daldık.
İlk defa bir sinemaya giriyordum. Aydınlıktan zifiri bir karanlığa düşmüştüm. Yalnız arkadan, balkon tarafından fışkıran su gibi bir ışık demeti perdeye yansıyordu. Perdede bir adam; üstünde koyu gri bir gömlek, kirli keten bir pantolon, yamuk yumuk bir şapka. Önüne gelene sağ elini başında yukardan aşağı tutarak değişik bir selam veriyor. Konuşmalar, müzik, sesGözümü o beyaz perdeden alamıyordum. Etraf çok karanlıktı. El yordamıyla daha öne, daha öne doğru gittim. Sağımı solumu görmüyordum ama birileri sürekli beni iteliyordu. Sonunda sahnenin sağ tarafına yığılmış ayakta dikilen bir kalabalığın önüne kadar gitmişim.
Öyle ağzım açık seyrediyorum ki ne kadar geçti farkında değilim. Belki 10-15 dakika, belki de yarım saat. Önce ensemde bir pençe hissetim, sonra da geriye doğru çekildiğimi. Tam da Vahi Öz 'Bediaaa !' diye höykürürken yakalanmıştım. Kapıda bilet yırtan adam beni iki dakikada kaçak girdiğim kapıdan fırlatıp atmıştı. Şoktaydım. Arkamdan bağırıp çağırdıklarını anlamadım bile. O günden beri yüzünde buruk bir gülümseme, kaytan bıyıklı, garip giyimli, tuhaf selamlı “Hey yavrum heyyyyy !” diye konuşan o adamı hiç unutmadım.
Çocukluğumun henüz beyaz camın bile olmadığı altmışlı yılları. Radyolu evlerin ender olduğu bir dönem. Sinema en gözde eğlence. Akşamları gidilen ve yeşilçam filmlerinin yazlık bahçe sinemalarında ailecek, bütün kasaba hep birlikte seyredildiği yıllar. O günlerde çocukluk akşamlarımız, sinema girişinin sihirli ışıklarıyla ve en güzel şarkılarıyla renklenirdi. Gece karanlığında, makine dairesinden perdeye fışkıran ışıklarla yansırdı bir bir o dönemin yıldızları. Perdede tanıdık bir yıldız göründüğünde ise bir alkıştır kopardı bahçeden. 
Benim için filmin ne olduğu, hangi yıldızın oynadığı hiç fark etmiyordu elbette. Bu akşam bir yazlık sinemaya gidelim de, ne olursa olsundu. Akşam yemeği çabucak yensin, hazırlanılsın, yola koyulup yürünsün. Sinemaya girince de sağa-sola bakılsın, çekirdek çitlensin, yalı gazozu içilsin ve perdeye yansıyan sihirli dünya bizi alıp götürsün farklı dünyalara. 75 kuruşluk biletle renklensin hayatlarımız...Bizim kasabamız eskiden tahta sandalyeleriyle ünlüydü. Bütün kahveler, düğün yerleri, bahçeler, parklar ve de yazlık sinemalarda bu ağaç sandalyeler kullanılırdı. Yazın parkımız da güzeldi ama yazlık sinemalar da dolup dolup taşardı hani. Yaz akşamları aileler çoluk çocuk ya parka ya da bu bahçe sinemalarına giderlerdi.
Televizyonun olmadığı zamanlardan söz ediyorum tabi ki. Düğünler, nişanlar, sünnet ve kına eğlenceleri de sokakta yapılırdı. Karşıdan karşıya gerilmiş elektrik kablolarında sarkan ampuller aydınlatırdı ortamı. Tahta sandalyeler getirilirdi gündüzden at arabaları ile. Kasabamızın müzisyenleri çalar söylerlerdi ortaya. Renkli ampullerle aydınlatılan koyu yeşil çiçekli parkımızda boş masa bulunmazdı. Oralar kasabamızın sosyal hayatının ve eğlencenin belli başlı yerleriydi. Biz çocuklar için hava hoştu, yeter ki dışarıya çıkalım. İster düğün, ister park, ister sinema.
Sinema ile ilgili ikinci deneyimimi böyle güzel bir yaz akşamı yaşadım.  Yıl 1965, Temmuz ayı. İlkokul üçüncü sınıfı bitirmişim. Karnem pekiyi ile dolu. Okulda öğretmenimin göz bebeğiyim ama evin haşarısı, işe yaramazıyım. Değil karne hediyesi arada bir harçlık bile vermezler. Çok lazımsa yumurta verirler bakkala götürür satarım. Aldığım üç beş kuruş deftere kaleme gider. Bazen kalan 5-10 kuruşla doğru eski kitap satan 'topal Tahir'e giderim. Bana resimli çizgi kahraman dergileri verir, tahta sandalye üzerinde okur, sonra da koşa koşa eve dönerim.
O ara Körfezde oturan halam aile büyüklerimi ziyarete gelmiş. Yanında iki de genç görümcesi. Onlar sinemaya alışkınmışlar. Delikanlı amcam, ablasını ve genç misafirleri akşam gezmesine sinemaya götürmeyi düşünmüş. Ben de ağladım, sızladım peşlerine takıldım. Mecburen yanlarında götürdüler. Sinemanın girişi bir renk, müzik ve ışık cümbüşü halinde. Afişler göz alıcı. Yakında, pek yakında…Aşkların En Güzeli, Çöl Kanunu, Duvarların Ötesi, Gurbet Kuşları, Vurun Kahpeye, Gözleri Ömre Bedel. Her taraf renkli afişlerle donatılmış. Şimdiki program: Ayşecik Cimcime Hanım.
Film hakkında bir bilgim yok. Yalnızca Ayşeciğin çocuk olması beni heyecanlandırıyor. Bir de afişteki şapkalı, yukardan aşağı selam veren adam tanıdık. Turist Ömer bu ! Onu kışın az biraz seyretmiştim. Aaa! Şimdi o da mı var bu filmde ? Heyecanım kadar bu sefer merakım da artıyor. Amcam bilet alırken yerimde duramıyorum. Beni zor zapt ediyorlar. Nihayet içeriye giriyoruz. Perdenin önüne sıra sıra tahta sandalyeler dizilmiş.  En arkada küçük, biraz yüksekçe bir kulübe var. Önünde de ufacık bir pencere. İnsanlar çoluk çocuk oturmuşlar çekirdek çitliyorlar. Gazozcu kucağındaki kasayı tıngırdatarak arada dolaşıyor.
Dikkatim kocaman beyaz perdede. Tahta sandalye üzerinde kıpırdamadan, heyecanla bekliyorum. İkide bir 'Plopff '..' diye, 'Gazuuuz, soğuk gazuuuz !' sesler duyuyorum. Elindeki açacakla mütemadiyen gazoz açıyor adam. Nihayet müzik kesiliyor, ışıklar sönüyor. Gökyüzündeki yıldızları görüyorum, ne çoklarAniden arkadaki küçük pencereden ışık fışkırıyor beyaz perde üzerine. Üstü açık bahçe sineması perdede oynayan insanların yansımalarıyla doluyor. Önce gelecek programı seyrediyoruz. Sonra da pek yakındayı. Ben ayşeciği merak ediyorum bir de turist ömerin bu filmde ne işi olduğunu.
Yine bir sessizlik, arkadan sinema makinesinin tıkırtıları duyuluyor. Perdede 'Ayşecik Cimcime Hanım',  Zeynep Değirmencioğlu Ayşecik, Sadri Alışık Turist Ömer, Vahi Öz Ruknettin, Mualla Sürer Bedia ve bir sürü isim daha. Hah ! nihayet ayşeciği gördüm. Benden biraz daha küçük ya da benim kadar bir şey. Beyaz tenli, bukle bukle saçları var. Bir de konuşması, tam cimcime yani.
Hah ! Bu da Turist Ömer amca. Kötüler Ayşeciğin babasını öldürüyorlar. Ama o onu koruyup kolluyor.  Arkadaş gibiler. Bir de Rüknettin amca var, ikide bir 'Bediaaa!' diye sesleniyor bir teyzeye. Film bir koşturmaca, kovalamacaya dönüşüyor. En heyecanlı yerinde ışıklar yanıyor. Yine gazozcu çıkıyor meydana. İnsanlar kimi sigarasını yakıyor, kimi biten çekirdekleri yeniliyorlar girişteki satıcıdan. Ben sabırsızca ışıkların kararmasını ve perdenin canlanmasını bekliyorum. Biri gazoz uzatıyor, onu bile unutuyorum elimde. Dakikalar geçmiyor
Film yeniden başlıyor. Turist Ömer, Rüknettin, Bedia güldürüyor insanları. Ayşeciği herkes çok seviyor. Görümceler habire çekirdek çitliyor. Halam ağlıyor. Ben kötülere kızıyorum. Ama Turist Ömer'le Ayşecik de birbirlerini çok seviyorlar. Herkes mutlu ayrılıyor sinemadan. Yerler sigara izmariti, çekirdek kabuğu ve gazoz şişeleriyle dolu. Benim gözüm, çıkarken bile beyaz perdeye takılı. Orada oynayan onca insan, sesler, arabalar nerde ? Bir an Ayşecik'le Turist ömer'in bana el salladıklarını görüyorum. Ben de onlara el sallıyorum gizlice. 
Aradan tam 55 yıl geçti. Hayalimdeki o sahne hala aklımda. Sonrasında defalarca Ayşecik, Turist Ömer filmi izledim. O anı, o tadı bir daha bulamadım. Güzel bir yaz akşamı gezmesinden miydi ?, Ayşecik mi bana kendini sevdirmişti yoksa Turist Ömer'le akraba mı olmuştum ?, O akşam ne gülmüş, ne ağlamıştım. Sadece seyretmiştim. Elimdeki gazozu değil, perdedeki hayalleri içer gibi seyretmiştim.

26 Temmuz 2020 Pazar

26 Temmuz 2020 Pazar 22:30 CORONA GÜNLERİ................................Zaman çarkıfeleği


Günler geçiyor

Günler bir bir geçiyor. Artık ne takvime bakıyorum, ne de bugün neydi telaşındayım. Herkes için zaman biraz farklı akar bunu fark edeli çok oldu. Gençken günler yıllar geçmek bilmezdi, ya da öyle sanırdım. İmkan olsa yılları üçer beşer atlamak isterdim hızlıca. Yapmak istediğim, ulaşmayı düşlediğim o kadar çok menzil vardı ki. 

Ben acele ettikçe zaman direnir, ağırdan alırdı sanki. Zorluklar, olumsuzluklar bir biri ardına ve nefesimi kesercesine inadına üstüme geliyorlar zannederdim. Mücadele ederken elimdeki günleri yaşayamıyor, aksine haftalar aylar beni yudum yudum içiyor gibiydi. Öylesine ağır, öylesine kanırta kanırta geçiyor gibiydi zaman. 

Şimdi roller değişti, günler sanki çarkıfelek olmuş. Fır fır dönüp geçip gidiveriyorlar gözümün önünde. Her günün birbirinden farklı, renkli ve tekrarı mümkün olmayan birer ikramiye olduğunu biliyorum artık. Hızla geçince bütün farklı renkler soluk beyaza dönüşüyorlar onun da farkındayım. Ama nedense ayrıntıları hatırlayamıyorum eskisi gibi. 

O yüzden galiba  gözümü dört açıp neler olup bittiğini gözlemlemeye, neyi nasıl yaşadığımı iyice anlamaya çalışıyorum. Yoksa unutacağım kesin. Halbuki geçmiş günleri düşündüğümde onları teferruatıyla zihnimde bulabiliyorum. Yaş almak böyle bir şeymiş, öyle diyorlar. Neyse ne, takvime bakmayı o yüzden bıraktım. Bana zaman kaybettiriyor. Her anı, her doğan günü, her akşamın güzelliğini hissederek yaşamak istiyorum. 

Çocukluğumdan beri yazmayı severim. Der çalışmayı da yazarak yapardım. Lisedeyken herkesin yaptığı gibi ceplerim kopyalıklarla dolu olurdu. Ama üniversitede bile hiç çıkarıp da kopya çektiğim olmadı. Benim için bir çeşit muska gibiydiler, onları yazarken çalışmış olurdum zaten. Şimdi de her gün aşağı yukarı 2-4 sayfa yazıyorum. Bunlar hem anı hissederek yaşamamı sağlıyor, hem de not düşüyor zaman çarkıfeleğinin her yaprağına. Mesela Corona günlerini 138 gündür yazıyorum. Başlangıçta bizim ömrümüze denk gelen olağanüstü bir olayın tanıklığıydı notlarım. Sonrasında kendi yaşamımı, ülkemi ve dünyayı seyrettiğim bir pencere haline geldi yazdıklarım. 

Corona günlerinde kâh salgının üzerimizdeki etkilerini yazdım, kâh rakamlarla seyrini anlattım. Bazen önemsediğim, yazmak istediğim hisler, düşünceler aktı satırlarıma. Bazen ülkemle ilgili görüşlerimi açıklama fırsatı buldum bu pencereden. Arada günlük gibi kullandığım da oldu. Ama bütün bunlar aslında yaşadığım zamanı kana kana içmek gibiydi. O beni gençken öyle içmişti, şimdi de ben onu. İntikam ya da ödeşmek için değil, aklıma bile gelmedi. Ama gerçek bu; yazmak ve elimin altında hızla dönen zaman çarkıfeleğin renklerini kayda almak istiyorum o kadar.

Ben öyle yapar mıyım bilmem, bazı yaşlılar sürekli bulmaca çözüyor. Alzheimer hastalığını geciktirirmiş. Doğrudur, bir şey diyemem. Şu anda böyle bir ihtiyaç hissetmiyorum. Belki daha sonra. Memuriyet hayatım, yöneticiliğim rakamlarla, mevzuatla ve kurallarla geçti.  Mali konularda herkesin bana baktığı bir ortamda unutma, şaşırma gibi bir tercihim yoktu. Beynim bir hesap makinesi gibi çalışıyordu. Rakamlar her şey değildir ama pek çok şeyi onlarla daha kolay anlayabiliriz. İstatistik için yalancı derler meselâ. Her şeyin yalanı dolanı olur, rakamların niye olmasın ki? Aslında yalancı olan maalesef insandır, rakamların ne günahı var. Ben onlara inandım, yararlandım ve kimseyi yanıltmadım çok şükür. 

Bu konuda çok hatıram var ama aklıma gelmişken bir tanesini anlatayım. Yıl 2007, Mecliste Mali Hizmetler Müdürüyüm. Başkanımız Bülent Arınç. Kendisi üzerimde hakkı alan, tanıdığım güzel adamlardan biridir. Ben 2006'nın Ekiminde bu göreve gelmişim. Daha önce başka bir birimin başındaydım. Yıl bitmiş, başkan geçen yıl hakkında icraatını bir basın toplantısıyla anlatacak. Benden önce kendisine bütçe uygulamasına ilişkin bilgiler verilmiş. Konuşmasının bir bölümünde 2006 yılına dair şöyle bir bahis var: "Geçen yıl %40 tasarruf yaptık!" Görünce Başkanı bunun doğru olmadığı noktasında uyardım, bu benim görevimdi. Bana neden diye sordu haklı olarak: "Başkanım %40 tasarruf yaptık demek, aslında bana verilen Bütçeyi %40 eksik uyguladık demektir" diye açıkladım. Zeki adam, ne demek istediğimi anladı ama yine de yüzündeki ifadeyi unutamam. "Peki ne diyeceğiz o zaman?" bakışıydı bu. Dedim ki, "Elinizdeki broşürde öyle yazıyor ama siz şöyle söyleyin: Geçen yıl azami tasarrufa riayet edilmiş, bütçenin %60'ı etkin bir şekilde harcanarak, tüm hizmet ve yatırımlar eksiksiz gerçekleştirilmiştir." Sonraki yıllarda üç Başkanla daha çalıştım, 6 bütçe hazırladım ve uygulamasını izledim. Bu olay kulağıma hep küpe oldu ve meseleye "harcama etkinliği" yönüyle baktım. 2012 yılında emekli olup bıraktığımda, TBMM'nin harcama etkinliği %90'ı aşmış bulunuyordu.

Günün ardından

Bugün ülkemiz Corona günlerinin 139.ncusunda. Bizim 2020 yılı körfez yazlık günlerimizin ise 52.ncisi bitti. Coronada düşüş sürüyor, bir taraftan da yaklaşan Kurban bayramı telaşı var. Maskeye bir türlü alışamadık galiba. Ben şahsen çoğu zaman unutup çıkıyorum. Geri dönüp almaktan başka çare yok. Evin bir yerlerinde bayrak gibi henüz daha atılmamış maskeler asılı duruyor. Herkes birbiriyle karışmasın diye ayrı ayrı yerlere asıyor çünkü. Mesafe ve hijyen konusunda bizden kaynaklı sorun yok. Ancak Pazar yerlerinde insanlar pek uyamıyorlar bu kurallara. Bereket bulunduğumuz bölgede aktif corona hadiseleri pek görülmedi. Geçenlerde kiracı bir çiftin testinin pozitif çıktığı duyuldu. Bu haber bile siteyi heyecanlandırdı. Sonra duyduk ki hastanede müşahade altına alınmışlar, bu kez de negatif çıkmış sonuçları. Zaten de hemen gittiler.

Türkiye'nin bugünkü 26 Temmuz tablosuna göre vaka sayısı 226.100'e yükselmiş durumda. Bugün 40.016 test içinde 927 yeni vaka (% 0,23) tespit edilirken iyileşenler ise 1.010 olmuş. 17 hastanın da vefat etmesiyle Türkiye'de Koronavirüs sebebiyle kaybettiğimiz insan sayısı toplam 5.613'e (% 0,25) çıkmış. İyileşenlerin toplam sayısı ise 209.487' a (% 92,7) ulaşmış. Bakan Koca: "Yeni vaka sayımız, son günlerdeki ortalamasında. İyileşen hasta sayımızla yeni vaka sayımız arasındaki fark düne yakın. Yoğun bakım, entübe ve riskli gruptaki hasta sayımız yaklaşık aynı düzeyde seyrettiği için vefat sayıları birbirine yakın gerçekleşiyor" demiş. Bu sözler dikey değil yatay gittiğimizi gösteriyor. 

Sağlık Bakanı Fehrettin Koca, 24 Temmuzda: "Türkiye genelinde bakanlığımız tarafından yaklaşık 150 bin kişiyle yapılan Covid-19 tarama çalışmasında, rastgele test edilen her 1000 kişiden 2,5'inde test sonucu pozitif çıkmıştır. Vakaların yüzde 46'sı İstanbul'da. COVID-19 kaynaklı vefatlarınsa yüzde 50,2’si yine İstanbul’da.  İstanbul'da yapılan tarama çalışmasında ise, rastgele test edilen her 1.000 kişiden 2,9’unda test sonucu pozitif çıkmıştır. Bu oran, Türkiye genelinden yüzde 13,8 yüksektir. Hepimizin iyiliği için dikkatli olalım. Hayat riske yenilmesin" demişti.

Evet, mümkün olduğu kadar dikkatli olmaya, hayatımızı riske etmemeye çalışıyoruz ama bu çaba bitecek gibi de görünmüyor. O yüzden günlük hayatımız devam ediyor çaresiz. Her gün sabah oluyor, sıcak bir gün geçiriyoruz. Gün batıyor, akşam serinliği ve nihayet uyku. Bakarsan günler çarkıfeleğin yaprakları gibi dönüp duruyor. Bu rutini anlamlı ve renkli kılansa aradaki ayrıntılar. Mesela buranın nemsiz oksijeni bol havası, esen serin rüzgarı sıcak temmuz günlerini sorun haline getirmiyor. Esinti sivriler için de sineksavar gibi. 

Sabah yürüyüşlerim ve denize devam. Denizin güzel olduğu günler biraz daha fazla olsa da girip çıkmak ve duş en çok yarım saat. Saat 10 ile 10.30 arası kahvaltı hazırlama saati. Sonrası buranın en güzel anlarından biri; kahvaltı zamanı. Bölgede yetişen domates, salatalık, biber, zeytin ve peynir sofranın olmazsa olmazları. Ekşi maya köy ekmeklerini de severiz, bulur alırız, soframızdan eksik olmaz. Saat 12'ye kadar arka bahçe balkonunda birlikte oluruz ailemle. Bu yıl en küçük torunumuz da bizimle. Çocuk 9 aylık oldu, neredeyse her gün değişiyor. Bugün "Allah, Allah" demeyi öğrendi. Bu hafta el sallamayı ve öpücük göndermeyi de. İki haftadır hızlı bir şekilde emekliyor. Ama en çok sevdiği şey ayağa kalkıp bizim eşliğimizle yürümeye çalışmak. Ayın başında ilk dişini gördük. Çok güleç yüzlü ve sağlıklı maşallah. Arada simitle denize bile sokuyor annesi, neşesini görmek lazım.

Günümün en az 3 saati yazmakla geçiyor. Susurluk için REİS gazetesine yazdığım haftalık yazılar 162.cisinde. Mayısta üç yıl dolmuştu. Son altı aydır özel bir konuda seri şeklinde bir yazı dizisi yazıyorum. İnşallah Susurluğun 2023-28 dönemi stratejik planı için alt yapı oluşturacak. Corona yazılarım ise bugün 139.ncusunda. Başka alanlarım da var yazdığım ancak bu ikisi önde geliyor. Geçen yıl 4 kitap yaptım, 4 evladıma da ithaf edip verdim. Bundan sonra sırada damat ve gelinlerim ile torunlarım var. Benden yazılmış birer mektup gibi okusunlar inşallah. 

Gün içinde ön ve arka bahçelerimle de uğraşıyorum. Bu yıl sebze ekmedik, belirsizlik var diye. Ama çiçeklerim, fidanlarım ve meyva ağaçlarım var. 2-3 günde bir dönüşümlü çapalayıp suluyorum. Bu yıl ne elma, ne şeftali, ne de üzüm pek yok. Geçen sene var yılıydı herhalde. Yine de üstündeki birkaç meyva bile büyüdükçe beni mutlu ediyor. Yine bu sene arka bahçede kendiliğinden kabak, karpuz ve kavun fideleri çıktı. Onlara bakmaya çalışıyorum. Onların da ürünlerini alabileceğimden emin değilim ama olsun, bahçemi yeşil görmek bana yetiyor.

Yine bu yıl evimiz hiç görmediği kadar kedi gördü. Büyük kızımın kedisi Pati, oğlumun kedisi Rakun, bizim bahçe kedilerimiz Panda ve Boncuk. Büyük kızım, torunlarım ve kedileri Pati Adapazarına gittiler. Şimdi oğlumla birlikte kedisi Rakun geldi. Kendisi tam bir istanbul hanımefendisi. Boncuk sürekli diğer bahçeleri ve komşuları dolaşıyor. Ama Panda günün çoğunda bizimle. Öncek gün veterinere götürüp iğnelerini yaptırdık. Aksırığı geçmemişti, bu yüzden her sabah ilacını veriyorum. İnşallah iyileşir.

Yarın Burhaniye pazarı. Bugün buradaki küçük pazara gittik, bazı ihtiyaçları da aldık ama Burhaniyeye de gitmeden olmayacak. Çoruk köylü Hacı Kemalden, Kırtıklı köylü kadınlardan organik taze sebze almadan dönmeyiz. Zaten Kurban için de görüşme yapmam gerekiyor. Nasipse 7 kişilik bir guruba girdik. Bu sene virüs nedeniyle kurbanlarımızın başında beklemeyecekmişiz. Ertesi günü onlar haber verecek almaya gideceğiz. İkinci gün kızım ve torunum gidecekler. Son günü de oğlumuz İstanbula dönecek. Biz şayet aksi bir durum olmazsa biraz daha kalacağız. Ankaradaki oğlumuzdan haber bekliyorduk. Torunumuz Ece için bir bakıcı kadın bulmuşlar galiba. Kreşe vermek istemiyorlar. Size ihtiyacımız var deseler gidecektik, yine de gideriz.