13 Nisan 2024 Cumartesi

14 Nisan 2024 Pazar TORUNLARIMA MEKTUPLAR............................ANILAR 14 Nisan


223 14 Nisan 2015 Salı 08:30 ANKARA HASTALIKLARI.....................Ankara'yı didiklemek (3)

Ankara'yı didiklemek (3)

Siyasetin neden bu kadar ülke gündeminin ilk sırasında yer aldığını, her ortamda ve her katmanda neden bu kadar çok konuşulduğunu anlamaya çalışıyoruz.

Farkında mısınız siyaset ve politika hayatımızda gereğinden fazla yer tutuyor. İnsanlar siyaset geyiği olmadan sohbet edemez oldu. Acaba nasıl oluyor da kahvede, işyerinde, evde konu hep dönüp dolaşıp siyasete geliyor ? Bir tür gıybet ve dedikodu sayılabilecek bu çene çalma alışkanlığı iyi mi, kötü mü ?

Eskilerin deyimiyle seçim sath-i mailine girdik. Bu konuların gündemde olması, toplumda genel bir heyecan, renk ve dalgalanma oluşturması normal. Aksi bir durum kötüye işaret olurdu. Ancak, çevrenize bir bakın, sanki sürekli seçim varmış gibi içten içe kaynamıyor muyuz ?

Hadi gazeteleri, televizyonları hatta sanal dünyayı anlayabiliyoruz. Onlara sürekli didikleyebilecekleri bir alan lazım. Politikacıların işi zaten bu. Toplumu ne kadar istim üstünde tutabilirlerse o kadar ayakta kalabilirler. Bu onlar için adeta hayat memat meselesi. 

Ancak edebiyatla, sanatla meşgul olması beklenen şairlerimiz, yazarlarımız, sanatçılarımız bile siyasal bir söylem içinde. İşadamlarımız siyasi beyanatlar veriyor, bürokrasi içinde politikaya bulaşmış acımasız bir kaynaşma var. Nispeten okumuş, kültürlü insanların yeni oyuncağı sanal dünyada kılıçlar çekilmiş, küfrün, hakaretin, yalan ve iftiranın bini bir para. Bütün bunlar acaba siyasetin yetersizliğinden, kötü oluşundan mı kaynaklanıyor yoksa tam demokrasi denilen topyekun katılımın post modern ayak seslerini mi işitiyoruz ? 

Ankara başkentimiz. Cumhuriyetimizin, demokrasimizin merkezi. Doğal olarak siyasetle bir anılıyor. Dolayısıyla da hem kendi içinde hem de dışardan kıyasıya didiklenen, gagalanan talihsiz bir şehir o. Çok garip ! Hem eleştirilen, hem de oraya hakim olabilmek için her katmanda mücadele verilen bir kızıl elma sanki.

İnsanımız sürekli harala gürele bu politik mücadelenin etkisinde ve gergin. Bazılarında bu hal psikosomatik bir aşamaya geçmiş görünüyor. Onları tanır bilirsiniz; sıra kuyruğunda, otobüste, kafeteryada sürekli vızırdayıp dururlar. Adeta canlı bomba gibiler. Biri "sen ne diyorsun ?" deyiverse al sana olay. 

Dişler kenetlenmiş, biri kin ve nefretinden kızarmış, öbürü sabrından çatlamak üzere. Siyaset yada politika kendimizi kaybedecek kadar matah bir şey mi yani ?

Acaba bu duruma iddia edildiği gibi gerçekten ülke seçmeninin bir elmanın tam ortasından ikiye bölünmüş olması sebep olmuş olabilir mi ? Mücadelenin tam da atbaşı seyrettiği, kazanmanın ya da kaybetmenin kılpayı mesabesinde birbirine yakın olduğu bir dönem mi yaşıyoruz ? 

Siyaset devlet işlerini düzenleme, idare ve yürütme yolu, yöntemi, sanatı olarak tarif ediliyor. Aslında oldukça ciddi, ölçülü bir iş, kuralları var. Saygınlık gerektiriyor. Ama ne gariptir ki kökeni arapça ve seyislik yapmaktan geliyor. Yani bir nevi at bakıcılığı. Ancak, at bakıcılığının zamanın ferrari servisi gibi uzmanlık ve ehliyet gerektiren saygın bir meslek olduğunu da unutmayalım.

Politika (Policy) ise, belli bir amaca varmak üzere farklı yöntemler kullanarak yol alma ve işini yürütme olarak biliniyor. Öyleyse toplum ve devlet yönetimine talip olmak da bir bakıma böyle bir misyona talip olmak demek. İster iktidar olsun ister muhalefet amaç hep aynı; demokrasi parkurunda yarışan, koşan ve kazanan atlara sahip olmak. Bu alanda konuşanların, örgütlenen ve çalışanların en azından bir at bakıcısının meziyetlerine sahip olması gerekmez mi ? 

Değilsek, siyaset gibi saygın bir alanı kolayca dilimize dolamanın, istihza etmenin, dedikodusundan zevk almanın altında yatan nedir ? Belki de bu konuyla bu kadar haşır neşir olmamızın sebebi siyasetle politikayı karıştırıyor olmamızdır. Çünkü, günümüzde siyasetle politika çok zaman içiçe geçmiş durumda ve doğal olarak aynı anlamda kullanılıyor. Ancak, farkında olsak da olmasak da politikanın siyasete göre daha sevimsiz, daha avam bir imajı var. 

Politikanın karşısındakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından ya da aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma gibi kulağa pek de hoş gelmeyen yönlerini düşünürsek bu yargı haksız sayılmaz.

İlaveten politikanın birbirine karıştırılan daha farklı biçimleri de var. Örneğin bir hükümetin, şirket, kurum veya kişinin görüş, felsefe, amaç ve tutumunu belirli bir şekilde ifade etmesi de bir nevi politika. Bu görüş, felsefe veya amaç doğrultusunda uyguladığı hareket planları da. Mesela insan kaynakları politikası, satış politikası ya da ekonomi politikası gibi.

Ancak politika denince çoğunlukla, devlet gücünü (yani iktidarı) ele geçirmek için yürütülen örgütlü mücadeleyi anlıyoruz. Sonuçta bu uğraş, ya kendi ya da temsil ettiği inanç/görüş/çıkarları devlet çerçevesi içinde ve devlet gücüyle, tüm topluma hatta diğer devletlere kabul ettirilmesi için yapılıyor.

Belçikalı siyaset kuramcısı Chantal Mouffe, agonistik siyaset ve radikal demokrasi teorileriyle dünyayı algılama biçimimizi zorlayan düşünürler arasında bulunuyor.12 Mart'ta Bilgi Üniversitesi'nin davetlisi olarak bir seminer vermek üzere Türkiye'ye geldi. 

Konu demokrasi fikrinin imkânsızlığı, sol-sağ ayrımının muğlaklaşmasının etkileri, Avrupa krizi, İspanya ve Yunanistan'da yaşanan gelişmeler ve Türkiye'nin kutuplaşmış siyasal ikliminde agonistik bir siyaset ihtimalinin mümkün olup olmadığı idi. Mouffe özetle şunları söylüyor: "Siyaset üzerine konuşmaya başladığımızda, öncelikle neyin siyasal olduğu üzerine konuşmamız gerektiğinin farkına varmamız gerekiyor. 

Siyasetin ne olduğu veya ne olması gerektiği üzerine iki ana görüş ve anlayış bulunuyor: Dissosiyatif anlayış ile assosiyatif anlayış. Assosiyatif anlayışa göre; siyaset insanların toplu hâlde hareket edebilecekleri ve bir konsensüse erişebilecekleri bir alan olarak kabul edilir. Bu anlayışı temel alarak düşünürseniz, hedef bir konsensüs sağlamaktır. Antagonizmin kaçınılmaz olduğunu kabul eden dissosiyatif anlayışı temel alırsanız ise demokrasinin amacının konsensüs sağlamak olduğunu iddia edemezsiniz. Zira siyaset alanında daima çatışma olacağından konsensüs sağlanmasının imkânsız olduğu görüşünden yola çıkıyorsunuzdur. 

Bu durumda, demokrasinin amacı konsensüs sağlamak değilse, ne olabilir? Demokrasi, çatışmayı toptan yok edecek otoriter bir yola başvurmadan bu çatışmalarla nasıl baş edeceğimizi ve böylelikle benim agonistik yüzleşme diye tarif ettiğim duruma ulaşmamızı sağlayacak yöntemdir. Agonistik yüzleşmede, karşıt taraflar birbirini yok edilmesi gereken bir düşman olarak değil, rakip veya hasım olarak görürler. Rakip kavramı, benim kullandığım bağlamda, agonistik çatışmanın varlığını göz ardı etmez, siyasetin özünde hegemonik bir alan olduğu fikrini yalanlamaz. Demokrasi, benim tanımıma göre, antagonistik çatışmanın ortaya çıktığı durumlarda bunun antagonizmaya değil, agonizmaya dönüşmesini sağlayacak yöntemdir."

Bunları söyleyen kişinin Post-Marksist bir gelenek sahibi olduğunu ve “geleceğin demokrasisi” kavramı üzerinde düşündüğünü belirtmekte yarar var. Neticede çıkış yolunu çatışmada gören marksist yaklaşıma karşılık, bu yüzleşmenin, karşıt tarafların birbirini yok edilmesi gereken bir düşman olarak değil de rakip veya hasım olarak görmeleriyle sonuçlanacağını anlatıyor. Bu öngörünün demokrasinin beşiği saydığımız batıda, üstelik bir marksistin ağzından çıktığını unutmayalım. Bizim bu gerçeği görmemiz için illa batıdan mı ilham almamız gerekiyor ? Ya da bu konuda Amerika'yı yeniden mi keşfedelim ?  Siyaset ya da politika, hadi dilimizden düşmeyen ülke için, halkımız için, dava veya ideolojimiz için birbirimizi yemeğe daha ne kadar devam edeceğiz ?  Uluorta, bilir bilmez, haklı haksız demeden siyaset/politika dedikodusuna odun taşımak bu ülkeye ve geleceğimize zarar vermiyor mu ? 

Mesela yeni edebiyatımızın son derece yetenekli genç bir yazarı eleştiri ile düşmanlık arasındaki ince çizgiyi nasıl da zorluyor. Ona göre "Hükümetin en önemli hatası Türkiye’yi tüm unsurlarıyla bir bütün olarak benimseyememek,  ‘biz ve onlar’ diye ikiye bölmek. Milletin yarısını dışlamak, yarısını ise kenetlemek. Bunu yaparken dini kullanmak. ‘Bizden olmayanlar din düşmanı’ havası yaymak. Demokratik yani çoğulcu, şeffaf, katılımcı seyirden sapmak. Eleştiri kabul etmemek" miş !

Oldukça önemli ve vahim suçlamalar bunlar. Doğruysa düşündürücü, dayanaksızsa sahibi için kuşku uyandırıcı. Şimdi bu suçlamalara tek tek bakalım.

Hükümet gerçekten "Türkiye’yi tüm unsurlarıyla bir bütün olarak benimseyemiyor mu?" Bence Ak partinin dışlanmışları toplayıp iktidara gelişi ve her seçimde daha fazla oyla % 50'lere yükselişine bir daha bakmak lazım. Sadece kenardan merkeze yürüyüşü, her seferinde daha fazlasıyla gelip merkeze yerleşmesi bile  bu iddiayı havada bırakıyor.

Ha, başlangıçta değil ama sonradan böyle oldu deniyorsa, bu görüntüyü belki gerçekten iktidar olmaya doğru yürüyüşte 12 yıllık sürecin ilk yarısında geçirilen badireler şekillendirmiş olabilir. Ürkek ve tedirgin yıllardan sonra tabi ki buna ulaşmanın doğal bir sonucu olarak özgüven kazandılar. Dahası, özellikle 2011 den itibaren başta gezi olayları olmak üzere olup bitenlere karşı gittikçe sertleşen bir dik durma refleksi gelişti. Buna bağlı karşı ataklar ve peş peşe gelen seçimlerin %51'i hedefleyen kampanyaları da eklenince böyle bir görüntü verilmiş olabilir. 

Kabul edelim ki, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine giden süreç sadece Ak parti tabanıyla sınırlı kalmadı. Daha fazlası lazımdı ama, onları bu hedefe kenetlemek de gerekiyordu. 

Yine de milleti ‘biz ve onlar’ diye ikiye bölmeyarısını dışlama, diğer yarısını kenetleme" suçlaması politikanın tabiatına ters.  Sonuçta kazandılar değil mi ? Kazananlarsa asla bölen, iten, küçülenler olmaz. Aksine bütünleştiren, toplayan ve büyüyenler kazanabilir. 

O nedenle bu tür suçlamalar olsa olsa, kendini kaybeden tarafta görenlerin duygularını yansıtıyor olabilir. Keşke sandık sonuçlarına daha saygılı, demokratik bir olgunluk içinde olabilseler.

Ancak, rahatsızlıklarını yeni bir tür irtica kavramıyla "Bunu yaparken dini kullanmak. ‘Bizden olmayanlar din düşmanı’ havası yaymak" şeklindeki bir suçlamayla dile getirmek biraz fazla ileri gitmek oluyor benceAk partinin kökenlerinden aldığı muhafazakar sinerjiyi yok sayamayız. Ancak, din üzerine parti kurma, politika yapma ve sadece bu söylemle hareket etmeyi daha başta bir kenara bırakmışlardı. Bu güne kadar da yapıp ettikleri ortada. Muhafazakar demokratlığın gereği olan tavır, söylem ve işler dışında radikallik sınırını zorlamadılar. Muhaliflerin itirazlarına karşılık, kendisine oy veren kitlelerin beklenti ve kabüllerine göre hareket etmeleri ise son derece normal. Ne yani onlara rağmen aksine mi davransalardı ? 

Ancak "bizden olmayanlar din düşmanı" söylemini yetkili ağızlardan hiç duymadım. Bu açık iftirayı haklı çıkaracak bir davranışlarını görmedim. Tabanda çeşit çeşit insan var, şayet bu tür şeyler oluyorsa her insaf sahibi kabul eder ki, böyle münferit örneklerden genelleme yapılamaz. Bu tür suçlamaların gerçek bir karşılığı olmadığını düşünüyorum. Geçmişten gelen eski Türkiye'nin kalıntıları bunlar. Dini kullanmak ve din düşmanlığı üzerinden politika yapmak artık çok gerilerde kaldı. Tıpkı, dini yok saymak, din düşmanlığı ve laikçilik yapmak gibi. Sanki burada eskilerden hatırladığımız bir "irtica" vehmi ve sayıklaması var gibi. Dikkatli olmak lazım.

İktidarın "Demokratik yani çoğulcu, şeffaf, katılımcı seyirden saptığı, eleştiri kabul etmediği" suçlamaları ise dikkate almaya değer konular. Bence burada her güçlü iktidarın başına gelebilecek bir nasırlaşma söz konusu. Kazandığı güç ve özgüvenle kendi kendine yeter bir alan oluşturdu. Ne yapabiliriz, nasıl yapmalıyız süreçleri geride kaldı. Artık yapmak istediklerini bir bir gerçekleştirmeye odaklanmış durumdalar.

Bu alanın dışında kalanların sızlanması ise daha da doğal. Ancak, kendilerinin olmadığı yerde demokrasi yok, çoğulculuk bitmiş diye düşünmeleri yanlış. Katılımcılık sadece kendileri varsa mı olan bir şey ? Pek tabi ki dışardan gazel okudukları için dikkate alınmayabilirler ama, bunu eleştiriye tahammül etmemek olarak algılamamaları lazım. Bu konuda azıcık bir empati sorunu çözebilir. Kendileri gelse ne yaparlardı ? Şüphesiz eleştirdiklerine göre çok daha olumlu hareket edeceklerine dair bir iddiaları da var demektir. Muhalefetin anlamı bu değil mi; "Ben daha iyi yaparım."

Genç yazarımız Hükümetin en önemli hatalarını "Türkiye’yi tüm unsurlarıyla bir bütün olarak benimseyememek, ‘biz ve onlar’ diye ikiye bölmek. Milletin yarısını dışlamak, yarısını ise kenetlemek. Bunu yaparken dini kullanmak. ‘Bizden olmayanlar din düşmanı’ havası yaymak. Demokratik yani çoğulcu, şeffaf, katılımcı seyirden sapmak. Eleştiri kabul etmemek." şeklinde peşpeşe sıraladıktan sonra "Bu durumun ne gibi toplumsal sonuçları oluyor?" sorusuna bakın nasıl cevap veriyor.

"Dünya artık kozmopolit bir şehir görünümünde. Pencereden komşuyla konuşur gibi Meksika’yla, Hindistan’la konuşuyoruz. 2013’te, 1 milyar 100 milyon insan bir ülkeden diğerine seyahat etti. Herkes farklı inançları, kültürleri tanıyor. Siz eğer İslam’ı ticarete, siyasete, suça, saltanata alet etmeye devam ederseniz; orta sınıftan, diplomalı, liyakat sahibi insanlar isyan eder. Size yalnızca eğitimsiz ve muhtaç insanlar tâbi olur. Bu yoksul nüfusun yoğunluğu nispetinde taraftar bulursunuz. Siyasi varlığınız eşitsizliğe, her bakımdan sefalete bağlı hale gelir."

Yani lafı şuraya bağlıyor: "orta sınıftan, diplomalı, liyakat sahibi insanlar isyan eder.Size yalnızca eğitimsiz ve muhtaç insanlar tâbi olur. Bu yoksul nüfusun yoğunluğu nispetinde taraftar bulursunuz. Siyasi varlığınız eşitsizliğe, her bakımdan sefalete bağlı hale gelir." Yani siz kölelerle kalırsınız, size ancak cahiller oy verir, zamanımızın burjuvası ise doğal olarak karşınızda durur. 

Diyalektik açıdan anlamlı cümleler bunlar. Son elli altmış yılda sağ politikaların dayandığı ana damar Anadolu'nun merkezin dışında tutulan eğitimsiz ve muhtaç insanları oldu.

Ama süreç ilerledikçe ezber bozan farklı şeyler de oldu. Eğitimsiz denilen bu kitlelerin çocukları evlatlarını okutmak isteyen anne babaların omuzlarında üniversite kapılarında göründü. Tarım ve hayvancılıkta karnını doyuramayan insanlar köylerden kentlere hareketlendiler. Bu ülke yarım yüzyıl süren bir gecekondu ve varoş gerçeği yaşadı. Sonuçları giderek azalmakla birlikte hala canlı ve etkili.

Bu arada Anadolu sermayesi de büyüyüp gelişti. Tarımdan, hayvancılıktan, esnaflıktan Kobi'lere, ticaretten İhracata, zanaatkarlıktan sanayiciliğe dönüştüler. Bazıları da giderek holdingleşti, uluslararası inşaat firmaları dünyaya açıldılar. Anadolu'nun  dindar, eğitimsiz, muhtaç insanları sadece şehirli olmadılar, o kentlerin siyaset dahil her alanında etkili olmaya başladılar. Çalıştılar, para kazandılar, mevki makam sahibi oldular. Mal mülk edindiler. Emekli oldular. Varoşlardan kentin merkezine doğru yayıldılar.  İşte rahmetli Özal'ın deyişiyle "Orta direk" in hikayesi buydu.

Unutulmamalı ki, günümüzde okumuş, köyü bilmeyen ama internet yoluyla dünyayı avucunda tutan, akıllı cep telefon sahibi gençler onların torun torbası. Genç yazarımız dahil bugünün diplomalı, liyakat sahibi orta sınıfı, yazarımızın ifadesiyle 'toplumun merkezine yerleşmiş' bu kitleler artık sapla samanı birbirinden ayırabilecek olgunluktalar. Ayrıca geçmişten gelen değişim süreci ve her alanda yenilenme de devam ediyor.

Şimdi gelelim söylediklerinde anahtar kelimelere. Ne diyordu genç yazarımız "Siz eğer İslam’ı ticarete, siyasete, suça, saltanata alet etmeye devam ederseniz…" Ne olurmuş ? "orta sınıftan, diplomalı, liyakat sahibi insanlar isyan eder. Size yalnızca eğitimsiz ve muhtaç insanlar tâbi olur. Bu yoksul nüfusun yoğunluğu nispetinde taraftar bulursunuz. Siyasi varlığınız eşitsizliğe, her bakımdan sefalete bağlı hale gelir."Yani bütün bunlar "İslam’ı alet etmek" le bağlantılıymış.

Bir an için başımızı kaldırıp kürenin diğer yüzlerine de bakalım. Dünyanın ya da tarihin her noktasında yalnızca alet edilecek bir "İslam" yok. İslam dünya nüfusunun sadece dörtte biri, hadi diyelim etki alanı bakımından üçte biri, gerisi ne oluyor ? Çin'de, Kore'de, Hindistan'da, Rusya'da, Güney Amerika'da hatta Avrupa ve Amerika'da çeşitli amaçlar için kullanılan hususlar yok mu ? Olmaz mı, kullanma, istismar ve alet etme her alanda, her coğrafyada, her kültürde var. Bu bazen din, bazen korkular, bazen umut bazen de bilim olabiliyor. 

Yine ülkemize ve tarihimize bakalım. Atatürk'ün arkasına sinerek ilgili ilgisiz onu kalkan yaparak bir nevi "alet etme" fiili gerçekleşmiyor mu ? Televizyon vaizliği ile tartışılmaz bir bilim hegamonyası arasında ne fark var ? Böyledir, denilerek "söyletmen, vurun" davranışı sadece "İslam" söz konusu olduğunda mı geçerli ?

Haksızlık etmeyelim. İstismar insanlık tarihinin ve günümüz hayatının her alanında olabiliyor. Bu geçmişten beri böyle ve tabular değişse de onu kullanacak insanoğlu hep var olacak. Bunu sadece Türkiye'deki bir harekete ve İslam'a bağlamak -haydi kasıt demeyelim ama- dar görüşlülüktür. 

Öte yandan herhangi bir şeyi alet eden zaten onun münafığıdır. Neden mi ? Çünkü münafıklık dışı başka içi başka olmak demektir. Mesela, demokrasiyi, demokratlığı, emeği, eşitliği, insan ve kadın haklarını dillerinden düşürmeyenler gerçekte farklı şeyler yapıyorlarsa, bu nedir ?  Hele ki mü'min insan, inancını hırsına, emellerine alet edebilir mi ? Bunu yapıyorsa zaten inancında bir sorun var demektir. Bilmeden, farkında olmadan yapıyorsa onu uyandırmak gerek. Anladığında tövbe edip pişman olması beklenir. 

Şimdi, gelelim şu "Siyasi varlığınız eşitsizliğe, her bakımdan sefalete bağlı hale gelir" hükmüne. Bizim bildiğimiz eşitsizlik, yoksulluk ve sefalet siyasi açıdan "proleterya" umudunun kaynağıydı.  Buralarda eşelenenler, devrim hayal edenler, sol bir bilim ve edebiyat üretenler sanki bu yanda değil de diğer tarafta değil miydiler ? 

Hani onlara göre bu yandakiler kalantor, kapitalist, sağcı, yağcı, egemen çevrelerdi ? Tersinden gidersek "eğitimsiz ve yoksul nüfustan taraftar bulmak, eşitsizliğe ve sefalete bağlı bir siyasi varlık" bizatihi bu olguları alet etmeye mi bağlı ? O zaman solun var oluşunu da tartışmamız gerekir. Yok, ben ikna olmuş değilim. Başlangıçta çok parlak gibi görünen bu sözlerde ciddi sorunlar var diye düşünüyorum.

Bir kez daha "Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması" kitabının yazarı Doc. İdris Küçükömer'i anıyorum. O "Türkiye'de sağ sol, sol da sağdır. Türkiye'nin "solcuları" gericidir. Türkiye'nin ilericileri "sağ" cenahta görülen geniş İslamcı halk kitleleridir." demişti. 

Bu sözlerin daha 70'lerin başında söylendiğini ve hemen de boğulmak, üstünün kapatılmak istendiğini hatırlayalım. Kimsenin söylemeye bile cesaret edemediği fikirlerinden dolayı İdris Küçükömer maalesef büyük bir ambargoya maruz kalmış ve yok sayılmıştı.

Düzenin Yabancılaşması adlı eseri ilk kez yayınlandığı 1969 yılında bütün siyasi kavramları altüst etmiş ve şok etkisi yaratmıştı. Kitap adeta ilerici-gerici, sağcı-solcu denkleminin yerlerini değiştirmişti. 

İdris Küçükömer'e göre Türkiye'nin solcuları gericiydi ve halkı yönetilecek koyun olarak görüyordu. Türkiye'nin ilericileri ise sağ cenahta görülen muhafazakâr, geniş İslamcı halk kitleleriydi. 

Buyrun buradan yakın ! Ne dersiniz ? Bence aradan geçen 45 yıla rağmen bu tespitler hâlâ ilk günkü tazeliğini koruyor. Düzenin Yabancılaşması kitabı Türkiye'nin meselelerine kafa yoran herkesin okuması ve üzerinde düşünmesi gereken bir eser.

Bu arada yazımızın başında sorduğumuz soruların hala geçerli olduğunu belirtmeliyim. Belki politika ile siyaseti bu kadar ölçüsüzce birbirine karıştırmamakla başlayabiliriz. Bu gerçekten de hem ülkemize, hem Ankara'ya, hem de siyaset kurumuna büyük bir haksızlık. Diğer taraftan elmanın iki yarısı gibi durduğumuz bu anda bir yüzleşme gerekiyor, bu kaçınılmaz. Ancak, birbirimizi yok edilmesi gereken bir düşman olarak değil de rakip veya hasım olarak görmek neden bu kadar zor olsun ki ?

Yilmaz Yalcın
, ŞİİR VE TÜRKÜ albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

14 Nisan 2018


Dağlar ile taşlar ile

Çağırayım Mevlam seni

Seherlerde kuşlar ile

Çağırayım Mevlam seni

Sular dibinde mahi ile

Sahralarda ahu ile

Abdal olup Yahu ile

Çağırayım Mevlam seni

Gök yüzünde İsa ile

Tur Dağı'nda Musa ile

Elimdeki asa ile

Çağırayım Mevlam seni

Derdi öküş Eyyub ile

Gözü yaşlı Yakub ile

Ol Muhammed mahbub ile

Çağırayım mevlam seni

Bilmişim dünya halini

Terk ettim kıyl-ü kalini

Baş açık ayak yalın

Çağırayım Mevlam seni

Yunus okur diller ile

Ol kumru bülbüller ile

Hakk'ı seven kullar ile

Çağırayım Mevlam seni

Yunus Emre

-------------------

Yunus Emre sözleri üstüne yaklaşık 90 kadar beste yapılmış. Daha çok ilahi tarzında deyişler bunlar.

Kuşkusuz Yunus emre şiirlerinin Tasavvuf ortamları dışında halk ozanları tarafından da çalınıp söylenmesi onun bugüne kadar ulaşmasına yardımcı olmuştur. En önemlisi halkın gönül dünyasında silinmez bir iz bırakmasına etkili olmuş olmalı.


Yilmaz Yalcın
, NE DÜŞÜNÜYORUM -I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

14 Nisan 2018


'Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme (üstünde durup ısrar etme). Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.' (İsrâ, 17/36

Bu günlerde bazı paylaşımlar nedeniyle yukardaki ayet sık sık aklıma düşer oldu. Araştırmasam belki ben de bir hataya düşecektim. Çünkü meal lafzına bakıp manasının ; 'bilmiyorsan konuşma, yazma, tartışma !' olduğunu sanıyordum.

Ama ayetin indiği toplumun cahilliğini (bu arada cahil de zannedildiği gibi bilmeyen değil, hakikati bilmediği halde zanlarıyla hareket edip yanlışta ısrar eden demekmiş, öğrendim), peygamberin mücadelesini ve kur'an'ın şirke karşı ısrarlı tavrıyla birlikte okuduğumda konunun daha çok şirkte ısrar, bilgiyle değil zanla hareket etmek ve şahitlik üzerine olduğunu anladım.

Demek ki; bir mü’minin şirk olabilecek şeylerden, zandan, doğru olmayan şahitlikten şiddetle kaçınması gerekiyor. Belki, herhangi bir konu, şahıs veya hadiseyle alakalı olarak zanla, vehim ve hayale dayalı tahminle hareket etmemesi de bu ahlaka uygun olur.

Akılda tutulması gereken nokta, bu ilkenin, üzerinde tartışılan veya görüş beyan edilen konuda haklı olup olmamaktan daha önemli olduğudur. Elbette işin esasında isabet olmaması önemli bir risk. Ancak, zan ve zanda ısrar çok daha açık bir yanlış.

Zira, “Hiç şüphesiz zan, hakikat namına hiç bir şey ifade etmez.” (En-Necm, 53/28) ayeti de bunu desteklemekte. Mü’min zannın ve yanlışın değil, hak ve hakikatın adamı olmak zorunda.

Nitekim Rabbimiz Allah (c.c.) bir başka ayetinde, toplumu ifsat eden, mü’minleri birbirine düşürüp fitne ve fesada kapı açan, kalplerin birbirine karşı nefretle dolmasına yol açan zanla hareket etmeyi açıkça yermiş ve yasaklamış. “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.” (el-Hucurât, 49/12)

Rasûlullah (s.a.v.)’in hadislerinde de bu yasak teyid ediliyor: “Zandan sakının. Zira zan, sözün en yalanıdır. Haber koklamayın, tecessüs etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize buğzetmeyin, Allah’ın kulları kardeşler olun.” (Buharî, Edeb, Bab 58, 6066),


14 Nisan 2020 Salı 13:00 CORONA GÜNLERİ.......................................Ölüm gerçeği


Ölüm gerçeği

Ölüm ne sebeple olsun insanoğluna sevimli gelmez. "Ecel gelmiş ise baş ağrısı bahane" diye bir atasözümüz var. Hiç kuşkusuz içinde yaşadığımız bu günlerde corona dışında da ölen binlerce insanımız var. Kalpten, damar tıkanmasından, kanserden, başka hastalıklardan her gün yüzlerce insan vefat ediyor. Haklı olarak terör sebebiyle ya da harekâtlarda şehit olanları önemseriz. Peki ya trafik kazasından ölenlerin acısı daha mı farklıdır? Ateş düştüğü yeri yakar; ölüm ister coronadan ister bir başka bahane ile gelsin hepsi acıdır, hepsi zordur yakınları için.

Ölenler için durum nasıldır bilemiyoruz? Bir tv sunucusunun artık mesel olmuş "Neler hissediyorsunuz, acı var mı acı?" gibi trajikomik sorusunu ölene sormamız da mümkün değil. Doğan herkes bir gün, bir saat o kapıdan çıkıp gidecek. Hep bildiğimiz ama genellikle unuttuğumuz gerçeği zengin fakir, yaşlı genç, memur çiftçi, kadın erkek herkes yaşayacak. Hep merak edilen kıyamet onun için kopmuş olacak. Ondan sonraki yolculuğu ise dünyada neye inandıysa, ne yapıp ettiyse ona göre geçecek. Kimi aydınlarda gülecek, kimi de zulmet içinde kalacak.

Bundan yıllar evvel rahmetli babamın vefat haberi geldiğinde Ankara'dan yola çıkıp cuma vaktinde yetişmiştim. Evimizin hayat dediğimiz holünde uzanmış yatıyordu. Adet olduğu üzere üstüne beyaz bir çarşaf örtmüşler, karnına da bir bıçak koymuşlardı. Etrafında taziyeye gelmiş akraba kadınlar vardı. Çoğu ağlıyordu. Benim de gözlerim dolmuştu, eğildim öpmek için ve yüzünü açtım. Gülümseyen ak bir yüz vardı karşımda. Bu beni çok şaşırtmıştı.

O anda acı, gözyaşı, gülümseme, şaşkınlık ve ölümün çok da kötü bir şey olmadığı gibi birçok karışık şey geçmişti aklımdan. Yanaklarından öptüm. Kısa biçimli sakalının çevrelediği soğuk ama bembeyaz bir yüzdü öptüğüm. Sanki bana bir şey der gibiydi: "Oğlum bana üzülmeyin. Ben bu dünyadan, acılardan, dertlerden kurtuldum. Rabbimin rahmetine kavuştum. Siz kendinizi düşünün!"

Ölüm nasıl bir şeydir bilemem tabi. Biz onu karşıdan gördüğümüz yaşadığımız kadar hissedebiliyor, algılarımız kadar anlayabiliyoruz. Elbette Corona günlerinde birer sayı olarak andığımız, istatistik bir veri olarak değerlendirdiğimiz vefat eden insanların acısını da yüreğimizde hissetmeliyiz. Evimize çekildiğimizde; yanımızda yöremizde birer birer kaybettiğimiz insanları tıpkı bir akrabamız, bir sevdiğimiz ölmüş gibi rahmetle anmalıyız. Aynen başka nedenlerle vefat eden diğer binlerce 'insan' gibi. Ama ben şahsen, o günden bu yana ölümden öte yana açılan kapının herkes için bir felaket, bir kıyamet olmadığını düşündüm. Zannımca hayattayken ölüm hakkındaki korkularımız, endişelerimiz ve paniklememiz onu hakikatiyle düşünmelerimize engel oluyor.

Salgın hastalık ve ölüm korkusuyla kapandığımız evler, kendi kendimize kaldığımız anlar şimdi bizim fırsatımız olabilir. Neleri büyütüp, neleri hiç kaale almadığımızı, nelerin peşinden gidip, neleri kaçırdığımızı hatırlamamıza vesile olur. Belki şunu iyice anlayabiliriz; Hangi sebeple ve hangi bahane ile gelirse gelsin ölüm bu yalan dünyanın en 'gerçek' hakikatidir.

12 Nisan 2024 Cuma

13 Nisan 2024 Cumartesi TORUNLARIMA MEKTUPLAR......................ANILAR 13 Nisan

 

Yilmaz Yalcın
Bahadır Cüneyt Yalçın albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.


“Sizin olmayan bir şeyi sevdiniz mi hiç? Ne güzeldir o sevmek.”
Osman Palabıyık yeni romanı 'Eski Karım Uzaya Gidiyor' ile okur karşısına çıkan Bahadır Cüneyt Yalçın ile romanı, dergiler ve edebiyat üzerine konuştu


Bu gün ve gece elbette yine günlerden bir gün, gecelerden bir gece.

Ancak, rabbimin izniyle belki;

Biz kulların O’na yönelme ve yɑkɑrış gecesi,
O’nun sonsuz ɑf, merhɑmet ve rahmetinden yararlanma gecesi,
Müminlere umut, huzur ve müjde gecesidir.

Bu gece İsra ve miraç hadisesi üzerinde düşünmeli, Gerçekleştiği zaman, mekan ve ortamı anlamalı, sonuçlarını hatırlamalıyız.

Bu gece milletimizin geleneğinde bütün bunları tekrarlamak için gönlümüzde yakılan kandillerle aydınlanmış bir gece.

İnşallah milletimiz ve tüm İslam ümmeti için mübarek ola.

Dost, arkadaş ve akrabalarıma sağlık, huzur, mutluluk ve esenlikler diliyorum.

Vatanımız, milletimiz ve İslam alemi için hayırlara vesile olsun.

Rabbim ülkemizi ve milletimizi muhafaza ve muzaffer eylesin.

Barış olsun, huzur olsun yeryüzünde. Dualarımız mazlumlara kurtuluş, zalimlere intikam olsun,
İslam memleketleri selamete kavuşsun. İnsanlık huzur bulsun. Fitne ateşleri sönsün, müminler esenlikte olsun. Bu gece yapılacak tüm dua ve ibadetler kabul olsun inşallah.

Amin..Amin..Amin... 

Yilmaz Yalcın
Divan şiiri I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

13 Nisan 2019


Gönülde ârzûdur vuslat-i heyhât-i Istanbûl
Bir âteşdir ciğerde hasret-i mâfât-i Istanbûl

Tüter gûyâ gözümde tûtiyâdır hâk-i müşkînî
Girândır kadr-i dürden kıymet-i zerrât-ı Istanbûl

Hilâfet âsmânıdır sadâret âstânıdır
Meziyyetce nice şâhid idea isbât-ı Istanbûl
Şinâs-ı bezm-i ünsâüns vasf-i ülfet-i sahrâ
Muvâfıkdır mizâcâ mevsim ü evkât-ı Istanbûl
Mülûkâne mahaldir mecmâ-ı bahreyndir Eşref
Nolâ aynî sıfât-ı Cennet olsa zât-i Istanbûl
Şikâyet baht-i serkeşden hikâyet Niş’dendir hep
Meded ey rûh-ı âlem revnâk-ı dârât-ı Istanbûl
Reşîd-i nev’-i Âdem Mustâfâ Pâşâ-yi efhamsin
Der-i lütfunda hâsıldır bütün hâcât-ı Istanbûl
Revâ kıl hâcetim tâ kim varub ol şehr-i irfâna
Zemîn-i şa’iriyyetde idem iskât-i Istanbûl
Ümid oldur ki hakkımda zuhûr-i iltifâtınla
Medâr-ı sûret-i ikbâl olur mir’ât-ı Istanbûl
Eşref Paşa (*)
Osmanlı devlet adamı olan Eşref Paşa’nın bir gazeli. 1820 yılında Bursa’da dünyaya gelen Eşref Paşa, evvela ağabeyi olan eski Bağdat kadısı Şerif Rüşdü Efendi’den medrese usulünde ders görmüş, sonra İstanbul’a giderek Kethüdâzâde Arif Efendi’den hikemî ilimler ile Farsça öğrenmiştir. Şairliğinin yanı sıra Osmanlı Devleti’ne asker olarak hizmet etmiş ve 93 Harbi süresince Tuna cephesi kumandanı olarak görev yapmıştır ve savaş mağlubiyet ile sonuçlanınca bundan sorumlu tutulup birçok paşa ile birlikte Limni Adası’na sürgüne gönderilmiştir. Birkaç ay sonra II. Abdulhamid tarafından affedilmiş ve İstanbul’a geri dönmüştür. 1894’te vefat eden Eşref Paşa’nın kabri Merkezefendi Kabristanı’nda yer almaktadır. Büyük bir “muhibb-i âl-i abâ” olan Eşref Paşa, Nâmık Kemal’e Nâmık mahlasını veren zattır. Dîvanı Eşrefü’üş-şuarâ adıyla basılmıştır.

Yilmaz Yalcın
Corona günleri -I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

İstanbul günleri

26 Mart Perşembe günü İstanbul Beşiktaş'ta oğlumun evindeyiz. Burası çok soğuk değil. Corona nedeniyle en az 10 gün dışarı çıkmam. Oğlum da evden çalışıyor zaten. Lazım olursa ihtiyacımızı o çıkıp alabilir. İki kişinin yiyeceğinden ne olacak, yapar baba oğul yeriz. 

İzmir'le telefonla görüştüm, annem iyiymiş. Safiye de Nafiyeye yardım eder, birlikte güzel vakit geçirirler. Saat 16:14'de Kızım Hilal'den bir fotoğraf geldi. Tuna kucağında altına: "Huysuzum ben huysuz" yazmış. Herhalde bu günlerde biraz huysuzluk yapıyor. Sibel: "yok yaaa, şeker yavruş o" demiş, Cüneyt de her zamanki muzip uslübu ile yumurtadan yeni çıkmış bir civciv resmi göndermiş. Ben de herhal özlemiş olmalıyım ki: "Kuzucum. Ben görene kadar delikanlı olacak" diye yazmışım.

Elif salgını kast ederek: "Çok dertli o da" notunu düşmüş. Ardından günün anlam ve önemine uygun bir paylaşım eklemiş. Paylaşım 'Covid-19' adlı bir Whatsapp grubunu gösteriyor. "Çin Wuhan'ı gruba ekledi", "Çin İran'ı gruba ekledi", "Çin İtalya'yı gruba ekledi", "Çin İspanyay'ı gruba ekledi", "……", "……", "Çin Türkiye'yi gruba ekledi", "Çin tüm dünya'yı gruba ekledi" ve "Çin gruptan ayrıldı".

Gerçekten durumu tam özetleyen bir zeka ürünüydü. Cüneyt bu durur mu, 23:58'de bile yine espri yapabiliyor:"Tv'lerde internetlerde hastabakıcılar bile uzman sayılıyor, konuşmayan kalmadı. Bi tek bu yarasa aylardır susuyor, bi beyanat vermiyor. "Konuşursam yer yerinden oynar" diyormuş." Güldüm tabi. Bu sıkıntılı günlerde evlatlarım sayesinde sıkılmayacağım.

İlan edilmemiş OHAL

Artık iyiden iyiye ilan edilmemiş bir OHAL içindeyiz. Kendi 'Olağanüstü Halinizi' ilan edin denmişti galiba değil mi, ya da öyle bir şey. Sonuçta evlerimize çekildik, zaruret olmayınca çıkmıyoruz. Zaten 65 yaş üstü olanlar için sokağa çıkma yasağı var. 

Virüsün Çinde Aralık ayında ortaya çıktığı biliniyor. Türkiye Şubat ayından beri gelişmeleri dikkatle izleyip pozisyon aldı. KOVİD-19 henüz bir pandemi bile değilken, Türkiye gerekli önlemleri almaya başladı ve 90 gün sonra ilk corona virüs vakası maalesef ülkemizde de görüldü. ilk vakanın 11 Mart’ta tespit edilmesi ve ilk ölüm hadisesinin 18 Martta gerçekleşmesi üzerine de gerekli tedbirler süratle alınmaya başladı. Sağlık bakanımızın gün gün verdiği bilgiyle ne durumda olduğumuzu takip edebiliyoruz.

Sağlık Bakanımız Fahrettin Koca, dün sosyal medya hesabı üzerinden Türkiye'deki corona virüsü vaka ve ölü sayısı ile ilgili yaptığı açıklamada: "Test sayımız dün 5.035'ti. Bugün 7.286 olarak gerçekleşti. 1.196 yeni tanı kondu. Hastalar ve temas çevreleri izole edildi. 16 hastamızı kaybettik. Bu sonuçlarla can kaybımız 75'e, hasta sayımız 3.629'a ulaştı." bilgisini verdi.

Vaziyet vahim. Her taraftan ve her yetkiliden dışarıya çıkmama, yakın temastan kaçınma uyarıları geliyor. G-20 Liderleri bile dün bu atmosferde video-konferans yöntemiyle bir zirve gerçekleştirdiler. Gündemin birinci maddesi tabi ki bu küresel salgın. Sağlıkla ilgili tedbirler yanında artık yine küresel çapta olağanüstü hal, sokağa çıkma yasağı, seyahat kısıtlamaları, market ve eczaneler hariç tüm işyerleri için kapatma tedbirleri peşpeşe geliyor. Bu virüs sadece insan hayatını değil ülkelerin hatta dünyanın ekonomik düzenini de tehdit ediyor. Bu yüzden ülkeler ard arda ekonomik tedbirler alıyor, destek ve yardım paketleri açıyorlar.

Dünyanın tüm gelişmişlik görüntüsü ve iddiasına rağmen böylesi bir salgın hastalık karşısında çok çabuk alabora olabildiği görüldü. Bu virüs geçip gittiğinde arkasında belki milyona varan ölüm, ağır yara almış bir sağlık sistemi enkazı bırakacak. Öte yandan yapacağı ekonomik hasarı şu anda kimse tahmin edemiyor. G-20 liderlerinin 5 trilyon dolarlık kaynak üzerinde anlaşmış olmalarına bakarak global olarak bu miktarın belki 10 katı bir tahribattan söz edebiliriz. Sosyal hayatta meydana gelen vurgun ve fay kırıklarına ölçü bulunabilir mi bilmem.

Fakat bütün bunların ötesinde ve üzerinde 'insan' üzerindeki tahribatı ne olacak acaba? Çağdaş dünyanın sözde gelişmişliği içinde birdenbire eve tıkılan insanların yaşayacağı travma ölçülebilir mi? İşini kaybeden, düzeni yerle bir olan, görünmez bir hastalığa ve her şeyi allak bullak eden bir 'gazap rüzgarına' karşı çaresiz durumdaki insanoğlunun iç dünyasındaki korku, tedirginlik ve paniğin sebep olduğu yaralara hangi ilaç derman olabilir ki?

2020'nin şimdiden 'kayıp bir yıl' olduğu doğru. Kişisel olarak, ailelerimiz boyutunda bütün planlarımız alt üst oldu. Sadece hasta olmamaya değil, ailemizi, sevdiklerimizi, 65 yaş üstü büyüklerimizi, komşularımızı ve karşılaşabileceğimiz herkesi korumaya çaba göstermek ağır bir sorumluluk. Kendisi çalışan çocuklarını okula ya da kreşe gönderen anne babalar birdenbire kendilerini hiç akıllarına getirmedikleri bir başka zorlukla karşı karşıya buldular: 'Çocuklarıyla ilgilenmek!' Memnunlar mı? Hiç zannetmiyorum. Aynı evde, dışarı çıkamadan; temizlik, yemek, bulaşık, çamaşır, oyun, ders çalışma ve evde çıkan sorunlara karşı bir nevi savaş vermek durumundalar. Bundan da kaçışları, tatili, hava alması, gezmesi yok. Çalışırken yoruldukları ve stres yüklendikleri hallerinden daha zor durumda olduklarını tahmin etmek güç değil.

----------

Bugün 27 Mart Cuma idi. 12 gibi evlatlarıma bir mesaj yolladım:"Bugün cuma. "Dua ediniz, icabet edeyim" diyor Rabbimiz. Ondan ülkem ve ailem için sağlıklı, hayırlı bir ömür diliyorum." Mutad olduğu üzere annemle bir telefon görüşmesi yaptım. Hastalığı onu daha da hassas yaptı. Telefonum, görüşmelerimiz onu mutlu ediyor.

Yapılan açıklamaya göre bugün itibariyle Türkiye'de ise ölü sayısı (+17 ile) 90'ı aşarken (92/5698=%01,6) vaka sayısı da 5 bin 700'e yaklaşmış (5698/47823=%11,9) durumda. Paylaşılan güncel verilere göre 26 Mart itibariyle Türkiye'de; son 24 saatte 2000'ün üzerinde (2069/5698=%36,3) kişiye yeni tip corona virüs (Covid-19) tanısı konulmuş. Bugünkü test sayısı 7 bin 500'e yaklaşmış (7533/47823=%15,8), toplam test sayısı da 48 bine yakın (47823) gerçekleşmiş bulunuyor. Öte yandan toplam yoğun bakım hasta sayısının 344 (344/5698=%06,0), toplam entübe hasta sayısının 241 (241/5698=%04,2), toplam iyileşen hasta sayısının da 42 (42/5698=%01) olduğu açıklandı.

Haberler göre Corona virüsünün ilk ortaya çıktığı Çin, salgını kontrol altına almasının ardından yurtdışında tırmanan vakalar nedeniyle yabancılara geçici olarak ülkeye giriş yasağı koymuş. Bu arada Dünya Bankası Başkanı Corona virüsü salgınıyla mücadele eden yoksul ülkelerin borçlarının ertelenmesi ya da yeniden yapılandırılması çağrısı yapmış. Borsalar üç günlük yükselişten sonra yeniden düşüşe geçerken Amerikan Temsilciler Meclisi ise 2 trilyon dolarlık dev bir acil yardım paketini onaylamış. Tasarı, Başkan Trump'ın da imzasıyla yasalaşmış.

Bugün Cumartesi, yani hafta sonu. 'Home Office' evde calışanlar için diğer günlerden ayırd edilmesi zor. Bugün bir hazır çorba ve makarna yaptım. Bol bol tv. seyrettim, bilgisayarımla çalıştım, haber izledim. Hilal bizim evde bir yerlere gizlenmiş dumblları bulmuş: "Evde her şey var çok şükür" diye yazmış. Oğuzhan da ona: saat 15:30'da "İyi İşte, Sıkılmazsınız" diye karşılık vermiş. Elif de Adapazarı'ndan Sunalardan

Bazı paylaşımlar yapmış. Hilal Cem Boyner'den bir mesaj alıntılamış. Diğerleri itiraz etmişler onun adını kullanarak yapılmış: "…koskoca boyner şöyle balgam attım böyle cırcır oldum der mi" yazmışlar. Akşam saat 19:50'de "Nasılsınız? Herkes iyi mi?" diye yazdım. İyilermiş.

--------- 

Kaynak <https://yzyorum.blogspot.com/2020/03/27-mart-2020-cuma-1530-corona-gunlerine.html>

 


Yilmaz Yalcın
 profil resmini güncelledi.

151121_13:22 Cüneyt ve Sibel'in nikahında