2 Ekim 2014 Perşembe

188 03 Ekim 2014 Cuma 07:00 ZAMAN DURAKLARI...........................Kurban bayramı

Kurban bayramı


Cumartesi günü Kurban bayramı. Haram aylardan Zilhicce ayının onuncu günü. İki büyük dini bayramımızdan ikincisi. Kurban bayramımız mübarek olsun, Allah ülkemize ve islam dünyasına hayırlı kılsın inşallah.

Bayram kelimesinin Farsça “bazrâm” veya “bezrem” kelimesinden geldiği söyleniyor. En eski Türkçe örneklerde “badram” şeklinde, zenginlik, yücelik ve kutluluk anlamında geçiyormuş. Aynı şekilde farsçada da çiçekler ve ışıklarla süslenen yere “bazrâmgir yani gönül açan yer” deniyormuş. Arapçada ise dönmek manasına, peş peşe tekrar etmek, her sene gelmek manasına “İyd” kelimesiyle ifade ediliyor.

Millî, dinî veya özel önemi olan, kutlanan gün veya günlerdir bayramlar. Bu yüzden neşe, sevinç ve eğlence günleri olarak bilinirler. İşte Ramazan ayının sonunda olduğu gibi, Müslümanların hac görevini ifa ettiği Zilhicce ayının onuncu günü ve onu takip eden üç gün de böyle bayram yapacağız.

Çünkü bu günlere; günâhlar affedildiği [1] ve müslümanların sevinçli, neş'eli günleri tekrar geri geldiği için (İyd) yâni bayram [2] denilmiş. Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh işlemeden, haram lokma yemeden geçirilen günler [3] olmalı bayram günleri.

Bu bayrama adını veren Kurban ise; toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutan, sosyal adaletin gerçekleşmesine katkı sağlayan önemli bir ibadet. Buna dair Kuran-ı Kerimde yeteri kadar delil [4] var. Hicretin ikinci yılında meşru kılınmış.

Kurban; Cenâb-ı Hakk’ın “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” emrine uyarak, sırf onun rızası için kesiliyor. Kurban [5] kesmek; Allah'a yakınlaşma gayesiyle, O'nun verdiği hayvanlardan, kurban edilmesi mümkün olan birini, belirli bir vakitte yine O'nun rızası için kesmek demek. [6]  Allah'tan (cc) başkası adına hayvan kesmek ise haram.[7]

Böylece kişi kurban [8] kesmekle Allah'ın emrine boyun eğmiş, kulluk bilincini [9] ortaya koymuş oluyor. Zira Kurban, Allah'a (cc) yaklaşmayı, Allah (cc) yolunda malların feda edilebileceğini, Allah'a teslimiyeti ve şükrü ifade ediyor. Bu anlamda Kurban, bir müslümanın bütün varlığını gerektiğinde Allah yolunda feda etmeye hazır olduğunun da bir nişanesi.

Kurbanla ilgili ayetlerde zikredilen şeyin, et ihtiyacı için olmadığı, kurbanın ibadet amaçlı bir uygulama olduğu çok açık. Nitekim Hz. Peygamberimizin (s.a.v) hayatından da, kurbanı bizzat kendisinin [10] bir ibadet olarak uyguladığını öğreniyoruz. Bu sebepten müslümanların en belirgin ibadet gelenekleri arasında. Asırlardan beri milletimizin dinî hayatında da çok önemli bir yer tutuyor.

Akıllı, hür, mukim ve dini ölçülere göre zengin sayılan müminler, öncelikle rıza-i ilâhî’yi kazanmak amacıyla kurban kesmekteler. Bu yolla hem Cenab-ı Hakka yakınlık sağlamakta, hem de kurban kesemeyenlere infak ederek ihtiyaç sahiplerine el uzatmaktalar.

Zaten Kurban kelimesinin anlamı; yakınlaşma, Allah'a yakınlık sağlamaya vesile olan şey demek. Bu bayramın ruhunda infak, Hakka ve halka yakınlık anlayışı var.

İnfak kelimesinin sözlük anlamı; nafaka [11] verip bir kimsenin geçimini sağlama, besleme, geçindirme malın elden çıkarılması, sarf edilmesi ve Allah yolunda harcama [12] demek. 

Toplumsal bir terim olarak; akrabaya, yoksul ve muhtaç olanlara yardım ederek onların geçimine katkıda bulunma anlamında. Dinî bir terim olarak ise, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma [13] amacıyla kişinin ihtiyaç sahiplerine yardım etmesi, Allah yolunda kendi servetinden harcamada bulunması demek.

Bu bakımdan infak, farz olan zekatı, vacip olan kurban ve fıtr sadakasını, sadaka ve her çeşit gönüllü hayrı [14] kapsayıcı geniş bir kavram. Bu yüzden Allah'a itaat ve ibadet niyeti ile yapılan, Islam'a ve Müslümanlara faydası olan her harcama Allah yolunda bir infak oluyor. Hepsi Allahü Teala'nın rızasını kazanmak [15] için yapılıyor.

Zira insanın sahip olduğu her türlü servetin gerçek sahibi odur. Mü’minler, bunu  [16] bilirler,  bu servetten ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunmaları gerektiğine kalpleriyle inanır ve Allah’ın rızasını kazanmak [17] için infak ederler.

Kur’an [18] ayet ve hadislerde bildirilen infak kavramının uygulanması esnasında duyarlı ve hassas davranılmasını öğütlüyor. Allah rızası gözetilerek yapılan infakın gösterişten uzak [19] ve yalnız Allah rızası için yapılması gerekiyor. İnfakta bulunan kimsenin, muhtaç insanın onurunu zedeleyecek davranışlardan [20] kaçınması, iyisinden ve kalitelisinden vermeye özen göstermesi lazım.
 
Kurban bayramı aynı zamanda haccetme zamanı. İslam’ın beş şartından biri [21] olan bu ibadet, Hz. İbrahim’den bu yana süregelen çağlar üstü bir davet aslında. Farklı ırk, dil ve kültürlere sahip insanların farklılığı, bencilliği ve ihtirası temsil eden elbiselerini çıkarıp ihram elbiseleriyle topluca ibadet etmesi. Bu haliyle de adeta mahşerin hatırlatıcısı. Ahirette huzurda diriliş ve toplanışın habercisi.

Kelime olarak "Allah'a yönelme, günahlardan arınma, Hak yolunda feragat gösterme, meşakkatleri göğüsleme ve dinin özüyle temasa geçme" manasına geliyormuş. Özelde terim olarak, Mekke'de bulunan Kabe'yi ve civarındaki kutsal yerleri, belirli vakitler içinde, usulüne uygun olarak ziyaret etmek ve yapılması gereken diğer vazifeleri yerine getirmek demek.

Hac, Hicretin 9. yılında farz kılınmış. Gücü yeten, yani sağlık ve servet yönünden haccetme imkânına sahip, hür, akıllı ve buluğ çağına erişmiş Müslüman'ların, ömürlerinde bir defa haccetmeleri farz. [22]

Peygamber efendimiz (s.a.v)  haccın önemini ve yararlarını belirtmiş; nasıl yapılacağını da kendisi fiilen göstermiş. Zira, hacda her ibadetin bir anlamı, eğitici ve bilinçlendirici yönleri var. Biz Kurban bayramı yaparken hac ibadeti için orada bulunanlar birden fazla bayram yaşıyorlar. Bu bilinci yakalayarak, hikmetlerine nüfuz edebilenler ise, hata ve günahlarından arınıp yaşadıkları ülkelere yeni bir şuurla dönüyorlar.
 
Kurban bayramına özel ibadetlerden birisi de teşrik tekbirleri. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre bu tekbirlerin söylenmesi kadın-erkek her Müslümana vacip.

"Teşrik" Arap dilinde etleri doğrayıp kurutmak demekmiş. Vaktiyle bayramın birinci günü Mina'da kesilen kurbanların etleri, bayramın 2., 3. ve 4. günlerinde güneşte kurumaya bırakılırmış. Bu sebeple bu üç güne et kurutma günleri anlamında "eyyam-ı teşrik / teşrik günleri" denilmiş. "Tekbir" ise zaten Allah'ı ululamak, yüceltmek demek.

İşte Kurban bayramının arefe günü (9 zilhicce) sabah namazından başlayarak bayramın 4. günü ikindi namazına kadar (13 zilhicce) ikindi namazı dahil farz namazlardan sonra toplam 23 defa "Allâhü ekber Allâhü ekber lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber Allâhü ekber ve lillâhi'l-hamd" cümlesini söylemeye "teşrik tekbiri" [23] deniyor. Bu tekbir geleneğimizde kurban kesimi yapılırken ve bayram namazı hutbesi sırasında da tekrar ediliyor.

Anlamı ise şöyle: 

"Allah herşeyden yücedir, Allah herşeyden yücedir. Allah'tan başka ilâh yoktur. O Allah herşeyden yücedir, Allah herşeyden yücedir. Hamd Allah'a mahsustur". 




[1] Rahmet kapıları dört gece açılır: O gecelerde yapılan duâ, tövbe red olmaz. Fıtr (Ramazan) ve Kurban bayramının birinci geceleri, Şâban (ayının) on beşinci (Berat) gecesi ve Arefe gecesi. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
[2] Resûlullah efendimiz, Medînelilerin câhiliyye âdetlerinden kalma bayramları kutladıklarını görünce; "Allahü teâlâ size onlardan daha hayırlı iki bayram (Ramazan ve Kurban bayramı) ihsân buyurdu" diyerek, sevinç ve neş'e günlerini göstermiştir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
[3] Hazret-i Ali bir kalabalığı eğlence içinde görüp böyle eğlenip neş'elenmelerinin sebebini sorduğunda onlar; "Bugün bayramımızdır" dediler. Bunun üzerine hazret-i Ali de; "Günâh işlemediğimiz günler de bizim bayramımızdır" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
[4] Sâffât Suresinde (37/107); Hz. İbrahimin oğlu Hz. İsmailin yerine bir kurbanın, Allah tarafından kendilerine fidye (kurban) olarak verildiği açıkça bildirilmektedir. Ayrıca diğer bazı ayetlerde de kurban ibadeti ile ilgili nasslar mevcuttur:
“... kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belirli günlerde Allahın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin (Hacc 22/28)
“Kurbanlık büyükbaş hayvanları da sizin için Allahın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken kurban edeceğinizde üzerlerine Allahın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yeyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik. Onların etleri ve kanları asla Allaha ulaşmaz. Allaha ulaşacak olan ancak, sizin Onun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir. (Hacc 22/36;37)
[5] Kurbanın hükmü dünyada bir vacibi yerine getirmek, âhirette sevap kazanmaktır.
[6] Belirli hayvandan maksat; koyun, keçi, sığır ve deve gibi şer an kurban edilmesi caiz olan hayvanlardır. Belli vakitten maksat, kurban bayramı günleridir.
[7] Bu yola tevessül edenleri Hz. Peygamber (asm): "Allah'tan başkası namına hayvan kesene Allah lânet etsin." (Müslim, Nesâî) şeklindeki ifâdeleriyle uyarmıştır. (Şamil İslam Ansiklopedisi)
[8] Kurban fıkıhta “udhiyye” demektir. Yani Kurban Bayramı vakti kesilen hayvandır. Biz buna “kurban” diyoruz. Kurban kesmeye ise “tadhiye” denir ki; ibadet ve taat niyetiyle, belli vakitte belirli hayvanı, boğazlamaktan ibarettir. Buna “zebh” ve “nahr” da denir.
[9] Müminler her kurban kesiminde Hz. İbrâhim ile oğlu Hz. İsmâil'in Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna mutlak itaat konusunda verdikleri başarılı sınavı hatırlarlar. İbrahim ve İsmail (aleyhimesselam)'ın sınavı anlaşılmadan, kurban ibadeti anlaşılamaz. Bu husus Saffât sûresinde, (34/101-103) ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.
[10] Hz. Peygamberin (sas), yedi deveyi kendi eliyle kurban olarak kestiğini, Medinede ise, boynuzlu ve alacalı iki koyun kurban ettiğini sahabeden Enes (ra) rivayet etmektedir. (Buhârî,Hacc 117,119; Müslim, Edâhî 17)
[11] Zorunlu günlük ihtiyaçlar için harcanacak paraya "nafaka" denir
[12] "Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın " (Bakara 267);
[13] (Bir kudsi hadiste) Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Ey adem oğlu! İnfak et ki, bende sana infak edeyim.”(Müslim, “Zekat”, 11)
Ebu Hureyre (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.)’in şöyle dediğini rivayet eder: “Allah (c.c.);ey ademoğlu infak et ki ben de sana vereyim.”(Buharî, “Tevhîd”, 35)
[14] “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onubilir.”(Al-i İmran, 3/92)
[15] "Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak bitiren bir tohumun hâli gibidir. Allah dilediği kimseye daha kat kat verir. Allah'ın ihsanı çok geniştir. Her şeyi hakkıyla bilendir." (Bakara 261)
[16] İnsanın sahip olduğu servetin gerçek sahibi Allah’tır. O’nun emanet olarak verdiği servetten başkalarına vermek gerekir (Nûr, 24/33). İnfâkın sevabı bire yedi yüz olarak bildirilmiştir (Bakara, 2/261).Kur’an’da mü’minlerin özellikleri arasında infâk da zikredilmiştir (Bakara, 2/2-3).
[17] Kur'an'da genel olarak iyiliklerin sevabı bire on olarak gösterildiği halde, Allah yolunda infakın sevabının bire yedi yüz olduğu bildirilmiştir (Bakara, 2/261).Bu durum infakın Allah katındaki değerini göstermektedir.
[18] (Bakara, 2/261-265)
[19] İnfâk ve tasadduk gösterişten uzak, yalnız Allah rızası için yapılmalı; malın iyisinden vermeli;verirken özellikle gerçek ihtiyaç sahiplerini arayıp bulmalıdır(Bakara, 2/261-274).
[20] İnfakın Allah rızasına uygun olabilmesi için şu hususlara dikkat edilmelidir. 1. İnfak gösterişten uzak olmalı, yalnız Allah rızası için yapılmalıdır.2. Yardım yapılan kişinin onurunu zedeleyecek davranışlardan sakınılmalıdır.3. Yapılan yardım iyi ve kaliteli mallardan seçilmelidir. 4. İnfakın amacına ulaşabilmesi için gerçek ihtiyaç sahipleri tespit edilmelidir. 
[21] Hz. Peygamber de; "İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allâh'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Elçisi olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Kâbe'yi ziyaret etmek ve Ramazan orucunu tutmaktır." buyurmuştur (Buharî, Îmân, 2; Müslim, Îmân, 5).
[22] Kur'ân-ı Kerim'de; "Gitmeye gücü yetenlerin Kâbe'yi ziyaret etmeleri, Allâh'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır" buyurulmuştur (Al-i İmran, 3/97).
[23] Teşrîk tekbirlerinin başlangıcı Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban etme olayına kadar uzanır. İbrahim (a.s), gördüğü sahih rüya üzerine oğlunu Allah yolunda kurban etmeye karar verir. Kurban hazırlıkları sırasında Cebrail (a.s) gökten buna bedel olarak bir koç getirir. Dünya semasına ulaştığında yetişememe endişesi ile Cebrail (a.s); "Allahu ekber Allahu ekber" diyerek tekbir getirir. İbrahim (a.s) bu sesi işitince başını gökyüzüne çevirir ve onun bir koçla geldiğini görünce; "Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber" diye cevap verir. Bu tekbir ve tevhîd kelimelerini işiten ve kurban edilmeyi bekleyen İsmail (a.s) da; "Allahu ekber velillâhi'l-hamd" der. Böylece kıyamet gününe kadar sürecek büyük bir sünnet başlatılmış olur (es-Saffât, 37/102, 107; İsmail" maddesi; el-Mavsılî, el-İhtiyar li Ta'lîli'l-Muhtar, Kahire (t.y), I, 87, 88).


30 Eylül 2014 Salı

187 01 Ekim 2014 Çarşamba 01:29 KAYIP DEFTER'den......................Sancılı günler

Sancılı günler

Acı bir kaza


Haberi Tv haberlerinde duydum. Sakarya Üniversitesi öğrencilerini taşıyan bir otobüs  kaza yapmış. 14 ölü, 25 yaralı. Gerçekten çok acı bir haberdi. Bir gezi otobüsüymüş. Olay hafta sonu Karacabey kavşağında meydana gelmiş. Ertesi günün gecesi bir telefon aldım. Sakarya Üniversitesinden çok eski, öğrencilik zamanımdan bir arkadaşım arıyordu.

Kazada yaralanan öğrenciler Bursa Üniversitesi Tıp Fakültesinde tedavi görüyorlarmış. İçlerinde birkaçının durumu da ciddi imiş. "İlgilenebilir misin ?" diyordu, "Yarın biz de geleceğiz".

Hemen fakülteye gittim. Yaralılardan 7 si ayaktan tedavi görüp taburcu olmuşlar. İkisi ameliyat edilmiş yoğun bakımdaymış. 16'sı da özel odalara alınmışlar, tedavi altındaymışlar. Onlarda endişe edecek bir durum yokmuş. Sabah ziyaret edebileceğimi söylediler. Yurda döndüm ama sabah ilk işim yine hemen hastaneye gitmek olmuştu. Bu defa hem doktorlarıyla konuştum, hem de odalarını tek tek dolaştım. Bazılarının ailelerinden gelenler vardı yanlarında. "Geçmiş olsun, inşallah iyi olacaklar" dedim, teselli etmeye çalıştım kendimce. İhtiyacı olan birkaçının isteğine yardımcı olmak üzere çıktım yanlarından.

İkindi üzeri penceremden yurda doğru gelen bir konvoy olduğunu görünce, hemen önce kapıya haber verdim, geliyorlardı. Bende tam merdivenlere çıkmıştım ki arabalar birbiri peşi sıra yurda girip idare binasının önünde durdular. En öndeki makam aracından inen uzun boylu koyu giysili kişi rektörmüş. Yanındaki ise telefon eden arkadaşım.

Arkadaşım beni tanıştırdı, ben de "hoşgeldiniz" deyip acılarını paylaştım. Diğer araçlardan inenler de gelmişlerdi. Baktım ki gelenler arasından üniversite gençliğim zamanından ağabey dediğim üç tanıdık sima daha var. Arkadaşım ve onlar şimdi Sakarya Üniversitesinde doçentmişler. Üniversite geçen yıl kurulmuş.  Kurucu rektör de Prof.Dr.Ramazan Evren.

Hastaneden geliyorlarmış. Kalabalık heyeti makam odamda bir saate yakın ağırladık. Tabi ki cenazeler nerelere gitmiş, ne zaman defnedileceklermiş, kim hangi cenazeye katılsın filan gibi şeyler konuşuyorlar. Bu yüzden yemeğe kalın teklifimi "gitmeliyiz" diyerek kabul etmediler. Yaralılarla ilgilendiğim için de bana teşekkür ediyorlardı. Benden istekleri şuydu; Acaba ilgilenmeye devam edebilir miydim ?

"Tabi ki" dedim "Ne demek". Bu vaadimin daha sonraki hayatım için ne kadar önemli bir söz olduğunu nereden bilebilirdim ki.

Böbrek sancısı

Böbrek sancım iki üç yılda bir beni yoklardı. Çalışıyordum ama sancı tekrarladığında dayanılacak gibi değildi. İğne vurdurup eve gitmem lazımdı. Fakat o gün makamda çok önemli misafirlerim vardı. Mit'ten, Jandarmadan, emniyetten, valilikten ve rektörlükten ziyaretçilerdi bunlar. Bursa'da faaliyet gösteren terör örgütlerini ve kampüsü etkileyebilecek son eylemlerini konuşuyorduk. Telefon çaldı.

Arayan Genel Müdürdü. Pat diye "Yurtta sakallılar çoğalmış, ne yapıyorsun sen orda ?" diye bağırdı bana. O bağırıp çağırmaya devam ediyor bense "Anlayamadım ? Sakallılar mı ? Nasıl yani.." deyip duruyordum. Böbrek sancım birden artmıştı. Sustum. O kaba saba konuşmayı sürdürüyordu. Ne dediğini anlamaya, bu arada da kafamı toplamaya çalışıyordum. Sonunda kastını anladım. Benim belli bir grubu kolladığımı söylüyordu düpedüz. Kızmıştım. Misafirler dikkatle telefon görüşmemi izliyorlardı. Ancak, sabrım taşmış, kopmamasına çalıştığım ip birdenbire kopuvermişti.

"Sayın Genel Müdürüm burası 5000 kişilik bir yurt, sakallısı da var punku da, başörtülüsü de var mini eteklisi de" dedim yüksek sesle. Şaşırmıştı, aynı ses tonuyla devam ettim. "Şayet taraf tutmuş olsaydım bütün gruplar böyle bir arada olabilir miydi ? Kastettiğiniz grubu kollasaydım diğer gruplar beni bir saniye burada tutarlar mıydı ? Burada tek başıma barışı, huzuru sağlamaya çalışıyorum. Hem de kimsenin burnu kanamadan, herkesin katkısıyla."

Genel Müdür "Şimdi Müdür bey, oradan devamlı şikayet alıyorum. Böyle olmaz !" diye bir seviye alttan üsteledi yeniden. Artık saatin zembereği boşanmıştı sözümü sakınmadım ben de. 

"Sayın Genel Müdür, beni buraya gönderirken bir çok söz verdiniz. Ben sözümü tuttum ama siz hiçbirini yerine getirmediniz. Alanım olmamasına rağmen, memleketimin bu köşesinde adeta yirmi yıl öncesinde kalmış olayların yeniden yaşanmasına razı olmadım. Bu güne kadar da elimden geleni yaptım. Önemli ölçüde huzur ve güven sağlandı. Dahası yurtta pek çok iyileşme ve gelişme de sağladık. Bütün bunlara karşılık bu davranışınızı hak etmediğimizi düşünüyorum. Asıl olmaması gereken şey bu işte !" Bir an hem odada hem telefonda bir sessizlik oldu. Telefondaki ses aniden bir şey fark etmiş gibi kısa ve tok bir sesle sordu "Kim var orada ? Senin yanında kim var ?" 

Etrafıma baktım, merakla yüzüme bakıyorlardı. Farkında değilim ama, sanırım adamın kaba ve yüksek frekanslı sesini onlar da ta başından beri dinlemişlerdi. Bir an tereddüt ettim. Herhalde yanımda öğrenci ya da personel olduğunu sanmış olmalıydı. Böyle diklenmemin sebebi ona göre ancak hava atmak olabilirdi çünkü. Oysa durum tamamen farklıydı. Misafirlerim buradaki durumu en iyi bilen kişilerdi. Taraf olmak değil, tam tersi bitaraf olarak yaptıklarımı an be an yaşamış ve takip etmişlerdi. Şahitlerimdiler yani, devam etmeye karar verdim.

"Yanımda Bursa ilinin güvenlikle ilgili en üst düzeyde yetkilileri var. Mit'ten, Jandarmadan, emniyetten, valilikten ve rektörlükten arkadaşlar. Bu konuştuklarımızı da duydular. Onlar şahidimdir ki burada son bir yılda pek çok güzel şey yaptık, olmaz denilenleri başardık. Ama hiç desteğiniz olmamasına rağmen, beni asla yapmadığım bir şeyle suçluyorsunuz. O zaman ben bir yıllık sözümü tuttum. Siz de tutun ve beni bırakın !" 

Son cümlemi söylerken aslında erken olmasına rağmen Sakarya Üniversitesine gidebileceğimi söylemek istemiştim.

Telefon şak diye yüzüme kapandı. Görüşme bitmişti. Bir süre hareketsiz kaldım. O kadar dalmışım ki misafirler ayaklanıp vedalaşmak üzere ellerini uzatınca kendime gelebildim. Durum gerçekten travmatikti. İş konuşmanın imkanı kalmamış, onlarda kalkıp gitmeyi ve beni yalnız bırakmayı tercih etmişlerdi. Birkaçının teselli babında omuzuma vurduklarını hatırlıyorum.

Onları yolcu edemedim. Bir süre oturdum kaldım yerimde. Artık kopmuştu, bir süredir gerilip duran pamuk ipliğine bağlı ilişkiler bu olayla sona ermişti. Gitmeliydim, daha burada eskisi gibi görev yapmama imkan yoktu. Yine sancım tutmuştu, iğne vurunmalıydım. Ayağa kalkıp odamı kapattım ve sağlık odasına doğru yürüdüm.

Özal öldü

Ertesi sabah tarih 17 Nisan 1993'tü. Fakültede doktora görünmüş ve 10 gün rapor almıştım. Düşüncem ilaçlarımı kullanıp evde istirahat etmekti. Bir taraftan artan sancılarım, diğer taraftan Genel Müdürle yaptığım o telefon görüşmesi. Bende moral diye bir şey kalmamıştı zaten. Böyle çalışamazdım.

Odama döndüğümde acı haberi duydum. Özal ölmüştü. Türkiye'nin tonton başbakanı, 8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etmişti. Birden karar verdim, Ankara'ya gidecektim. Cenaze törenine, hiç değilse namaza ben de katılmalıydım.

Raporlu olmama rağmen Cenaze namazının kılınacağı gün Ankara'ya gittim. Bir gün evvel Özal'ın naaşı 20 Nisan Salı günü Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nden alınarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde hazırlanan katafalka yerleştirilmişti. Burada saygı geçişi sabaha kadar aralıksız sürmüş, erkeği kadını, yaşlısı ve genciyle binlerce kişi gözyaşları içinde Özal için Fatiha okumuştu. Naaş, 21 Nisan Çarşamba günü saat 10.30'da TBMM'deki katafalktan alınarak, büyük bir devlet töreniyle Kocatepe Camii'ne götürülecekti.

Cenaze korteji görülecek şeydi. Büyük bir halk kalabalığı "Sivil Cumhurbaşkanı", "Demokrat Cumhurbaşkanı", "Dindar Cumhurbaşkanı" pankartları ve tekbir sesleri ile arkasından yürüyor, yol kenarında birikmiş pek çok insan da hıçkırık ve gözyaşları içinde onu uğurluyorlardı.

Sonunda Genç Harbiyelilerin çektiği top arabası Atatürk Bulvarı, Sıhhiye ve Mithat Paşa Caddesi'ni takiben Kocatepe Camii'ne ulaştı ve cenaze musalla taşına kondu. Bu arada sadece Kocatepe Camii'nden değil, bütün Türkiye minarelerinden yanık selalar yükseliyordu.  Cenaze namazı öğleyi takiben Diyanet İşleri Başkanı tarafından kıldırıldı. Sonra da özel bir uçakla İstanbul'a nakledilmek üzere Esenboğa Havaalanı'na götürüldü.

İstanbul'daki cenaze töreni ise daha muhteşemdi. Kanal 6 Televizyonu zaten sürekli canlı yayındaydı. Diğer televizyonlar da Ankara ve İstanbul'daki cenaze törenlerini naklen verdiler.

Onu sevmiştik. Gerçekten tabuları yıkarak, Türkiye'ye biçilmiş, değişmez denilen kaderi değiştirmiş bir adamdı. Gerek başbakan gerekse Cumhurbaşkanlığında, onun deyimiyle müthiş bir transformasyon geçirmişti ülkemiz. Adeta çağ atlamıştık. O milletin adamıydı, milletini yepyeni yeni ufuklara taşımıştı. Allah rahmet eylesin.

Büyük tartışma


Gelmişken Genel Müdürle görüşmek istiyordum. Çünkü Bursa'dan ayrılmadan bir gün önce Sakarya Üniversitesinin Genel Müdürlüğe bir muvafakat yazısı gönderdiğini telefon edip bildirmişlerdi. Bir an evvel gelmem için de acele ediyorlardı. Takip edip yazıyı elden almalıydım. Zaten artık ciddi biçimde Bursa'dan ayrılmayı düşünüyordum.

Baktım odada Personel Daire Başkanı da var. Belli ki şahit olarak görevlendirilmiş. Görüşme hayli gergin bir ortamda başladı. Başkalarının yanında ona söylediklerim için kızgındı. Kendi söylediklerini ise çoktan unutmuştu. Önce kendimi savunmaya çalıştım. Ama kendisini suçlamamaya çalışıyordum. Olan olmuştu. Zaten artık bu kurumda kalmak da istemiyordum. İlaveten raporlu olduğumu, tedavimin devam ettiğini de bilhassa belirttim. Niyetim ortamı yumuşatıp sözü muvafakat yazıma getirmekti. 

Baktım, hakarete varan söz ve tavırla üstüme üstüme geliyor. Zaten rahatsızım, elim ayağım titriyor. Kendimi kaybetmişim "Ben bu kurumda Daire Başkanlığı yaptım. Ayrıca yüksek lisansımı bile bu alanda vermeyi düşünecek kadar bağlıydım. Ancak, beni hiçbir tecrübem olmadığı halde bir ateşin içine attınız. Hatırlayın gönderirken bir yıl için demiştiniz değil mi ? Güya ailemin düzenini bozmayacaktınız. Her türlü desteği vermeye de söz vermiştiniz. Peki ne yaptınız ? Kayda değer hiçbir destek vermediğiniz gibi ailemi de lojmandan çıkmaya zorladınız. Buna rağmen ben sözümü tuttum. Bir yıl içinde yurtta huzur ve güven sağlandı. Hayat normale döndü. Ama böyle devam eder mi bilemem. Çünkü ben artık yokum. Madem siz de memnun değilsiniz, lütfen muvafakatimi verin, gideyim."

Bu sözleri beklemiyordu. İri yarı bir adamdı, kalktı üzerime yürüdü. Adeta ağzından köpükler saçıyordu "Vermiyorum ! Seni de açığa aldım. Hadi bakalım". Personel daire başkanına "Derhal gereğini yap. Adama bak be ! Genel Müdüre kafa tutuyor." Oysa benim kafam zonkluyor, ellerim titriyordu. Ağzım kurumuş, belimdeki sancı yeniden nüksetmişti. Artık daha fazla ayakta kalamayacaktım. O an artık benim de beynim dönmüştü "Ne yaparsan yap ! Ben gidiyorum" dedim, arkamı dönüp çıkarken. Kapıyı çok fazla sert örttüğümü, adeta çarptığımı hatırlıyorum.

Dışardaki sekreterlerin şakın bakışları altında oradan nasıl çıktım, merdivenleri nasıl indim bilmiyorum. Ancak dışarda, ateş gibi yanan yüzümde serin bir hava hissettiğimde ne yaptığımı anlayabilmiştim. Açığa alınmanın sonuçları oldukça ciddiydi. Üstelik muvafakat almam da tehlikeye girmişti.

Birden arkadan iki kişi gelip beni koltukladılar. Yarısı havada yarısı yerde uçar gibi yeniden merdivenlerden çıkmıştık. "Durun ! Ne yapıyorsunuz ?" demeye kalmadan beni yine makama hem de ite kaka soktular. Bu kez çok yumuşak bir tavırla konuşuyordu. "Evladım, sen benimle nasıl böyle konuşursun. Ben senin Genel Müdürünüm" dedi oturmamı işaret ederken. Oturup oturmamakta tereddüt ediyordum. "Bak sana bir hikaye anlatayım" dedi kendisi makamına oturarak. Ben hala ayaktaydım. Bakalım ne anlatacaktı ?

"Zamanın birinde yöre beyinin oğlu bir göçebe kıza aşık olmuş. Babasını sıkıştırıyormuş istemesi için. Adamsa oralı değilmiş olmayacak bu işe. Ama oğlan da gün gün eriyormuş sevdasından. Sonunda dayanamayıp vezirlerine "Ne yapalım ağalar ? deyin bakalım" demiş çaresizce. Çünkü bir göçerle akraba olmayı yediremezmiş kendine. "Kızı alalım" demiş içlerinden biri. Ben hallederim. Kızın babasına gitmiş "Bak bey kızını alacak, ver de kurtul" demiş yüksek perdeden. Kızın babası "Olmaz !" demiş sadece. Omuzlarını silkip dönüp gitmiş yoluna. Vezir de kalakalmış öylece. Gelip durumu beye iletmiş çaresiz. Bey de çok kızmış tabi. Diğer vezir araya girmiş "Beyim demiş bu usulünü bilememiş, ben hemen yarın gider usulünce isterim kızı. Merak etmeyin siz". Hakikaten gitmiş, kızın babasına "Allahın emri, peygamberin kavliyle kızını bizim beyin oğluna istiyoruz" demiş en tatlı dille. Adam yine başını, kaşlarını yukarı kaldırıp, ağzıyla  "Çık…Çık !" etmiş te dönüp gidivermiş. İkinci vezir de kös kös gitmiş beye durumu anlatmış. Bey iyice köpürmüş, bağırmış çağırmış. Üçüncü vezir bir kenarda kıs kıs gülüyormuş. "Sen ne gülersin be !" demiş bey hiddetle. O da "tamam bey, ben anladım. Siz kızı aldık bilin" demiş kurnazca. Ertesi günü babasını huzura getirtip "Lan eşoğlu eşek, niye vermezsin kızı ?" demiş gırtlağına çökerek. Adamcağız bir yandan yakasını kurtarmaya çalışıyor, öbür yandan da laf yetiştirmeye çalışıyormuş. "Tamam, tamam. Peki. Ama bana böyle demediler ki !"

Genel müdür kendi anlattığı hikayeye katıla katıla gülüyordu. Bense hikayenin onun için hiç de gülünecek bir tarafı olmadığını düşünüyordum. Sonra birden sinirlerim gevşedi, bana da bir gülme geldi. Hikaye tam da onun durumunu anlatıyordu aslında. O gülüyor, ben gülüyordum. Merak edip içeriye giren daire başkanı da bu garip duruma şaşkın şaşkın bakıyordu. 

Neyse. Sonunda bu işin artık yürümeyeceğini ikimiz de anlamıştık. Açığa alınmaktan kurtulmuş, bir çeşit helalleşmiş ve muvafakat sözü almış olarak çıkmıştım aynı kapıdan.


28 Eylül 2014 Pazar

186 28 Eylül 2014 Pazar 20:15 İŞ DOKTORU......................................Şirket ayak oyunları

Şirket ayak oyunları


Sıkıntıları olan tepkili gençlere "İş hayatı böyledir, üzülme. Acımasızdır, vefası adaleti yoktur" derim. İnsanın köşelerini kırar, farklılıklarını eğeler. Uymazsanız kırılır, ufalanırsınız.  

İş ortamının genelliğinde, bireyin -varsa- üretkenliği kontrol edilmek istenir. Belki de fark üretebilecek kişi enerjileri böylece törpülenir, biter. Bireyin eleman/personel olması istenir. Bu da kurallar adına, şirket/kurum adına yapılır. Logo ya da marka yüceltilir.

Böyle ortamlarda çalışanın "insan" olarak bir önemi yoktur. İster işçi, ister memur, isterse yönetici olsun insan sadece çalışandır. Kendisinden bekleneni verdiği, sorun çıkarmadığı sürece de her şey mükemmel (!) görülür. Havaya aşılanan slogan şöyledir: "Her şey hizmet, her şey üretim için !" 
 
Bu doğru mudur ? Olup bitenlerin acaba başka bir açıklaması var mıdır ? Gerçekten böyle midir bütün iş hayatı ? Bu mahalle baskısının perde arkasında başka şeyler olabilir mi ?

İşin garip tarafı böyle bir yaklaşımın, bu ortamların doğru olmadığı da bilinir. Herkes şikayetçidir. Yine de "benim oğlum bina okur, döner döner yine okur" hesabı bu düzen kolay kolay değiştirilemez. Neden ?

Bütün bunların sonucunda aslında iyi bir ekip değil, aynı formayı giymiş mekanik piyonlar eğitilmiş olur. Köşeler yuvarlaklaşmış, dikkatini sadece hizaya girmek için harcayan kemiksiz yığınlar ortaya çıkmıştır. Verimsizliğin kaynağı da, insan kaynağının nitelik zaafiyeti de buradan gelir. 

Gelir de, kimsenin işine ta başından, "insan" dan başlamak gelmez. Çünkü, bu kararı verecek olanların, güç ve yetki sahiplerinin filldişi kuleleri mevcut sistemden beslenmektedir. Bu şekilde statükoları tehlikeye girecektir. Kaldı ki isteseler bile çalışan bir makinayı kimse üretim sırasında sil yeni baştan değiştiremez.

Bu yüzden "çevir kazı yanmasın" yöntemi uygulanır işte. Bir taraftan da verimlilik için, karlılık için ya da kalite için yeni yeni modeller denenir habire. Ancak, bütün pırıltılı sunumlara, yoğun çalışmalara rağmen "esas oğlan" ların özenle kenarda durdukları gözlenir. Maça girmezler, çözüme inanmazlar ve doğal olarak da onun için terlemezler.

En kolayı emir verince modelin uygulanabileceğini, verimlilik, karlılık ya da kalite hedeflerinin aşağıdakilerin işi olduğunu düşünmektir. Ya da şark kurnazlığıyla "bekle ve gör" politikası uygulamak. Deneme başarılı olursa sahiplenilecek, olmazsa birileri suçlanacaktır. Bu arada fildişi kulelerinde, koltuklarında statükolarının keyfini çıkarmaya devam ederler. 

Halbuki hangi çağdaş yönetim tekniğini, kalite sistemini, hatta mükemmellik modelini de uygulasanız boştur. Çünkü farkı oluşturacak olan şey; para, teknoloji ve sistemler değil, onları kullanıp üreten bizzat "insan"ın kendisidir. Şu an için daha iyisi olmayan sistem yaklaşımı ve ekip anlayışı  bile ancak insan kaynağındaki cevhere bağlıdır. İnsan ise bir makine değildir. Fizik varlığı kadar psikolojik, sosyolojik olguları, manevi ve moral değerleri de vardır. Bunları esas almayan, bunları dikkate almayan hiç bir başarının sürdürülebilirliği olmaz.

Peki, insan olarak değer verilmeyen, birey olmasına izin verilmeyen, üretken bir ekip üyesi bile olamayan çalışan ne yapar ? Doğal olarak geriye kalan şeyi yapmaya çalışır. Hizada kalmaya, ne ileri ne de geri olmamaya sarfeder enerjisini. Ayakta kalmaya, suyun altında kalıp boğulmamaya çalışır. Duraklayanı ezen, arkadan gelip öndekini iten, yerleşmek için yanındakini kakan bir kalabalıktır içinde olduğu. Uyar kalabalığa, gördüğü ayak oyunlarına katılır o da. 

Şimdi düşünün. Dürüst, çalışkan, iyi, kimseye zarar vermemeye çalışan bir "insan" bu ayak oyunlarına uyamazsa ne olur ? Mesela böyle ahlaki değerleri olan bir genç, etrafındaki/altındaki/üstündeki türlü numara karşısında ne yapar ? Herkes bilir ki hareketli, kendi içinde kaynayan bir kalabalıkta ayakta kalmak demek; iteni itmek, omuz atanı tekmelemek, çelmeleyeni düşürmek demektir. Yapmaz, yapamazsa ?..İncinir, üzülür, ezilir.

Dayatılan bu mobing karşısında sığındığı liman sabırdır. Ama sabretmek de kolay değildir. Acıya katlanmak gerekir. Bu arada çevresine uyumunu, insanlara olan inancını, saygısını da muhafaza etmesi gerekir, ama bu nasıl olacaktır ? 

Şayet sabretmeyi direnmek olarak uyguluyorsa o zaman işi çok daha zordur. Böyle bir durumda bana sorulsa yine de "Sabrın sonu selamettir" derim. Ama "bekleyen derviş çorbayı içer" diyemem. 

Zira bana göre; herşeye rağmen ahlaki değerlerini bozmayan bir çalışan, o ortamda kaybettiklerine karşılık kendisini kazanmıştır. Ona haksızlık yapılmış olsa bile o istikametini bozmamış, düşse bile düşürmemiştir. Yalan, dedikodu, sinsi numaralar, küçük hesaplar onun işi değildir. Adam gibi adam olmayı daima, mevkiye, menfaate tercih etmiştir. 

İnanıyorsa "Herkesin bir hesabı var, Allahın da..." der geçer kötülüklere. Çekiştirenlere rağmen Yunus Emre gibi dergaha düzgün odun getirebilmek, "her" kişinin değil ancak "er" kişinin yapabileceği bir şeydir çünkü.

Kızmaz kimseye. İçinde olduğu iş ortamının bu kültürü beslediğini bilir. Bütün bu acıların sorumluluğunun, eğilmiş bükülmüş insanların kabahatinin de, o fildişi kulelerde oturanlara ait olduğunu.