15 Mayıs 2015 Cuma

229 15 Mayıs 2015 Cum 18:40 ZAMAN DURAKLARI.........................İsrâ, Kudüs ve Mirac

İsrâ, Kudüs ve Mirac

Bu gece Recep ayının 27. gecesi. Yani  kültürümüzde Miraç kandili olarak bilinen ve İslam inancında mübarek sayılan bir gece. Üç aylar içindeki ikinci ışıklı zaman duraklarından biri. 

Biz müslümanlar bu gecede peygamberimiz Hz. Muhammed'in, (s.a.v) Mekke´deki Mescid-i Haram´dan, Kudüs´teki Mescid-i Aksa´ya götürüldüğüne, oradan da Cebrail'in bile giremediği Sidretül Münteha'yı geçerek Allah katına ulaştığına inanırız. İşte bu gece yürüyüşüne "isra", göğe çıkışa da "miraç" denilmiş.

Mescidi Aksa bilindiği üzere Mekke döneminde Müslümanların ilk kıblesiydi. Tefsir alimlerinden Kasımi'ye göre Mescidi Aksa'nın ismindeki "Aksa” kelimesi "en uzak" anlamındaymış. Mekke'ye olan uzaklığından dolayı böyle adlandırılmış. Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de Mescidi Aksa'dan adıyla söz ediyor [1] ve etrafının mübarek kılındığını bildiriyor.

"Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir." (İsra, 17/1)

Bu âyet aynı zamanda isrâ olayının, yani Resulullah (s.a.v)'ın gece vakti Mescidi Aksa'ya kadar yürütülmesinin kesin delili kabul ediliyor.  Göklere yükseltilmesi yani Miraç olayına ise Necm suresinin ilk âyetleri delil sayılmakta.

"Şimdi siz onun gördüğü üzerinde kendisiyle tartışıyor musunuz? Andolsun ki, o onu bir başka kez daha inişte gördü. Sidretu'l-Munteha'nın yanında. Barınma (Me'va) cenneti onun yanındadır. O zaman (o gördüğünde) Sidre'yi kaplayan kaplıyordu. Göz kaymadı ve (sınırı) aşmadı da. Andolsun ki o Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü." (Necm, 53/12-18)

Sabah olunca Resulullah (s.a.v), olanları ve gördüklerini kavmine anlatıyor. Bunun üzerine kendisini daha çok yalanlamaya ve sıkıştırmaya başlıyorlar. Mesela kendilerine Mescidi Aksa'yı anlatmasını istiyorlar. Allah da onu  gözünün önüne getiriyor ve o da orada gördüğü belli başlı şeyleri anlatıyor. Ama bu durum onların nefretlerini daha da artırıyor ve asla kabul etmeye yanaşmıyorlar.

Dahası hemen koşup alay ederek Hz. Ebu Bekir'e (r.a.) arkadaşının bir önceki gece göklere yükseltildiği haberini veriyorlar. Amaçları, bir tereddüt ve çatlak oluşturmak tabi ki. Ancak o "Bunu eğer o söylediyse doğrudur. Sizin hayret ettiğiniz de bir şey mi? Göklerden kendisine vahiy geldiğini haber verdiğinde de ben ona inanıyorum" diyor. İslam tarihinde müthiş bir iman ve güven örneği olarak anlatılır bu olay. Zaten kendisine de bu yüzden "Sıddık" denilmiş ya.

İslam tarihinde İsrâ ve mirac,  ilâhi bir mucize olduğu kadar Yüce Allah'ın son nebisine, sevgili peygamberimize de bir mükâfatı olarak görülüyor. Zira,  Resulullah (s.a.s.) Mekke'deki tebliğ vazifesinden dolayı müşrikler tarafından çok eziyet görmüştü. Onunla birlikte inananlar tam üç yıl süren ablukada açlık ve mahrumiyetle cezalandırılmıştılar. Ardından amcası Ebu Tâlib'in, kısa süre sonra da mü'minlerin annesi Hz. Hatice (r.anha)'nin kaybı peşpeşe gelmişti. Bu yıllara onun için hüzün yılları deniliyor.

İşte bütün bu sıkıntılardan sonra, isra ve miraç hadisesi onu Rabbine yaklaştırarak mükafatlandırmış olmalı. Çektiği bütün sıkıntılar, içine düştüğü üzüntüler, zorluklar ve yorgunlukları unutturacak bir hoşnutluk hali gibiydi. Çünkü, son peygamber olarak isrâ ve mirac gecesinde karşılaştığı manzaralar, gördüğü âyetler ve kendisine karşı yapılan muamele onun Allah katında ne büyük bir değere sahip olduğunu ortaya koymuştu. Böylesine büyük bir mucize bütün gelmiş geçmiş peygamberler içinde sadece ona özel bir durumdu.

Şehid Seyyid Kutub mirac olayı hakkında şunları söylüyor: "İlâhi gücün ve peygamberlik mertebesinin ne demek olduğunu biraz idrâk edebilenler bu olayda bir gariplik görmezler. İnsanoğlunun sahip olduğu güç sınırlıdır... Ama insanoğlu için zor, kolay veya imkânsız görünen şeylerin hepsi ilâhi gücün önünde aynıdır. Hepsi aynı kolaylıkla gerçekleştirilir. İnsanın miracı anlayabilmesi için önce kendi nefsinde imâni bir yükselişi gerçekleştirmesi gerekir. Bunu gerçekleştirdiği zaman elde edeceği feraset ve basiret onun kâinata bakarak ilâhi gücü anlamasına ve bu güce sahip olan yüce yaratıcının vahiyle desteklediği bir insanın asla yalan söyleyemeyeceğini kavramasına yardımcı olur."

Evet. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Resulullah (s.a.v.)'in vahiy ve mirac konusunda bildirdiklerinin doğruluğundan şüphe etmiyordu. Çünkü o kendi nefsinde imân miracını gerçekleştirmiş bir sadıktı. Kendi nefsinde iman miracı gerçekleştirenin önünden de bütün şüphe ve tereddütler kalkmış oluyor. Ama nefsinde bu miracı gerçekleştiremeyen kimsenin zihni madde dünyasına takılı kalacağından aynı teslimiyeti, aynı feraseti gösterememesi de çok doğal.

Müslüman olarak bizlerin elbette ki  başta namaz hediyesi olmak üzere isra ve mirac olayından çıkaracağımız pek çok şey var. Mesela, Allah Resulü (s.a.s.) kendisine gösterilenleri: 'Acaba insanlar akla yatkın bulurlar mı? Kabul ederler mi?' gibi tereddütlere kapılarak insanlara açıklamamazlık etmemiş. Miraca yükseltildiği gecenin sabahında başından geçenleri insanlara anlatmış. 

İnsanlar akla yatkın bulsalar da bulmasalar da gerçeğin kendisi zaten gerçektir. Demek ki, eğer bilinmesi gerekiyorsa, bir sır değilse ve açıklanması maslahata aykırı değilse mutlaka açıklanmalı.

Mirac kelime olarak "yükselme, yücelme" anlamına geliyor. Bu anlamda, mü'minin imanıyla yücelmesi onun için bir mirac oluyor. Bu mertebe, elbette ki islâm'ın insana kazandırdığı ahlâki ve imâni değerlerle donanmak, İslâm'ın güzelliklerini kendinde toplayabilmekle mümkün. Bu yüzden miraca önce kalple hazırlanmak gerekiyor. Onu yaşamak isteyen her mü'minin kalbini iman ve hikmet sırlarına aykırı kirlerden arındırması, temizlemesi lazım.

Allah Resulü (s.a.s.) bir hadisi şerifinde: "Namaz mü'minin miracıdır" buyurmuş. Ancak namazın gerçekten bir mirac olabilmesi için mü'minin adeta Allah'ı görüyormuşçasına [2] ibadet etmesi gerekiyor. İşte bu ruh ve hisle kılınan namaz gerçekten mü'min için bir mirac olabilir. O zaman mü'min günde beş kere miraca yani Allah'ın katına yükselme mutluluğuna erişir. Günde beş kere miraca yükselebilen mü'minden de iyilikten başka bir şey beklenmez herhalde.

Kendi hayatlarında mirac gerçekleştirebilenler, isra ve mirac ruhunu bir hayat şuuru edinebilenler "iman kardeşliği"nin [3]getirdiği sorumluluğun da farkındadırlar.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in, Miraç Kandili dolayısıyla Kudüs’e yaptığı ziyaret bu nedenle oldukça anlamlı. Filistin Din İşleri ve Evkaf Bakanı Şeyh Yusuf Edais’in resmi daveti üzerine dün Filistin’e giden Görmez, TİKA Başkanlığının Kudüs’te düzenlediği iftar programına da katılmış. 

Görmez, ziyaretinin devamında yaptığı resmi görüşmelerin yanı sıra Sabah ve Cuma namazlarını Mescid-i Aksa’da kılarak örnek bir davranış sergilemiş.

Görmez'in Kudüs ve Mescid-i Aksa ziyareti iman kardeşliğimizi bir kez daha hatırlattı bütün dünyaya. Yayınlamış olduğu Miraç Kandili mesajında yer verdiği görüşlere tüm kalbimizle katılıyoruz: “Eşref-i mahlukat olmanın bilinciyle daha ferasetli bir bakış, daha merhametli bir lisan, daha güzel bir ahlâk, daha ümitvâr bir yürek, daha huzurlu bir dünya için dualarımızı miraca gönderelim.”

İsra ve Miraç hadisesine konu olan Kudüs eskiden beri peygamberler şehri ve o ümmetlerin de kıblesi olarak biliniyor. Belki de Hz. Muhammed (s.a.v)’in bütün gelmiş geçmiş peygamberlerin son varisi olduğunu göstermek için seçilmişti. 

Allah dileseydi, şüphesiz onu Mekke'den de göklere yükseltebilirdi. Ancak İsra ve Mirac olayında Hz. Peygamber (s.a.v)'e refakat eden Cebrâil (a.s.)'in onu önce Kudüs'e getirmesi sonra göklere yükseltmesi bu şehrin taşıdığı mana ve önem dolayısıylaydı. Demek ki, Yüce Allah son peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m)'in Kudüs'ü ziyaret etmesini ve bu peygamberler şehrindeki ilâhi âyetlere şahit olmasını dilemişti.

Kudüs kurulduğu günden bu yana vahyi, ilahi tebliği ve peygamberlik müessesesini temsil etmiş mübarek bir mekan. Çok sayıda peygamber hayatlarının en azından bir bölümünü bu kadim şehirde geçirmiş. 

Tarihi kaynaklardan, tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerden ve hadislerde verilen bilgilerden Mescidi Aksa'nın ilk şeklinin Hz. Süleyman (a.s.) tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor.Ancak, Mescidi Aksa'nın Hz. Zekeriya zamanındaki şekli bile Hz. Süleyman (a.s.)'ın inşa etmiş olduğu mabedin aynısı değildi. [4] 

Çünkü Hz. Süleyman (a.s.)'ın inşa ettiği mabed bir süre sonra yıkılmış daha sonra yerine inşa edilen mabedler de birkaç kez yıkıma uğramış. Mescidi Aksa'nın bugünkü şeklinin inşası ise Emevi halifelerinden Abdülmelik bin Mervan zamanında başlatılmış ve oğlu tarafından bitirilmiş.

Bu nedenle müslümanlar için en kutsal ikinci mekan [5] özelliği taşıyor. Aslında, genel olarak Mescid-i Aksa denildiğinde ilk akla gelen yapı üzerindeki altın kubbeli yapı oluyor. Çünkü Kubbetüs Sahra bugün Mescid-i Aksa ile bütünleşmiş durumda. Ancak Mescid-i Aksa tepenin üzerindeki yerleşkenin tamamına verilen bir isim. Kubbetüs Sahra bu yerleşke içindeki yapılardan sadece biri. 

Yapının tam karşısında El Aksa camisi var. Müslümanlar kutsal kabul ettikleri muallak taşı üzerine Kubbetüs Sahra'yı inşaa etmişler. Muallak taşı da müslümanların Hz. Muhammed'in s.a.v) miraca yükseldiğine inandıkları tapınak tepesinin merkezindeki kaya parçası oluyor. 

Onu Yahudiler de kutsal kabul ediyorlar ve başlangıç kayası diye adlandırıyorlar. Onlara göre de Kudüs mabedi bu kaya üzerindedir. Çünkü, Muallak Taşının bulunduğu tepe üzerinde eskiden Kudüs Tapınağı varmış. 

Müslümanlara göre ise mevcut yapılar Süleyman peygamber döneminde inşaa edilen yapıların devamı niteliğinde. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v)’in, asırlardır peygamberlerin kıblegâhı olan Kudüs’e uğradıktan sonra, Miraç’ta namaz hediyesini alması sebepsiz değil.

Miracınız kutlu, ibadetleriniz makbul, dualarınız kabul olsun inşallah. Ama, isra ve mirac mucizesinde seçilen mübarek belde Kudüs'ü ve garip Mescidi Aksa'yı da düşünmeden geçmeyin. Acılı, mahpus, en tabi özgürlükleri bile kısıtlanan Filistin'li kardeşlerinizi de unutmayın... 



[1] Kur'an-ı Kerim'in bazı yerlerinde de bu mescidden ismi anılmaksızın söz edilmektedir. "Bunun üzerine (Zekeriya a.s.) mescidden kavminin karşısına çıkıp onlara: "Sabah ve akşam tesbih edin" diye işaret etti." (Meryem suresi 11. Ayet) "Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabulle kabul etti; güzel bir şekilde yetiştirip büyüttü ve onun bakımını Zekeriyya'nın yükümlülüğüne verdi. Zekeriyya ne zaman onun bulunduğu mabede girse yanında yiyecek bulurdu. "Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?" derdi. O da: "Allah'ın katındandır. Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verir" derdi." (Ali İmran suresi, 37. Ayet) "Onun (Zekeriyya (a.s.)'ın) mihrabda namaz kılmakta olduğu sırada melekler kendisine, "Allah sana, Allah katından olan Kelime'yi doğrulayıcı, efendi, kendine hakim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdelemektedir" diye seslendiler." (Ali İmran suresi, 39. Ayet) Bu ayetlerde sözü edilen ma'bed, mihrap ve mekan Mescidi Aksa'dır.
[2] Nitekim Resulullah (s.a.s.) bu hususa da bir başka hadisi şerifinde şöyle işaret ediyor: "İhsân, Allah'a adeta O'nu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen her ne kadar O'nu görmüyorsan da O seni görüyor."
[3] Hadisi şerif: "Mü'minlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerine acımadaki örnekleri adeta bir beden örneğidir. Onun bir organı rahatsız olduğunda diğer organları da uykusuzluk ve ateşle ona katılır"
[4] Aynı şey Kabe için de söz konusudur. Bugünkü Kabe de Hz. İbrahim (a.s.)'in inşa ettiği Kabe değildir. Ama o bina orada Allah'a kulluk görevinin yerine getirilmesi konusunda belirlenen bir işaret, bir toplanma noktasıdır. Yani Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle Allah'ın şe'airindendir. Mekke müşrikleri de Kabe'ye sahip çıkıyorlardı ama onu inşa ediliş amacına ters bir şekilde, içini putlarla doldurarak kullanıyorlardı.
[5] Buhari ve İbnu Mace'nin nakletmiş olduğu bir hadisi şerifte Ebu Zer (r.a.)'in şöyle dediği bildirilmiştir: "Resulullah (a.s.)'a, yeryüzüne konulmuş olan ilk mescidin hangisi olduğunu sordum. "Mescidi Haram" diye buyurdu. "Sonra hangisi?" dedim. "Mescidi Aksa" diye buyurdu. "İkisi arasındaki süre ne kadardır?" diye sordum. Şöyle buyurdu: "Kırk yıl. Sonra bütün yeryüzü senin için mesciddir. Nerede namaz vaktine girersen orada namaz kıl." (Buhari, Kitabu Ehadisi'l-Enbiya, 60/40; İbnu Mace, Kitabu'l-Mesacid ve'l-Cemaat, 4/7)

13 Mayıs 2015 Çarşamba

228 13 Mayıs 2015 Salı 15:56 ANKARA HASTALIKLARI....................Ankara'yı didiklemek (5)


Ankara'yı didiklemek (5)

Oturduğumuz yerden politik dedikodu yapmak çoğumuzun vazgeçemediği bir alışkanlık. Okuduğumuz gazeteler, seyrettiğimiz tv yayınları bu alışkanlığımızı besler. Nasıl düşünmemiz gerekiyorsa öyle düşünür, ne söylememiz lazımsa onu konuşuruz. Üstümüze çöken bu algı bulutunun içinde "aslında ne ?" sorusu pek aklımıza gelmez. 

Biraz okumuş yazmış olanlarımızın politik muhabbeti biraz da entellektüel bir kibirle yüklüdür. Hatta politik didişme kesmez onları. Daha yüksek perdeden, siyaset üzerine eleştiri yapmaktır onların tercihleri. Başbakan hakkında, Cumhurbaşkanı hakkında, meclis, cumhuriyet ve demokrasi hakkında yorum getirip konuşmak bir aydın olma hakkıdır onlar için.  Bu konularda çalakalem yazmaksa doğal bir gerekliliktir adeta. 

Fakat, iktidar nasıl bir olgudur ? Mesela insan ve toplum üzerine çöken bir "lanet" mi, yoksa kurtuluşu sağlayan bir "güç" müdür ? Nasıl oluşur ve nasıl işler ? İnsan ve toplum üzerinde ne gibi etkileri olur ? Hangi hastalıklara neden olur ? Bu sorular üzerinde pek kafa yormazlar. Gündelik gürültü patırtı leğeninde yüzmektir yaptıkları. Oysa, deniz hakkında, hatta okyanus hakkında düşünmektir aydın olmanın sorumluluğu. 

Biraz kafamızı kaldırıp baksak, bütün bu soruların çok uzun zamandan beri insanlığın özellikle de aydınların gündeminde olduğunu görebiliriz. 

Politikacılar için iktidar ele geçirilmesi gereken bir güçtür. Her dönemde varlıklarının sebebi, çabalarının anlamı bu olmuştur. Ama görünen o ki aydınlar için durum biraz karışık. Kimisi reddetmiş, kimi mücadele edilecek bir hedef olarak görmüş kimi de onun teorisyenliğine soyunmuştur. Zaman zaman cazibesine kapılıp iktidarın bir parçası oldukları da bir gerçek. Mesafeli olduklarında bile hiçbir zaman görmezlikten gelememişler.

Fransız düşünür, sosyal teorist, tarihçi, edebiyat eleştirmeni, antropolog ve sosyolog  Foucault'a göre iktidar, dağılmış, belirsiz, şekilsiz, öznesiz bir olgudur ama bireyleri etkiler ve toplumsal kimliği kendisine göre şekillendirir.

Genç bir yazarımızdan iktidar olgusu hakkında farklı şeyler okudum. Anlattığı kıssada safderun bir adam, bir arife soruyor: “Rüyamda filanca şeyhi cehennemde, hükümdarı ise cennette gördüm; bunun manası nedir?” Arif cevap veriyor: “Hükümdar cennete gitti, çünkü şeyhe hürmet ediyordu. Şeyh cehenneme gitti, çünkü hükümdarla uzlaştı.”

Bu anektod kuşkusuz bizden bir bakış açısı. İktidar gücünün aydınlara kulak vermesini ancak aydınların iktidara bulaşmamasını öğütlüyor. Çıkan sonuç; "Aydın, iktidara eyvallah etmez." Çünkü; "iktidar bir lanettir. Yıllarca kendini Tanrı zanneder. Sonra kuyruğu titretir, ölür gider. Sonu bu kadar acıklı ve basittir. Entelektüel bunu bilir. Muktedire, Tanrı olmadığını hatırlatır."

Peki, gerçekte iktidar bir lanet mi ? Entelektüel iktidara ve muktedire mutlaka mesafeli mi olmalıdır ? Belli ki bu konuda Michel Foucault farklı düşünüyor. O daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir filozof. Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni iktidar ilişkileri üstüne kurmuş. 1970'lerin başından itibaren Foucault, modern iktidarı, hiçbir şekilde temsili özelliği olmayan ve anti-hümanist yönü ağır basan bir süreç olarak ele alıyor.

Foucault'a göre iktidar "her şeyi düzenlemektedir ama mutlak değildir. Parçalanmıştır, çoğulcudur ve beraberinde direnmeyi ve mücadeleyi de getirmektedir. Ancak, iktidar sadece bastırma, sınırlama yada yasaklama olarak da algılanmamalıdır. İktidar kendi gerçekliğini, üzerinde olduğu alanı ve haklılaştırma mekanizmalarını üretir."

Genç yazarımıza göre  'haklı çıkmak veya haklı görünmek' muktedirleri utanmaz yapıyor. Utanmıyorlar, çünkü: haklı çıkmak veya haklı görünmek onlara yetiyor. Mesela bir yolsuzluğu ‘resmen’ örttüklerinde haklı çıktıklarını sanıyorlar. Fakat ‘haksızlık etmemek’ gibi bir hassasiyetleri yok. Böylece mevki ve yetki sahibi olmak için, şahsiyetsizliği de kabul etmiş oluyorlar.

Görüldüğü gibi bu görüş, asla Foucault gibi gerçeği aramıyor. Bulduğu her fırsatta iktidara yüklenen, evrensel doğrular yerine politik demogojiyi tercih eden bir tavır içinde. Tabiri caizse o da 'Ankara'yı didikleme'  şehvetine yenik düşmüş. Aslında anlattığı kıssa ile de ters düşmüş durumda. Hükümdar yani iktidarla uzlaşmamak saygı duyulacak bir tercih. Ancak, uzlaşmamak onunla didişmek anlamına da gelmez değil mi ?

Şeyhin hükümdara yol göstermesi, ya da yanlışa düşmemesi için çaba göstermesi beklenir, onunla cedelleşmesi değil. Şeyhe hürmet edilmesi iktidarla uzlaşmasından daha çok her halukarda doğruları söylemesinden ileri gelir. Muktedirin saygısını kazanmak yerine, onunla bir politikacı gibi münazara içinde olmak en az uzlaşmak kadar düşük bir durum bence. 

Utanmak, bir ahlaki değerdir. Ahlakı olmayan adamın hicap duygusu da olmaz zaten. "Ayıp !" ölçüsüne bile saygı duymaz. Bunun salt muktedir olmayla, güç ya da otoriteyle de doğrudan bağlantısı yoktur. Foucault'a göre zaten "İktidar kendi gerçeklerini ve olumlularını öğreten bir yapıdır. Kendi haklılığını üretir. Neyin yapılıp neyin yapılmayacağına karar verir ve kurumları aracılığıyla bunları denetler."

Yani, iktidar evrensel bir olgudur. Sadece bizim ülkemizde görülen, yeni icad edilmiş bir kavram değildir. Kendi doğası, işleyişi ve eylemleri olur. İktidar kavramıyla ahlak değerlerini yan yana getirmeye başladığınızda işler sarpa sarıyor. Ahlaki değerler ve inanç insanidir. Kurumlar ve devlet ahlaklı ya da iman sahibi olmazlar. Onları oluşturan insanların genel özellikleri kurumsal uygulamalarına yansır. 

Bu tür kavram karmaşasına en iyi cevap hukuk olmalıdır. Çünkü hukuk, insanlık aleminin tecrübesinden süzülmüş yasal normlar kadar toplumu oluşturan insanların ahlak, örf, gelenek ve görenekleriyle de etkileşim içindedir. 

Evet, herkes gibi bir iktidar da kendini haklı çıkarmak ister. Hatta varsa yolsuzluklarını ‘resmen’ örttükleri de bir vakıa. Öyle görünme ya da haklı gösterme çabasına siyaset deniyor zaten. 

Ancak, hiçbir şey gizli kalmıyor ve muktedirlerin temiz olup olmadıkları insanların vicdanında karşılığını buluyor. Nihayet, sonuçlar sandığa da böyle yansıyor ve haklı/haksız çizgisi orada ayrışıyor. Buna da demokrasi deniyor işte.

Barsakları dağılmış, bütün kirli çamaşırları meydanda bir iktidar düşünebilir misiniz ? Yolsuzluğa batmış bir iktidar, en otoriter, en zalim bir diktatör bile olsa bu çağda devrilir gider. Fakat ‘haksızlık etmemek’ gibi bir hassasiyete sahip olması gereken o siyaseti yapan, devlette görev alan ve liderlik eden kişilerdir.

Genç yazarımızın da ifade ettiği gibi 'resmen' haklı bile olsalar toplum vicdanında mahkum olurlar. Hele de "Mevki ve yetki sahibi olmak için, şahsiyetsizliği kabul etmek" çok da fazla gizlenemez. İnsanların sadece iki gözü iki kulağı yoktur, kalp gözü denilen bir şey daha var. Bunun da dikkate alınması gerekiyor. Bilhassa mü'minin ferasetinden sakınmak lazımdır. O baktığında "aslında ne varı" görebilendir. Açık olanı herkes görür, bilir. Mesele gizlenen, örtülen şeyleri görebilmektir. Emin olun, hissedilen, fark edilen şeyler de genellikle böyle hallerdir.

İlginçtir; Foucault, iktidarın kaynağını belli bir yapı ya da belli bir merkez, tepe noktasındaki bir kuruma yerleştiren bütün çözümlemeleri de reddetmiş

Bu bağlamda, iktidar düzenekleri, teknikleri ve iktidar yordamlarının burjuva sınıfı tarafından icat edilmediğini ve bunların etkili tahukküm biçimlerini uygulamaya çalışan belirli bir sınıfa da ait olmadığını söylemiş. Bu açıdan Marksizm'i de eleştirmiş oluyor.

Ona göre "iktidar her yerdedir. Çünkü her yerden gelmektedir. İktidar hiyerarşik bir güç, merkez ya da bir özne değildir. Sayısız ilişki örgüsü olan, önceden kestirilemeyen bir şebekedir. Bunun yanında belli kişilerin mülkiyetinde de değildir. İktidar öyle bir ilişkiler şebekesi veya yumağıdır ki burada kişiler iktidarın hem ürünü hem de uygulayıcılarıdırlar. Ayrıca iktidarın sadece yasaklayıcı yönü olmayıp aynı zamanda toplumun bütün kurumları ve boyutlarını dolaşan kılcal damarlar ile olumlayıcı-üretici yönü de vardır."

Foucault'a göre toplumsal iktidarın üç biçimi var. Ekonomik iktidar, 'nadir olan mal veya üretim kaynaklarını elinde tutup diğerlerinin emek gücüne sahip olmak' anlamına geliyor. İdeolojik İktidar ise, 'bir otorite tarafından desteklenen belirlenmiş bir yapıya ait fikirleri ve inançları elde tutmak' demek. Siyasal iktidar türü, daha çok 'yasal, fiziksel, bürokratik yetki kullanmayı mümkün kılan bir takım donanımlara sahil olma' hali oluyor.

Foucault modern toplumlarda iktidarın, bireysel bir takım özelliklere göre değil, soyut bir takım kurallar doğrultusunda işleyen gayr-i şahsi yönetsel bir makineye bağlı olduğu iddiasında. 

Buna göre iktidar, insan hayatının her aşamasına yerleşen bir olgu. Toplumsal örgütlenme akılcılık tarafından değil bizzat iktidar tarafından oluşturuluyor. 

Bu anlamda iktidar görülmeyen bir güç. Tıpkı Weber'in bürokratik örgütlerinde olduğu gibi. Güç iktidar makinasının bizatihi kendisinde.

İktidar olgusu neticede kendi gerçeklerini ve olumlularını öğreten bir yapı. Neyin yapılıp neyin yapılmayacağına karar veriyor ve kurumları aracılığıyla bunları denetliyor. İktidar öylesine bir ilişkiler yumağı ki burada insanlar hem iktidarın ürünü hem de uygulayıcıları oluyorlar. İktidar her yerden doğduğu için belli bir yerde değil her yerde görünüyor. İnsan yaşamının tüm seviyelerinde var ve onu adeta sarmış durumda.

Peki "Entelektüeller ile muktedirler arasındaki ilişki nasıl olmalı?" Foucault bu konuda şöyle diyor: "iktidarın var olması bilgisiz mümkün değildir. Fakat aynı zamanda bilginin iktidara yol açmadan var olması da imkansızdır."

Genç yazarımız bu konuda Foucault kadar objektif ve tarafsız değil. Belli ki bizdeki iktidar-aydın ilişkilerinde rahatsız olduğu bir çok uygulama var. Bunları hiç de nazik olmayan bir üslupla höykürüyor: "Bizde ise hükümdarın entelektüele, yazara, sanatçıya, bilim insanına, arife… zerre kadar hürmeti yok."

Kılıcı iki taraflı kesiyor. Aydınlara  da söyleyecekleri var: "Bununla birlikte hükümdarla (iktidarla) uzlaşmaya can atan bir sürü herif var." Bu üslup o kadar kaba ve sivri ki mülakatı yapan gazeteci "ama" der gibi oluyor. Peki "Hükümete hiçbir konuda katılmamak mı gerekiyor?"

Cevap bu defa oldukça şiirsel, romantik ve asilce. "Aydın, iktidara eyvallah etmez.Bunu yapabilmesi için de, entelektüelin yoksulluktan ve yalnızlıktan korkmaması gerekir. Entelektüelin, ‘âkil insan’ın, alimin, arifin, yazarın… kalbindeki karar bu olmalıdır: “Yoksulluktan ve yalnızlıktan korkmuyorum!” Kitleler bunu diyemez. Bu, aydınların sözüdür."

Kurt gazeteci genç yazarımızın bu şık volesini göğsünde yumuşatıp Aktör Tamer Karadağlı’nın önce “Sayın Cumhurbaşkanı’ndan korkuyorum” deyip bir gün sonra “Onun müthiş karizması çok etkileyici” gibi sözler söylemesi ne anlama geliyor?" diye soruyor.

Bu sözler istenen golü atması için genç yazarımızın önüne yuvarlanıvermiş bir pas gibi. Zaten, aldığı cevap ta tam istediği gibi oluyor. Genç yazarımıza yakışan zekice bir kelime oyunu bu: "Gayet tutarlı. İkinci açıklama, Sayın Karadağlı’nın gerçekten çok korktuğunu gösteriyor."

Bu arada Tamer Karadağlı’nın hoyratça çizilmiş olması kimin umurunda. Bu da nihayet aydın tarzı bir dedikodu çeşidi. Genç yazarımız iktidara karşı gayet asil bir duruş, direnç sergileme çabası içinde ama cevap hakkı olmayan bir sanatçıya karşı hiç de benzer bir asalet göstermiyor.

İktidar olgusu, politik gevezeliklerin dışında üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir kavram. Nasıl ki iç politika ile ülke ve dünya siyasetini birbirine karıştırmamak lazımsa, salt iktidar kurumunun bir partiye, lidere ya da konjonktüre ait olmadığını da anlamak gerekiyor. Sapla saman birbirine karıştığında gerçekler görülemiyor. Doğrular ve yanlışlar birbirinden ayırd edilemez hale geliyor.

Oysa, her zaman hakikate yalnız gerçeğe ihtiyacımız var. Bunun için de doğru zeminde, doğru araçlarla düşünmemiz gerekiyor. Ülkemizde bugün için iktidarı sembolize eden Ankara'yı didikleme kolaycılığından vaz geçmeliyiz. 

Söylediğimizde kelimeler yele karışıp savrulmamalı, yazdığımızda buz üzerinde yitip gitmemeli. Belki böyle olduğunda eğriyi de doğruyu da görüp anlayabiliriz. O vakit, bu hakikatler yüzüne vurulsa "hakka" saygı gösterecek muktedirlere de belki sahip olabiliriz.