Onlarla birlikte
Bursa'da
Türkî öğrenci rüzgarı
1992-1993 öğretim yılında Türk Cumhuriyetleri ile
Türk ve akraba topluluklardan ülkemize burslu olarak büyük çoğunluğu yüksek
öğrenim amaçlı öğrenci getirilmeye başlanmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti, yurt
dışına lisans ve lisansüstü öğrenim için öğrenci gönderen; ikili anlaşmalar ve
kültürel değişim programları ile bölge ülkelerinden az sayıda yabancı öğrenci
kabul eden bir ülke iken, 1992 yılından itibaren değişen dünya şartları gereği
Türk Cumhuriyetleri, Türk ve Akraba Topluluklardan sayıları binlerle ifade edilen
büyük miktarlarda burslu öğrenci getirme projesi uygulamaya sokulmuştu.
Bu proje kapsamında sadece Bursa'ya 1992 yılı
sonunda 100 kadarı orta öğretim, 600'ü yüksek öğretim ve 50 kadarı da Yüksek
lisans ve doktora öğrencisi gelmişti. Bu dalga o kadar yoğun ve sorunlu olmuştu
ki 1993 yılı mayısında yabancı öğrenciler uğraştığımız en önemli konu haline
gelmişti. Sadece ben ve Tömer Müdürü A.Şerif İzgören değil Bursa'da pek çok kişi ve kuruluş da onlarla ilgileniyordu.
Valilik koridorlarında, Üniversitedeki toplantılarda, Belediyelerin çabalarında, onlarla yakından
ilgilenen dernek ve vakıf
organizasyonlarında hep bu
odaklanmayı görebiliyorduk.
Onların da geçtiğimiz 7-8 ay içinde Türkçe
eğitimleri ilerlemiş, sosyal ilişkileri genişlemişti. Bunda şaşıracak bir şey
yoktu. Zira bu öğrenciler ülkelerinden seçilmiş gelmiş, akıllı, zeki ve
yetenekli gençlerdi. Kendi başlarına ve grup bütünlüğü içinde sorunlarına
çözümler arıyor, buluyor ve geliştiriyorlardı. Bu sırada da doğal olarak
resmi-özel pek çok kurum ve kuruluşla ilişki kuruyor, her geçen gün Bursa
sosyal hayatına biraz daha karışıyorlardı.
Biz zaten önceden gelen devasa sorunlarımızı aşmaya
çalışıyorduk. Bu yüzden yurdun onlara sağladığı barınma, yeme içme ve güvenlik
hizmeti dışına çıkamıyorduk. Gayet tabi ki bu alan bizim işimizdi ve onları en
iyi şekilde verebilmek temel çabamızı oluşturuyordu.
İlk aylarda bazen ulaşım, giyim kuşam ve parasal
sorunlarının giderilmesi konularıyla da uğraşmak zorunda kalmıştık. Ancak, bu
katkının sürekli olabilmesine imkan yoktu. Kendi sorunlarımızın süregelen
ağırlık ve yoğunluğu buna imkan vermiyordu. Yine de kendi çabamla ilgili kurum
ve kuruluşlar nezdindeki ihtiyaçlarına yardımcı olmaya çalışıyordum. Ayrıca,
sosyal faaliyet anlamında onlar için bir iki küçük etkinlik denemesi bile
yapmıştım.
Tömer
etkinlikleri
Ancak, Tömer şubesi öyle değildi. Türkçe eğitimi
dışında bir çok sosyal ve kültürel etkinlik organizasyonu yapabiliyordu. Hatta
bu alanda oldukça üretken oldular.
Örneğin haftalık bir dergi çıkardılar. Alt
katta küçük bir sahnesi olan 50 kişilik bir salon yaptılar. Çeşitli müzik
aletleri çalan yabancı öğrenciler burada
minik konserler verdi.
Bursa'da bulunan ünlü sanatkar İnci Çayırlı'dan Türk
Sanat Müziği eğitimi aldılar. Resim çalışmaları ve tiyatro yaptılar. Kendi
kültürlerini, el sanatlarını, tablolarını sergilediler. Bu etkinlikler onların
uyumunu kolaylaştırdı. Zaten her biri birbirinden yetenekli gençlerdi. Türkçe
eğitimleri ve diğer kurslar hem Türkçeye, hem üniversiteye, hem de ülkeye hızlıca
hazırladı o gençleri.
Türk Cumhuriyetleri, Türk ve Akraba Topluluklardan
gelen öğrencilerden, öğretim faaliyetlerine iştirak edecek kadar Türkiye
Türkçe'sini bilmeyenler üniversiteden önce hazırlık mahiyetinde bu Tömer'lere
gitmekteydiler. Lisan öğretiminden sonra ancak ön lisans, lisans, yüksek lisans
veya doktora öğrenimine başlayabiliyorlardı. Bu bakımdan Tömer'ler, Türkiye
Türkçe'sini öğrencilere ilk defa tanıtıp öğreten ve ortak kültürümüzü aktaran
merkezler oldular.
Biz bursa örneğini yaşadığımız için bütün bu
süreçte A.Şerif İzgören'i anmamak mümkün değil. Yaşadığımız bu zorunlu yolculuk
ve ortak uğraş bizi birbirimize daha da yakınlaştırmıştı. Ben yurtta, o
Tömer'de canla başla uğraşıyorduk yabancı öğrencilerle. Sık sık birbirimize
gittik geldik. Çalışmaları bana heyecanla anlatırdı. Her yapılan etkinlikte
mutlaka beni davet ederdi. Benim orada bulunmam öğrenciler üzerinde olumlu etki
yapıyordu. Şerif onlar için bir abi ise ben de bir baba konumundaydım.
Biliyorduk ki bu gençler sadece öğrenci değildi.
Ülkelerimiz arasında her ne kadar derinlere uzanan tarihsel ve kültürel bağlar
varsa da neticede onlar bize emanet edilmiş yabancı misafirlerdi. Bu sorumluluğun farkındaydık ve işin
stratejik önemi nedeniyle de bazen kendi öğrencilerimizden daha fazla onlarla
ilgilenmek durumunda kalıyorduk. Hem de daha özel biçimiyle. Aksi takdirde
sadece yurdun ya da Tömer'in baş ağrısı olmayacaklar, Bursa için hatta ülkeler
arası ilişkiler için bile sorun olabileceklerdi.
Anlıyorduk ki, yarın bir gün ülkelerine dönecek
binlerce öğrencinin oradaki yaşamlarında Türkiye'ye yakın münevver kitleler
olarak etkin olma beklentisi vardı. Aslında Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve
akraba topluluklardan gelen öğrenciler için uygulanan bu proje, Türkiye
Cumhuriyeti’nin bir prestij ve gelecek projesiydi.
Çabalarımızın itici gücü buradan kaynaklanıyor,
hatta bilinç altındaki korkumuzun temelinde de bu endişeler yatıyordu. Arkası
gelecek bir akın söz konusuydu. Türkiye her yıl böyle binlerce öğrenci alıp
okutacaktı. Bu yüzden ilk dalganın uyum ve verim durumu süreci olumlu ya da
olumsuz etkileyebilirdi. Tüm gücümüzle işimizin üstünde bir çizgide
savaşıyorduk. Farkındaydık ki, alacağımız sonuç aynı zamanda bu sürecin de
gelecek başarısını etkileyecekti.
Türk
sanat Müziği Konseri
Bursa Tömer Müdürü A.Şerif İzgören aslında asker
kökenli biriydi. Önce Kuleli Askeri Lisesi'ni, ardından da 1987'de Hacettepe
Üniversitesi İngiliz Dilbilimi'ni bitirmiş orduda teğmen olarak göreve
başlamıştı. Ancak, 1991 yılında ordudan istifa ederek Ankara Üniversitesi TÖMER
Bursa Şubesi'nin kurucu müdürü olmuştu.
Bir kurumu sıfırdan kurup oturtmak zaten başlı
başına zor bir olaydır. Kaldı ki, daha ilk yılında o da bu yabancı öğrenci
dalgasıyla göreve başlamış oldu. Ancak, onu bir kez bile işinin zorluklarından
şikayet ederken görmedim. Aksine büyük bir heyecanla ve şevkle çalışıyordu.
Farklı olduğunu, uzun soluklu bir ışıltısı olduğunu görebiliyordum.
Bir gün kendisini ziyaret ettim. Her zamanki gibi
yaptıklarını, kafasındakileri büyük bir heyecanla anlattı. Tadil edip konser
salonu haline getirdikleri mekanı gösterdi. Türk sanat müziği korosu kurmuşlar.
Çalışmalarında İnci Çayırlı'dan da destek alıyorlarmış. Ben de o zaman öğrendim
hanımefendinin Bursa'da yaşadığını. 1990 yılında Kültür Bakanlığı Bursa Devlet
Klasik Türk Müziği Korosunun kurucu şefliğine getirilmiş. Önümüzdeki günlerde
bir etkinlik düzenlemişler, ben de davetliymişim.
O günlerde işim hayli yoğun, başım yurttaki
sorunlarla hayli dertli olmasına rağmen atladım gittim. Biraz da geç kalmışım.
Sahnede öğrencilerin kendi milli kıyafetleri ve kendi müzik aletlerini çalarak
yaptıkları gösteri vardı. Kimseye sezdirmeden bir yer bulup oturdum. A.Şerif,
İnçi Çayırlı ve Rektör yardımcısı Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay önde
oturuyorlardı. Sahnede erkek öğrenci Böribay dombıra çalıyor, Amankeldi
ismindeki kız öğrenci ise eski bir kazak halk şarkısı söylüyordu. Başlığı,
giysisi ve sesi çok güzeldi. Şarkının sözlerini anlayamıyordum ama o kadar da
yabancı gelmiyordu işte:
Közümdü cumsamda körem seni / Esedi açmannın konur
celi / Kuvva bol alatav bakı tıma / Kuvva bol kök terek kör enkeli / Kuvva bol
jıldızım kuvva bol ayım / Kuvva bol ala tavım / Köp izdep men bu gün olnı
taptım / Bastadım bir annin mahabbattın / Akkayın ayalap armanıma / Kuvva bol
kök özen külüp cattın
Onların peşi sıra diğer öğrenciler de kendi
kıyafetleriyle kendi şarkılarını söylediler. Doğrusu üstümden bütün yorgunluğum
uçup gitmişti. Dakikalar nasıl geçti anlayamadım. Son olarak koro sahneye
çıktı. Hocaları İnci Çayırlının karşısında üç şarkı söylediler. Biri onun güzel
yorumuyla çok sevilen kıskanıyorum adlı şarkısıydı. Kendi şiveleriyle,
gülümseten bir güzellikte söylediler. Zevkle dinledik.
Sen gideli derdimle yapa yalnız yaşıyorum /
Nerdesin kimlesin diye kıskanıyorum / Kara kara gözler ona buna bakıyormu / O
incecik beli şimdi başka biri sarıyormu / Pırıl pırıl pırıl saçlar yine
dalgalanıyormu / Yumuk yumuk güzel eller başka bir el tanıyormu /
Kıskanıyorum,kıskanıyorum / Derdime dalıp ben yanıyorum
Bir
kültür turu yapabilmek
Yurt olarak etkinlik sayılabilecek ilk faaliyetimiz
birkaç küçük Bursa gezisi yapabilmek olmuştu. Zira Bursa Osmanlı devletinin
başkentliğini yapmış tarih ve kültür derinliği olan bir şehirdi. O yüzden
Bursa'da böyle bir kültür gezisi yapmak bizim için oldukça önemli ve gerekli
diye düşünüyordum.
Aslında Bursa gibi tarihi, kültürü ve doğal
güzellikleri ile ünlü büyük bir şehirde göstermek istediğim o kadar çok yer
vardı ki. Mesela tarihi camilerini; Ulucamiyi, Yeşil Camii, Emirsultan Camii,
I. Murat Camii ve külliyelerini mutlaka gezmeliydik. Bir yabancı için muhteşem
Ulu caminin manevi havasını teneffüs etmemek, hemen yanındaki tarihi kapalı
çarşıda alışveriş yapmadan gitmek düşünülemezdi. Bu arada tarihi Koza Hanını,
Pirinç Hanı ve İpek Hanını hikayeleriyle birlikte görüp öğrenmek mümkün
olabilirdi.
Yeşil ve Emirsultan’a gitmemek, Tophanede Osmanlı
devletinin kurucusu Osman ve Orhan gazilerin türbelerini ziyaret etmemek
olabilir miydi ? Böylelikle oralardaki çay bahçelerinde oturup harika Bursa
manzarasını da seyredebilirdik. Ayrıca Bursa merkezde bulunan tarihi Osmanlı
evini, Atatürk Köşkü’nü ve müzesini, Bursa Arkeoloji Müzesi’ni, Türk İslam
Eserleri Müzesi’ni, Karagöz ve Hacivat anıtını da mutlaka görmeliydik.
Elbette bir insanın Bursa'ya gelipte teleferikle
Uludağ’a çıkmaması ne büyük eksiklik olurdu. Bursa'ya gelen herkes bu muhteşem
şehre bir de Uludağ’dan bakmalıydı. Hele hele Uludağ Yolu’ndaki İnkaya'da
yaklaşık 600 yıllık Tarihi Çınarı görmeden, altında bir çay içmeden olur muydu
?
Yine Uludağ’ın eteklerinde kurulmuş en eski köylerden biri olan Cumalıkızık’a
gitmeden, köyün taş döşeli dar sokaklarında gezmeden Bursa'yı gördüm denebilir
miydi ? Kaplıcalarına girmeden, Kültürpark’ını gezmeden Bursa anlaşılabilir
miydi ? Dahası, Mudanya Mütareke Binası’nı ve İznik Müzesi’ni gezmeden, Uluabat Gölü’ne, Gölyazı’ya gitmeden böyle
bir gezi eksik kalmaz mıydı ?
Küçük
küçük Bursa gezileri
Bunlar benim düşüncelerimdi. Olmasını gerçekten çok
istemiştim. Ancak, imkanlarımız oldukça sınırlıydı, zamanımız da öyle. İki
hafta sonu 20-30 kişilik küçük gruplarla bunlardan sadece az bir kısmını
yapabildik. Rehberliğini de ben üstlendim.
Sembolik olarak Ulucamiyi,
kapalıçarşıyı, Emirsultanı, Tophaneyi, Murat hüdavendigar ve orada yatan
Osmanlı şehzade türbelerini, inkayadaki tarihi çınarı gezdik. Yiyip içip
alışveriş yapmaya paramız ve bindiğimiz otobüse dolduracak mazotumuz yoktu.
Zaten bir günlük gezi de ancak bu kadarına izin verebilmişti.
Daha sonra bir grup yüksek lisans ve doktora
öğrencisi türkî ile yılbaşında Uludağ'a çıktık. Kar yağıyordu ve biz sadece
oteller bölgesini, kayak yapanları seyredip bir yerde sıcak çay kahve içerek
geri döndük. Diğer öğrencilere gösteremediğim Uludağ beni sıkmış, kahvem
boğazımdan düğüm olup geçmemişti.
Yine de onların gözlerinde gördüğüm o memnuniyet ve
minnet ışıkları yaşadığımız bütün yorgunluğu alıp götürmüştü. Kısa bir gezide
bile onları da hayran bırakan kültürümle, tarihim, inancım ve ülkemin doğal
güzellikleri ile gurur duymuştum. Keşke herşeye rağmen gerekli finansmanı
sağlayıp, bu kültür turlarını sonuna kadar devam ettirebilseydim.
Mudanya
kaçamağı
Fikir Mudanyalı bir servis şoförümüzden çıktı.
"Hadi sizi Mudanya'ya götüreyim müdürüm." O sırada Gagavuz
öğrencilerle birlikteydik. Onlar da heyecanlandı, nasıl, ne zaman, kim gidecek
derken iş kendi kendine organize oluverdi. Benim de ilgimi çekmişti, büyük
kızıma söyledim o da gelecekti.
Yeşil Bursa'nın şirin ilçelerinden biri Mudanya.
Tarihi değerler ve doğal güzellikler adeta iç içe geçmiş. Zeytin diyarı, sakin
ve telaşsız bir yer. Yeşil maviyle, mavi yeşille kucak kucağa ve uyum içinde.
Bursa’ya da sadece 28 kilometre uzaklıkta. Cumartesi günü araca doluşup hareket
ettik. Yaklaşık 30 kişi kadardık. Deniz ve deniz ürünlerinin bolluğu ilk
dikkatimizi çeken şey oldu.
Tahir Paşa Konağı'nı ve Mudanya Mütareke Evi'ni
gezdik. Tarihi Mudanya evlerini dolaştık, özellikle Mudanya Rum Mahallesi'nde
bulunan tarihi konaklar ilginçti. Öğrenci de olsalar, genç kız da olsalar
kadınlar alışverişe bayılır. Mudanya çarşısını gezmeden yapamadık tabi.
Gezerken hesapta olmayan bir defileyle karşılaştık.
Halk eğitim kurslarında kurs görenler kendi diktikleri giysileriyle bir gösteri
düzenlemişler. Nasıl olduysa bizim kafile anında içeri girip seyirciler arasına
katılmıştı bile. Ben de ister istemez bir kenarda defileyi baştan sona izlemek
zorunda kaldım. Doğrusu ilginç bir gösteriydi. Kadınlar, genç kızlar hatta
çocuklar birer birer podyuma çıkıp müzik eşliğinde salınıyorlardı. Tabi
profesyonel manken değillerdi. Bu nedenle de alkış, kahkaha, karşılıklı laf
atmalar hepsi bir aradaydı. Manzara komik ama renkliydi. Defilenin sonuna doğru
azıcık sıkılmıştım, bizimkilerin hepsinin
ağzı kulaklarındaydı.
Mudanya'ya gelip balık yemeden olur mu ? Tabi ki
sahilde gözümüze kestirdiğimiz bir balık lokantasında hesaplı ama bir o kadar
da lezzetli bir yemek yedik. Servis şoförünün ev sahipliği ve rehberliğinde
küçük de bir tur yaptık Mudanya çevresinde. Bedava gezi ancak bu kadar olurdu.
Akşam karanlığı çökmeden yine yola koyulduk. Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği
yer yine kürkçü dükkanı değil miydi ?