1 Haziran 2018 Cuma

01 Haziran 2018 Cuma 02:00 İĞNE/ÇUVALDIZ......................................Önce aynaya bakmalı

 Önce aynaya bakmalı

Bernard Shaw 'Birisini tenkit etmek istersek en münasip yer aynamızın karşısıdır' demiş. 

Nedense insanlar hep kusuru başkalarında ararlar. Kendileri ise mükemmeldir. Oysa önce kendilerine baksalar hiç de mükemmel olmadıklarını görecekler. Belki de bu yüzden eleştirirken aynaya bakmıyorlar.

Hiç kuşkusuz eleştiri bir kusuru iyileştirmek, bir hatayı düzeltmek amacı ile yapıldığında yararlı olabilir. Onu da ancak olgun insanlar kaldırabilir. Şeyh Şadi Şirazi'nin 'Olgun bir adamı dost edinmek isterseniz, tenkit edin; basit bir adamı dost edinmek isterseniz methedin' demesi bundan olmalı. En iyisi eleştiri ve kritiğin karşı tarafı rencide etmeyecek şekilde yapılması. 

Hepimiz birilerine kızıp onları yerden yere vurmuşuzdur. Hep haksızlığa uğradığımızı düşünerek başkalarını eleştirmişizdir. Bizim hiçbir kusurumuz olmaz. Hatalarımızı asla kabul etmeyiz. Boyuna kendimizi haklı çıkarmak için bahaneler üretiriz. Peki öyle midir ?

Aslında bu bir bencillik. Dahası sadece tenkit eden insanlarda genellikle bir ego kabarması gözlemlenebiliyor. Belki de bu yüzden ben merkezci tipler, eleştirmeyi çok seviyorlar. 

Jonathan Swift böyle insanlar için 'Hiciv öyle bir aynadır ki ona bakanlar, orada herkesin yüzünü görürler de kendi yüzlerini göremezler' diyor.


Oysa kişi Bernard Shaw'ın dediği gibi birini eleştirecekse önce kendine bakmalıdır. Çuvaldızı başkasına batırmadan önce küçücük bir iğne kendi kusurlarımızı görmemize yardımcı olabilir.

'İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır' dedikse iğneyi rakibinizin maketine batırın demedik tabi ki.  :)

Bu iş basit bir iğneleme, eleştiri ya da kıskançlığı aşar. O iş resmen sihir ve büyüye girer. Allah muhafaza.

Yeni tabiriyle kısaca empati yapmak olarak açıklanabilecek 'İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır' davranışı iyi bir şeydir. Hem insan hem de toplum için faydalıdır. Yanlış olabilecek bir hareketi frenlemeye ve iyileştirmeye yarar.

Aslında bir insanın kendisini uyarmak için iğneye ihtiyacı yok. Başkaları için yanında çuvaldız taşımaksa elbette akla ziyan olur. Burada geçen iğne ve çuvaldız birer teşbih. Bir atasözü. Sözün gelişi kullandığımız özlü söz ve deyimlerden.

Lazım geldiğinde; ağzımızı açmadan, elimizi kaldırmadan, adım atmadan evvel 'iğneyi' azıcık kendimize batırabilmeliyiz. Hatta bu davranış bir alışkanlık haline gelirse ne iyi olur. O zaman sadece hatırlamak bile sonradan üzüleceğimiz bir davranıştan daha baştan vazgeçmemizi sağlayabilir.

Empati, kişinin kendini kontrol etmesi ve başkalarına sözle bile olsa zarar vermemesi için oldukça gerekli.

Seçimler yaklaşıyor. Meydanlar şenlenmeye başladı. Adaylar sahada. Sıra bundan sonra dürüst ve mert bir mücadele izlemekte.

Bana göre siyasetle politika aynı şey değildir. Ayrıca siyasi(tçi) politika(cı) söylemini de doğru bulmam. 

Her siyasi bir tarafıyla politika içindedir. Ama her politika yapan hemen siyasi bir kişilik olmaz. Çünkü siyaset devlet yönetimiyle ilgilidir ve politik bir mücadelede kazanıldıktan sonra siyasi olunur.

Siyasetsiz/Politikasız yapamayız ama 'politikacıları/siyasetçileri' de kıyasıya eleştiririz. Ancak politika içinde herhangi bir görev alıp çaba gösterenler önce peşinen bir tebrik ve teşekkürü hak ederler. Tabi ki kazanıp bir siyasi görevde yer alanlar bunu iki kez hak eder.

Gizli kapaklı ve yasal olmayan faaliyetler yerine demokrasi içinde mücadele etmeyi tercih edenler hangi görüşten olursa olsunlar saygıdeğerdir. Hatta bu konuda hiçbir şey yapmayıp oturduğu yerden atıp tutan, ahkam kesenlerden de daha değerlidirler.

Ancak madem maksat kazanıp siyaset sahnesine çıkabilmektir, şu unutulmamalı; Siyaset ciddi bir iştir. Devlet millet için bir ihtiyaçtır, gereklidir. Herkesin yapmadığını, yapamadığını yapmaktadırlar. Aksi halde devlet adamı yokluğu çekilir. Osmanlıda buna Kaht-ı ricâl denilirmiş.

Kaht, Arapça kökenli Osmanlıca bir sözcük. Kıtlık, kuraklık demek. Ricâl de, Arapça kökenli bir sözcük; erkek, adam, elinden iş gelen yetişmiş insan anlamına gelen recül kelimesinin çoğulu. Ama burada “adam” terimi ile kastedilen, normal erkek, adam değil, “yetişmiş devlet adamı”.  

Politika siyaset kadar saygın olmasa da zorunlu bir uğraş. Daha çok bir arenada mücadele eden gladyatörlere benziyorlar. Seyirci de kamuoyu ve seçmenler. Her ne kadar acımasız ve kuralsız gibi görünse de kendi içinde demokratik teamüllere sahip. Bununla uğraşanların namert olmaları gerekmiyor.

Söylenen, yazılan, yapılan şeylerin mertçe olması en iyisi. Demokrasiyi bir fazilet rejimi olarak övmez miyiz ? O halde bu alandaki davranışların da erdemli olması gerekmez mi ?

Rakibiyle selamlaşmak, eleştiride haddi aşmamak ve karşılaştığında tokalaşabilmek oldukça medeni bir davranış olsa gerek. Kazananı tebrik etmek te öyle. Neden olmasın ?

Bizim ülkemizde bir gladyatör geçmişi yok, ama er mücadelesi, pehlivanlık ve yiğitlik geleneği var. Güreş oyunsuz olmaz. O da er meydanında olur. Ancak, yalanın, iftiranın, küfür ve kaba kuvvetin yeri değildir er meydanları. Kazanılsa bile, böyle kazanmanın onuru olur mu ?

Millet huzurunda soyunup meydana çıkanlar sırf kazanma uğruna böyle çirkin yollara tevessül etmemelidirler. Özellikle de birbirlerine çuvaldızla saldıranlar, yanlarında küçük bir iğne taşısalar ne iyi olurdu.

Çünkü bazen küçük bir iğne yapılabilecek büyük yanlışlara mani olabilir.

01 Haziran 2018 Cuma 01:30 İĞNE/ÇUVALDIZ........................................İğneyi kendine

İğneyi kendine

'İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır' sözü TDK'nun Güncel Türkçe Sözlüğüne göre başkasına zararı dokunacak bir davranışı yapmadan önce iyi düşün, kendi kendini eleştir anlamında.

Davranışlarımızın da dili vardır. Sözümüz ya da davranışımız başkaları üzerinde rahatsız edici hatta acı verici bir etki yapabilir. 

Bunu anlamak için o sözün ya da davranışın bir an için kendimize yapıldığını düşünmek yeter. Buna şimdilerde empati kurmak deniliyor. Atalarımız işte bu durumu 'İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır' şeklinde anlatmaya çalışmışlar. Yani başkasına çuvaldız batırmadan önce küçücük bir iğneyi azıcık kendine batırmak her zaman işe yaramış olmalı. 

Başkalarına olan davranışlarımızla kalp kırabilir, istemeyerek de olsa onlara zarar verebiliriz. Söyleyeceğimiz sözler can yakabilir. Bu sebeple düşünmeden söz söylememeli, davranışlarımızı gözden geçirmeliyiz. İnsanların söz, hal ve hareketlerine çeki düzen vermesi hiç şüphesiz sonradan acı pişmanlıkları ve dostlukların yok yere zarar görmesini de engelleyecektir.

Kendimizin üzüldüğü ve zorumuza giden şeyler karşımızdaki kişiye de aynı etkiyi yapar. Çünkü iyi niyetle, hatta şaka bile olsa karşımızdakinin bizi nasıl anlayacağını asla bilemeyiz. 

Yine hoşa gitmeyen durumlar sebebiyle diğer insanlardan özveri istemeden önce, bu durumun getirdiği fedakarlığın bir kısmını biz üstlenmeliyiz. Ya da bir iş yada bir konu hakkında başkasına öğüt vermeden önce bunu kendimize yapabilmeliyiz. Böylece, başkalarından belki özveri istemeye yüzümüz olur. Kendisi küçük bir kötülüğe katlanamayan kişi, başkasına büyük kötülükleri yapmadan evvel iki kere düşünmelidir. 


Bilmeliyiz ki, kendi kendisine söz geçiremeyen insanın yapacağı hiç bir öğüt diğer insanları etkilemez. "Söylediği iyi olsa, bunu kendisi yapardı" diye düşünülür. Kaş yapayım derken saygınlığı korunması gereken 'iyiliği' de yere düşürmüş, göz çıkarmış oluruz.

Ah şu cep telefonları ! Hayatımıza öyle bir girdiler ki o kadar olur yani.

Çağımızın bireysellik belası bu aletlerle daha bir yaşam alanı buldu kendine. Güya iletişim aracı; hayır ! O cihazlar adeta insanları kendi dünyalarına kapattı. Muhabbet, selam sabah hak getire.

Herkesin elinde bir akıllı telefon. Cak cak cak...

Olur olmaz yerde türlü çeşit sesle çalıyorlar. İnsanlar artık otobüste, metroda, kalabalıkta etrafa ayıp olur diye bile düşünmüyor. Evinde konuştuğundan daha rahat yüksek sesle canlı yayın yapıyorlar. 

Sanal dünyada, hani daha fantastik deyimiyle sosyal medyada; yaptığı yemeği, evini, ailesini saat başı canlı yayınla kamuoyuyla paylaşmaya da kolaylık getirdi bu aletler.

Modern insan bu oyuncakla; müzik dinleme, olup biteni takip etme, oyun oynama, şakalaşma, gülme, ağlama gibi tüm ihtiyaçlarını karşılıyor. Arkadaş edinme, flört etme ve eş seçme saçmalıklarını anmıyorum bile.

En rahatsız olduğum türü camide çalan telefonlar. Bütün yazılı ve sözlü uyarılara rağmen namaz sırasında yine oradan buradan habire zırlama sesleri geliyor ne yazık ki. 

Geçenlerde tam cuma hutbesi sırasında yanımızdaki birinin böyle bir münasebetsizliği oldu. Olabilir dedik belki unutmuştur, şimdi kapatır. Tabi gayri ihtiyari etrafındakiler dönüp baktık adama.

Cebine koyduktan biraz sonra yine çaldı. 'Lahavle' çektik bu defa. Adam bir güzel çıkarı telefonla konuştu iyi mi ? Namazdayım dedi, sonra görüşürüz, öpüyorum...

Dikkatimi dağıtmamaya çalışıyorum. Hutbe önemli bir konu, güzel ve etkili bir hitabetle sunuluyor. Ama bir taraftan da bayağı gerilmişim. Hutbe bitti, dua yapılıyor. Bir kere daha çalmaz mı !

Ani bir refleksle 'Lütfen kapatır mısın şu telefonu !' dedim elimde olmadan. Der demez de pişman oldum tabi. Derler ya söz ağızdan çıkana kadar senin, çıktıktan sonra yakala yakalayabilirsen. Ben böyle düşünürken adam telefonu elinde, kalabalığı yara yara kalkıp gitmez mi camiden...

Pişmanlığım daha da koyulaştı. Kendi kendime çok kızdım. Defalarca 'Neden, neden yaptın ? Neden söylendin adama. Hutbede sus bile denilmez bilmiyor musun ? Bak adam çıktı gitti. Cumayı mı terketti yoksa arkalara mı uzaklaştı bilmiyorsun. Ya namazı terkettiyse ?' Eyvahlar olsun ! Yazık bana imtihanı kaybettin. Dilini tutamadın.' 

O andan itibaren namazı nasıl kıldım bilmiyorum. Pişman olduğumu, affetmesini rabbimden istedim namaz boyunca. İğneyi değil de çuvaldızı batırdım kendime ama olan oldu bir kere. Bir daha tövbeler olsun. 

Ne olur camiye girerken bari kapatın şu mereti. İbadet sırasında insanları rahatsız ettiğiniz gibi günaha da sokuyorsunuz. Yapmayın Allah aşkına…

31 Mayıs 2018 Perşembe

31 Mayıs 2018 Perşembe 16:00 GÖRECELİ...........................................Göreceli duygular

Göreceli duygular

Aşkın bir tür hastalık olduğunu biliyor muydunuz ? Sevda da bildiğimiz 'kara sevda'nın kısaltılmışı imiş.

Ya sevgi ? Onun da zamanla alışkanlık haline gelen kuvvetli benimseme olduğunu okudum.

Yaşamımızda o kadar önemli bir yer tutuyorlar ki; şarkılarda, türkülerde, şiirlerde hep onlar var. Hatta haklarında binlerce cilt kitap yazılmış. Filmler, diziler onlarla besleniyor. Romanların, hikayelerin olmazsa olmazı onlar. 

Şimdilerde sosyal medyada, akıllı telefonlarda, emojilerde en çok bahsi geçen şey bunlar. Muhabbetlerin esas mevzuu hep onlar. Tasavvufta dahi ilahi şekliyle bu kavramlar kullanılıyor. 

Bu kadar çok alanda, bu kadar zengin ve renkli bir kullanım başka kelimeler için var mıdır bilmiyorum. Ama bir o kadar da çok çok farklı halleri, nüansları ve türevleriyle de dile geliyor bu duygular.

Kişiye göre, mekana göre, zamana göre değişebiliyorlar. Mesela gençken başka, orta yaşta başka, yaşlılıkta başka başka yaşanıyor bu duygular. Bekarken başka evliyken daha başka oldukları gibi. Gün içinde sabah başka, mehtapta başka, gece başka olabiliyorlar. Kadının aşkı, sevdası, sevgisi başka erkeğinkisi daha başka mesela. 


Henüz yaşanmamışken farklı, başımıza geldiğimizde farklı, avucumuzdan uçup gittiğinde farklı hissediliyorlar. Hayatımızda bu kadar fazla yer tutan, bu kadar çeşitli, bir o kadar da göreceli olabilen kavramlar bunlar.

31 Mayıs 2018 Perşembe 14:00 GÖRECELİ..........................................Yalan dünya

Yalan dünya

Gördüğümüz, düşündüğünüz şey 'o' mudur ? Ya baktığınız açıya, bulunduğumuz hale göre değişiyorsa ? Ya görmek istediğimiz şeyi görüyorsak ?

Dünyaya bile yalan dünya denmiş. Zaman hale göre bazen uzun, bazen kısacık gelir. 

Bir dakika sana göre farklı bana göre daha farklı. Neye göre yaşıyoruz ?

Bilim insanlarına göre; bir yıldızın ışık yılı olarak uzaklığı neyse, onun o kadar yıl önceki halini görüyormuşuz. 

Çünkü ışığın hızı sınırlı ve bize ulaşması için belli bir zaman geçmesi gerekiyor. Örneğin ışık 9.5 trilyon kilometrelik bir mesafeyi, tam 1 yılda katediyor. yani bir ışık yılında. 

Buradan anlıyoruz ki ışık yılı terimi zaman değil, bir uzaklık birimi. 

Şimdi sıkı durun: 

Bize en yakın yıldız olan Proxima Centauri yaklaşık 40 trilyon kilometre uzakta olduğuna göre, onun 4,2 yıl önceki halini görüyoruz demektir. Yıldızın uzaklığı arttıkça, daha da eski zamanlara ait görüntüsünü görüyoruz. 

Şaşırtıcı değil mi ? Ama gerçek.

Çıplak gözle gördüğümüz yıldızların çok azı birkaç bin ışık yılından daha uzak mesafede. Şu an evet, onların geçmişlerini görüyoruz ama, gördüğümüz “x yıl öncesi” o yıldızın ömür sürecinde bir anlam ifade etmeyecek kadar kısa.

Evet, görece kibirlenen insanoğlu için hal-i perişanlığını düşündüren şeyler bunlar. 

Hani kur'anda; 'Sonra tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir. MULK suresi 4.ayet' deniyor ya, aynen öyle.

Einstein'a göre eğer çok hızlı bir şekilde seyahat ederseniz zaman sizin için diğer insanlara göre daha yavaş akmaya başlar.

Yalnızca kolunuzdaki saat değil, size ve çevrenize ait olan her şey yavaşlayacak. İlginçtir ki, siz bunu farketmeyeceksiniz. Fakat sizi gözlemleyen herkes tarafından farkedilecek.

Mesela 20 yaşındaki ikizlerden biri uzay aracına binsin ve ışık hızının %90'ı bir hızda uzaya gitsin. Diğer kardeşi bizimle dünyada kalsın ve kardeşinin dönmesini beklesin.

20 ışık yılı ötedeki bir sistemde araştırma yapan kardeş kendi saatiyle 19 yıl sonra geri dönsün. 

Ne olacak ? 

Uzaya gidenin saati dünya saatinin yalnızca %44'ü hızında işlemiş olacak. Yani dünyada geçen her 100 saniyede onun için yalnızca 44 saniye geçmiş olacak. 

Sonuç olarak uzaydan dönen ikiz kardeş 39 yaşında iken, kardeşini 64 yaşında görecek..

Olmaz demeyin adına ikizler paradoksu denilen bilimsel gerçek bu.

Einstein, teorisini ortaya atarken, ışık hızının evrensel bir sabit olduğunu bir gerçeklik olarak kabul etti. 

Buna göre bizim için bu yolculuk ışık hızının %90’ı bir hızla 20 ışık yılı mesafenin 44 yılda kat edilmesini gerektirir. Yani bu olayda dünyadaki bizler için zaman 44 yıl geçmişken ışık hızının %90’ı bir hızla giden kardeş için zaman, gama çarpanı kadar yavaş akmış olmaktadır. Dolayısıyla onun için zaman ancak 44/2.3=19 yıl geçmiştir.

Einstein’ın hesaplamalarına göre, gözlemcinin hızı arttığında zaman yavaşlamakta ve mekan (hareketin yönüne göre) büzülmektedir. 

Böylece ışık hızına göre değişim gösteren bu kavramların, kişiye göre farklılık göstererek mutlak olmadıkları doğrulanmış oluyor. 

İşte ikizler paradoksu örneğinde görelilik kuramı böyle bir şey.

Zaman nasıl oluyor da farklı kişiler için farklı şekilde akabiliyor ?

Varsayalım ki bir kişi hızla giden bir trende ilerliyor. Giderken de elindeki topu havaya atıp yakalıyor. Ona göre; top dik bir şekilde havaya çıkıp aşağıya aynı şekilde inmektedir. Öyle mi ?

Hayır işte. Bu olayı sabit bir şekilde dışarıdan izleyebilen bir başkası, topun dik bir şekilde değil de bir kavis çizerek indiğini görüyor. 

Çünkü karşısındaki kişi trenle birlikte ilerlemekte. O yüzden, topu da ilerliyor olarak görüyor.

Yani hareketli olan tarafsanız, zaman sabit olana göre daha uzun sürüyor. Bir başka biçimde ifade edersek durgun olan hareketli olana göre daha yaşlanmış durumda.

İşte bu olaya izafiyet teorisine göre zaman genişlemesi adı veriliyor.

Dünya dönüyor, güneş sistemi dönüyor. Samanyolu ve galaksiler hep hareket halinde. Kainat bile bir saniye önceki konumda değil. Neredeyiz ?

Konuştuğumuz, doğru sandığımız herşey o kadar da güvenli olmayabilir. 


'Göreceli' hallere dikkat etmeli.

30 Mayıs 2018 Çarşamba

30 Mayıs 2018 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı61..........................İyi ki varlar


İyi ki varlar

Güzel insanlar var ülkemizde. Onlar aramızdan birileri. Şöhret olsun diye değil, yapıyor olmak için değil, öyle yapmak gerektiğine inandıkları için yapıyorlar o güzellikleri. Öylesine, iddiasız, gösterişsiz, içinden geldiği gibi yapıyorlar. 

Ne bir şey umuyorlar, ne de bekliyorlar. Kar zarar hesabı yapmadan, su içer gibi, nefes alır gibi işliyorlar hayata.







29 Mayıs 2018 Salı

29 Mayıs 2018 Salı 16:30 DİVAN ŞAİRLERİ................................Fuzûlî

Fuzûlî

Hâk-i pâayine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su
(Su, ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, 
durmaksızın başıboş gezer.)

Zerre zerre hâk-i dergâhına ister salar nûr
Dönmez ol dergâhtan ger olsa pâre su
(Su, onun eşiğinin toprağına zerre zerre ışık salmak ister. Parça parça da olsa o eşikten dönmez.)
Fuzûlî (*)
----------------------
Asıl adı Mehmet Bin Süleyman'dır. Akkoyunlular zamanında Kerbela ya da Bağdat'ta doğduğu (1483) düşünülüyor. Türk şiirini önemli ölçüde etkilemiş, yedi Ulu Ozan'dan biri kabul edilen bir Türk divan şâiridir. 

Ailesi göçebe hayatı bırakıp günümüzdeki Irak bölgesine yerleşmiş Oğuzların Bayat boyundandır. 

Azerice, Arapça ve Farsça divan şiirlerini yazmış. Eserlerinde kullandığı dil dönemindeki divan şairlerine göre daha sade, anlaşılır bir Türkçedir. Halk deyişlerinden bolca yararlanmıştır.

Bedensel zevklerden ziyade tasavvufî bir aşk, Ehl-i Beyt'e duyulan özlem, ayrılık acısı şiirlerinin konusunu teşkil etmiştir. Duygu ve düşüncelerini çok içten ve lirik bir şekilde ifade etmeyi kolayca başarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Türk şiirinde karşılaştırılabileceği tek şair Yunus Emre'dir. 

"Leyla ve Mecnun" mesnevîsi aynı konuda yazılmış (Arapça ve Farsça dahil) en iyi mesnevîlerden biridir.

İran şiirinden Hâfız, Türk şiirinden ise Nesimî ve Nevai çizgisini en başarılı şekilde kemâle erdirmiştir. Kendisinden sonra gelen bütün divan şairlerini etkilemiştir. 

Kanuni'nin Bağdat'ı fethinden sonra (1534) padişaha kasideler sunmuştur. Padişah tarafından beğenilen kasideler karşılığında 9 akçelik bir maaşla ödüllendirilmiştir. Maaşını alamayınca Şikâyetnâme'yi yazmıştır. Şikâyetnâme Fuzuli'nin en önemli eserlerinden biridir.

Kerbela'da 1556 yılında içinde yaygın olan salgın bir hastalık sonucunda, veba veya kolera'dan öldüğü tahmin ediliyor. 

SU KASİDESİ

Vezni: fâ’ilâtün / fâ’ilâtün / fâ’ilâtün / fâ’ilün

Redifinden dolayı “Su Kasidesi” diye anılan bu manzume, başındaki “Kaside der na’t-i Hazret-i Nebevi” ifadesinden de anlaşılabileceği gibi aslında bir naattır.  

Bilindiği gibi Hz. Peygamberi övmek ve ona arşı duyulan sevgiyi ifade etmek amacıyla yazılan kasidelere naat deniyor. 

Üstat Fuzuli bu naatinde Hz. Muhammed’e duyduğu derin sevgiyle birlikte, suya duyulan hasret ve aşk temalarına yer vermiştir. 

Su Kasidesi Fuzuli’nin Türkçe Divan’ındadır.

Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su / Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su


Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem / Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su  


Zevk-i tîgundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk / Kim mürûr ilen bırağur rahneler divâra su



Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânın sözün / İhtiyât ilen içer her kimde olsa yâre su


Suya versün bâğban gülzârı zahmet çekmesün / Bir gül açılmaz yüzün teg verse min gülzâre su


Ohşatabilmez gubârını muharrir hattuna / Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kare su


Ârızun yâdiyle nemnâk olsa müjgânım n'ola
Zayi olmaz gül temennâsiyle vermek hâre su


Gam günü etme dîl-i bîmardan tîgin dirîğ 
Hayrdur vermek karanû gicede bîmâre su


İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it / Susuzam bir kez bu sahreda menüm-çün are su


Men lebün müştâkıyam zühhâd Kevser tâlibi / Nitekim meste mey içmek hoş gelür huşyâra su


Ravza-i kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr
Âşık olmuş gâlibâ ol serv-i hoş reftâre su


Su yolın ol kûyundan taprağ olup dutsam gerek / Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vare su


Dest-bûsi ârzûsiyle ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anınle yâre su


Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger 
Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su




İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile / Gül budagınun mizâcına gire kurtâre su



Tînet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtâr'e su


Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfa / Kim sepüpdür mu'cizâtı âteş-i eşrâre su



Kılmağ içün tâze gülzâr-ı nübüvvet revnakın / Mu'cizinden eylemiş izhâr seng-i hâre su


Mu’cizi bir bahr-ı bî pâyân imiş âlem kim / Yetmiş andan bin bin âteşhâne-i küffâre su



Hayret ilen barmagın dişler kim itse istima’ / Barmagından virdigün şiddet güni ensâr'e su


Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât / Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su


Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz / El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâre su


Hâk-i pâayine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su


Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr / Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su


Zikr-i na’tun virdini derman bilür ehl-i hatâ / Eyle kim def’-i humâr içün içer meyhâre su


Yâ Habîba’llah yâ Hayre’l-beşer müştâkunam / Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâre su


Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mirâc’da / Şeb-nem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâre su


Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner / Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mi’mare su


Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma / Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâre su


Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri / Ebr-i nîsândan dönen tek lülü-i şehvâre su



Hâb-ı gafletden olan bidâr olanda rûz-ı haşr / Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâre su
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam / Çeşm-i vaslın vere men teşne-i dîdâre su


Ey göz! Gönlümdeki içimdeki ateşlere gözyaşımdan su saçma. (Ki) Çünkü bu kadar çok tutuşan ateşlere suyun faydası olmaz.

Dönüp duran (gök)kubbenin rengi su renginde midir, yoksa gözümden akan yaşlar mı dönen kubbeyi kaplamıştır, bilemiyorum.

(Ey sevgili!) Senin kılıcının ( kılıca benzeyen keskin bakışlarının) zevkinden gönlüm parça parça olsa da buna şaşılmaz. (Nitekim) Su da akarken duvarda yarıklar meydana getirir.

Yaralı gönül senin okunun (ok temrenine benzeyen kirpiklerinin) sözünü korka korka söyler. (Nitekim) Yarası olan suyu ihtiyatla, çekine çekine içer.

Bahçıvan, gül bahçesini sele versin (boşuna) zahmet çekmesin. Bin gül bahçesine su verse senin yüzün gibi (güzel) bir gül açılmaz.

Hattatın gözlerine (aynı levhaya) bakmaktan kalem gibi kara su inse de (yine de) gubârî yazısını senin yüzündeki tüylere benzetemez.

Senin yanağını anmaktan dolayı kirpiklerim ıslansa ne çıkar? Zira gül elde etmek isteğiyle dikene verilen su boşa gitmez.

Gamlı günümde kılıcını (kılıç gibi keskin olan bakışını) hasta gönlümden esirgeme; (zira) karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.

Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve ayrılığında arzumu, özlemimi yatıştır; susuzum, bu çölde bir defa da benim için su ara.

Ben dudağını arzuluyorum, sofular ise cennetteki Kevseri istiyorlar. Nitekim sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş gelir

Su, her zaman senin cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o da, o serviye benzeyen nazlı gidişli güzele âşık olmuş.

Toprak olup suyun yolunu sevgilinin mahallesinden kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, o yere varmaya bırakamam.

Dostlarım! Eğer (sevgilinin) elini öpmek arzusuyla ölürsem toprağımdan bir testi yapın ve sevgiliye onunla su verin.

Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dik başlılık ediyor. Su, servinin eteğine sarılır, ayağına düşüp yalvarırsa belki onu bundan vazgeçirebilir.

Gül , bir hile ile bülbülün kanını içmek istiyor. Su, gül dalının damarlarına girerek bülbülü bundan kurtarsın.


Su, Hz. Muhammed’in yoluna uymuş ve bu hâli ile temiz yaratılışını dünya halkına açıkça göstermiştir.

(Girizgah Beyiti)
Su, Hz. Muhammed’in yoluna uymuş ve bu hâli ile temiz yaratılışını dünya halkına açıkça göstermiştir.

(Methiye bölümünün ilk beyiti)
İnsanların efendisi, seçkin inci denizi (olan Hz. Muhammet’in) mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir.

(Hz. Muhammed) Peygamberlik (gül) bahçesinin parlaklığını (yeniden) tazelemek için mucizesiyle sert taştan su çıkarmıştır.

(Hz. Muhammed’in) Mucizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir denizmiş ki ondan ateşe tapanların binlerce mabedine su ulaşmıştır. ( ve onları söndürmüştür.)

Şiddet (mihnet, sıkıntı) günü (Peygamberimizin) ensâra parmağından su verdiğini kim işitse hayret ile parmağını ısırır.

(Onun) Dostu yılan zehri içse bu zehir âb-ı hayat olur. Fakat düşmanı su içse içtiği o su elbette yılan zehrine döner.

Abdest almak için el uzatıp gül yanaklarına su vurunca sıçrayan her su damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.

Su, ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.

Su, onun eşiğinin toprağına zerre zerre ışık salmak ister. Parça parça da olsa o eşikten dönmez.
Edebi sanatlar:

Sarhoşlar içkiden sonra gelen baş ağrısını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkarlar da senin na’tının zikrini dillerinde tekrarlamayı derman bilirler.

Ey Allah’ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susuzluktan dudağı kuruyanların sürekli su diledikleri gibi ben de seni özlüyorum.

Sen o keramet denizisin ki, Miraç gecesinde feyzinin çiğ damlaları sabit yıldızlara ve gezegenlere (tüm kainata) su ulaştırmıştır.

Senin kabrini yenileyen, onaran mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.

Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış ama senin bağışlama bulutunun o ateşe su serpeceğini umut ediyorum.

(Tac Beyit)
Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî’nin sıradan sözleri nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su damlası gibi birer inci olmuştur.

Kıyamet gününde gaflet uykusundan uyanan düşkün göz, hasretten yaş döktüğü zaman, mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmesinin su vereceğini, mahrum bırakmayacağını ummaktayım.

Divan şairleri genelde fikirlerini bir beyitte sona erdirirler. Fuzuli burada 31. beyitle 32. beyiti birbirine bağlayarak iki beyit arasında bir anlam bütünlüğü elde etmiş. Burada şair tam bir dua ile kendisinin bağışlanma emelinden bahsediyor. Hz. Muhammed’i sevmiş olmaktan dolayı eli boş kalmamayı, tam tersine yüzünü görmekle onun meclisine dâhil olmayı umduğunu belirtiyor. Şair şefaat gününde kendisinin de Hz Muhammed’in ümmeti arasında sayılması için yalvarmakta ve onun rahmet nazarının dışında kalmamayı dilemektedir. Su rahmet anlamına geldiği ve hayatın da özünü oluşturduğu için Hz. Muhammed’in şefaatini de sanki bağrı yanıklar içsin diye dağıtılan su ve rahmet olarak değerlendirmiş. Bu yüzden kendisini de o hayrın içinde görme umudunu belirtmiş.

29 Mayıs 2018 Salı 12:03 KUTLU GÜNLER.................................Fetih

Fetih

Bugün İstanbul'un fethinin 565. yıl dönümü. 

Altı Nisan'dan 29 Mayıs'a Elliüç gün,
Şehit Ruhları yükseldi Gök'lere her gün.
Ayasofya İslam'ın Nur'u ile Nur'landı bugün,
Bizans Türk'ün Bayrağı ile şereflendi o gün.
Çağlar kapandı, Çağlar açıldı o Kutlu gün. (İshak Özlü)

Peygamberimizin “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur” müjdesine nail olmak üzere pek çok islam ordusu Konstantinopolis önüne geldi. 

Ancak Fetih "İmtisâl-i câhidû fillâh oluptur niyyetüm / Din-i İslâm'ın mücerred gayretidür gayretüm" diyen Fâtih Sultan Mehmed'e nasip oldu.

Fetihle ilgili pek çok ilginç hikaye vardır. Bu günün anısına bunlardan yalnızca ikisini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Sultan II. Mehmet, Bizans'ın fethinden önce Boğaz'ın güvenliğini sağlamak için Rumelihisarı'nı yaptırmaya karar vermişti. 

Hisar'ın inşaatına başlamadan önce Bizans imparatoru Konstantin Dragazes'e bir elçi gönderdi. Amacı, nezaketen de olsa imparatordan izin almaktı.

Elçisi aracılığıyla Sultan Mehmet'in isteğini öğrenen imparator, ona söyle bir cevap gönderdi: "Padisahınızın kale yaptırmak istediği toprakların sahibi Galatalılar'dır. Galatalılar ise bizim yönetimimizde değil, Avrupalılar'ın yönetimindedir. Biz, size izin versek bile Avrupalılar, bunu kesinlikle kabul etmezler. Eğer onlardan gerekli izini almadan böyle bir işe teşebbüs ederseniz Avrupalılar, bu yaptığınızı hoş karşılamayacaktır."

Bizans imparatoru, Rumelihisarı'nın yapılmasından hoşnut değildi. Ama bunu doğrudan söylemiyordu. Avrupalılar'ın hoşnut olmayacağını söyleyerek, bir şekilde onları tehdit aracı olarak kullanıyordu.

Sultan Mehmet, imparatorun gönderdiği cevabı öğrendiğinde, bu defa ona şöyle bir haber gönderdi. 

"Maksadımız, komşuluk hakkından dolayı sizin izninizi almaktı. Söylediklerinize göre bu topraklar size ait değil. Sizin ise hisarın yapılması için rıza gösterdiğiniz anlaşılıyor. 

Avrupalılar'ın hoşnut olup olmayacağına gelince; siz merak etmeyiniz, onlara gereken cevabı veririz. Bizim için önemli değil!...

Şimdi hemen gidip efendinize söyleyin. Karşısındaki padisah, öncekilere benzemez. İmparatorunuzun hayalleri, benim gücümün ulastığı yerlere bile varamaz. 

Simdilik huzurumdan çıkıp gitmenize izin veriyorum. Bundan sonra yaptığım islere engel olmaya kalkışan olursa gereken cezayı görecektir!..."

Sultan II. Mehmet, Galatalılar'ın arazisine gereken bedeli ödeyerek Rumelihisarı'nın inşaatını 15 Nisan 1452'de başlattı. Hisar 'Muhammed' yazısı şeklindedir. 

İş bölümü yapılarak her bölümün inşaası bir paşanın denetimine verilmiş, deniz tarafına düşen bölümün inşaasını da Fatih Sultan Mehmet bizzat kendisi üstlenmişti. 

Denizden bakıldığında sağ taraftaki kulenin yapımına Saruca Paşa, sol taraftakinin yapımına Zağanos Paşa, kıyıdaki kulenin yapımına da Halil Paşa nezaret etmiştir. Buralardaki kuleler de bu paşaların adlarını taşımaktadır.

Hisarın inşası tam dört ay içerisinde 31 Ağustos 1452'de tamamlanmıştır.

İstanbul 1453 yılına kadar dünyada klasik kuşatma savaşında savunmaya en elverişli şehirlerden biriydi. 3 tarafı denizlerle çevrili bir yarımada yeterli bir duvar sistemiyle korunuyor, düşmana tek bir cenahını açık tutarak kendisini güzelce savunabiliyordu.

O tarihe kadar 20 kez kuşatılmış 1208 yılı haricinde Enrico Dandolo’nun oyunları sayesinde dostları Latin Haçlılara yalnız bir kere düşmüştü.

Herhangi bir kuşatmada Cenevizliler tarafından da arada denizden yardım, erzak ve asker alabiliyordu. Bizans imparatorları Rum Ateşi fırlatan gemileri sayesinde Marmara Denizi’nde herhangi bir düşman donanmasına terör estirip ikmal yollarını açık tutabiliyordu. 

İkmal kesilse dahi daha önceki örneklere bakarak Bizans bir kuşatmaya aç kalmadan yıllarca karşı koyabilirdi.


Daha once savaşlarda barut ve top kullanılmış da olsa bunu Osmanlılar kadar büyük bir şekilde deneyen olmamıştı.

Mühendisliğini bizzat Fatih'in yaptığı Şahi adı verilen top 8 metre uzunluğundaydı. 75 cm çapındaki güllesi 544 kilo çekiyordu. Doldurulması da haliyle üç saat sürdüğünden günde ancak beş altı kere ateşlenebiliyordu.

O kadar ağırdı ki yapımcısı Macar Urban bu topu kalıplara hiçbir öküz arabasının taşıyamayacağını hesaplayarak iki parça halinde döktürmüştü. 

Böylece zamanına göre çok ileri bir vidalı sistemle birbirine eklenerek kullanılıyordu. Surlara isabet ettiği anda da o noktanın tamiri gece gündüz çalışan Bizans duvar ustalarıyla bir haftayı bulabiliyordu.


Bu topun daha az bilinen bir başka özelliği daha var. 

İstanbul’un fethinden 354 yıl sonra, 1807 yılında Çanakkale Boğazı’nı zorla geçmeye çalışan İngiliz gemilerine bir el ateş edip 22 kişiyi öldürmüş ve İngilizleri geri çekilmeye zorlamış bu top. 

Son olarak yukarıda bir dörtlüğünü verdiğim İshak Özlü'nün fetih şiirinin tamamı ile bitirmek istiyorum yazımı:

Şanlı Nebi müjdeledi, Kutlu günü,/ ''Konstantiniyye elbette Fethedilecektir.Onu,
Fetheden Kumandan ne güzel Kumandan,Onu, / Fetheden Asker ne güzel Askerdir''.diye.

Daha Yirmibir yaşında, Murat Han oğlu,/ Hüma Hatun annesi.Bir Oguz boy'lu.
Allah sevğilisinden müjdeli Yüce Hakan,/ Fatih Sultan Yiğitlikte Hazreti Ali Soylu.

Askeri deha ve cesaret Timsali Fatih,/ ''Benim kudretimin yettiği yerlere sizin,
İmparatorunuzun ümit ve emeli bile yetişemez'', / Sözleri ile Tarih yazan bir Cihan Hakan'ı.

Döktürdü Tunç'tan Top'ları ve Havan'ları, / Korku sardı, Fatih'in niyetini duyanları.
Ateşli Silahlar ile donattı Ordu'sunu,/ Karşı konulmaz güç Fatih'in civanları.

Yüzaltmışbeşbin Şehit adayı, / Dörtyüz parça Donanma'da binlerce Levent.
Kuşattı Bizans'ı Kara'dan ve Deniz'den,/ Beklerken Konstantinos Ruh'lardan merhamet.

Gök Mavisi Gök'ler Atlas rengi, / Övülmüş Asker'i Bedir Aslan'larının denği,
Tekbir sesleri dalğa dalğa yükselirken,/ Haberci Melek'ler izliyordu Cenği.

Tophane'den Kara'ya tırmandı gemiler,/ Allah indinde tebessümlü nebi'ler,
İslam Peygamber'i doğrulandı bu sabah,/ Kasımpaşa'dan Haliç'e indi gemiler.

Tunç'tan Şahi Top'ları Ateş kusuyor,/ Gizlenmiş Şimşekler,Yıldırım'lar susuyor.
Seyyar Kule'ler ilerledikçe Sur'lara doğru,/ Şehit Ruh'ları Cennet Köşk'lerine doluyor.

Mazgal'lara tırmanırken Fatih'in Askeri,/ Kaynar Kazan'lar aratmıyordu Hayber'i.
Burç'lardan atılan Ok'lar,uçan Mızrak'lar,/ Güneş'i göstermedi Şehit'lerime,kucakladı Tanyeri.

Marmara'nın serin su'larına sürdü At'ını,/ Bizans'la kıyasladı genç yaşta Baht'ını,
''Ya Bizans beni, ya ben Bizans'ı''/ Sözleri yankılanıp kapladı Cenk Sathını.

Edirnekapı-Topkapı arası Mahşer yeri,/ Ulubatlı Hasan'ım yanında otuz Nefer'i,
Hücum'a geçmiş elinde şanlı Sancağım,/ Dikiyor Burç'lara Allah yolunda Ruh'ları seferi.

29 Mayıs 1453 Salı Fetih günü,/ Allahu Ekber nida'ları kapladı yeri göğü.
Titredi Yedi kat Toprağın Katman'ları,/ Tarih'ler Kutlu Fetih diye yazdı bunu.

Gömülürken Ortaçağ Marmara'nın Su'larına,/ Yürüdü Fatih'im Yeniçağ'ın aydınlık yol'larına.
Yanında hocaları, Akşemsettin, Molla Gürani,/ Molla Hüsrev, ödendi borçlar Şehit Ruh'larına.

Girdi Topkapı'dan beyaz At üzerinde,/ Duyuldu Tekbir sesleri Nebiin mezarında.
Dizilmiş yollara Bizanslılar karşılıyor Fatih'i,/ Çiçek sunan kız'ların sevinçleri yüzlerinde.

Altı Nisan'dan 29 Mayıs'a Elliüç gün,/ Şehit Ruhları yükseldi Gök'lere her gün.
Ayasofya İslam'ın Nur'u ile Nur'landı bugün,/ Bizans Türk'ün Bayrağı ile şereflendi o gün.
Çağlar kapandı, Çağlar açıldı o Kutlu gün.

İshak Özlü