31 Aralık 2017 Pazar

296 28 Haziran 2017 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı13......................Adam gibi adam olmak

Adam gibi adam olmak

"Sonuçta; "doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir" ve “Bizi aldatan bizden değildir" 

Her söz için doğruluk, her doğruluk için iş, her iş için de sabır gerekir. 

Ama, galiba mesele "adam gibi adam olmak" meselesidir. 




30 Aralık 2017 Cumartesi

295 21 Haziran 2017 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı12......................Hayır demek 'Hayır' demek midir ?

Hayır demek 'Hayır' demek midir ?

Hayır !" da bile "hay'r" görebilen, daima hayır söyleyen, hayır dileyen bu incelik  bu nezaket ne kadar güzel. 

Bir tek kelimeye bile bu kadar çok anlam ve derinlik yükleyebilen bir kültüre sahip olmak ! Ne mutlu bize.




29 Aralık 2017 Cuma

294 14 Haziran 2017 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı11.......................Her şey sana bağlı

Her şey sana bağlı

Mümin; salt  ahirete inanmakla kalmaz; ahireti ve bugünü bilerek yaşar dünyasını. Mümin; sonunun sonsuzluk olduğu bilinciyle katılır “şimdi” ye. 

Sonsuzluk bilinciyle renk katar “bugün”e. Derin alır nefesini. Sonsuza açar kanatlarını.




28 Aralık 2017 Perşembe

293 07 Haziran 2017 Çarşamba Reis Gazetesi/sayı10.........................Bardağın dolu tarafı

Bardağın dolu tarafı


Elimizde olanları fark etme ve sevinme becerisinin neresi kötü ? Yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkıntıdan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini arttırır. Bu kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir. 


27 Aralık 2017 Çarşamba

292 31 Mayıs 2017 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı9..........................Sen de kimsin

 Sen de kimsin

Ne yaparsanız yapın size takdir edilmiş ömrü yaşayacaksınız. Anlamlı, lezzetli ve istikamet üzere geçmesini istemez misiniz ? 

O halde yaşamın renkli, cafcaflı tuzaklarına dikkat !  


26 Aralık 2017 Salı

291 24 Mayıs 2017 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı8..........................İnsanın tilkisi; Kurnazlık

İnsanın tilkisi; Kurnazlık

Küçük bir adımla büyük bir dönüşüme imza atabilirsiniz. İsteyen hayra çalışır, dileyen şerre. İşte bu iyilikle kötülüğün yol ayrımıdır.




12 Aralık 2017 Salı

290 04 Nisan 2017 Cuma 07:30 SİTE YÖNETİMİ...............................Muhasebesel gerçekler

Muhasebesel gerçekler

Site yönetimi hayatımıza bu yüzyılın başında girmiş bir kavram. Eskiden en çok apartman yöneticiliği bilirdik. Kentleşmenin siteler halinde üreyip, eskiden gecekondu olan alanlarını silip süpürdüğü bir zamanı yaşıyoruz. 

Doğal olarak yeni kent siteleri kendine göre bir yaşam kültürünü de dayatıyor şehir insanına.

Maksadım bu farklı yaşam biçimlerini irdelemek değil elbette. Doğrusunu isterseniz yeni mega kentlerin insanına, kültürüne, değişen alışkanlıklarına ve sorunlarına dair düşünmek ve yazmak da ilgimi çekmiyor değil. Ancak, şu anda onun sadece bir yönüne, site yönetiminin mali tarafına ışık tutmaya çalışıyorum.

Herkes bilir ki, bir büfe, bir bakkal dükkanı açsanız, apartman yöneticisi olsanız ya da bir dernek kursanız maliyeye başvurmak ve bir işletme defteri edinmek zorundasınız. Noter tasdikli bu defter eskiden mürekkepli bir kalemle yazılır, çift taraflı gelir ve giderler kaydedilirdi. Şimdilerde kayıtlar bilgisayarlarda tutuluyor. Defter de sürekli form şeklinde. Elbette yine tasdikli, ama bilgisayar kayıtları yıl sonlarında bu kağıtlara dökülüp ciltlenerek saklanıyor.

Günümüzde onlarca apartman blok adı altında numaralanıp siteler oluşturuyor. Yine yöneticileri var, ancak iş büyüdüğünden bu defa ayrıca ada ve toplu yapı bazında da örgütlenilmiş durumda. Ayrıca nasıl ki her derneğin bir tüzüğü, her şirketin ana sözleşmesi varsa site oluşumlarının da yönetim planı adı altında yasal çerçeveleri var.

Teknolojinin getirdiği yeni imkanlara sahipler, site hacimleri büyük ve çok sayıda konut malikinin ortak hak ve mükellefiyetleri sözkonusu. Tabiatıyla da zorunlu mali faaliyetler oldukça yüksek meblağlara ulaşmış durumda. Bu nedenle kendi başlarına bırakılmış değiller elbette.

Bu şartlarda beklenir ki modern zamanın kent siteleri, geçmişin işletme hesabı defteri uygulamasını kat kat aşan bir seviyede yönetilir. Normal kabul ve beklenti budur değil mi ?

Ancak, günümüzde yaklaşık 5000-6000 konutluk, yaklaşık 10-12 Bloklu 20 adalı bir toplu yapıda bloklarda herhangi bir işletme hesabı defteri tutulmadığını, Ada yönetimlerinin sürekli form şeklinde noter tasdikli bir İşletme hesabı defteri olduğunu, ancak tüm kayıtların bilgisayarda tutulup bu defterlere dökülmediğini söylesem ne dersiniz ? 

Ya da dökülmüş olsa bile yıl sonlarında bu kayıtların bir özetinin, gelir-gider tablosunun, bilanço ya da kesin hesabının çıkarılmadığını anlatsam !..

Şaşırırsınız değil mi ? 'Olmaz öyle şey !' dediğinizi duyar gibiyim. Ama oluyor işte. Üstelik bütün bunlar okuma yazma sorunu olmayan, hemen hemen her bireyi yüksek tahsilli, işi gücü yerinde bir büyükşehirde, başkentte oluyor.

İşte size bir denetim sonucunda ortaya çıkan konuyla ilgili örnekler:
  • Banka hareketlerine dayalı aidat ve bazı ön muhasebe işlemleriyle ilgili yardımcı kayıtlar Ofiste Piramit adlı bir bilgisayar programında tutuluyor. Sakinlere ait aidat, yakıt, Gec.Cez.Fz ile Proje ve Diyafon bedellerine ilişkin kayıtlar bu program kapsamında Mesken Cari Hesap ekstrelerinde takip ediliyor. 
  • Ada yönetimince her blok için alt banka hesapları açılmış durumda. Bloklar için yapılan tüm tahsilat ve ödemeler bu hesaplardan yapılıyor. Ancak, hiçbir blokta işletme defteri bulunmadığı gibi tahsilat, ödeme ve aktarma işlemleri de ada yönetimi tarafından yürütülmekte. Bu yüzden ada yönetimi ve blokların muhasebe işlemleri için tutulan elemana daire başına aylık belli bir ücret verilmekte. Üstelik bu ödemeler Toplu Yapı ve Ada payı içinde Blok aidatlarından kesilerek yapılıyor.
  • Hem Banka hesaplarının açılış biçimi, onlar üzerinde kullanılan tasarruf yetkisi, hem de halen muhasebe ve teknik hizmetler için daire başına ödenen paylar, aidat ve yakıt tahsilatları ile Bloklar dahil bütün gelir ve ödeme işlemlerinin fiilen Ada Yönetimi tarafından yapılmakta olması sebebiyle tüm Muhasebe hizmetlerinin esas itibariyle Ada yönetimi sorumluluğunda. Ancak bu sorumluluğun gereği yapılmadığı gibi üstlenilmiyor da. Doğal olarak da denetlenemiyor.
  • Kaçınılmaz olarak blok hesaplarının ancak Ada muhasebesinden öğrenilebildiği, ancak ada muhasebesinin özel olarak blokların kesin hesaplarını çıkarıp vermediği, kendi bilgisayar programları çerçevesinde tutulan kayıtlar ve üretilen belgelerin de bu talebi tam olarak karşılamaktan uzak olduğu garip bir uygulama.      
  • Öte yandan Blokların kendilerine ait Bütçe yapacakları varsayımı ile yıllık Bütçenin de ağırlıklı olarak Ada bazında yapılıyor. Diğer taraftan Elektrik, su ve Blok giderleri adı altında çok çok sembolik bir tabloyla blok bütçelerine yer verildiği düşünülüyor. Halbuki Ada yönetiminin Blok adına tahsilat yapması, banka hesabını yönetmesi ve Blok ödemelerini yapması sebebiyle Ada yönetimine düşen hesap verme sorumluluğu gereği belki istendiğinde bütçe, ama zorunlu olarak yıl ve dönem sonlarında Blokların Kesin Hesaplarını çıkarıp verme görevi olduğu açık.     
  • Buna rağmen Ada muhasebesince hazırlanması gereken yıllık Bütçe Karşılaştırmalı Kesin hesabın usulüne göre hazırlanmamış olduğu, bu yüzden Denetim çalışmalarının yine de mecburen ada yönetim ofisinden elektronik ortamda alınan Banka ekstresinde yer alan veriler, Mesken cari hesap ekstreleri ile Blok Bilançolarına dayanılarak yürütülebilmekte. 
  • Bu çerçevede Ada muhasebesinden alınan Mesken Cari Hesap ekstreleri, Banka hesap ekstresi, adına Blok Bilançosu denilen ancak gerçekte sadece Banka hareketleri özeti ve banka bakiyesini tutturma aracı olan bir belge ile Blok dosyasındaki belgeler üzerinde çalışılarak özel bir gayretle ancak kesin hesap çıkarılabiliyor.
  • Yani bazı konuların önemi anlaşılsın, muhasebe sisteminin temeli sağlam olsun ve ilgili, yetkili ve sorumlulara yol göstersin diye çıkarılan örnek bir kesin hesap bu.
  • Nitekim, Ofis bilgisayar kayıtları ile adına bilanço denilen belgenin denetim sonucu ortaya çıkan Kesin hesap verilerinden oldukça eksik, hatalı ve farklı olduğunun görülmekte. Bazı rakamların mahiyeti anlaşılamıyor ve kuşkulu. Sonuç itibariyle Ofis kayıtlarında yer alan Blok Bilançolarıyla denetim sonucu ortaya çıkan kesin hesap sonuçlarının tutmadığı görülüyor.          
  • Elbette ki bu durumun temel sebebi öncelikle ofiste yapılan işlemlerin tamamen nakit esası üzerinden yürümesi, gerçekte (örneğin Mesken cari hesap ekstrelerinde) borçlandırma ve tahakkuk işlemleri yapıldığı halde bunun muhasebesel karşılığının olmamasıdır.
  • Ofisteki bilgisayar kayıtları ne tam işletme hesabı ne de tahakkuk esaslı bir muhasebe değil. Blok işlemleri büyük oranda Ada yönetimince yapıldığı ve kayıtlar Ada muhasebesince tutulduğu halde bunun gerektirdiği sorumluluğun bilincinde olunmadığı da gayet açık.
  • Zira örneğin, Aidat ve Yakıt işlemlerinin sakinlerle ilgili kısmının Mesken Cari hesap ekstrelerinde borç-alacak ilişkisi içinde izlenmekte olduğu ancak bunun muhasebesel karşılığının olmadığı, bilinen ve kayıt dışı hareket gören pek çok borç ve alacak işlemi olduğu halde bunların muhasebesel anlamda borç ve alacak şeklinde takip edilmediği tespit edilmiş durumda.  
  • Buradaki esas sorunun Aidat, Yakıt, Proje, Diyafon ve Gc.Cz. gibi sakinlerimizin ödemesi gereken meblağların her ay düzenli olarak Mesken Cari Hesap Ekstrelerine işlendiği, (Tahakkuk / Borçlandırma) ve Banka ekstresi üzerinden tahsilatlar cari hesap yöntemiyle Mesken ekstrelerine kaydedildiği halde bu işlemlerin işletme hesabı defteri yönteminin basitliği ile uyuşmaması olduğu, Çünkü burada bir tarafın tahakkuk yani mahsup, diğer tarafın tahsil-tediye işlemi olduğu, mesela Gecikme cezası Fz. Tahakkukunun banka ekstrelerinde görülemeyeceği, işletme hesabı yöntemiyle de tahakkuk ve takip edilemeyeceği.
  • Ada muhasebesinin kullanmakta olduğu Bilgisayar Piramit programında Aidat, Yakıt, Proje, Diyafon ve Gecikme Cezaları Fz. Tutarlarını düzenli olarak her ay Sakinlerimizin Mesken Cari Hesaplarına borç kaydetmekte olduğu, böylece ortada her ne kadar Muhasebesel olarak bir mahsup işlemi olmamakla birlikte yapılan tahakkuk işlemi ile fiili bir ‘Alacaklar hesabı’ nın oluşmuş olduğu, yani Aidat ve Gecikme Cezaları Fz. gibi gelir tutarları ile Yakıt, Proje ve Diyafon bedelleri gibi borç tutarları takip kolaylığı ve işin doğallığı gereği bir cari hesap mantığı içinde sanal olarak Alacaklar hesabında bir araya getirilmekte olduğu.        
  • Yine Aidat ve Gecikme Cezaları Fz. Tahakkukları birer gelir kalemi oldukları halde, Yakıt, Proje, Diyafon vb. konuların ne tahsilat sırasında gelir ne de ödeme esnasında birer gider olmadıkları, bu tutarların ancak konut sakinlerinin Mesken Cari Hesap Ekstrelerinde borçlandırmak suretiyle cari hesap kartı-alacak takibi şeklinde kayıt ve izlenmesi gerektiği, fiiliyatta da zaten öyle yapıldığı, öte yandan Yakıt, Proje, Diyafon vb. konuların konut sakinlerinin borçlandırılması (Alacak hesabı) karşılığında “Borçlar hesabı” na tahakkuk ettirilmesi ve sözkonusu fatura ödemelerinin de bu hesaptan yapılması gerektiği.
  • Alacakların bir cari hesap şeklinde takibinin öncelikle alacak tahakkuku, yani bir mahsup işlemini gerektirdiği, aynı şekilde borçların takibi için de bu işlemin zorunlu olduğu, kaldı ki her banka hesabına giren gelir, her çıkan da gider olmadığı gibi, ikisi arasındaki fark, yani banka bakiyesinin de gelir fazlası olmadığı.      
  • Bu nedenlerle hem alacak hesabının hem de Borçlar hesabının geçen yıldan devreden, yıl içinde giren, yıl içinde çıkan ve yeni seneye devreden şeklinde izlenmesi ve devirlerin kesin hesap/Bilançolarda gösterilmesinin kaçınılmaz olduğu, zaten yapılan incelemede aradaki farkların özellikle ofiste muhasebeleştirilmeyen devir, borç, alacak, diğer gelir ve giderler ile gelir farkı, sabit kıymetler ve öz kaynaklardan doğduğunun değerlendirildiği.
  • Muhasebe tekniğine göre Bilançonun yılsonu itibariyle mevcut varlıkları, kaynakları, Alacak ve borçları göstermesi gerektiği, Gelir ve giderleri göstermeyeceği, ancak aradaki gelir-gider farkının öz kaynaklara ilave edilmiş olarak görülebileceği.
  • Kaldı ki sadece banka ekstresi hareketlerine dayanılarak ne bir bilanço ne de kesin hesap çıkarılamayacağı, öte yandan bu çapta yoğun muhasebesel işlemlerin ve gelir gider tablosunun basit bir işletme hesabı defteri yöntemiyle de halledilemeyeceği, hesap verme açısından zorunlu gelir gider tablosu, bilanço ya da ikisinin birleşimi kesin hesap (Bütçe mukayeseli) için ayrı çaba gösterilmesi gerektiği.     
  • Bu hareketleri bu ayrıntıda ve bu doğrulukta Ada Muhasebesi Bilançosunda ne yazık ki bulunamadığı, Bu sebeplerle Ada muhasebesinin sağlıklı bir Geçici Mizan, Gelir gider tablosu, Kesin Mizan, Bilanço ve Kesin Hesap (Bütçe karşılaştırmalı, yılsonu Gelir gider tablosu ve Bilanço birlikteliği) mantığı içinde yılsonu hesabı çıkaramadığı.
  • Ada muhasebesince Piramit Bilgisayar Programı ile İşletme hesabı usulünde ve banka ekstresi esaslı bir kayıt sistemi tutulduğundan yılsonu Bilançosu şeklinde verilen şeyin aslında basit bir banka hesabı sonuç özeti olduğu.
  • Bu nedenlerle denetim sonucu ortaya çıkan yılsonu tabloları ile Ofis Bilgisayarından alınan değerlerin Banka mevcudu ve birkaç hesap dışında tutmadığının görüldüğü.
  • Zaten eksik ve hatalarına rağmen yıl sonu işletme hesabı özeti denilebilecek bir belgeyi Bilanço ya da kesin hesap olarak nitelendirmenin doğru olmadığı, zira doğru bir bilançonun; yıl sonu Alacak ve Borçlar da dahil olmak üzere mevcut varlık ve kaynakları göstermesi gerektiği.
  • Bilanço usulü ile işletme hesabı yöntemi arasındaki temel farklardan birinin de faaliyet sonucu ortaya çıkan demirbaş, sabit kıymet ve yatırım proje bedellerinin kesin hesaplarda nasıl gösterileceği hususu olduğu, göründüğü kadar Ada muhasebesinin bu kalemleri gider olarak görmekte olduğu.   
  • Bir başka önemli husus, bilanço ya da kesin hesabın kaynaklar tarafında yer alan öz kaynaklar hesabında öncelikle geçen yıllardan devreden gelir fazlalarının görüneceği, ilaveten cari yıl gerçekleşen gelir gider farkının yazılı olacağı.
  • Ayrıca, kesin hesabın varlıklar tarafında gösterilen sabit kıymet, demirbaş, yatırım vb. kıymet karşılıklarının yer alması gerektiği.
  • Bu gibi sabit kıymetlerin duran varlıklar olarak her yıl kesin hesaplarda bir sonraki yıla devredecekleri, doğru bir bilanço ya da kesin hesapta bu adla veya gelir fazlası olarak devreden varlık kaynakların kaydının olması gerektiği, Tabiatıyla ada muhasebesi Blok bilançosunda bu durumun böyle olmadığı, öz kaynaklar hesabı ya da bu çerçevede herhangi bir kayda Ada muhasebesi Bilançosunda rastlanmadığı.

11 Aralık 2017 Pazartesi

289 02 Nisan 2017 Pazar 23:30 ANKARA HASTALIKLARI..................Ankara'yı didiklemek (9)

Genç bir entellektül muhalifle konuşma

"Allah aşkına Batı’dan bir şey almayalım artık. Biraz da biz Batı’ya, dünyaya, insanlığa bir şeyler sunalım !

Şu cümledeki kıyama, feverana bakınız ! Kendisine yöneltilen ‘Batı’nın ahlakını da alalım’ mı diyorsunuz ?' sorusunu adeta "Yeter artık !" inlemesiyle cevaplıyor genç yazarımız.

Üstüne üstüne gelen tarafgir sorular artık onu da rahatsız etmiş görünüyor. Zira gazetecinin son hamlesi yenilir yutulur cinsten değil: "İslam ahlakı, Batı’daki seküler ahlakın gerisine mi düştü ? ‘Batı’nın ahlakını da alalım’ mı diyorsunuz ?

Gerçekten de karşı taraf verdikçe daha fazlasını isteyen bir doymazlık içinde. 'Bu kadarı da fazla' dedirtecek bir haddi aşma söz konusu. Ancak, genç yazarımız yine de konu bütünlüğü adına "Batı’nın oyunu deyip geçemezsin. Önce bir aynaya bak, halini gör !" diyerek mevzuyu vur abalıya getirip dayıyor.

Ancak, karşısındaki maden bulmuş gibi kazmaya devam ediyor:"İslam bir kriz mi yaşıyor?" Aklınca islamofobia refleksine benzer bir yaklaşımla günümüzün tüm sorunlarını islama mal edecek. 

Neyse ki aldığı cevap akıllıca: "Hepimiz hacca gitmek isteriz, fakat hiçbirimiz Arabistan’da yaşamayı düşünmüyoruz. Ticari ve siyasal İslam’ın krizi bu. Kalplerde temiz bir inanç olarak yaşayan İslam’ın krizi değil.

Bu özen çok bildik. İslamı, coğrafyaların ve güncel karmaşanın üstünde tutma gayreti bu. Öte yandan, topu tartışılabilecek bir alana, 'Ticari ve siyasal' boyuta çekmek kısmen muhatabının ve onun gibilerin beklediğini de vermek anlamına geliyor.

Nitekim, istediği oluyor, gazeteci "İslam ülkelerinin durumu ne ?" sorusuyla eski 'Atış serbest !' rahatlığını yeniden kazanıyor. 

Cevap 'önce bir aynaya bak' savunmasının açıklaması oluyor: "Katar’da, her Katar vatandaşı başına yıllık gelir 150 bin dolar. Etiyopya’da ise sadece 177 dolar. Yani, birinin bir günde kazandığını, öteki üç yılda bile kazanamıyor! Ayrı gezegenlerdeler sanki ?! 

Dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi olan Endonezya, aynı zamanda emeğin en ucuz olduğu ülke ! İslam, tüm dünyada adaletsizlerin, vicdansızların tahakküm aracı haline getirildi. Müslümanların asıl isyan etmesi gereken budur. ‘Batı’nın oyunu’ deyip geçemezsin. Önce bir aynaya bak, halini gör. Gözünün önünde, İslam adına fırıldak çevirenleri gör."

İslam dünyasındaki ekonomik dengesizlik ve adaletsizliklerden örnek verilerek 'Müslümanların asıl isyan etmesi gereken tahakküm budur' diyor özetle. Yani suçu batıda değil kendimizde ve bu vicdansızlıklarda arayalım diyor. 'Aynaya bak, halini gör !' demesi bundan. 

Ancak, sanırım 'isyan' sözcüğü gazeteciye yeni bir gol atma fırsatı gibi görünmüş olmalı ki soruyu hemen çakıyor. Muhtemelen kendince siyasal islam görüş ve uygulamalarını kasdederek: "İslam kalplerde kalmasın, sokakta da yaşansın fikrine katılmıyor musunuz ?" diyor.

Genç yazarımız bu soruya: "Kalbinde inanç varsa, senin düşüncen, sözün, emeğin, eserin, sözün, tebessümün sokağı da memleketi de, hatta dünyayı aydınlatır. Vicdansız ve akılsız yöneticilerin yalanlarını alkışlamaya varan dindarlık umurumda değil" diye cevap veriyor. Ona göre; "Kalpteki iman doğal olarak etrafına yansır. Karşı olduğum şey hem dindar olup hem de vicdansız ve akılsız yöneticilerin yalanlarını alkışlamaktır" diyor kısaca.

Sizce gelişmişlik nedir ? Gelişmişliğin belli bir kriteri var mıdır ? Bu konuda hangi kriterlerin kullanılacağı ve hangi ülkelerin gelişmiş olarak tanımlanması gerektiği hala tartışmalı. 

Mesela İnsani Gelişme Göstergesi (Human Development Index, HDI), Dünya'daki ülkeler için yaşam uzunluğu, okur yazar oranı, eğitim ve yaşam düzeyi doğrultusunda hazırlanan bir ölçü.

Genel değerlendirmelerde kişi başına düşen milli gelir gibi ekonomik kriterler  baskın olmakla birlikte, sanayileşme düzeyi, ya da bunlarla eğitim ve sağlık düzeyini de kombine eden İnsani Gelişme Endeksi gibi kriterler de konuşuluyor. Buna göre sanayi, milli gelir, eğitim ve sağlık düzeyi yüksek ülkeler daha gelişmiş sayılmakta, bu kriterlere uymayan ülkelerse genel olarak gelişmekte olan ülke olarak sınıflandırılmaktadır.

Ama Birleşmiş Milletler İstatistik Bölümü'ne göre gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ayrımını yapmak için belirlenmiş bir kural yok. Ayrıca gelişmiş ve gelişmekte terimlerinin istatistiksel kolaylık için olduğu ve bir ülkenin gelişmişlik aşaması hakkında bir yargı sağlamadığı da ifade ediliyor.

Birleşmiş Milletler eski genel sekreteri Kofi Annana göre gelişmiş ülke: "bütün vatandaşlarına güvenli bir ortamda özgür ve sağlıklı bir hayat yaşamaya olanak sağlayan ülkedir." Genç yazarımıza göre ise gelişmişlik kriteri: "Ruh hastası olmamaktır, çalışkanlıktır, cazibedir."  Ona göre "Müslümanlar; ahengiyle, sanatıyla, bahçeleriyle, estetiğiyle, tebessümüyle dünyayı büyülemeli, 'Vay canına!' dedirtmeliydi."

Görüyorsunuz konu bir çırpıda gelişmişlikten 'din ve dindarlık' konusuna nasıl geliveriyor ? Doğal olarak Türkiye'de itibari olarak artan dindarlığa karşılık az gelişmişliğin çelişkisi merak ediliyor. "Türkiye dindarlaşmıyor mu peki ?"sorusu bu yüzden.

Cevap yine keskin ve politik: "Düşmanlıkların, ölümlerin, hırsızlıkların, korkunun, yalanların… artmasıyla birlikte yürüyen bir dindarlaşmaya inanmıyorum. Vicdansız ve akılsız yöneticilerin yalanlarını alkışlamaya varan dindarlığa asla itibar etmiyorum. Umurumda değil."

Tabi konuyu getirip İslam'a dayarsanız, sadece Türkiye'de değil bütün İslam Dünyasındaki geri kalmışlığı da yüklerler sırtınıza. Siz öyle söylemeseniz bile 'İslam dünyası çağın gerisinde kaldı diyorsunuz ?' hükmünü dayatırlar. Üstelik 'Bu eski bir tespit değil mi ?' diye de istihza ederek. 

Cevap biraz mahçup, çokça da artistik "Üzgünüm, Dünyanın başrolünde Müslümanlar var diyebilmeyi çok isterdim."

Bir önerisi de var genç yazarımızın: "Sanayi ve bilim çağlarını ıskaladık. Şimdi yeni bir çağın eşiğindeyiz. Gelişmiş toplumlar, tabiatla uyumlu bir teknolojiye yöneliyor. Güneş enerjisini, rüzgar enerjisini depolayıp iletmeyi mümkün kılan sistemler üzerinde çalışıyorlar. Bu yeni çağı da yakalayamazsak, büsbütün köleleşeceğiz."

Eh konu artık en zevkli bölüme, iktidara politik muhalefet kısmına gelmiş durumda. Soru yine gıdıklıyor adeta: "Bu iktidar döneminde, düşünce üretimi azaldı mı ?" El cevap dünden teşne: "Hem de nasıl. Bugün, çoğunluk düşünmüyor, rasyonalizasyon yapıyor. Yani olayları, durumları mantığa bürüyor, tutarlı gösteriyor. Rasyonalizasyon, demagojiyle birlikte yürür.

Al işte ! Böylece genç yazarımız savunma yaparken sadece iktidar değil onları destekleyen, oy veren milyonları da rasyonalizasyon, demogoji ile suçlamış oluyor.

Ona göre: "Düşünmenin bir yolu da, fikrimizin, kanaatimizin aksi yönünde kanıtlar aramaktır. Bu, cesaret gerektirir. Böylece tüm doğruları, tüm iyilikleri, tüm güzellikleri kendimizde; tüm yanlışları, kötülükleri, çirkinlikleri başkasında görme çılgınlığından kurtuluruz." Yani bir çılgınlığımız eksikti.

Genç yazarımızın bu çok taraflı ateşi gazeteciyi de dağıtıyor. Ayakta bir şey kalmadı çünkü. "Çözüm ne peki ? Bilim ve sanat mı ?" sorusu bunun şaşkınlığından dolayı olmalı.

Verilen örnek ilginç: "Son halife Abdülmecit Efendi yetkin bir ressamdı. ‘Sarayda Beethoven’ gibi tabloları çok meşhurdur. Bakın, halife diyorum, ressam diyorum. Bugün ise Tanzimat’ın da gerisine düşüldü." Tabi konu sanata uzandığında tanzimattan bahsedilmesi gazeteciye de garip geliyor. "Tanzimat’ı olumlu mu kabul ediyorsunuz ?"

Cevap yine birikmiş bir öfke seli halinde: "Elbette. Tanzimat aydınını yerden yere vurduk. Onu taklitçi ilan ettik. Hacivat aydın, bopstil, Frenk şebeği diye yaftaladık. Osmanlı nüfusu 13 milyon iken, Paris’e giden diyelim 13 kişiyle alay etmek kolaydı. Halbuki, hepsi de dindar çocuklar olan Tanzimat aydınları, bize çok basit bir şey söylüyorlardı: “Sistem kurmalıyız. Demokratlaşmalıyız. Batı ilerliyor. Bunu görmezden gelemeyiz…

Bugün, 75 milyon nüfusun 10 milyonunda pasaport var. Kıyas, reflekstir. Londra’daki yeşil alanları (bu arada, Londra dünyanın en büyük kent ormanıdır), trafik düzenini, mimari dokuyu gören her vatandaşımız; bizim durumumuzun içler acısı olduğunu söylüyor. Yani artık her evde bir Tanzimat aydını var!"

Tanzimattan bahsetmek, doğal olarak o gün dilimizde bugün zihnimizdeki bir deyişi hatırlatıyor hemen. Belki de biraz geyik olsun diye soruluyor: "Tanzimat Fermanı, halk arasında “Artık gavura gavur denmeyecek” şeklinde yorumlanmıştır. Bu tepkiyi nasıl anlamalı ?"

Cevap bu defa oldukça sağduyulu: "İnsanlara “Gavur” demek bir kazanım mı, iyi bir şey mi ? Tanzimat Fermanı, tek sayfalık bir metindir. İçinde ‘gavur’ kelimesi geçmez. Okumadan nasıl yargılayabiliriz? Ahmet Mithat, Recaizade, Namık Kemal… hepsi de aslan gibi adamlardı. Saygıdeğer münevverlerdi. Okuyan bir toplum olsun, eşitlik olsun, geri kalmayalım derdindeydiler."

Dönüp dönüp her konuda kendimize suçlamalar yöneltmek artık bir alışkanlık olmuş bu entellektüelimizde: "Milyonlarca insan, dönüp bu insanlarla alay etti. 200 yıldır da alay ediliyor. İşte, geldiğimiz yer ortada."

Gazeteci üstüne gidilecek zaafı hemen görüyor tabi: "Her evde bir Tanzimat aydını bulunması neye yol açacak sizce ?

Genç yazarımız cevabına önce oldukça iyimser ve umutlu başlıyor: "Çocuklarımızın dünyası, bizimkinden daha geniş olacak. Onlar, işlerini yaparken, eser verirken dünya standardını tutturacaklar.

Sonrası yine bildiğiniz gibi: "Akılsız, düşüncesiz, asalak olmayacaklar. Dinî inançları da onların hayatına zarafet ve bilgelik katacak. Bugünün dinci talancılarına da, bizzat kendi çocukları en gür şekilde “Yeter !” diyecek."

10 Aralık 2017 Pazar

288 10 Aralık 2017 Pazar 17:30 UMRE GÜNLÜĞÜ............................Dönüş yolculuğu

 Dönüş yolculuğu

10 Aralık 2017 Pazar: Umre yolculuğumuzda 23. gün

Cidde havaalanındayız. Nasip olursa 2-3 saat sonra Yine bir Onur air uçağıyla İstanbul'a uçuyor olacağız.

Artık dönüyoruz. 18 Kasım Cumartesi günü sabaha karşı Ankara'dan İstanbul'a, oradan da Medine'ye uçarak yolculuğumuza başlamıştık. O gün akşam ezanı okunurken Medine'ye girmek nasip olmuştu. 

Beşinci gün, yani 22 Kasım Çarşamba günü Medine'den ayrılmış ve yine bir akşam ezanı vakti Mekke'ye girmiştik. Mekke'de de 18 gün kaldıktan sonra, dün yani 9 Aralık Cumartesi günü yatsıdan sonra Cidde'ye hareket etmiştik.

Bugün 23. gün, dönüş yolundayız.

Saat 02.30 oldu. Henüz Cidde havaalanında uçak saatini bekliyoruz. Buradan kalkışımız 03.40 imiş. Defterimi yazmaya devam ediyorum.

Umre ziyaretimizde her şeyden evvel kutsal beldeler hakkında bildiklerim, gördüklerim ve hatırladıklarımdan farklı şeylerle karşılaşmış olduğumu söylemeliyim. 

Eşim için zaten her şey sıfırdan farklı gibiydi. Onun orada görüp yaşadıklarını kafasındakilerle karşılaştırmış olduğunu sanmıyorum.

Mesela zihnimdeki, hayalimdeki hicaz çöl içinde olmalıydı. Ancak gördük ki bu bölge daha çok volkanik yüzlerce dağın bulunduğu bir yer. Belki volkanik yapısından belki de sıcaktan yanmış gibi simsiyah kayalık, kuru, çorak bir bölge. Arada, dağlardan inen sel sularının oluşturduğu küçük vadiler var. Oralarda bile bodur küçük ağaçlar ve çalılık yeşillikten başka bir şey yok. Develere buralarda rastladık. Yaprakla besleniyorlar.

Dağ demişken burada iki şeye hayret ettim. Biri Arafat. Arafat dağının ben daha yüksek   olduğunu zannediyordum. Diğeri de Nur ve Sevr dağları. Hıra ve Sevr mağaralarının da bu kadar yüksekte olabileceğini düşünmemiştim. Şaşırdım.

Bu salon biraz serin, üşüdük galiba. Grup olarak hep beraber daha sıcak bir bekleme salonuna geçtik. Demek geceleri buralar biraz soğuk oluyor. Cidde deniz kenarı bir şehir, belki ondandır.

Cidde (Jeddah),yaklaşık 2 milyonun üstünde nüfusuyla bu ülkenin, başkent Riyad'dan sonra gelen ikinci büyük şehri imiş.  III. halife Osman zamanından bu yana daha güneyde yer alan "Şuaybe Limanı" yerine Mekke'nin yeni limanı durumunda.

Cidde batı yönünde, Kızıldeniz kıyısında, Mekke'ye 100 km. Hava alanı ise şehrin diğer tarafı, 50 km. daha kuzey batısında. 

Otobüs şehre girmeden, sağa havaalanına doğru dönüyor. Bu şekilde Mekke-Cidde (King Abdulaziz International Airport) Havaalanı yolculuğu toplam yaklaşık 1,5 saat mesafede.

Defterimdeki son sayfaları yazıyorum. Şu anda saat 03.30, sanırım almak üzereler.
-----
Şok !..Şok !..Şok !..Uçak rötar yapmış. Saat 5'te kalkacakmış. Canımız sıkıldı. Ama olsun, ne yapalım, hayırlısıyla gidelim de. Hiçbir aksaklık bu manevi yolculuğun iklimini bozmamalı.

Ancak beklemeleri sevmem. Hele de ayakta uzun bekleyişleri. Bereket bu salonda oturacak yer var. Uykusu gelenler uyuyor. Kimi sohpet ediyor, kimi de  telefonlarıyla meşgul.

Ben umre ziyaretimizi düşünüyorum parça parça. Aklımda kalanları bir kez daha gözden geçiriyorum. Detaylar unutulmasın istiyorum. Özellikle de hatırlanması gerekenleri.

Yapabilirsem uçakta bunları bir kez daha notlamak isterim. Defterimi son satırına kadar doldurmaya kararlıyım. Böylece hem vakit geçer, hem de onu kayda geçerek değerlendirmiş olurum.

Mesela Suud yönetiminin diğer taraflardaki hissiz ve perişanlığına rağmen hem Mescidi Nebevi hem de Mescidi Haram'a gözü gibi baktığının şahidi olduk. Çok temiz, her an bakımlı ve ışıl ışıl. 7/24 her an yüzbinlerce insanın hareket halinde olduğu bu mekanlarda özellikle temizliği ve bakımı sürdürebilmek çok ciddi bir uğraş. Bu işleri kendi mesleki tecrübemden gayet iyi bilirim.

Beklerken sabah namazını kılalım diye düşündük. Abdest alıp namazlarımızı kıldık. Nihayet vakit geldi, kapıdan körüklü tünele aldılar. Yerimizi bulup oturduk. Hanım biraz yorgun görünüyordu ama korku veya panik emareleri yoktu. Çok şükür.

Uçak ancak 5.30'da kalktı. Yine bir onur air uçağı. Boing tipi, çok kalabalık. Eşya  da öyle.

Eskiden insanlar gemiyle, atla, deveyle ya da arabayla gelirlermiş bu topraklara. Üç ay süren hac yolculukları anlatılıyor eskilerden.  Önce Medine'ye gelir, dönerken de orada kalırlarmış. Şimdi Medine'de eskiye oranla çok daha az, üş dört gün kalınıyor.

Eskiden yerine göre istanbul'a, Konya'ya, Urfa'ya, Şam'a, Bağdat'a, Kudüs'e de uğrayarak gidilirmiş. Sonraları sanırım 50'li, 60'lı, 70'li yıllarda otobüslerle karayolundan gidilmiş umreye, hacca. Bunlar artık eski zamanlarda kaldı maalesef. Şimdi dünyanın dört bir tarafından uçakla gidiliyor kutsal beldelere.

Şimdi bizim gittiğimiz İstanbul ile Cidde arası yolculuk mesafesi 2374 Km imiş. Uçakla bu mesafe 3 saat 23 dakikada alınıyormuş. Cidde ile Istanbul Ataturk Airport arası uçuş haritasına göre rotamız; Mısır, Akdeniz, Kıbrıs, Mersin ve Isparta üzerinden İstanbul Atatürk havaalanı.

Yolculuğumuz iyi geçti. Eşimde sorun yoktu. Hatta uyudu bile. Sadece İstanbul'a inerken gerildiğini hissettim. 

Ancak şu an çok daha büyük bir sorunumuz var. Bu rötar nedeniyle bizim saat 10'daki Ankara uçağına yetişmemiz neredeyse imkansız.

9'da ineceğiz ama pasaport kontrolü ve bagaj alımı var. Sonra da iç hatlara geçip bagajımızı vermek, biletimizi alıp 45 dakika öncesinde uçağa binmek gerekiyor. Bütün bunların olabilmesi mümkün değil. 10 uçağı şimdiden kaçtı sayılır.

Bagaj beklerken firmayı aradık. Birkaç görüşme sonrası firma bize yeniden bilet aldı. Artık nasipse 13 uçağı ile gideceğiz. 

Bu arada Elif'le ve Cüneyt'le de haberleştik. Durumu onlar da öğrendiler.

Gerçekten de bagaj bantı çok geç geldi. Valizlerimizi aldığımızda zaten saat 11'di. Selçuk hoca ve birkaç arkadaşla vedalaştıktan sonra gruptan ayrıldık. 

Dış hatlar çıkışı firma elemanı bize PNR numarası verdi. Hızlı bir şekilde iç hatlara doğru yöneldik.

İç hatlara geldiğimizde bir thy görevlisinin yardımıyla ekran üzerinden biletimizi aldık. Sonra kuyruğa girip bagajlarımızı da teslim ettik. Hurmaları elinize alın dediler. İpi söktük, kolileri yanımıza aldık.

Güvenlikten de sıkıntısız geçtik. Şimdi 403 numaralı kapıda uçağa alınmak üzere bekliyoruz. Saat 12.

Dışarda hava yağışa döndü. Oysa inerken gayet güzeldi, sorunsuz inmiştik. Bekleyişimiz uzadıkça hava şartlarından dolayı rötar olabileceğini düşünmeye başladım. 

Nitekim kapıdan almaya başladıklarında saat bir geliyordu. Görevlilerden ekibin bir başka uçaktan gelişinin geciktiğini duymuştuk.

Uçağa binmek üzere otobüslere bindik. Yağışlı havada alanda ilerleyen otobüs bizi uçağımızın merdivenlerine kadar götürdü. Hava şıpıdık soğuktu. Uçakta 21 D ve 21F numaralı sağ taraftaki yerimizi bulup hurma kolilerini  kabin bagajı denilen baş üstündeki eşya koyma yerine kaldırdık. Yerlerimize oturup kemerlerimizi bağladığımızda saat 13.19'du.

Artık gideceğiz, şükürler olsun. Artık yine defterimi çıkarıp yazabilirim.

Suud yönetiminin hem Mescidi Nebevi'de hem de Mescidi Haram'da giderek artan ziyaretçi sayısını göz önüne alarak genişletme çalışmaları yaptığı açık. Her ikisi de artık milyona varan umreci ve hacının aynı anda ibadet edebileceği büyük mekanlara dönüşmüş.

Eskiden buralara gelenlerin tanıyamayacağı ölçüde büyük yapılaşmalar oluyor. Özellikle mescidi haramda işin sadece yarısının bittiği görülebiliyor. 

Muhtemelen önümüzdeki  yıllar içinde oraya gidenler çok daha süpersonik bir haremle karşılaşacaklar.

Bu iyi mi kötü mü bilemiyorum. Ama konuya farklı açılardan bakan birçok muhalif görüşü okudum ya da dinledim. Ben büyük otobanların, ince zarif doğayla iç içe eski yolları vahşi bir şekilde katledip olanca ağırlığıyla ruhuma çöktüğünü hisseden bir insanım. Üzerinde giderken "çok şükür" dedirten bu modern zaman atardamarları, bir taraftan da bana böyle bir iç sızısı yaşatırlar. Biraz kabede de bu duyguyu yaşadım sanki.

Böyle düşünceler içindeyken uçakta beklemenin giderek uzadığını fark ettim. Eşim uyuklamaya başlamıştı. Tam bu esnada pilottan bir anons geldi: "Kalkış için 25 sıradayız…"

Saat 14'ü gösterdiğinde uçak ağır ağır hareket etmeye başlamıştı. Anlaşılan hava şartları ve Atatürk hava alanındaki yoğunluk sebebiyle kalkışımız en az bir yarım saat daha gecikecekti. Cüneyt'e bir mesaj çektim. İnşallah üç buçuğa doğru ancak Ankara'da olabilecektik.

Gerçekten de başkaca bir aksaklık yaşamadık ama uçağımız ancak 14.20'de kalkabildi. Esenboğa'ya sorunsuz indiğimizde ise saatimiz üçü beş geçiyordu.

Körüklü tünelle iç hatlar binasına geçtik. Doğruca valizlerimizi almak üzere döner turnikeleri bulduk. On dakika içinde çantalarımızı almış çıkışa doğru yürüyorduk. 

Gerçekten bizim havaalanlarımız gördüğümüz diğer Medine ve Cidde'dekilere nazaran süper sayılabilirdi. İçten içe iftihar ettim.

Bizi ailemizin gençleri karşıladı. Cüneyt, Oğuzhan, Nazlı ve Yağız. Yanlarında Safiye de gelmiş. Sarıldık, hasret giderdik. Özellikle Yağızın boynuma atlayışına dayanamadım. Gözlerimden birkaç damla yaş döküldü yanaklarıma. Allah razı olsun. Cenab ı Mevlam inşallah onlara da nasip etsin bu kutlu ziyareti.

Sevgili kızım Elif ailesiyle dünden bize gelmişti. Sabah geleceğimiz varsayımıyla güzel bir kahvaltı hazırlamış. Ancak biz eve girdiğimizde saat 16'yı bulmuştu. Mecburen kahvaltı sofrası çoktan kalkmıştı masadan.

Cüneyt yolda Sibel'i almak üzere ayrılmıştı. Biraz sonra onlar da geldiler. Sadece Hilal ve Ümit yoktu aramızda. Hep birlikte kucaklaştık. Avucumun içini öptürdüm onlara. 

Onlara ilginç geldi, anlattım: "Tavaf sırasında sağ elimizi hacer ül esved hizasında kaldırıp selamlıyor sonra da öpüyorduk. Mümkün olan elini sürüp, daha da başarılı olan kendisini öpüyordu. İşte siz de bu şekilde hacer ül esvedi öpmüş oluyorsunuz".

Eskilerden, büyüklerden öyle görmüştüm. O zaman ben de anlayamamıştım ama şimdi çok mantıklı geliyor. Gerçi ben ancak uzaktan selamlayabildim. Elimi süremedim, öpemedim de. Hanımla ilgilenmem, onu yalnız bırakmamam gerekiyordu. Keşke yapabilseydim.

Ondan daha çok kabeye iki elimle dayanıp, başımı duvara koyup tövbe etmeyi, doya doya ağlamayı isterdim. Hatimde namaz kılamadım o da içimde kaldı.

Rabbim yine nasip etsin inşallah. Hele de hacca gitmeyi. İnandım, teslim oldum: o çağırınca gidiliyor. İnşallah davet edilenlerden oluruz.