130 17 Şubat 2014 Pazartesi 06:44 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER.............Köyümün tozu
Köyümün tozu
Köyden Susurluğa göçtüğümüzde dört yaşında filan olmalıyım. Kanatları olmayan çıplak bir öküz arabasında, içinde buğday mı, yoksa mısır mı olduğunu bilemediğim bir çuvalla birlikte yolculuk ettiğimi hatırlıyorum.
Ahşap portalı evimizin önünden köyün aşağısına doğru inen taş yolda doğrusu bu yolculuğumuzun ne anlama geldiğini henüz bilmiyordum. Büyüklerimin üzülüp üzülmediğini, ağlayan olup olmadığını da.
Sadece taşların üstünde gıcırdayan, sarsılarak giden araba ve hergün altında oynadığımız, dallarıyla bana eğilmiş "gitme !" der gibi bakan koca ağaç aklımda.
Köyümüz 93 harbi denilen Osmanlı Rus savaşı sırasında Artvin tarafından göçen yedi ailenin yerleştirildiği yamaç, taşlık bir yer. O zaman göçer halde bulunan yörüklerle birlikte kurulup gelişmiş.
Bizimkilerin ahşap üzerine, yapı ve çiftçilik üzerine ustalıkları varmış. Bir de okumuş insanları, dini bilgileri. Yörükler de hayvancılık ve el sanatlarında tecrübeliymişler. Çalışmış, çabalamış birlikte köyü imar etmişler. Aralarında kız alıp kız vermişler. Akraba olmuşlar zamanla. Evleri, camisi, okulu, kahvesi, çeşmeleri, bahçe, bağ ve harman yerleriyle köy 70 yıl içinde canlı bir yerleşim yerine dönüşmüş.
Çocukluğumun düğünleri işte böyle renkli ve zengin bir ortamda oluyordu. Gürcü insanı zaten neşeli, sıcak, konuşkan ve canlıdır. Kendine özgü kültürü ve folkloruyla etrafına renk katar. Dili, yemekleri, akrabalık ilişkileri, müziği ve oyunlarıyla bambaşkadır. Hele de düğünleri. Gürcüler düğünlerinde gelenek ve görenekleriyle bütün hünerlerini gösterirler konuklarına. En azından benim çocukluğumda, özellikle kendisi gibi bir gürcü köyü olan Cumhuriye'den, diğer çevre köylerden gelen akrabalarla bir şölen havasında geçerdi düğünler.
Mızıka ya da akordion eşliğinde gençler, ellerindeki sopalarla tahtaya vurarak tempo tutarlar, karşılıklı sıralanan kızlar ve erkekler de "tinikana" oynarlardı. Hepsi kafkas kökenli olduğu için bu oyun biraz çerkez oyunu gibiydi. Elinde değnek olan bir adam birlikte oynaması istenen kızla oğlanın arasına çizgi çeker, onlar da çıkıp oynarlardı.
Kız selam verip ayrılmadan erkek asla oyundan çıkamazdı. Bu yüzden birbirini seven gençler, hele de kız inatçıysa, ayakkabılarını da çıkarıp dakikalar boyu döner dururlardı alanda. Bu arada köyün adamları, boğazına güvenen delikanlıları da kendine özgü bir nara atarlardı. Tiz sesten, nameli, uzun bir haykırıştı bu. Hem çalanı, hem oynayanları daha da coştururdu.
Oyunlar sadece bundan ibaret değildi tabi. Mesela kızlı erkekli, ayakta, serçe parmaklarıyla tutuşup daire halinde "cilveno nanayda" oynamak vazgeçilmezdi. Bu oyun, nakarat dışında bilenlerin karşılıklı maniler söylediği, ne zaman biteceği belli olmayan uzun bir beraberlik fırsatıydı gençler için. Orta yaşlılar, daha çok topal havası gibi horona benzeyen oyunlar oynarlardı. Çocuklar fır dönerdi ortalıkta, anneler bir çocuklarına, bir oynayanlara bakar, bu arada yanlarındakilerle de bol bol konuşurlardı.
Bir tarafta mutlaka yemek kazanları kaynardı. Öbür yanda kurulu sofralarda gelen misafirler yedirilir içirilir, bu arada bol bol hoş beş yapılır, hal hatır sorulurdu. Akraba gençler pervane gibiydiler. Sofraların, biri biter öbürü donatılırdı. Öyle parayla aşçı, garson tutmak diye bir şey yoktu o zaman. İmece gibi bir şeydi bu hizmet. Ne de olsa bugünün yarını vardı ve onların da bir gün düğün dernek vakitleri gelecekti.
Nihayet düğün dağılmaya yüz tutup, saat bir hayli geç olunca misafirlerin paylaşılma zamanı gelirdi. Düğün evinin akrabaları, komşuları, uzaktan gelen misafirleri evlerine götürmek için adeta birbirleriyle yarışırlardı. Bu saatlerde biz çoktan uyumuş olurduk. Sonuçta geç te olsa herkes uyuyacaktı elbet. Çünkü, ertesi gün davul zurnalı, dualı gelin alayı vardı ve oynanacak, zıplanacak, şeker leblebi toplayacak çok zamanımız olacaktı.
İşte böyle. Çocuk gözüyle masal gibi renkliydi köyümün düğünleri. Bir başka güzellikti benim için o zamanlar. Seneler sonra çocuklarımla gittiğim köyümde doğduğum evi, altında oynadığım ulu ağacı ve çeşmeleri doya doya seyrettim.
Köy küçülmüş, seyrekleşmiş gibiydi. Evimizin portalarını okşadım, elif okuduğum caminin tanıdık kokusunu çektim ciğerlerime. Ne çavuş ağaların üç katlı ahşap evi, ne de bize küçükken koskocaman gelen bahçesi artık o kadar büyük değildi. Siyah sert taş döşeli yol parke olmuştu ve çok dar geldi bana. Bisküvi, lokum, şeker aldığımız bakkal dükkanı körelmiş, taş evler viraneleşmişti. Çeşmeleri hala akıyordu bereket, ama sanki o zamanki gibi gürül gürül değildi. Köydeki şen şakrak sesler gitmiş, yerine bir sessizlik, bir ıssızlık çökmüştü.
Ailemin Susurluğa göçmesi neden bilmiyorum, ama belli ki köyden şehre kaçış benimkilerle sınırlı kalmamıştı. İnsanlar, önden giden akrabalarının yakınına, yanıbaşına derken orda bir mahalle oluşturmuşlardı. Arkalarında bıraktıkları ise kökleyip açtıkları yalnız kalmış tarlalar, bakımsız kalmış bahçeler ve artık meyve bile vermeyen boynu bükük bağlardı.
Bunlar başkaları için belki küçük şeyler. Herkesin çocukluğu kendisine özeldir. Büyütecek ne var bunda ? Belki, doğrudur. İnsanın ne çocukluğu, ne de anıları geri geliyor. Fakat anladım ki, taş toprak ağaç su hepsi insanla şenleniyor. Onları canlandıran, renklendiren insandır, gençtir. Çocuk sesidir hayatı güzel yapan, çocuk gözüdür o geçmişi unutturmayan.
Harman yeri olarak kullanılan "alfattarla"dan geçerken gözlerim buğulandı, kulağıma sesler doldu, aklımdan çocukca anılarım geçti bir bir. Bir türkünün nağmeleri dadandı dilime,
"Yarim senden ayrılalı, hayli zaman oldu gel gel / bak gözümden akan yaşa, ahu revan oldu gel gel"
Gün batımı/Gün doğumu duyguları albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
17 Şubat 2018
Gurûb etti güneş dünya karardı
Gül-i bağ-ı emel soldu sarardı
Felek de böyle mâtemler arardı
Gül-i bağ-ı emel soldu sarardı
-------------------------------
Beste: Hacı Ârif Bey (*)
Güfte: Hikmet Bey (Niğdeli)
Makam: Kürdîlihicazkâr
Hacca giden Arif Bey, “Hacı Arif Bey” olarak anılmaya başladı. 1884 yılında kalp hastası oldu. Hayattan tamamen çekilip Mızıka-i Hümayun'daki Odasına kapandı. Son dakikalarında “Gurup etti güneş dünya karadı” şarkısını okuyordu.
Fenalaştı, oğlu Cemil Bey’i çağırdı ve diğer öğrencileri odaya girdi. Oğlunun göğsüne yaslanarak beraberce şarkıyı tamamladılar.
Oğluna kendisini kıbleye çevirmesini söyledi. Son bestesi bitmişti. Günlerden 28. Haziran. 1885 yılıydı. Daha 54 yaşındaki musikinin temel taşlarından Hacı Arif Bey hayat gözlerini yummuştu.
Son şarkısındaki gibi feleğin matem aradığı gün gelmişti.
Cenazesi Hanedanların gömüldüğü Beşiktaş ' taki Yahya Efendi dergâhına gömüldü.
Allah rahmet etsin.
Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
17 Şubat 2019
Selam dostlar !
Özleyip te göremediğim
Nerededir bilemediğim
Uzun yolda yitirdiğim
Kayıp yaren, yoldaşlar selam !
Selam size birde
Bende hakkı olanlar
Bilmese de bildiğim
Kimi izinden gittiğim
Gölgesini sezdiğim
Güzel insanlar selam !
Görsel düşünceler II albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
17 Şubat 2020
Aşkın gülşeninde gül olmak güzel,
Gönülden gönüle yol olmak güzel !
Hakikât el edip, nur çağırırken,
Kırıp zincirleri kul olmak güzel !
Günler kaybolurken zaman içinde,
Umutla beklenen yıl olmak güzel !
Bir zamanlar alev alev yanmış da,
Nârını saklayan kül olmak güzel !
Boyun büküp susmak, erce iş değil,
Hak’kı haykıracak dil olmak güzel!
Nazlı nazlı akıp gitmek var amma,
Çileyle çağlayan sel olmak güzel !
Kuru bir mekânı seçmek yerine,
Sele sîne açan göl olmak güzel!
Aşk kervanı yola revan olurken,
Mecnun’u bekleyen çöl olmak güzel!
Mazlumu koruyan, hakkı savunan,
Yetimi okşayan el olmak güzel!
Yanık bir türküde donmak olur mu?
Gönül mızrabına tel olmak güzel !
Günbeyli, toprağa kök salar iken,
Yaprağı besleyen dal olmak güzel!
Aşkın gülşeninde gül olmak güzel...
Mahmut TOPBAŞLI
Yüreğimin sesi-II- albümüne 17 Şubat 2021, 21:00 tarihli yeni bir fotoğraf ekledi.
17 Şubat 2021
Evladını toprağa veren tüm babalara ve şehitlerimize...
Ay oğul!
Haktan geldin emanet, gözümün ışığısın
Veren 'O' dur alan da 'O', sevgimin kaynağısın
İftiharımsın; dualarım senin, rüyalarım üstüne
İmtihandır bilirim, ne çare ki insanım Ay oğul!
Bahçemin gök ekini, tarlamın ürünüsün
Ömrüm tomurcuğu, dalımın gonca gülüsün
Gözümden sakınıp uçan kuştan ürktüğüm
Yüreğimde ısıtıp ellerden kıskandığım Ay oğul!
Delikanlım, yüzüne bakmaya kıyamadığım
Neşen sevincim, mürüvvetin saadetim
Değil ki acını görmek, hiç kederin olmaya
Eline çöp değse içime kor düşer Ay oğul!
İki oğlum var dağ gibi, iki de oğlan torunum
Kızlarım var aynen, onlara da hamdolsun
Her biri nar tanesi, inci mercan madeni
Duacıyım; ikicihan saadetin olsun Ay Oğul!
Şimdi özüm bulutlu, yaşlar inmiş göğsüme
Sanki yüreğimin kanıdır, sızlıyor ince ince
Nasıl anlamam bilmem ben baba acısını
Yıldırım düşen her ocak say ki benim Ay Oğul!
Sade gözler var aklımda çok manalı, çok derin
Al bayrağa sarılmış gök yeşili dizi dizi erlerin
Elbet onların da bir babası var, ağlayan anaları
Giden şehitler değil, sanki tüm bir vatan Ay oğul!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder