10 Mayıs 2024 Cuma

11 Mayıs 2024 Cumartesi TORUNLARIMA MEKTUPLAR....................ANILAR 11 Mayıs

Yılmaz YALÇIN
11 Mayıs 2013

Çanakkale Boğazı, Nağra Burnu açıkları
4 Nisan 1953, Saat 02:15

Uzun ve yorucu bir seferden dönen Dumlupınar denizaltısı, Nağra Burnu açıklarında İsveç bandıralı Nabuland Şilebi ile Çarpıştı.

Sessiz, soğuk ve bulanıktı gece. Başından aldığı şiddetli darbe ile Dumlupınar birkaç saniye içinde sulara gömüldü. Gemideki 81 kişilik mürettebattan sağ kalan 22 kişi, geminin arka bölümündeki torpido dairesine sığındı.
Mahsur kalanların su yüzüne fırlattıkları telefon şamandırasıyla gemi ile irtibat sağlandı. Sağ kalan 22 kişiyi kurtarmak için herkes seferber oldu. Bu arada oksijeni idareli kullanmaları için, gereksiz yere konuşmamaları, şarkı türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri konusunda uyarılar yapıldı.
Ancak saatler süren kurtarma çalışmalarının sonunda, umutların tükendiği anda karanlıkta bekleyen 22 kişiye, herşey yine aynı sözcüklerle anlatıldı; konuşabilirler, türkü söyleyebilirler ve hatta sigara bile içebilirler.
Şamandıradaki telefon hattının öbür ucundan, tüm Türkiye, denizaltıda tevekkülle ölüme yapılan hüzünlü ama başı dik türküsünü dinledi.
Ah Bir Ataş Ver
Ah bir ataş ver cigaramı yakayım
Sen salın (sallan) gel ben boyuna bakayım
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği
Ah vur ataşı gavur sinem ko yansın
Arkadaşlar uykulardan uyansın
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği

Yilmaz Yalcın
Yüreğimin sesi-II- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

11 Mayıs 2019


Göklerin süsü kuş
Kalbimin eşi kuş
Ey şehrin kumaşı
Güvercinim, meleğim
Mabedler deseni kuş
İnsana kadim yoldaş
Eşine daim sırdaş
Güzellikte tek taş
Güvercinim, sevdiğim
Gönlümün özeli kuş
Unutmuşum…
Herkese ölüm var
Değil mi ?
Demek vuslat zamanı
Vakti saati gelmiş ki
Önüme düşüverdin
Zümrüt yeşili çimler
Kucaklamıştı seni
Çırpındın bir süre
Eşine katılmak için
Uçamadın ne çare
Kanatların açıktı
Gözlerin de öyle
Bir eş uçuşuyordu
Başında çaresizce
Dönüp duruyordu
Belki de
Olmalıydım yanında
Ne var ki
Aramızdaki duvar
Engeldi erişmeme
Ecelin elindeydin
Bakabildim öylece
Bir ara
Kaldırdın başını
Göğe doğru sessizce
Dua gibiydi o bakış
Ya da veda gibi eşine
Çıkmadı ağzından
Ne bir ses, ne bir nefes
Mecalsizdi her halin
Bıraktın kendini ardından
Yeşilin kollarına son kez
Eşin yine çırpındı
Başında ümitsizce
Döndü gitti feryatla
Ve bitti bir ömür
Uçtu gitti güvercin
Güvercinim,naifim
Bilir miydin acaba
Her can ölümlüymüş
Vakti gelince
Acısı tadılacakmış

11 Mayıs 2020 Pazartesi 12:30 CORONA GÜNLERİ..............................Anneler günü

Anneler günü

Bugün anneler günü. Her yıl Mayıs ayının ikinci Pazar gününü bu adla kutluyoruz. Kuşkusuz böyle bir gün bütün anneleri onurlandıran özel bir gün. Değişik günlerde de olsa hemen hemen bütün dünyada kutlanıyor. Anneler hatırlanıyor, aranıyor, ziyaret ediliyor ve kendilerine çeşitli hediyeler alınıyor.

Bizim tarihimizde, geleneğimizde olmayan bir kutlama. Sebebi basit; bizim kültürümüzde "anne" zaten çok önemli ve değerli. Onun hatırlanması, aranması ve ziyaret edilmesi için özel bir güne ihtiyacımız yok. Onu yılda bir güne indirgemek başlangıçta bize ters gelmiş olmalı. Bizim için anne aileden ayrı bir kişi değil. Büyük aile kültüründe zaten iç içe yaşanmış geçmişte. Bizde hediyeleşme de sünnettir, karşılıklıdır ve böyle günlerle sınırlı kalmaz.

Yine de tüketim ekonomisinin desteklediği, popüler kültürün yaşattığı günlerden birisi anneler günü. Yılbaşı, sevgililer günü, kadınlar günü, babalar günü gibi. sıradan kutlanan günlerden. Artık kimse nereden çıkmış, aslı nedir diye merak etmiyor. Hele hele annelerin sahiplendiği bir konuda aykırı düşünmek hiç mümkün mü?

Ancak köprülerin altından çok sular geçti. O artık kabullenmiş olduğumuz, kendimize uydurduğumuz hediye günlerimizden birisi. En çok da onu çiçekçiler, giysi, zinet ve hediyelik eşya satıcıları gözlüyor. Bu da çok normal, nihayetinde bu vesile biraz para kazanacaklar değil mi? Yanlış anlaşılmasın karşı olduğumdan değil, ben kelimeler gibi böyle şeylerin de aslını, kökenini merak ederim.  Anneleradanan bu özel gün nasıl ortaya çıktı, ne zamandır kutlanıyor biraz araştırdım.

Bu nevi günlerin kaynağı diğerleri gibi batı kültürü. Ama bu günün kökenleri taa antik yunan mitolojisine kadar dayanıyormuş. Meğerse mitolojiye göre pek çok tanrı ve tanrıçanın annesi olan Rhea onuruna verilen yıllık ilkbahar festivali kutlamalarıyla başlamış. Antik Romalılar da ilkbahar festivallerini İsa'nın doğumundan 250 yıl öncesinden beri ana tanrıça Kibele onuruna kutluyorlarmış.

Bir de 1600’lerin İngiltere’sinde “Anneler Pazarı” kutlaması var. “Lent” adı verilen ve Paskalya’nın 40 gün öncesinden başlayan sürecin dördüncü pazarında kutlanılan “Anneler Pazarı” ile bütün İngiliz anneler onurlandırılırmış. O zamanlar yoksul İngilizler’in çoğu, varlıklı ailelerin yanında hizmetçilik yapmakta olduklarından ve çalıştıkları evler çoğunlukla kendi evlerinin çok uzağında kaldığından, işverenlerinin yanında yaşamasına izin verilirmiş. İşte bu “Anneler Pazarı”nda o hizmetçilere izin verilir, evlerine gidip günü annelerinin yanında geçirmeleri teşvik edilirmiş. “Anneler Pastası” denilen özel bir pasta da bu kutlamanın olmazsa olmazıymış.

Hristiyanlığın Avrupa’da yaygınlaşmasıyla kutlama biçim değiştirerek “Kilise Ana” gününe dönüşmüş. Kendilerine hayat veren ve kötülüklerden koruyan gücün “Kilise Ana” olduğuna inanıldığından zamanla kilise festivali ile “Anneler Pazarı” kutlamaları birbirine karışmış. Böylece Avrupa'daki insanlar, kiliseyle birlikte annelerine de şükranlarını sunar olmuşlar.

ABD’de ise Anneler Günü ilk defa 1872’de Julia Ward Howe tarafından, barışa adanan bir gün olarak önerilmiş. Bayan Howe her yıl Boston’da Anneler Günü kutlamaları organize etmiş. Derken 1907 yılında Philadelphia’da Ana Jarvis adında bir kadın, ulusal bir Anneler Günü için kampanya başlatmış. Bayan Jarvis, West Virginia eyaletinde annesinin bağlı olduğu kiliseyi, annesinin vefatının ikinci yıldönümü olan mayısın ikinci pazarında, Anneler Günü’nü kutlamaya ikna etmişBöylece ertesi yıl Anneler Günü, bütün Philadelphia’da kutlanmaya başlamış. 1908 yılında başlatılan bu uygulama 1914 yılında Kongre'nin onayıyla Amerika Birleşik Devletleri çapında genişlemiş.İşte bugün bütün dünyaya yayılmış bulunan "Anneler günü" nün hikayesi bu.

Neyse ne, ben de bütün annelerimizin bu gününü kutluyor, vefat etmiş olanlara da rahmetler diliyorum.

Yilmaz Yalcın
 profil resmini güncelledi.
11 Mayıs 2020

1973_Lise bitmiş daha üniversiteli olmamışım. Rahmetli annemle evimizin Bahçesinde




Yilmaz Yalcın
Ne düşünüyorum -III- albümüne 11 Mayıs 2022, 14:30 tarihli yeni bir fotoğraf ekledi.

11 Mayıs 2022


Zihinsel gezinmeler…(ı)

Uzun zamandır insan zihninin sınır tanımaz, kontrollü kontrolsüz gezinmelerini yazmak istiyordum. Bugüne nasipmiş. Elbette konunun bilimsel yönünü kastetmiyorum. -Belki bende bu süreçte işin o yönünü hem öğrenir hem yazarım.- Ama herbirimizin yaşamında şahit olduğu; bazen geleceğe dair hayal kurma, bazen geçmişin bir sinema şeridi gibi gözümüzün önünden akması, bazen planlarımıza eşlik eden yap bozlar, bazen de rüya şeklinde karşımıza çıkan zihinsel gezinmelerden söz edeceğim.
İnsan zihni o anlarda bir tür sinema filmi kurgucusu gibi çalışır. Çoğu zaman nerede başlayıp nerede biteceğini, nasıl bir gezinti yapacağımızı bilemeyiz. Bu durum sadece "Şimdi ne yapacağım, niçin, nasıl, ne zaman ve nerede yapacağım sorusunun cevabı için kontrollü bir şekilde gerçekleşir. O durumlarda bile bize sık sık sürprizlerle, "ya şöyle olursa?" sarsmalarıyla karşı karşıya getirmesi onun tabiatından geliyor.
Farz edin yürüyorsunuz, ya da bir araçtasınız; etrafınızda gördüğünüz her şey size o zihinsel gezinmeyi başlatabilir. Gördüğünüz bir insan yüzü, levha, çiçek ya da manzara zihninizde evrilir, çevrilir sürekli objeden objeye, konudan konuya atlar. Kendinize geldiğinizde bakarsınız ki hiç ummadığınız, çok alakasız bir şey üzerindedir. Arada zihninizde canlanan onca şeyi artık hatırlamazsınız bile. Aralarındaki bağlantının nedenini sorgulamak da mümkün değildir.
Bu hal bazı durumlarda çok rahatsız edicidir. Aslında o durumda, o halde olmayı, o şeyleri zihninizden geçirmeyi hiç düşünmez, istemezsiniz. Hatta hiç hoşlanmazsınız ama işte kendinizi en olmadık zamanda en olmadık şeyleri aklınızdan geçirirken buluvermişsinizdir. Eskiden meşhur olmuş bir yarışma sözcüğünü (Geçiniz!) ısrarla mırıldanır, o düşünceyi zihninizden kovalamaya çalışırsınız. O hallerde beyninizdeki yönetmen size rağmen, kendi bildiğini okumaktadır. İyi ki "Değiştir!" komutunu verebiliyoruz, iyi ki o yaramaz yönetmenin kurguladığı filmi seyretmemeyi başarabiliyoruz.

9 Mayıs 2024 Perşembe

10 Mayıs 2024 Cuma TORUNLARIMA MEKTUPLAR............................ANILAR 10 Mayıs


 

Yilmaz Yalcın
ANKARA HASTALIKLARI albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

10 Mayıs 2019


Bilge Kral olarak bilinen Boşnak devlet adamı ve bağımsız Bosna-Hersek'in ilk cumhurbaşkanı Rahmetli Aliya İzzetbegoviç'e atfedilen bir söz var:

"İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin. Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah'ın önünde hesap verecektir."
Müthiş bir nasihat bu. Bence sadece siyasilere değil devlette makam ve güç sahibi olan herkese hitap ediyor. Kuşkusuz bilgece bir gözlem eseri söylenmiş. Maalesef her ülkede, her zamanda rastlanabilen bir hakikat bu. Sadece Ankara'ya özgü bir hastalık değil. İktidar, güç, makam ve unvan sahibi olmak insanları değiştiriyor.
Benim gözlemim sağcı solcu, inançlı ateist, milliyetçi ayrımcı da fark etmiyor bu konuda. İnsanlar iktidara geldiklerinde ya da bir makam sahibi olduklarında boyut değiştirmiş gibi oluyorlar. Kimi çevreye ve atmosfere uyduğu için, kimi gerçekten bu değişimin devlet olmanın gereği olduğunu düşündüğü için kimi de maalesef içindeki gem almaz duyguları alabildiğince serbest bıraktığı için. Sonuçta ister siyasi, ister bürokrat isterse bir sivil toplum örgütünün başı olsun fark etmiyor. Maskesini takıyor, rolünü oynuyor ve değiştirmek için geldiği düzenin bir parçası, belki de daha şedit bir uygulamacısına dönüşüyor.
Peki, bu 'Makam ve güç mutasyonu' kaçınılmaz mı ? İşler böyle mi yürümesi lazım ? Ondan kurtuluş yok mu yani ?
Elbette var; misal Aliya İzzetbegoviç bu sözü neden ve ne amaçla söylemiştir sizce ? Şayet bu sözlerin karşılığı olmasa, olabilirliği ümid edilmese söylenir miydi ? Konu insanla ilgili, insanın nefsiyle mücadelesi, iyiliğin kötülüğe karşı savaşının bir parçası. Neticede siyasiler de insan, makam mevki, güç sahibi olan diğerleri de. Kur'anda bu konuda oldukça fazla uyarı ve tavsiye var. Hemen aklıma gelen; hazinelerinin anahtarlarını taşımak için bile onca deve ve insan gereken Karun meselâ. Sahip olduğu güç ve zenginlik onu değiştirmişti. Ama sonuçta kibri ve zulmü onu yerin dibine batırdı. İbret almak isteyene böyle misal çok.
Bazı şeyleri düşünmeden edemiyorum. Şimdi bu yazıyı hemen mevcut iktidara karşı kullanmaya yeltenecekler olabilir. Sakın ha ! Hiç kolaycılığa kaçmayın. Bu hastalık bugün var değil. Her dönemde oldu ve olmaya da devam edecek. İnanmazsanız iktidar muhalefet fark etmez, kendi elinizle seçtiklerinizi bir süre gözlemlemenizi öneririm. Ya da yakınlarınızdan birinin önceki halleriyle mevki makam unvan sahibi olduktan sonraki hallerini karşılaştırın. Bu kişi sizin en yakınınız bile olsa. Sakın ola ki hocanın deyimiyle: 'Yakışıyor be kerataya !" demeyin, gülünç olursunuz.

8 Mayıs 2024 Çarşamba

09 Mayıs 2024 Perşembe TORUNLARIMA MEKTUPLAR.....................ANILAR 09 mayıs


Yilmaz Yalcın
Bahadır Cüneyt Yalçın albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

"mütevazı bir intikam" romanı/ B.Cüneyt Yalçın
18 MAYIS PAZAR GÜNÜ GÜNAYDIN KÖYÜ SÖKÜN ÇEŞMELERİ BULUŞMASINDA

227 09 Mayıs 2015 Cumartesi 15:45 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER..........Yabancılaşma

Yabancılaşma

Yolculuk yapıyorsunuz. Daha önce bulunmadığınız, yaşamadığınız bir yere geldiniz. Orası size yabancıdır, sizde oraya. İçinizi bir yalnızlık, dahası bir gurbet duygusu kaplar. Kendinizi bu mekana ait hissetmezsiniz. Bir "garip" olursunuz, orada kendinize bir dayanak, dost ve sıcaklık buluncaya kadar da içiniz burkulur durur. 

Yabancılık sadece insanla mekan arasında da değildir. Karşılaştığınız insanla aynı memleketten de olsanız pek ala yabancı olabilirsiniz. Zira, hemşehrilik aynı şehirde hatta aynı köyde doğmuş olmakla değil, daha çok tanış olmayla ilgilidir. Birbirinizi tanımıyorsanız siz o insana yabancısınız, o da size.

İsterseniz bulunduğunuz şehirde kalabalık bir caddede ya da alış veriş merkezinde yürüyün. Ya da kalabalıklar arasında oturun. Sağınızdan solunuzdan akıp giden, küme küme insanların hepsi size yabancıdır. Siz de onlara. 

Kimsenin kimseye yüzü gülmez. Herkes kendi dünyasında, telaşındadır. Bu yüzden yalnızlık, yabancılık tek başına olmakla da ilgili değildir. Kalabalıklar arasında da yalnız olabilirsiniz. O kalabalıklar size, siz de onlara yabancısınızdır.

Akraba olabilirsiniz, şayet birbirinizi bilmiyorsanız, tanımamışsanız yabancısınız. Öylesine duymuş olsanız, bilseniz bile uzun zamandır görüşmemişseniz yine birbirinize yabancısınızdır. Okul arkadaşı, hatta sınıf arkadaşı bile olsanız bu ilişki orada kalmış, devam etmemiş ise siz artık bir yabancısınız. O da sizin için sisler arasında kalmış bir yabancıdır.

Bırakın büyük şehirleri ilçelerdeki apartmanlarda bile komşu komşuyu tanımıyor. Gelip gitme yok, selam yok, hal hatır sormak yok…Herkes sabah işine gücüne, akşam da evine kapanıyor. Zorunlu karşılaşmalar alel usul 'iyi günler', "iyi akşamlar' sözleriyle geçiştiriliyor. Ama, yeri geliyor basit konular aileler arasında saman alevi gibi parlayabiliyor, gerginliklere, sorunlara yol açıyor. Neden ? Çünkü yabancısınız. Bir arada yaşayan, ancak birbirine yabancılaşmış insanlarsınız.

Çalıştığınız yerde herkesle iyi misiniz ? Bildiğiniz, tanıdığınız var, birbirinize mesafeli olduğunuz da. Konuştuğunuz, muhabbetinizin olduğu var, öylesine iş ilişkisi sürdürdükleriniz de. Hatta bazen hiç tanımadığınız, nedense hiç aranızda selam kelam olmayan insanlar da var değil mi ? 

İş hayatınız o yüzden yamalı bohça ilişkiler üzerine kurulu. Çok zaman kendi başınızasınız. Yani çalıştığınız yerde de aslında yalnız ve yabancısınız.

İnsanın mekana, mekanın insana yabancılığı var da, insanın zamana, zamanın da insana yabancılığı yok mu ? Var. 

Şöyle düşünün: zaman makinası sizi 300 yıl geriye götürüp bırakmış. Ne elektrik var, ne otomobil. İnsanların kıyafetleri eski resimlerden fırlamış gibi. Konuşma dili bile sanki değişik. Levhalar başka, yazılar geçmiş zamandan kalmış. Siz onlara, onlar size garip garip bakıyor. Cebinizdeki para geçmiyor. Neredeyse insanlar size uzaydan gelmiş muamelesi yapıyor. Belki de biraz sonra kolluk güçleri gelip sizi yaka paça götürüp sorgulayacak. Kimsiniz ? Burada ne arıyorsunuz ? Böyle bir sürü sorgu sual…

Kabus gibi değil mi, Neden ? Çünkü siz o zamana yabancısınız. Belki okudunuz, biliyorsunuz ama yine de o zaman ve içindeki herşey size yabancıdır. Olmaz demeyin. Şayet bu olayı hayal edebilirseniz Kur'anda sözü edilen yedi uyuyanların (Eshab-ı Kehf) başından geçenleri de anlayabilirsiniz demektir. 

Bilim kurguya meraklıysanız bu örneğin tersini, yani size göre geleceğe yolculuk maceraları tasarlayabilirsiniz. Karşılaşabileceğiniz şeyler üç aşağı beş yukarı aynıdır. Çünkü yabancısınız ve yabancılaşmış olanın içinde bulunduğu haleti ruhiye hep aynıdır.

Peki, insanın kendi kendine yabancılaşması mümkün mü ? Bence evet. Dışımızdaki dünya izlenmesi zor, sürekli bir değişim dönüşüm içinde. Her şey değişiyor, adeta durmak düşmekle eş anlamlı. Oyundan çıkıp, olup biteni seyretmek bizi doğal olarak sahnenin dışına itiyor. Giderek seyrettiğimiz şeyden uzaklaşıyor, yani yabancılaşıyoruz. 

Bu durumu fark edip irkildiğimizde bir an için kendimizi tanıyamıyabiliriz. Çünkü, dalıp gittiğimiz seyir alemi başka boyutta, biz başka boyutta kalmışızdır. Kısa süreli de olsa geride kalan bedenimizi hatırlamamız, yeniden içine girmemiz gerekir. Normal yaşama ancak böyle dönebiliriz.

Bu hal hoşumuza giden, kendimizi kaptırdığımız bir film ya da dizi bittiğinde de başımıza gelir. Oradaki karakter ve olaylar bizi içine çekmiş, kendimizi onlarla bütünleştirmişizdir. Anlatımın başarısı ölçüsünde sinirlenir, üzülür ya da seviniriz. Farkında olmadan kişiliğimiz bir başka zaman, mekan ve boyutta yaşamıştır. O yüzden film bitince, kendimize gelmemiz biraz zaman alır. 

Dizinin en heyecanlı yerinde biten bölüm bizi adeta boşlukta bırakır, biraz da kızdırır. Çaresiz, yeniden kendi zamanımıza, mekanımıza ve boyutumuza döneriz. Biraz da dudak büktüğümüz, yabancılaştığımız kendi benliğimize.

Kendimize yabancılaştığımız anlar böyle kısa olduğunda pek sorun olmaz. Biraz ilginç, biraz da renklidir. Kendi içimizde kırılma yaşadığımız, farklı boyutlarda yolculuk yaptığımız değişik maceralardır bu anlar. Ancak bu farklılaşma gittikçe uzun süreler alıyorsa tehlikeli olabilir. Zira, ruh sağlığımızı olumsuz etkileyeceklerdir.

Her insanın içinde bulunduğu bir konum, hayatına uyumlu bir rolü var. Örneğin bir ev hanımının iş yöneticisi gibi davranması beklenmez. Ya da bir iş kadınının çalışma hayatında ev hanımı rolü oynaması da doğrusu hiç hoş olmaz. Bir esnafın, ya da iş adamının politik bir kişilikle para kazanması zor olur elbette. Herkese hitap edebilmesi ve müşterilerini arttırması için itici değil çekici bir tavır içinde olması lazımdır. Bu yüzden normalin dışında farklı davranışlar kişinin konumuna ve rolüne göre yabancılaşma sayılır.

Mesela bazı insanlara neden 'Sonradan görme' denir ? Çünkü, ondan beklenen normal davranışın dışına çıkmış ve kendisine yabancılaşmıştır. Bu hali insanlara da ters geldiğinden bu tepkiyi hak etmiş sayarız. 

Bu tip insanlar yabancılaşmayı kendileri için hayatta bir aşama olarak görebilirler. Davranışlarındaki bu farklılık aslında bir değişim-dönüşüm-gelişim özleminin ifadesidir. Daha yükseğe, ileriye sıçrama denemeleridir. Öyle davranarak öyle olmayı ummaktadırlar. Ama, sonuç olarak hem kendilerine hem de çevrelerine yabancılaşmıştırlar.

Almanya'dan izinli olarak köyüne dönen Mustafa'nın düştüğü durum tam da böyledir. Tüylü şapkası, favorili traşlı yüzü, beyaz ceket pantolon, kısa geniş kravatlı haliyle Mustafa köyüne yabancıdır. 

Eşeğe binen, öküz arabasıyla tarlasına gidip gelen Mustafa şimdi köy meydanına Volkswagen arabasıyla girmiştir. Çocuklar arkasına takışmış, adeta arkasında ayakları çıplak koşturan bir çocuk ordusuyla meydana ulaşmıştır. Kolunun altında teyp-radyo köy kahvesine yürür. Şimdi kahvedekiler kendisini ağzı açık izlemektedirler…

Bu sahneyi hatırladınız sanırım. Ünlü bir yeşilçam filminden aktardım. 1960'larda Almanya'ya giden köy delikanlılarının orada çöpçülük, inşaat ameleliği vs. her işi yaptıkları bir dönemden bahsediyorum. Onların hepsi hemen hemen benzer sahnelerle yaz tatillerinde köylerine kasabalarına böyle gelmişlerdi. Ülkelerinde 'Alamancı', orda 'Türke' idiler. Neticede iki tarafta da 'yabancı' yani arafta değil miydiler ?

Günlük dilde yabancılaşma, insanlardan ve toplumdan uzaklaşma, ayrı düşme, onlar ile bir temas noktasına sahip olamama anlamına geliyor. Bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran, başka bir şeye ya da kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişme olarak nitelendirilebilir.

Bu anlamda yalnızlık ya da yabancılaşma hissi, insanların toplum norm ve değerlerinden uzaklaşmış ya da kopmuş oldukları, toplumsal ilişkilerde dışlanmışlık duydukları zaman ortaya çıkıyor. Daha özel şekliyle benliğe yabancılaşma ise, benin kendi özünden uzaklaşmasına işaret ediyor. Kendinden uzaklaşma, daha çok kişinin psikolojik bakımdan tatmin edici, ödüllendirici etkinlikler bulamamasıyla ilgili.

Yabancılaşma, kontrol altına alınamayan içgüdüler, tutkular ve yerleşik alışkanlıklar nedeniyle, insanın kendisine, kendi gerçek özüne yabancı hale gelmesi durumu.

Günümüz psikoloji ve sosyoloji teorileri yabancılaşma terimini bir ferdin topluma, doğaya, diğer insanlara veya kendisine karşı yabancılaşma hissi olarak tanımlamakta. Felsefede yabancılaşma, varlıkların özne için yabancı ve ilgisiz görünmesi şeklinde nitelendirilmiş. Önceden ilgi duyulan şeylere, dostlara kayıtsız kalma, ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti duyma anlamına geliyor.Psikiatride ise yabancılaşma, genelde normalden uzaklaşma, normalden bir sapış olarak görülüyor. Ki bu daha çok patolojik bir durum.

Öte yandan, hala toplumsal nedenlerin önemini vurgulayan sosyolojik yaklaşımlara göre, yabancılaşmanın kaynağında, modernite öncesi geleneksel toplum biçiminin ortadan kalkarak, onun yerini büyük ölçekli kitlesel toplum yaşamının alması var. 

Latincede başkası, yabancı manasına gelen Alienus kökünden türeyerek batı dillerine alienation şeklinde geçen yabancılaşma kavramı, hukuki kullanımıyla bir mülkiyetin, satış veya hediye gibi herhangi bir yolla bir kişiden başka bir kişiye intikali, mülkiyetin benzer yollarla el değiştirmesi anlamına geliyor. 

Yabancılaşma bu çerçevede zaman içinde; belli tarihsel şartlarda insan ve toplum ürünlerinin (emeğin, paranın, toplumsal ilişki sonuçlarının, insanın özelliklerinin ve yeteneklerinin) bu etkinliklerden bağımsız ve bunlara egemen ya da özlerinde olduklarından değişik biçimde kavranması olarak türetilerek gelmiş.

Yabancılaşma düşüncesi Plotinos ve Aziz Augustinusa kadar geri gidiyor. İlk olarak Hegel tarafından obje-suje ilişkisi açısından sorgulanmış. Hegel bir idealist olarak, özneden bağımsız bir şey olamayacağını ve gerçeğin insana bağlı olduğunu düşünüyordu. Ona göre dünyanın nesnelliği ve bağımsızlık duygusu bir yabancılaşma idi.

Hegel’e göre, yabancılaşma duygusu, aynı insanın, kendini gerçekleştirmeye çalışan insan ile başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan olarak ikiye ayrılışının sonucudur. İnsanın kendi dilinin, biliminin, sanat vb. nin ona yabancı hale geldiği zaman ortaya çıkar. Bu nedenle aslında Hegel yabancılaşmış insanı, tarihiyle uzlaştırmak istemiş. 

Marks ise iki boyutlu bir yabancılaşmadan söz ediyor. Birincisi insanın doğaya yabancılaşması, ikincisi de işçinin emeğine yabancılaşması. Ona göre ikinci kullanım daha çok kapitalizm etkisindeki yabancılaşma demek. Çalışanın çalışmayan tarafından sömürülmesi sonucu ortaya çıkar. 

Kirekgaard, Heidegger, Camus ve Sartre gibi düşünürlerin yer aldığı  üçüncü bir gelenek ise yabancılaşmayı daha çok bir insanın başka insanlara olduğu kadar, kendisine, kendi benine aykırı düşmesi diye tanımlıyor. 

Dolayısıyla varoluşçu geleneğe göre, bireyin gerçek beninden, özünden ayrı düşmesi, başkalarının isteklerine göre hareket etmesi, toplumsal kurumların baskısından kurtulamaması, sorumluluktan kaçması ve dışarıdan yönlendirilmesi yabancılaşma olarak  tezahür ediyor.

Yabancılaşma temelinde kaygı ve endişeyi taşımakta, bu psikolojik halet de varoluşçu sorgulamayı beraberinde getirmektedir. Bu durumda yabancılaşma kavramının varoluşçu felsefenin en temel sorunu olduğu görülebiliyor. 

Nitekim bu nedenle aynı gelenek içinde nesnel bilgi karşısında öznel hakikati vurgulayan Kierkgaard’a göre, yabancılaşmanın temel problemi, anlamsızlık ve mutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünyada insanın kendi benine anlam yükleyebilmesi, kendi özüne ilişkin olarak uygun bir kavrayışa ulaşabilmesi problemidir. Yabancılaşma sorununu aşmak ancak ve ancak Tanrı’ya güvenmek suretiyle mümkün olabilir. 

Buna karşın Sartre ve Camus gibi ateist varoluşçular ise yabancılaşmanın anlamdan ve amaçtan yoksun bir dünyada söz konusu olan tabi bir durum olduğunu savunmaktadırlar. 

İşte bu ayrışma ve tartışma günümüze kadar gelmiş bulunuyor. Yabancılaşma günümüz toplumu ve gittikçe bireyselleşen insanının en önemli sorunlarından biri. İnsanın kendi özüne, içinde yaşadığı dünyaya, üyesi olduğu topluma yabancılaşması üzerinde hala tartışılıyor. 

Bu problem için ekonomik etkenleri ön plana çıkartan, yabancılaşmanın kaynağında, insanın insana yabancılaşması sonucunu doğuran mülkiyet ilişkileri ve üretim araçları olduğunu iddia edenler hala var.

Bunlara son yüzyılda teknolojik faktörleri ön plana çıkartan bir yaklaşım daha eklendi. Buna göre, yabancılaşmanın kaynağında, modern dünyada teknolojinin akıl almaz yükselişi var. Bu anlayışa göre, insan yaşam biçimini makineleştirdiği için yabancılaşmıştır.

Ne olursa olsun, nasıl anlatılırsa anlatılsın, ne şekilde tezahür ederse etsin 'yabancılaşma' normalin dışı, yoldan çıkış olarak görülüyor. Elbette ekonomik, sosyolojik, teknolojik hatta psikolojik sebepleri var. Zararsız olduğu durumlar da var, dikkat edilmesi gereken hastalık sayılabilecek çeşitleri de. 

Ancak, insan olmanın muhteşem var oluşunda göz ardı edilmemesi gereken sapma hallerinden özellikle sakınmak gerek.

Mesela Kur'ân'da "dalle" kavramı, türevleriyle birlikte 191 âyette geçiyor. Arapçada "dalle" kelimesi, yolunu kaybetmek, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan çıkmak ve insanın talep ettiği noktadan mahrum kalması, şaşmak, bocalamak, yok olmak, helak olmak, sapıklığa düşmek manalarını ifade ediyor. Yani iyi ve güzel eylemler sergilemeyen insan, bunların sonucunda dalâlet gibi karanlık ve çıkmaz bir yola girer. 

Kur'an fasıklık hakkında da insanları uyarıyor. "Şanım hakkı için sana çok açık âyetler; parlak mucizeler indirdik. Öyle ki, iman sahasından uzaklaşmış fasıklardan başkası onları inkâr etmez." (2:99)  "Artık bundan sonra her kim dönerse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir."(3:82) 

İnsan için en sağlıklı, en doğru yol rabbi tarafından Kur'anda gösterilmiş. Yetmemiş, Hz. Peygamber ve arkadaşları da insanlara örnek verilmiş. "Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir (çelişki ve) aykırılık içindedirler. Sana onlara karşı Allah yeter. O, işitendir, bilendir." (Bakara Suresi, 137) Peşinden de bir müjde ile müjdelenmişler. şte Allah'a iman edenler ve O'na sarılanlar, onları Kendisi'nden olan bir rahmetin ve bir fazlın içine yerleştirecektir ve onları Kendisi'ne varan dosdoğru bir yola yöneltip-iletecektir." (Nisa Suresi, 175)

Yabancılaşma hiç kuşkusuz hayatın içinde yaşanabilen küçük/büyük dalgalanmalardan birisi. Tarihsel, kültürel, coğrafi ve zamansal yönleri var. Elbette imanla ve küfürle de ilişkili. Unutmamalı ki, başımıza gelebilecek tüm olumsuzluklara karşın bize uzatılmış bir el var. İnanırız ki mü'minler için umutsuzluk yoktur. Dua da sıkıntılarımız ve çaresizliklerimiz için bize verilmiş bir kalkan. 

Hatta nasıl dua edeceğimiz de belli. Her gün onlarca kez okuduğumuz Fatiha suresinde bu sözleri tekrar edip duruyoruz. Belki manasını düşünerek daha bilinçli bir şekilde okuyabiliriz: 

"Hamd, âlemlerin Rabbi, merhametli olan, merhamet eden ve Din Günü'nün sahibi olan Allah'a mahsustur. (Allahım!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların, sapanların yoluna değil."

Yilmaz Yalcın
Kutlu günler albümüne yeni bir fotoğraf ekledi. 

«Allahım, azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Sen’den yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen Kendini senâ ettiğin gibi yücesin.» Hz.Muhammed (SAV)
Ramazan müjdecisi Berat Kandilimiz Mübarek olsun.

Yilmaz Yalcın
Gazete yazıları albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.


Şişedeki mesaj 

Sabah yürüyüşü yaptığım park oldukça yeşil ve özenli düzenlenmiş. Yirmi metrede bir insanların oturup sohbet edebilecekleri pergule kameliyeler var.  

Ama sabah sabah gördüğüm manzara beni isyan ettirdi. Bu ne pislik, bu ne rezillik ! İnsan oturduğu yeri böyle pisletip, öylece kalkıp gider mi ? Bu nasıl gençlik, bu nasıl insanlık, bu nasıl sorumsuzluk ! 

Muhtemelen genç bunu yapanlar. Onlara bir çift sözüm var: "Öyle anlaşılıyor ki, gece oturup güzel güzel muhabbet etmiş, eğlenmişsiniz. Bu arada yiyip içmişsiniz de. Çekirdek çitleyip, bisküvi, cips yemiş, kola da içmişsiniz. Arkanızda bıraktığınız rezillikten belli.  

İyi güzel ama hemen yanı başınızda çöp kutusu varken yediğiniz içtiğiniz çöpü öylesine bırakıp gitmek hangi delikanlılığa, hangi insanlığa sığar ? Oraya yine insanlar, sizin gibi gençler oturmak isteyecek. Siz olsanız öylesine kirletilmiş bir yere oturur musunuz ? Siz ! 

Anaların, babaların kıymetli evlatları ! Okullarımızın, hocalarımızın sevgili öğrencileri ! Oturduğunuz yaşadığınız mekanları bu kadar hor kullanmak hangi ana babanın nasihatinde, hangi öğretmenin dersinde, hangi kitapta var ? Yapmayın, yazıktır, ayıptır, günahtır !.." 

Ana babalardan, öğretmenlerden de rica ediyorum: "Ne olur evlatlarınıza, öğrencilerinize bu konuda birkaç iyi sözü esirgemeyin. Onların bizim aynamız olduklarını da unutmayın lütfen ! Böyle hatırlanmak ister misiniz ?" 

Ben rahatsız oldum, ama gözümü de yumamadım gördüklerime. Bana ne geç git diyemedim, pisliği temizleyiverdim. Hem kızdım, hem üzüldüm hem de dua ettim bol bol. Rabbim herkese akıl fikir versin. Ama en çok da duyarlı bir kalp ve temiz bir vicdan. 

Çevreyi kirleten, ardında böyle pislik bırakan sadece yeni yetişen gençler mi ? Bunların büyümüş, koca koca adam olmuşlarını da çok görüyoruz maalesef. Hem de yüksek makamlarda, çağdaş ortamlarda, modern ofis ve rezidanslarda bile. 

Etrafına zarar vermek, kirletmek sade çer çöple de olmuyor. Davranışlar, sözler, yazıp çizip paylaşılanlar da yaşadığımız dünyayı çirkinleştirebiliyor. Onları hemen tanıyorsunuz, gördükleriniz sizi isyan ettiriyor, duyduklarınız yüzünüzü kızartıyor, arkalarında bıraktıkları izler midenizi bulandırıyor, öfkeleniyorsunuz. 

İşte size çok farklı bir örnek. Onların da dilinden Vizyon, misyon, ilkeler, çağdaşlık gibi laflar hiç eksik değil. Hatta bütün o tumturaklı sözler, kurumsal kimlik, kalite belgeleri filan hep işyerlerinin duvarlarını süslemekte. Bu işlere bayağı önem verdikleri belli ama nedense bir şeyi akıl edememişler; insanlığı. Kendileri unuttukları gibi yanında yöresinde bulunanlarda da aramamışlar bu özelliği. 

Sonuçta çalışanlar, çevrelerindekiler de onlara benzemiş giderek. Ne hak tanıyorlar, ne adalet. Diğer insanların onların çıkarları, hırs ve kibirleri önünde böcek kadar haysiyetleri yok. Doğrusu arkalarındaki süslü levhalar ve yine bildiği gibi hareket edip kötülük saçan böyleleri çok ironik bir tablo oluşturuyorlar. 

Neden mi böyleler ? Çünkü, bütün o cafcaflı sözleri, kalite belgelerini madem lazım alalım, yapalım diyerek edinmişler. Sözleri kalplerine erişmez. O belgeler duvarlara asılan dekorasyon malzemeleri gibidir onlar için. Değişmemişlerdir. 

Kalite kelimesini daha çok kazanmak ve çalım satmak için kullanırlar. Doğruluktan bihaber yalan dolan üzere yaşarlar. “Değişim iyidir, ama bana dokunmayın, siz yapın işte ortaya karışık” diyenlerdendirler. Kızıyorum onlara, ama biraz da acıyorum doğrusu. Fermuarı açık kalan adama benziyorlar. Onları çok iyi tanıyorum! 

İşini bilen memur, kopya çeken öğrenci, çöpünü oraya buraya atan sorumsuz, trafik tıkalıyken emniyet şeridini kullanan bu yüzden de ambulansın yolunu kapatan uyanık, malını allayıp pullayıp satan ama ondan sonraki sorunlarda kenara çekiliveren tüccar, elini verip kolunu kurtaramadığın servis, sokakta kart dağıtıp sülük gibi para emen bankacı, demokrat geçinip diktatör çıkan başkan ve diğerleri...sizleri unuttum sanmayın. Hepinizin beynimde kaydı var, sizleri de tanıyorum ! 

El ele vermiş, hep birlikte yaşadığımız dünyayı kirletiyorsunuz. Sizin adınız kötü, yaptığınız şey de kötülük. Martin Luther Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik; Fakat bu sırada çok basit bir şeyi unuttuk: İnsan gibi yaşamayı...’ demiş. Ne kadar doğru. 

Kızgınım, gördüğüm, duyduğum bütün bu hoyratlıklara, yalan dolana öfkem var. Eskiden bilek gücüyle yenmeyi erlik sanırdım. Şimdi biliyor ve inanıyorum ki, gerçek yiğitlik öfkeyi yenebilmekmiş. Ne var ki, sabretmek, affetmek ve kötülüğe iyilikle karşılık vermek gerçekten çok daha zor. 

Bu sözlerimi sessiz bir çığlık gibi, pulsuz bir şikayetname gibi şişenin içine koyup okyanusa salıverdim Mesajım okuyup kulak vereceklere. Çağrım akıllara, vicdanlara ve insanlığa !.. Başka ne diyeyim.

09 Mayıs 2019 Perşembe 11:30 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER....................Sonsuzluğa doğru (II)


Sonsuzluğa doğru (II)

Gözlemleyebildiğimiz evren göz bebeğimize çok benziyor. Şaşırtıcı gelebilir ama böyle.  İnsanların düşünceleri önünde sınır yok. Meselâ bir yolculuk hayal edebiliriz. O yolculuğu gözbebeğimizin içinde, evrenin en büyük şeylerinden en küçüklerine doğru yapalım.

Önce Başak Süper Yıldız Kümesi’nin içindeki Samanyolu Galaksisi’nin Orion sarmalındaki Güneş Sistemimizin içinde yer alan Dünya’mızın karşısına geçelim. Hatta Türkiye'nin halen bulunduğumuz şehri, mahallesi, sokağı, evi ve odasına girsin seyahat aracımız.  Kendimize bir metrelik bir mesafeden yolculuğumuza başlayacağız. 10 üzeri -1’le devam ediyoruz. Yaklaşıyoruz, 10 cm'de yaklaşık olarak yüzümüzün karşısındayız. 10 kat daha yaklaştığımızda gözümüzün ölçeğine inmiş olduk.

Şimdi göz bebeğimizin içindeyiz. Milimetreler seviyesinde içindeki kan damarlarını görebiliyoruz. Damarlarda ışığı elektrik sinyallerine dönüştüren fotoreseptör hücreler var. Hem de her insanda farklı şekillerde. Devam edip 10 kat daha yaklaşınca oksijen taşıyan kırmızı kan hücrelerimizi yani alyuvarları ve bağışıklık sistemimizin bir parçası olan akyuvarları görmeye başlıyoruz.

Hatta hücrenin çekirdeğine girdik. 10 üzeri -6 metrelik bu ölçeancak elektron mikroskobuyla görülebilir. Baktığımızda ipliksi kromozomlarımız bize el sallıyorlar. 10 kat daha yaklaşırsak kromozomların yapısındaki DNA ve proteinleri fark ediyoruz. Burası nanometre seviyesinde. Genetik bilgilerimizin saklandığı DNA ve onun zincir şeklindeki yapısı görülebiliyor. Nereye baksak zincirler görülüyor.

Zinciri kırıp 10 kat daha yaklaşıyoruz aracımızla; DNA’nın Hidrojen, Karbon, Oksijen, Nitrojen ve Fosfor atomlarından oluştuğu noktaya10 kat daha yakınlaşınca bu grubun içindeki Oksijen atomunun seviyesine kadar inmiş oluyoruz. Ama çok garip ! Buradan bakınca sanki güneş sistemine yeniden giriyor gibiyiz. Şaşkınlığımız artıyor. Bu bir yanılsama mı ?

Hayır ! Merakımızı yenemiyerek 10 kat daha yaklaşalım. Önümüzde az önce gördüğümüz atomun dış yörüngesindeki elektronlar başka atomlarla birleşip molekülleri oluşturuyorlar. Ama bu iç yörüngedeki elektronlar ondan ayrılmıyorlar. Devam edip dairemizi 10 kat daha büyüttüğümüzde bir boşluğa düşüyoruz sankiUzayın içindeki güneş sistemiyle atomun içindeki boşluklar nasıl da birbirlerine benziyor.

Yolculuk 10 kat daha ileri gidince artık atomun çekirdeğine yaklaştık. Bu karşımızdaki küçücük nokta atomun kütlesinin neredeyse tamamı. Peki acaba orada ne var ?  Proton ve nötronlar. Birbirlerinin aksi yüklü elektronlar güçlü bir nükleer kuvvet tarafından bir arada tutuluyorlar.

Bitmiyor, yaklaştıkça Proton ve nötronların da kuarklardan oluştuğunu görebiliyoruz. Bilimsel tanımıyla Kuark, bir tür temel parçacık ve maddenin temel bileşenlerinden biri. Daha 1968 yılında kanıtlandı. Daha da ötesi var mı ? Elbette var ama artık bir atom altı dünyadayız. Bu dünyadaki ölçüler tam olarak doğrulanmış değil. Hayalle gerçek arası şeyler. Sanki zaman ve mekan ötesindeyiz.

Önce kuantum kromo dinamikleri var. Protonları ve nötronları oluşturan kuarklar gluon alanlarında etkileşim içindeler. Bir çorba gibi kaynıyorlar. 10 kat daha yaklaşınca onu oluşturan malzemeleri, çeşniyi görmeye başlıyoruz. Önce yukarı ve aşağı kuarklar. Sonra da garip kuark. 10 kat daha büyütünce de tılsım kuark. Neden tılsım ? Çünkü onu keşfedenler çekirdek altı dünyadaki simetrisiyle adeta büyülenmişler de o yüzden.

10 üzeri – 19 metreye geldiğimizde artık çeşnimizin bir başka kuarkı olan alt kuarkları buluyoruz. Ekstra-galaktik kozmik ışın etkileşimiyle açığa çıkan yüksek enerjili nötrinolar bu seviyede gözlemlenebiliyor. Görüş alanımızı 10 kat daha büyütünce yine bir boşluk !

10 üzeri -22 metreye 100 yoktometre adı veriliyor. Bu büyüklükte karşımızda çeşninin son parçası olan üst kuarklar var. Işık hızına yakın bir hıza sahip Nötrinoların elektriksel yükü sıfır ve maddelerin içinden neredeyse hiç etkileşmeden geçebilen temel parçacıklar.

Nötrinodan daha küçük bir şey olabilir mi ?

10 üzeri -24 -25 -26 -27 'de hiç bir şey yok gibi. Sanki 10 üzeri 27 ölçeğinde gözlemlenebilir evrenin tamamına bakıyoruz. Halbuki şimdi tam aksi yönde, gözbebeğimizin içinde küçük bir evrendeyiz. Şaşkınlıktan dermanımız kesildi ama merakımızı yenemiyoruz. O zaman devam edelim10 üzeri -28 -29 -30 -31 -32 -33 -34 ve nihayet Planck uzunluğuna geldik. Bu uzunluğu doğrudan ölçebilecek bilinen hiç bir araç yok. En küçük ölçü olarak kabul ediliyor ama bu araştırmalar bile tamamen teorik düzeyde.

Her şeyin teorisi ya da her şeyin kuram ölçü birimi bu mu ? Kimileri gerçekliğin esas bileşenlerinin rezonans frekanslarında titreşen ve planck uzunluğunda olan sicimler olduğunu ileri sürüyor. Kimileri de evrenin bir uzay zaman kumaşından ya da bir başka deyişle kuantum köpüğünden oluştuğunu iddia ediyor.

Dairemizin çapını 10 kat daha küçülttüğümüzde ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Daha kaç kez 10 kat gidebileceğimizi de…Aklımızın ve hayallerimizin sınırındayız.

Ama bu yolculukta anlayabildiğimiz tek sonuç şu: 10 üzeri 0 boyutunda yaşayan biz insanlar, evren konusundaki algımızı büyüttükçe de küçülttükçe de sonsuza doğru uzanıyoruz.

Doğrudur; Evrendeki en büyük ve en küçük şey hakkında sürekli yeni yeni şeyler keşfediyoruz. Ama keşfettikçe de aslında 'Bildiğimiz tek şeyin hiçbir şey bilmediğimiz' olduğu sonucuna varıyoruz.

---------------
Kaynak: Cosmic View (1957) kitabı ve Powers of Ten (1977) belgeseli, atom altı parçacıklar konusunda bu kaynaklardan sonra yapılan yeni keşifler, ayrıca uzay ve gözlemlenebilir evren hakkında son bulgular, Barış ÖZCAN

09 Mayıs 2020 Cumartesi 15:00 CORONA GÜNLERİ.............................Zarf mı, Mazruf mu?

Müslümanca bir bakış

Günümüz dünyası ardı ardına büyük doğal felaketlerle sarsılıyor. Depremlerle yaşamaya, kasırgalara alışmaya, selller ve toprak kaymalarıyla uğraşmaya devam ediyoruz. İklim değişiklikleri, çevrenin giderek daha çok bozulması, su ve hava kirliliği adeta sıradanlaştı. Savaşın yeni biçimi terör her yıl yüzbinlerce insan canına kıyıyor. Bunun örgütler, devletler ya da uluslararası güçler tarafından yapılması daha iyi ya da daha az zararlı değil. 

Öte yandan ardı arkası kesilmeyen ekonomik, idari ve sosyal krizlerle de boğuşuyoruz. Aynı zamanda toplum ve insan düzeyinde olağanüstü hızla yaşanan değişimlere uyum sağlamak zorundayız. Şimdi bir baktık ki, gözle dahi göremediğimiz bir virüs bütün dünyayı esir almış. Evlere hapsolmuşuz ve zaten kalabalıklarda yalnız olan dünyalarımız iyice birbirinden uzaklaşıp küçülmüş. İstesek de bir araya gelemiyor, tokalaşıp kucaklaşamıyoruz. Sadece kendimizi ve ailemizi değil sosyal yaşamlarımızı da gönüllü olarak izole etmiş durumdayız. 

Hep "Yeni bir dünya kurulacak" beklentisi içindeyiz ya. Hani hayatımızda "değişmeyen tek şey sürekli değişim" demez miyiz? İşte doğal afetler de, savaşlar da, ekonomik krizler de, teknolojk gelişmeler de hep aynı şeyi düşündürüyor: "Galiba hiç bir şey eskisi gibi olmayacak!" Birdenbire çıkıp geliveren, hızla dünyaya yayılıp hayatımızı donduran Corona virüs salgını da aynı minval düşünmemize yol açtı. Kuşkusuz önceki dünyamız ile salgın sonrası yaşamımız bire bir aynı olmayacak. Bir taraftan da durumumuza müsebbip arama çabamız da hiç bitmiyor. 'Mazruf'a değil de 'Zarfa' bakma kolaycılığımızdan elbette. Tüm bu olumsuzluklara biz insanlar mı sebep olduk? Yoksa başımıza gelenler Allah'ın bir gazabı mı?

Elbette yaşanan bu süreci değerlendirme biçimimiz, geleceğimizin nasıl şekilleneceğini de etkileyecek. Öyleyse bu olanlara nasıl bakmalıyız ki daha iyi bir dünya kurabilelim?

Bir müslüman olarak yaşadığımız her olayı Allah ve ahlak eksenli değerlendirmek çok doğal. Zira islam’ın özü ve aslı tevhit inancı. Allah kâinatı bir düzen ve denge içerisinde yaratmış ve bize bu düzeni bozmamamız gerektiği söylenmiş. (Rahman, 55/1-9) Sonuçta görünen o ki, gelişme ve ilerleme değişimle birbirine karışmış durumda. Oysa tekamül üzerine kurulu bu düzende, her şeyin bir zamanı ve sırası var. Ol! Denince oluyor zamanı sırası gelen. 

Kuran'a göre de bu yüce kudretin tek bir adı var: 'Allah'. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar belli bir düzen içinde yaratıyor. Öyle bırakmıyor doğruları gösterip gidilecek yolu da tarif ediyor. Sonrasında da akıl-mantık verdiği bizlerden özgür tercihlerimizi kullanarak yürümemizi bekliyor. Elbette ki yürüyüşümüz ilahi Adalet kurallarıyla gözleniyor ve kayda geçiyor. Anadolu ifadesiyle hiç de "Saldım Çayıra, Mevlâm Kayıra" durumu değil bu. Yaratılan o muhteşem bütünün birer parçası olarak bizler sonuçta O'ndan geldiğimiz gibi düşe kalka, eğri doğru da olsa yine O'na dönüyoruz.

Rabbimiz, her anımızı, yaptıklarımızı, düşündüklerimizi kayda alıp arşivlerken bize de yerine göre uyarı, yerine göre hamd vesilesi iyilik ve güzellikler gönderiyor. Üstelik Kuran'da, "size şah damarınızdan daha yakınız" diyerek başıboş bırakılmadığımızı da apaçık bildirmiş. Bu bir lütuf değil de nedir? Merhameti gazabından baskın olarak "Allah, herkesi duyar, hiç kimseden yardımını esirgemez" denilmesi de böyle değil mi? Sonuçta tekamülümüzü şekillendiren tüm ilham, keşif, icad ve fikirlerimizde onun desteği var. Buna karşılık insan yeryüzünü sorumsuzca tüketirken, doğayı tahrip edip savaş, terör ve saldırılarla birbirini yok etmeye çalışırken Rabbimiz; o engin rahmet ve merhametiyle halâ yarattığı insanı ve Dünya'yı koruyup kollamaya devam ediyor.

Kusursuz bir düzen ve ölçünün işlediği kâinatta maddi ve manevi olan her şey birbiri ile ilişkili. Varlıkta maddi olaylar başka maddi olaylara sebep oluyor. Örneğin yere düşen cisim, ağırlığı ve hızına göre yere bir kuvvet uyguluyor ve bir hasar meydana getiriyor. Ya da vücutta iltihabın artması bazı organlara hasar veriyor. Öte yandan Maddi yapılar, manevi yapıları da etkiliyorlar. Örneğin fiziksel bir hastalık insanın psikolojisini de olumsuz etkiliyor. Vücutta bazı kimyasalların az olmasının mutluluğu ve odaklanmayı olumsuz etkileyebildiği gibi. Aynı şekilde manevi yapıların, maddi yapıları etkilemesi de çok doğal. Örneğin kötümser bir bakış açısı depresyon durumunda ortaya çıkan hormonların salınımına neden oluyor. Bazı psikolojik rahatsızlıklar başka fiziksel sorunlara da neden olabiliyorlar. Son olarak yaratılmış tüm manevi yapıların diğer manevi yapıları da etkilediği bir gerçek. Misal; olumlu ruhsal enerji iyimserliğimizi arttırır. Aynen Allah inancımın, onun yarattıklarına da sevgiyle bakmaya sebep olduğu gibi.

O halde, her şeyin birbiriyle ilişkili olduğu, o her şeyin de yaratıcısının da sadece ve sadece tek bir Allah olduğuna inandığımız bu dünyada Korona virüsünün yayılmasının da onun varlık alemindeki düzen ve yasalarıyla bağlantısı inkar edilemez.

Maalesef günümüzde; doğanın, insanın ve toplumun dengesi, fıtratı ve yaratılışı oldukça tahrip edilmiş durumda. Kur'anda çokça söz edilen "yeryüzünde fitne fesat çıkarma" hali sürekli tekrar ediyor. Corona felaketinde zarfın üzerinde; yanlış beslenme alışkanlıkları, helalinden yememek, temizliğe dikkat etmemek, insanların hakkını gözetmemek, ülke yöneticileri ve hakim güçlerin zalimlikleri yazıyor. Ama zarfın içinde Covid-19 dahil yaşadığımız tüm trajedilerin asıl sebebinin; insanın haddi aşması, yoldan çıkması ve taşkınlıkları yazıyor olabilir mi? Allah'ın rahmeti merhameti gazabından üstündür. Bunu biliyoruz. Peki bu ölümcül virüsü dünyaya musallat eden şey nedir? salgın kendi irademizle seçtiğimiz yollar, taleplerimiz ve kendi ellerimizin eseri olmuş olmasın? Biz istemişiz ki, 'O' da sadece "Ol!" demiş o kadar.

Zarf mı, Mazruf mu?

Biz biliyoruz ki insan öncelikle yaratılmış bir çiftten tek tek 'Ademoğlu' olarak çoğalmış. Ama bu birey toplum olarak yaşayan sosyal bir varlık aynı zamanda. Bir arada ve beraber yaşıyor. Bu durum evrende sadece insana özgü değil elbette. Ancak insan; düşündüğü, konuşabildiği, dostları ve sevdikleriyle aile kurarak toplumlar oluşturabilen, inanç ve ahlak kaidelerine sahip özel vasıflara sahip bir yaratılmış. Ayrıca bizatihi kendi Rabbi tarafından eşref-i mahlukat olarak da nitelendirilmiş, ilahi kitaplarla ve peygamberlerle yolu aydınlatılmış bir canlı varlık.

Lâyüsel değil, belli bir düzen içinde beraber yaşamaya programlanmış. Göreceli olarak çok kısa bir dünya hayatı için ciddi sorumluluk ve hedefleri var. Sosyal tarafı çok güçlü ve birlikte olduğu toplumda ortak bir sinerji, enerji bütünlüğü oluşturmak zorunda. Zira bir arada olabilmek her şeyden önce buna inanmayı ve birbirinden güç alarak ilerlemeyi gerektiriyor. Dayanışma ve paylaşım istenen tekâmülümüzün doğal bir parçası. İstikametimiz Allah'ın vahiy şemsiyesinde birleşip, bilimle, akılla ve kalple takdir edilmiş menzile doğru akıp gidiyor. İnsan yaratılışımız ve sosyal yönümüz bu süreçte kucaklaşmayı, hoşgörüyü, sevgiyi, kabullenme ve helalleşmeyi de içeriyor. Bu ışıklı yol kadim zamanlardan bu yana aydınlatmış yolculuğumuzu.

Zaman zaman bu yoldan sapmış insanoğlu. Uyarılara rağmen karanlık mecralara girmiş. Hem kendi yaratılışını hem de sosyal özelliklerini göz ardı etmiş. Böyle isyan etmekle de sadece kendine zarar vermemiş, yeri gelmiş içinde olduğu toplumların helak olmasına, yeri gelmiş dünyanın doğal dengesini bozmasına neden olmuş, Üstelik kibir, hırs ve tamah gözlerini döndürmüş. Eli kanlı zalimlikleri mazlumların ahını göklere yükseltmiş. Böyle davrandıkça da hayatındaki iyi ve güzel şeyler tersine dönmüş. Göremediği, farkına bile varmadığı uyarı üstüne uyarılar almaya başlamış. Her musibette yaratıcısına dönüp yana yakıla yalvardığı halde, o halden kurtulduğunda yine nankörlüğüne devam etmiş.

İşte bütün dünya, tüm insanlık bir salgın vesilesiyle yine böyle bir felaket daha yaşıyor. Gözle göremediğimiz, çözemediğimiz bir virüs sanki insanoğluna yaradılışındaki fabrika ayarlarını yeniden hatırlatmakta. Bir yangın ortasında kalmış gibi, okyanus ortasında fırtınaya tutulmuş gibi, savaştaymış da tepesine bomba yağıyormuş gibi insanoğlu yine Allah'ına yalvarıyor. "Rabbim! Kurtar bizi bu hastalıktan" diye dua ediyor. Küresel çapta tüm insanlık adeta harala gürele giden asıl gündemlerini bir tarafa bırakarak, hatta düşmanlıklarını bile unutarak ortak bir akılla "Nasıl kurtuluruz?"un arayışında. Çünkü bu virüs ne dil-din-ırk ayırıyor, ne de erkek kadın dinliyor. Fakiri de zengini de, güçlüsü de zayıfı da, zalimi de mazlumu da ayırt etmiyor.

Değişimin değişmediği bir zamanı yaşıyoruz; doğru! Her seferinde dediğimiz gibi yarınlar yepyeni bir dünyaya, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı farklı bir düzene gebe. Şimdiye kadar olduğu gibi "bu yeni dünya, bu yeni düzen eskisinden daha mı iyi olacak, yoksa daha kötüye mi evrileceğiz?" Esas soru bu. Bu musibetten ders alıp almadığımıza, salgının bizim için bir ibret vesilesi olup olmadığına bağlı cevaplarımız. Kuşkusuz bilimin verdiği cevap sebepler bağlamında doğru ve dikkate değer olacak. Nihayetinde bu bir zarf. İşin açık ve görünen kısmı. Ancak doğru bir çıkarım için zarfın içinde ne olduğuna da bakmak lazım. Bu noktada "İnançsız bilim, bilimsiz inanç olmaz" sözünü hatırlayabilecek miyiz acaba? 

Kuşkusuz doğru bir teşhis, bizi isabetli çözümlere daha güvenle ulaştırabilir. Meselâ Kur’an’daki şu iki ayet üzerinde düşünmekle işe başlayabiliriz: “Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar.” (Yunus, 10/44). “Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder.” (Şura, 42/30).

 

09 Mayıs 2022 23:30 Pazartesi CORONA GÜNLERİ...............................Baharla gelen

Baharla gelen

Bugün 09 Mayıs 2022 Pazartesi.  Baharın ilk günleri oldukça serin geçiyor. 6 Mayıs Hıdırellez günü geçen hafta, dün de anneler günüydü. Ukrayna savaşı başlayalı 71 gün, dünyada Covid-19 virüsünün ortaya çıkmasının üzerinden 861 gün geçti. Neredeyse 29 ay, yani 2,5 yıl oldu. Coronavirüs salgını ülkemizde de 782.nci gününde. Yani 2 yıl 2 aydan fazla bir zamandır biz de bu salgınla yaşıyoruz. İki gün sonra 11 Mayısta tam 27 ay dolmuş olacak.

Evet, dünya dönüyor zamanlar geçiyor. Bitmedi kaldı dediğimiz Corona günleri de inşallah artık geride kalmak üzere. "Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür" demiş atalarımız. Çok da doğru söylemişler. İnsanoğlu çabuk unutur, iyi ki de unutur yoksa sıkıntı ve acılar hep taze kalsaydı böyle yaşayabilir miydik? Ama arada bir geriye baktığımızda pandemi sürecinin ne kadar zor, ne kadar sıkıntılı geçtiğini de hatırlayabiliyoruz. Bir tarihti adeta, neler neler yaşadık. İçine girdiğimiz tünel hiç bitmeyecek, ışığı hiç görmeyecek gibiydik.

Bir haftadır maskeyi sadece toplu taşım araçlarında ve hastane ortamlarında takıyorum. Onun dışında maske kullanmıyorum ama şimdilik yanımda bulundurmayı da ihmal etmiyorum. O kadar alışmıştık ki, şimdi de onsuz dışarı çıkmak oldukça tuhaf bir duygu. Sanki bir şey unutmuş, ya da eksiğimiz varmış gibi. Sevinçle, mütereddit duygular arasında gidip geliyorum.

Ukrayna savaşı ülkenin güney doğusunda devam ediyor. Rusyanın hedefi artık açıkça Donbass ve karadenize çıkış. Donbas Güneydoğu Ukrayna'da yer alan tarihî, kültürel ve ekonomik bir bölge. Bazı bölümleri bir süredir tek taraflı bağımsızlıklarını ilan eden ayrılıkçı Donetsk Halk Cumhuriyeti ve Lugansk Halk Cumhuriyeti tarafından de facto olarak yönetiliyor.

Ukrayna'nın Donbass ve Herson bölgelerini ele geçiren Rusya, Karadeniz kıyısındaki Odessa şehrine saldırılarını artırmış görünüyor. Acaba Donbass ve Kırım'a yakın Herson bölgelerinde kendi Valisini atayıp Rus rublesini yürürlüğe sokan Moskova, yeni hedef olarak Ukrayna'nın Karadeniz kıyısındaki Odessa şehrini mi seçti?

Bu arada Rusya'da, Sovyetler Birliği'nin İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası'nı mağlup etmesinin 77. yıl dönümü de bugün törenlerle kutlandı. Başkent Moskova'daki tarihi Kızıl Meydan'da 9 Mayıs Zafer Günü kapsamında askeri geçit töreni düzenlendi. Zafer Günü II. Dünya Savaşı'nın sonunda Almanya'nın kayıtsız şartsız teslim olduğu ilan edilen gün.

Zafer Günü'nde konuşan Rus lider Vladimir Putin "2. Dünya Savaşı'nın kahramanları yine mücadelede. Ukrayna'da yapmamız gerekeni yaptık, bağımsızlık için yaptık" dedi. Ama ne resmen Ukrayna’ya savaş ilan etti ne de ateşkes ve barıştan söz etmedi. Oysa dünyanın beklediği artık bu ilan edilmemiş savaşın önce bir ateşkes sonra da kalıcı bir barışla sona ermesi. Yoksa dünya sosyal ve ekonomik olarak daha güç bir yaşama hazır olmalı.

Corona açısından Nisan ayı baharla birlikte umutlarımızı da yeşerterek bitti.