12 Şubat 2024 Pazartesi

12 Şubat 2024 Pazartesi TORUNLARIMA MEKTUPLAR......................ANILAR; 12 Şubat



ŞİİR VE TÜRKÜ albümünden

12 Şubat 2013 
Sultanu'ş-şuara Bâki

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

1526 yılı en ihtişamlı dönemini yaşayan Osmanlı'nın Muhteşem Süleyman'ının tahta geçtiği yıldır. Aynı yıl Fatih Camii müezzinlerinden 'karga' lakaplı Mehmet Efendi'nin bir oğlu gelir dünyaya. Sadece 16. Yüzyıla değil, sonraki yüzyıllara kendi orijinal söyleyiş ve ustalığıyla damgasını vuracak, şiirde çığır açıcı bu bebeğe "Mahmut Abdulbaki" ismi verilir.

Çocukluğunda saraç çıraklığı yapmış, ancak ailesinden gizli gizli medreseye gitmişti. İlme olan tutkusu fark edilince de ailesi medreseye devam etmesine izin vermiş, kendi gayretleri ile iyi bir eğitim görmüştür. Fakat, eğitimi boyunca şiire olan ilgisi de giderek artmış ve güçlü kaleminin ünü de böylece yayılmaya başlamıştır. Eğitimini tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik yapmıştır.

1554'te Nahçıvan seferinden dönmekte olan hükümdara bir kaside sunarak onun dikkatini çekmeyi başarır. Kendi Mahlası da Muhibbî olan ve şiirden anlayan Kanunî Bâki'nin sanatkarlığını takdir etmiş ve kendi şiirlerini ona göstermek istemiştir. Böylece Kanuni Sultan Süleyman tarafından İstanbul’a getirtilen, onun himaye ve lütfunu kazanan Bâki "Zahm-ı sinemden okun parelerin hep alma/Dursun Allah'ı seversen hele bir pare meded" gibi redifli gazelde olduğu gibi padişahın şiirlerine de nazireler yazmıştır. Fakat, şair hayatı boyunca çeşitli dönemlerde devlet hizmetinde bulunmuş, kadılık, kazaskerlik gibi makamlarda görev yapmıştır.

En bilinen beyitlerinden olan "Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal/Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş" beytini içeren şiiri bir gazel formundadır.

Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i Hümâ imiş / İklim-i hüsne anın içün pâdişâ imiş
Bir secde ile kıldı ruh-i âftâbı zer / Hak-i cenâb-ı dost aceb kîmyâ imiş
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Görmez cihânı gözlerimiz yârı görmese / Mir'ât-ı hüsni var ise âlem-nümâ imiş
Zülfün esîri Bâkî-i bîçâre dostum / Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş

Şair Bâki, kendine ait üslûbuyla, o döneme kadar Fars şairlerinin taklit edilme ve ûstad sayılma özelliklerini ortadan kaldırmış, döneminde ve sonraki yüzyıllarda da üstad sayılan ve taklit edilen bir şair olmuştur.

Gazel
Ferman-ı aşka can iledür inkiyadumuz /Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadumuz
(Aşkın fermanına boyun eğmekliğimiz ta candan ve yürektendir. Bu uğurda alın yazımıza karış zerre inadımız ve karşı koymamız söz konusu değildir. )
Baş eğmezüz edaniye dünya-yı dun içün / Allah'adur tevekülümüz i'timadumuz
(Şu alçak dünyanın birtakım geçici menfaatleri uğruna aşağılık kimselere boyun eğmeyiz. Bu yolda bütün tevvekülümüz, bütün güvencimiz Allah'adır. O'nun hükmüne rıza gösteririz.)
Biz mükteka-yı zerkeş-i caha dayanmazuz / Hakk'un kemali lütfunadır istinadumuz
(Biz geçip gidici mevkii ve makam ile makam ile edin,lmiş altın işlemeli yastıklara sırtımızı verip dayanmayız. Bütün dayanağız Cenabıhakk'ın noksansız ve sınırsız lütfunadır. )
Minnet Huda'ya devlet-i dünya fena bulur / Baki kalur sahife-i alemde adumuz
(Dünya devleti geçip gider ve yok olur ama Allah'a binlerce şükürler olsun ki, bizim adımız alemin sayfasında Baki kalır. )

Bâkî neşeli, zarif, hoş-sohbet, nükteci, şakacı, bir şahsiyete sahipti. Nerede olursa olsun doğruyu söylemekten çekinmez biriydi. Bu itibarla bazen kırıcı olabiliyordu.

Ey gönül
Erkanı devlet içre hemet kalmadı
Kimden umarsın kerem
Ehli mürüvvet kalmadı
Nefsi nefsine oldu alim
cümlesi hayret dir
Kimseden kimseye
hiç derman ve takat kalmadı

Nitekim bir defasında Sultan Süleyman da kendisine kırılmış ve onu Bursa’ya sürmüştü. Padişah bu kıymetli şaire haber gönderirken maksadını da şairce bildirmişti.

Bâkî bed/Bursa’ya red/Nefy-i ebed/Azm-i bülend (Huyu kötü olan Bâkî’yi Bursa’ya sürdüm. Orada devamlı kalsın. Yüksek kararım budur.)

Fakat padişahın bu hükümdarca ve ağır ifadelerine karşı şiirin sultanından cevap gecikmemiştir.

N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî
Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî
Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ
Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî

Buna rağmen Bâki'nin saraya hep yakınlığı devam etmiştir. Kanunî Sultan Süleyman dan sonra 2. Selim ve 3. Murat zamanlarında da hem saraydan hem halktan büyük bir itibar ve ilgi görmüştür.

Gazel.2
Hattım hisabın bil dedin gavgalara saldın beni / Zülfüm hayalin kıl dedin sevdalara saldın beni
(Yanağımdaki ayva tüylerinin hesabını bil dedin beni kavgalara saldın, saçlarımı hayal et dedin, beni sevdalara saldın.)
Geh ebr veş giryan edip geh bad veş püyan edip / Mecnun-ı sergerdan edip sahralara saldın beni
(Kah bulut gibi ağlattın, kah bir rüzgar gibi o taraftan bu tarafa savurttun, şaşkın mecnûn ettin beni sahralara saldın)
Vaslım dilersin çün dedin lutf edeyin olsun dedin / Yarın dedin birgün dedin ferdalara saldın beni
(Kavuşmayı diliyorsun, mâdem dedin, lütf edeyim, olsun (bari) dedin; Yarın dedin, bir gün dedin, yarınlara saldın beni!)

Vefatından önce bu kadar ilgi ve alâka gören sanatçı azdır. 1600 yılında, İstanbul’da ölmeden çok önce “Sultanüş’şuâra” yani “Şairlerin Sultanı” diye anılagelmiştir. Son Şiiri şöyledir.

Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var / Yakında adem dirler bir şehre azîmet var
(Dünyanın süslerinden el çekmeye niyetim var. Yakında yokluk derler bir şehre seyahatim var )
Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım / Ârâm idemez oldum efkâr-ı seyâhat var
(Uçtu gitti bu göklerden inleyen gönül kuşum. Fırsat bulamaz oldum yolculuk kederim var )
Nûş eylese bir âşık tâ haşre dek ayılmaz/Bezm-i feleğin bilmem câmında ne hâlet var
(İçse bir aşık -ta kıyamete kadar ayılmaz. Feleğin meclisinde -bilmem kadehinde ne haller var )
Bu hâlet ile ey dil sağ olmada âlemde/Derd ü gam-ı dilberle ölmekte letâfet var
(Bu haller ile ey gönül sağ olmaktansa alemde. Dilberlerin gam derdinden ölmekte incelik var)
Gitdükçe harâb eyler mülk-i dil-i vîrânı/Dehrün bu cefâsından bir şâha şikâyet var
(Gittikçe viran gönül ülkesini harap ediyor. Zamanın bu cefasından bir şaha şikayet var )
Ser terkine kâ'ildir dünyâya gönül virmez/Terk ehlinin ey Bâkî başında sa'adet var.
(Baş vermeye razıdır da dünyaya gönül vermez. Ayrılık ehlinin ey Bâkî başında saadet var.) 

12 Şubat 2013 
Çanakkale İçinde Aynalı Çarsı
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of gençliğim eyvah

Çanakkale köprüsü dardır geçilmez
Al kan olmuş suları bir tas içilmez
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde bir dolu testi
Anneler babalar ümidi kesti
Of gençliğim eyvah

Çanakkale Üstünü Duman Bürüdü,
On Üçüncü Fırka Harbe Yürüdü.
Of Gençliğim Eyvah.

Çanakkale İçinde Bir Uzun Selvi,
Kimimiz Nişanlı Kimimiz Evli.
Of Gençliğim Eyvah.

Çanakkale'den çıktım yan basa basa
Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde sıra söğütler
Altında yatıyor aslan yiğitler
Of gençliğim eyvah

Çanakkale'den çıktım başım selamet
Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet
Of gençliğim eyvah

Çanakkale İçinde Aynalı Çarsı,
Ana Ben Gidiyom Düşmana Karsı.
Of Gençliğim Eyvah.


Bu türkü milletimizin hafızasında derin izler bırakmış büyük bir savaşın türküsüdür. Çanakkale, büyük imkansızlıklara rağmen kahramanlığın destanlaştığı bir mücadeledir. Yüzbinlerce şehit verdiğimiz bu savaşta; Anadolu´nun doğusundan, batısından, kuzeyinden, güneyinden, yurdun dört tarafından gönüllü gelmiş genç bir nesil toprağa gömülmüş ama yine de düşmana geçit verilmemiştir.

"Çanakkale içinde vurdular beni/Nişanlımın çevresiyle sardılar beni" dizelerinden anlaşıldığı üzere bu türkünün savaştan önce Çanakkale’de öldürülen bir delikanlının ağzından yakılmış bir ağıt olduğu ve 1. Dünya Savaşı’ndan çok önce söylendiği bilinmektedir. Nitekim, yapılan araştırmalara göre daha savaş başlamadan önce de harbe hazırlanan askerler tarafından bir Çanakkale Türküsü söylendiği tespit edilmiştir. Ancak, Çanakkale savaşları sırasında bu türkünün arasına uygun mısralar katılarak son halini aldığı anlaşılmaktadır.

Çanakkale Harbi sırasında Harbiye Nezareti “harp edebiyatı” kapsamında kimi şiirlerin marş olarak bestelenmesi kampanyası dahilinde Çanakkale’deki askerlerimizin kahramanlık ve fedakarlıklarını anlatan eserlerin yazılmasını teşvik etmiş hatta bu maksatla Temmuz 1915’de edebiyatçı, müzisyen ve ressamlardan oluşan bir heyeti Çanakkale harp sahasına götürmüştür. İşte bu kampanya dahilinde yazılan ve yine bugünkü Çanakkale Türküsünün sözlerini hatırlatan bir diğer şiir Destancı Mustafa’ya aittir. Ayrıca, Kevser Hanım tarafından bestelenen ve ikişer mısralı on iki bentten oluşan benzer bir Çanakkale marşı da bulunmaktadır. Bu marşın sözlerinin üstünde yazan “ Çanakkale Kahramanlarının Hatırası” ibaresi, bu marşın da Çanakkale’deki askerlerimizin kahramanlık hatırasını yaşatmak amacıyla bestelenmiş olduğunu düşündürmektedir.

Destancı Eyüblü Mustafa Şükrü Efendi’nin şiiri ile Kevser Hanım’ın bestelediği sözler arasında benzerlikler geleneğin ortak olarak kullandığı ve pek çok halk şiirinde de rastlayabileceğimiz söz kalıplarından kaynaklanmaktadır. Çünkü halk şiiri ve türküleri meydana getirilirken daha önce bilinenlerden ‘söz kalıpları’ alınır yenilere monte edilirdi. Bu yüzden yeni türkülerde mevcut ses ve söz kalıplarından sıkça faydalanıldığı görülmüştür. Bu nedenle, Çanakkale Harbi sırasında bestelenen “Çanakkale Marşı”, yazılan “Çanakkale Şarkısı”, veya yakılan Çanakkale türküsü” tamamen orijinal olmayıp doğal olarak kendinden önceki birikimden izler taşımaktadır.

Çanakkale bizim millet oluşumuzun ispatı ve özetidir. "Çanakkale İçinde Aynalı Çarsı" türküsü de ölüme giden yüreği yanık kınalı koçyiğitlerin içli ağıtı.

Ey Çanakkale şehitleri ! Sizi unutmadık, unutmayacağız. Allah'ın rahmeti mağfireti üzerinize olsun. 

12 Şubat 2013 
Çanakkale Şehitlerine

Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı şiirin 12 Mart 1921 tarihinde TBMM'de yapılan oylama sonucu İstiklal Marşı olarak kabul edilmesinin üzerinden 92 yıl geçti. O gün büyük şairimiz, verilen 500 liralık ödülü "Ben bu şiiri para için yazmadım." diyerek Türk ordusuna bağışlamış, İstiklal Marşı'nı kitabı Safahat'a niçin koydurmadığı sorulduğunda da "O benim değil, milletimindir." cevabını vermişti.

Evet, İstiklal Marşı aynı zamanda muhteşem bir şiirdir.Ancak, büyük şairimizin dediği gibi o artık ilelebet bu topraklarda yaşayan bizlere, hiç bir ayrım gözetmeksizin hepimize aittir. Mehmet Akifin böyle bir başka destansı şiiri de "Çanakkale Şehitlerine" yazılmıştır. Bu hafta aynı zamanda 18 Mart Çanakkale zaferimizin de 98. yıldönümü olması sebebiye Milli şairimizin o muhteşem şiirini ve ilginç yazılış öyküsünü seçtim konu olarak.

Mehmet Akif Çanakkale Savaşlarını görmedi. Ama onun için en muhteşem abideyi zaferden sonra yazdığı "Çanakkale Şehitlerine (**)" şiiriyle kalemiyle o dikmiştir.

Halbuki, Çanakkale savaşının bütün dehşetiyle sürdüğü günlerde Mehmet Akif Berlin'deydi. Birinci Dünya Savaşında Almanlara esir düşen Müslümanları aydınlatmak için gitmişti. Fakat, Almanların kendisini misafir ettikleri otelde kalmak istememiş "Benim temsil ettiğim milletin evlatları şimdi Çanakkale’de can ve kan pazarında aç açık ve perişan olarak vatan müdafaası yapıyorlar. Onlar her türlü perişanlığın ve yoksulluğun içinde çırpınırlarken, bu otelin rahatlığı beni rahatsız eder. Buradaki lüks bina batar" demişti..

Daha sonra yine önemli bir görevle Arabistan’a geldi. Çünkü İngilizler Müslüman Arapları da Osmanlıdan ayırmak için gayret gösteriyordu. Akif bu kardeşlerimizi de birlik ve beraberliğe, düşmanın sinsi oyununa gelmemeye çağırıyordu.

Ancak, Akif’in yüreği daha ilk günden itibaren Çanakkale’deydi…Binlerce km uzaklıkta adeta onunla yatıyor, onunla kalkıyordu. Her sabah ilk iş olarak Askeri Ataşemiz Binbaşı Ömer Lütfü Beye Çanakkale’nin durumunu sorar, o da her defasında "Akif Bey Allah’tan ümit kesilmez ancak bu şartlarda Çanakkale’de kazanmamız imkansız" derdi.

Zaferden sonra Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Bey ile, Anadolu Bağdat Demiryolu hattının son durağı olan El Muazzam istasyonundaydılar. Başkumandan Vekili Enver Paşanın bizzat yazdırdığı Çanakkale Zaferini müjdeleyen “Çanakkale Savaşında ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor...”telgrafı geldiğinde Kuşçubaşı Eşref Beyin boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Haber bütün yurtta olduğu gibi El Muazzam’da da muazzam bir sevinç yaratmıştı.

Gerisini Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor: «...Ay, bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar.. İşte Çanakkale'ye layık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi... Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasib olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşref! dedi. Gözlerim açık gitmez!.”

İşte Mehmet Akif hiç görmediği Çanakkale’nin zafer destanını da binlerce km uzaklıkta Arabistan’daki El-Muazzama adlı bir küçük tren istasyonunda yazdı. Ateş püsküren çeliğe karşı iman dolu göğsünü siper ederek şahadete koşan kınalı kuzuları Çanakkale Şiiri şiirinde böyle destanlaştırdı.

Onun ve tüm şehitlerimizin ruhu şad olsun...
--------------------------------------
(*) Mehmet Âkif Ersoy,20 Aralık 1873 de doğdu. Arnavut bir baba, Özbek asıllı bir annenin çocuğudur. Veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi ve yüzücüdür. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1. TBMM'de yer almış ve İstiklâl Marşı'mızı yazmıştır. "Vatan Şairi" ve "Milli Şair" unvanları ile anılır. Çanakkale Destanı, Bülbül, Safahat en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil'ür-Reşad) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. 27 Aralık 1936 da vefat etti. İstanbul'da vefat etti.

(**)ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? / En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya / Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,
Ne hayasızca tehaşşüd (yüzsüzce bir yığınak) ki ufuklar kapalı! / Nerde-gösterdiği vahşetle "bu: bir Avrupalı"
Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi / Varsa gelmiş, açılıp mahbesi(hapishanesi), yahut kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer(insanoğlunun bütün kavimleri) / Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında, / Osrtralya'yla (Avusturalya) beraber bakıyorsun; Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk. / Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela…/ Hani tauna da zuldür (veba mikrobunu bile utandırır) bu rezil istila...
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil (soylu yaratık), / Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil(alçak),
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına; / Döktü karnındaki esrarı! Hayasızcasına(içinde gizlediği şeyleri utanmazcasına).
Maske yırtılmasa hali bize affetti (hala bize çok güzel bir yüzdü) o yüz…/ Medeniyet denilen kahbe, hakikat (gerçekten) yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbab (lanet olasının yakıp yıkmak için kullandığı araçlar),/ Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü (ülkeyi) harab.
Öteden saikalar (yıldırımlar) parçalıyor afakı (ufukları); / Beriden zelzeleler kaldırıyor a'makı (derinlikleri);
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; / Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam (ateş),/ Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer / O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer (insan parçaları)...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el,ayak,/ Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,/ Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere (göğüslere),/ Sürü halinde gezerken sayısız tayyare (uçak).
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…/ Kahraman o orduyu seyret ki, bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar (siperler) ister, ne siner hasmından;/ Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram (boyun eğdirebilir ki)? / Çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkam (o sağlam istihkam Allah'ın eseri).
Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler (Güçlü yapılmış yerler bile sarılıp indirilir),/ Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer (Ama, insanın azminin yolunu kesemez insan yapısı eserler);
Bu göğüslerse Huda'nın ebedi serhaddi (İlahi yapının sonsuz sınırı) ;/ "O benim sun'-i bediim (Allah 'o benim en güzel eserim), onu çiğnetme" dedi.
Asım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:/ İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şuheda gövdesi (Şehitlerin gövdesinden oluşmuş), bir baksana, dağlar, taşlar…/ O, (namazdaki) rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,/ Bir hilal (bayrak) uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor (askerler şehit oluyor)!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! / Gökten ecdad (atalarımız) inerek öpse o pak (temiz) alnı değer.
Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid'i (İslam'ı)…/ Bedr'in aslanları (arslan gibi askerleri) ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makber'i (mezarı) kimler kazsın? / "Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab (O tarih kitabı altüst ettiğin çağlara da yetmez)…/ Seni ancak ebediyetler eder istiab (sonsuzluklar kapsayabilir).
"Bu, taşındır" diyerek Ka'be'yi diksem başına; / Ruhumun vayhini (İlahi ilhamını) duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle (örtü diye);/ Kanayan lahdine çeksem (kabrine sersem) bütün ecramıyle (yıldızlarıyla);
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;/ Yedi kandilli Süreyya'yı (Ülker Yıldızı'nı) uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;/ Uzanırken, gece mehtabı (ay ışığını) getirsem yanına,
Türbedarın (Türbenin bekçisi) gibi ta fecre kadar (güneşin doğuşuna dek) bekletsem;/ Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem (avizeni güneşin taze ışıklarıyla silme doldursam;
Tüllenen mağribi (gurubu), akşamları sarsam yarana…/ Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini (son Haçlı Ordusu'nun hamlesini kırarak),/ Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclaline (büyüklüğüne) ettin hayran…/ Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran (hüsran etmek üzreyken),
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;/ Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı (cisimlerde dolaşır ruhun ve) adın;
Sen ki, a'sara (bütün yüzyıllara) gömülsen taşacaksın... Heyhat (Yazık!),/ Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat (savaş)...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber (mezar),/ Sana ağuşunu (kucağını) açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Akif Ersoy 
12 Şubat 2013 
Kardeşlik Türküsü

Mahsun Kırmızıgül'ün Kardeşlik Türküsü adıyla da bilinen "12'den Vuracağım" albümü, 1994 yılında yayınlandı.

Daha sonra Yılmaz Erdoğan'ın muhteşem şiiri ve bir çok ünlü sanatçının seslendirdiği Kardeşlik Türküsü, gülümseten yanlarına rağmen hala çok etkileyici. Bu ara sık sık dinledim. Size de tavsiye ederim.


Ancak, çözüm sürecinin umutları yeşerttiği bu günlerde bana göre aşağıdaki sözler hala güncel ve düşünmeye değer.

Yaralı bir takvimle büyüyor
Üç tarafı hüzünlerle çevrili yurdum,
Genç ölümlerle değişiyor mevsimler
Ve hep aynı toprağa aynı ağıtı söylüyor
Anadoludaki bütün diller....
Ey benim bin yıllık kardeşim unutma;
benimki kanar, senin parmağına çöp batsa.

Yılmaz Erdoğan

Hepimiz kardeşiz bu öfke ne diye
Yaşamak dururken bu kavga ne diye
Dağlar oy oy yollar oy oy
Dağlar oy oy yollar oy oy
Kardeş oy oy
Bir kardeş kardeşi vuruyor ne diye
Bir ana ağlıyor evladım nerede
Dağlar oy oy yollar oy oy
Kardeş oy oy
Susmuyor silahlar feryat var gecede
Dinsin bu gözyaşı bitsin bu işkence
Dağlar oy oy yollar oy oy
Kardeş oy

Kardeşlik Türküsü/Mahsun Kırmızıgül

Aradan yirmi yıla yakın bir zaman geçmiş. Sorun öyle dallanıp budaklanmış ki artık haklı haksız birbirine karışmış, her ocağı her yüreği yakar olmuş bu ateş.

Ama, karanlığın en koyu olduğu an aydınlığa en yakın zamandır derler. Artık bu fitne ateşi sönüyor. Elbette Yılmaz Erdoğan ve Mahsun Kırmızıgül gibi yüzlerce sanatçı, yazar, çizer, bilim insanı, gönül adamı, siyasi bu yangına su döktüler. Görüyorum ki Sayın Başbakan da yüreğini koymuş bu işe. Böylece, nihayet barışın şafağı söktü galiba.

İnşallah yaşanan acıların, akan kan ve gözyaşının artık dinmesi dileğiyle... 

12 Şubat 2013 
Cânım kurbân olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed

Yunus Emre

Yunus Divanı'na bakıldığında Hz. Peygamberle ilgili çok sayıda şiir bulunmaktadır. Bunların bir bölümü başından sonuna kadar ana tema olarak onu ele alır. “Canım kurbân olsun senin yoluna”, “Arayı arayı bulsam izini”,” ‘Aşkın ile 'âşıklar yansın yâ Resûla'llâh”,” Ol âlem fahri Muhammed nebîler serveridir”, ”Çalap nûrdan yaratmış cânını Muhammed'in”, Muhammed'in medhini idelim baş üstüne” mısralarıyla başlayan şiirler bu türdendir. 

Bu şiirler, zaman içinde bestelenerek camilerde, dergahlarda sıkça söylenen güfte özelliği de taşırlar. Bilhassa bu şekliyle dini konularda daha çok şifahi kültüre göre bilgilenmek durumunda kalan geniş halk kitlelerinde çok derin tesirler bırakmıştır. Rahatlıkla denilebilir ki, Anadolu halkındaki samimi Allah ve Peygamber sevgisinin oluşmasında bu şiirlerin tartışmasız bir yeri ve önemi bulunmaktadır.

Yunus Emre, bir sevgi şairi olarak İslam dininin özünü teşkil eden sevgi kavramını, Hak ve Halk sevgisini ve bu bağlam içinde daha özel planda Hz. Peygamber sevgisini dile getiren şiirleriyle şiirimizin en önemli ismi olmuştur.

Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle onun "Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed" adlı şiirini paylaşıyorum.

Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed

Canım kurban olsun senin yoluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed,
Şefâat eyle bu kemter kuluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed

Mü'min olanların çoktur cefâsı,
Ahirette olur zevk-u sefâsı,
On sekiz bin âlemin Mustafâ'sı,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed

Yedi kat gökleri seyrân eyleyen,
Kûrsûn üstünde cevlân eyleyen.
Mi'râcda ümmetin Hak’dan dileyen,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed

Ol çâriyâr anın gökler yâridir,
Anı seven günahlardan beridir,
On sekiz bin âlemin serveridir,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed

Aşık Yunus neyler iki cihânı sensiz,
Sen Hak Peygambersin şeksiz, gümânsız
Sana uymayanlar gider imânsız,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

------------------------------------------------

YUNUS EMRE (1238 - 1320)

Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı Divan ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir.

Yunus Emre'nin şiirinde, dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört önemli sorun bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır ve insan konusunda odaklaştırılır.

Şiirde işlenen konular ise insan, Allah, Varlık Birliği, sevgi, yaşama sevinci, barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eliaçıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır. O, bu kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olarak sergilemiştir.

Gerçekte insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Allah'tır, türlülük bir 'görünüş'tür. Çünkü Cenabı Hak, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır.

Yunus Emre, sevgiyi yaradana ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevginin amacı yüce Rabbe, ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar.

Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Hak ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur.

Yunus Emre'nin dilinde bilge kişinin adı 'eren'dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur.

Evreni yaratıcının bir görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise Cenabı Rabbül Aleminin kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur.

Yunus Emre'nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu'da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir.

Şiirlerinin ölçüsü, 'aruz' olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçe'nin ses yapısına uygun biçimde dile getirir. Onun şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür.

Ona göre önemli olan sözü etkili biçimde söylemektir. Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması, bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. Bu anlamda Yunus Emre'de Türkçe, şiir dili olma yanında, düşünce içeren ve onu açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır. 

12 Şubat 2013 
Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?

Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?

Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?
Hırsızlık; para, malmı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?
Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?
Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?

Victor Hugo

12 Şubat 2013 

İsra ve Miraç

En büyük saadet Mü’min olmaktır
Hidayet Sendendir Ulu Allah’ım
Ebedi selamet Mü’min kalmaktır
İnayet Sendendir affet Allah’ım! 
...
Rahmetin yağsın ki yeşersin sine
Son verelim Rabbim nefrete kine
Senden geldik varış Sanadır yine
Nihayet Sendendir affet Allah’ım!
...
Namaz Miraç’ımız divana durduk
Affına sığındık, mağfiret sorduk
Basiret nurunla gerçeği gördük
Dirayet Sendendir affet Allah’ım!
...
Ne büyük zenginlik kapını çalmak
En büyük mutluluk yolunu bulmak
Ne büyük saadet müslüman olmak
Şerafet Sendendir affet Allah’ım!

Miraç Kandili Dua/Mikdat Bal

Şüphe yok ki "İsra ve Mi'rac" hadisesi peygamberimiz için çok büyük bir mucize olduğu kadar, mü'minler için de bir mihenk taşı ve emsalsiz bir hediyedir.

Zira, o yıl peygamberimiz hem vefakar hayat arkadaşı Hz. Hatice’yi, hem de sevgili amcası Ebu Talibi kaybetmişti. Öte yandan kendisine ve inananlara yapılan zulümler bütün şiddetiyle devam ediyordu. Sabrın sınırlarında gerçekleşen bu muazzam mucize ile Yüce Allah hem sevgili peygamberine hem de bütün mü'minlere kıyamete kadar tükenmez bir teselli ve umut kaynağı olmuştur.

Ayrıca, bu muazzam mucize kendisine iletildiğinde; 'Bunu o söyledi ise doğrudur' dediği için 'SIDDIK' lakabını alan Hz.Ebu Bekir'de de günümüz insanları için ne büyük bir mesaj vardır.

Ve Allah’a inanan bir insan için O’na tevekkül ne güzeldir. Zaman zaman zorluklar yaşayan, sıkıntılarla karşılaşan, bu sebeple de üzüntü ve umutsuzluğa kapılan günümüz Müslümanları için ne güzel bir örnektir Mi'rac.

Sözün özü, Allah’a yönelen (inşallah) kazanmıştır, ona gitmeyen bütün yollar ise dünyada ne kadar gösterişli olursa olsun (ma'zallah) hüsrana çıkar !
12 Şubat 2013 
Allah dostlarından mektuplar...

Katre-i ummana saldık biz bugün ey Niyazi !
Katre ne bilsin Umman olan anlar bizi...

Niyâzî-i Mısrî, 17. yüzyıl Halvetiye tarikatının Niyâziyye veya Mısriyye kolunun kurucusu, büyük bir sûfî tasavvuf edebiyatı ustası şairdir. Asıl adı Mehmet olup, 8 Şubat 1618'de Malatya'nın şimdiki adı Soğanlı köyü olan İşpozi kasabasında dünyaya gelmiştir. Babası, yöresinin önde gelenlerinden Nakşbendiyye tarikatı mensubu Soğancızâde Ali Çelebi'dir.
Dermân arardım derdime derdim bana derman imiş/Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş
Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyû/Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş
Öyle sanırdım ayrıyam dost gayrıdır ben gayrıyam/Benden görüp işideni bildim ki ol cânân imiş
Savm u salât u hacc ile sanma biter zâhid işin/ İnsân-ı kâmil olmağa lâzım olan irfan imiş
Kanden gelir yolun senin ya kande varır menzilin/Nerden gelip gitdiğini anlamayan hayvân imiş
Mürşid gerekdir bildire Hakk'ı sana hakk'al yakîn/Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş
Her mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğradur/Mürşidi kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş
Anla hemân bir söz dürür yokuş değildir düz dürür/Âlem kamu bir yüz dürür gören anı hayrân imiş
İşit Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün/Hakdan ayan bir nesne yok gözsüzlere pünhân imiş

Niyâzî ve Mısrî mahlaslarıdır. Mısrî mahlası tahsilini Mısır'da yaptığından dolayıdır. Çeşitli medreselerde eğitim görmüş ve farklı yerlerde tasavvuf bilgisini geliştirmiştir. 1655 yılında Halveti şeyhi Ümmi Sinan'dan hilafet alarak irşada mezun kılınmış, memleketin pek çok yerinde vaazlar vererek halkı irşad etmeye çalışmıştır.

Şöhreti her yana yayılan Niyazî Mısrî, ordunun maneviyâtını yükseltmek için Sultan IV. Mehmet tarafından Lehistan seferine götürülür. Hakkında ileri sürülen iftiralardan sonra Limni adasına sürülür ve burada onbeş yıl çileli bir hayat yaşar. Ölümünden bir yıl kadar önce affedilir ve Bursa’ya döner. Fakat Bursa Kadısı'nın şikayeti üzerine tekrar Limni’ye gönderilir ve burada vefat eder. 1693 (H.1105)Türbesi de aynı adada ziyaretgahtır.

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı/Ben beni terk eylerim bildim ki ağyâr kalmadı.
[ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı, ben beni terk eylerim bildim ki başkaları kalmadı]
cümle eşyâda görürdüm hâr var gülzâr yok/hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı.
[cümle eşyâda görürdüm dikenlik var gül bahçesi yok,hep gülistân oldu âlem şimdi hiç dikenlik kalmadı.]
gece gündüz zâr u efgân eyleyüb inlerdi dil/bilmezem n’oldu kesildi âh ile zâr kalmadı.
[gece gündüz ağlayıp efgân eyleyip inlerdi gönül, bilmiyorum n’oldu kesildi âh ile zâr kalmadı.]
gitti kesret, geldi vahdet oldu halvet dost ile/hep Hakk oldu cümle âlem çarşı pâzar kalmadı.
[gitti kesret, geldi vahdet oldu halvet dost ile, hepAllah teâlâ oldu cümle âlem çarşı pâzar kalmadı.]
dîn diyânet âdet ü şöhret kamu vardı yele/ey niyâzî n’oldu sende kayd-ı dindâr kalmadı.
[din ve din işleri âdet ü şöhret hepsi vardı havaya uçtu,ey niyâzî n’oldu sende dindârlık kelepçesi kalmadı.]

Türkçe ve Arapça manzum ve mensur on ciltten fazla eseri bulunmaktadır. Aruz ölçüsü ile yazdığı şiirlerinde genellikle Nesimî ve Fuzulî’nin, heceyle yazdığı şiirlerinde ise Yunus Emre’nin etkisinde kaldığı görülür. Divanı’nın yanı sıra, “Risaletü’t-Tevhid, Şerh-i Esma-i Hüsnâ, Sûre-i Yusuf Tefsiri, Şerh-i Nutk-ı Yunus Emre, Risale-i Eşrât-ı Saat, Tahir-nâme, Fatihâ Tefsiri, Sûre-i Nûr Tefsiri” eserlerinden bazılarıdır.

Allah rahmet eyleye. 

12 Şubat 2013 
Gülü incitme gönül

Tüten ocağı bozma, Külü incitme gönül.
Sahibi hürmetine Kulu incitme gönül.

Bu akşam Orhan Hakalmaz'dan bir Türkü (1) dinledim. İftar saatiydi ve bağlamanın telleri hüzünlü ve içli bir sese eşlik ediyordu.

Çiçeklerle hoş geçin, balı incitme gönül,
Bir küçük meyve için, dalı incitme gönül.

Gönlüm yıkandı adeta. Sözleri de çok anlamlıydı doğrusu. Yunus'un şiirlerine benziyordu ama şimdiye kadar hiç duymamıştım.

Sevmekten geri kalma, yapan ol, yıkan olma
Sevene diken olma, gülü incitme gönül.

Kulak verdim konuşulanlara meğer herkes gibi ben de yanılmışım. Şiir Bestami Yazgan (2) adlı bir şaire aitmiş.

Tabi sonrasında Türküyü defalarca dinledim, gerçekten çok duygulu ve güzeldi. Ayrıca Bestami Yazgan'ı da araştırdım. Meğer bazı şiirleri ders kitaplarında da yer alan şair'in böyle bir çok şiirine de beste yapılmış.

Orhan HAKALMAZ tarafından seslendirilen ve sanatçının son albümünde yer alan
"Gülü İncitme Gönül" türküsü de bunlardan bir tanesiymiş.

Konuşmak bize mahsus, olsa da bir güzel süs,
Ya hayır de, ya da sus, dili incitme gönül.

Eyvallah ! Doğru söze başka ne denir.

(1) http://www.youtube.com/watch?v=NHsdX04imjQ

(2) Şair, yazar ve öğretmen olan Bestami Yazgan 1957 yılında Osmaniye'nin Toprakkale ilçesinde doğdu ve 1978 yılında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. Güneysu Kültür Sanat ve Edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliğini de yapan şair halen Özel Bahçelievler İhlas Koleji'nde edebiyat öğretmeni. Evli ve dört çocuk babası.

Şiir, masal ve hikaye türlerinde altmış eseri bulunan yazar; 1994 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından "Çocuk Edebiyatı" alında "Yılın Yazarı", 2003 yılında Çocuk Edebiyatçıları ve Yayıncıları Birliği tarafından "Yılın Şairi" seçildi. Şiir dalında yurt içi ve yurt dışında birçok ödül aldı. 

12 Şubat 2013 
Bir seher vakti körfezde...

Bu sabah tatlı tatlı esen körfez esintisinde seher vaktinin doyulmaz lezzetini hissediyorum. Ufukta şafak sökmüş gün ağarıyor. Kuşlar cıvıl cıvıl uçuşuyorlar.Henüz insanlar uykuda, günün şamatası başlamamış.Ben Rabbime ilticadan daha yeni kalkmışım. O ne güzel sahne, o ne müthiş hal Allahım ! Ciğerlerim gibi içim de tazelenip doluyor. Bir şiir mırıldanıyorum öylesine...

Seher vakti, tatlı tatlı esersin/ Bir başka güzelsin seherin yeli
Gül olur burnuma bir hoş tütersin / Bir başka güzelsin seherin yeli (Seherin yeli /Aşık Komani)

Yetmiyor bir türkü dolanıyor dilime. Zara'dan dinlemiştim: "Seher Yeli Nazlı Yare" (Kul Ahmet Pazarcık) Dudaklarımda bir terennüm, gözlerim güneşin yavaş yavaş doğduğu ufuk çizgisinde. Kaz dağları karşımda mavi bir gölge gibi yükseliyor. Başında kardan beyaz bulutlar var. İçim uhrevi bir hazla titriyor. Bugün Cuma ve bayram. Böyle kutlu bir 30 Ağustos sabahını ciğerime çektiğim taze hava ve hanımeli kokusuyla an be an yaşıyorum. Türkü bir su gibi duru ve berrak akıyor dilimden...

Seher yeli nazlı yare/Bildir beni bildir beni
Düşmüşem elden ayağa (ayaktan)/Kaldır beni kaldır beni

Ok vurup sinem dağlatma/Didemde nemi çağlatma
Gel yeter beni ağlatma/Güldür beni güldür beni

Söyle güzeller şahına/Yüz süreyim dergahına
Zehir olam (olan) kadehine/Doldur beni doldur beni

Kul Ahmed'im gönül versem/Dalında (bağında) gülünü dersem
Senden başka (gayrı) yar seversem/Öldür beni öldür beni

Şimdi esen yel hafiften sallıyor ağaçların dallarını. Güneş te yavaşca sıyrıldı dağların ucundan. Etrafta kumrular ötüşüyor duyuyorum. Kırlangıç kuşları coşku ile oynaşıyorlar. Allaha şükrediyorum...

Seher vakti ve türkü olur da Neşet Ertaş hatırlanmaz mı ? O da sökün ediyor tabi usul usul gönlüme. Mırıldanıyorum:

Seher vakti çaldım yarin kapısını/Baktım yarin kapıları sürmeli
Boş bulmadım otağının yapısını/Çıka geldi bir gözleri sürmeli

Aslanım eller eller/Kokuyor güller güller
Ne bilsin eller eller/Perişan haller

Açtırdım kapıyı girdim içeri/Aklımı başımdan aldı o peri
Dedim sende buldum halis cevheri/Dedi yok yok bir mehenge sürmeli

Aslanım eller eller/Kokuyor güller güller
Ne bilsin eller eller/Perişan haller

Hep gönüller muradıdır aşığın/Nöbeti bekliyen alır keşiğin
Beklemeli o sultanın eşiği/Günde yüzbin kere yüzler sürmeli

Aslanım eller eller/Kokuyor güller güller
Ne bilsin eller eller/Perişan haller

Agahi karıştırır kanı yaş ile/Dost bulunmaz hayal ile düş ile
Yetilmez menzile bu gidiş ile/Hemen aşk atına binip sürmeli

Aslanım eller eller/Kokuyor güller güller
Ne bilsin eller eller/Perişan haller

Perişan haller...Perişan haller...Birden bir hüzün çöküyor kalbime. Benim doya doya yaşadığım bu cuma ve zafer sabahında doğan güneşle birlikte dünyanın bütün acı çeken insanları, bütün mazlumları için dua ediyorum... 
12 Şubat 2013 
İki muhteşem garip

Bir makale yarışmasına katılıp birinci olan genç bir delikanlı Mirza Şamil. Ünlü mütefekkir ve şair Necip Fazıl hakkında yazmış.

Onunla ilgili haber ve fotoğrafları gözden geçirirken, bir taraftan da kulağım TRT Müzik kanalında büyük usta Neşet Ertaş'ın ölüm yıldönümü dolayısıyla düzenlenen programda idi. Birden fark ettim ki her iki "üstad" da benzer bir sıfatla çok yakından ilgililer; "Garip !"

Necip Fazıl'ı hayattayken tanımış, dinlemiş talihli insanlardan biriyim. O bizim gençliğimizin kalemi kılıçtan keskin üstadı, şiir dünyamızın "sultan üş Şuara"sıydı, ama aynı adam, davasının da bir "garib"iydi.

O bizim için "tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum/gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" diyerek otuzundan sonra hayatını davasına adayan abide bir şahsiyetti. Ama o kendisini ve neslini garip görüyordu.
….
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya/Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
……..
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun/Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

Neşet Ertaş ta elime saz aldığımda öğrendiğim ilk türkünün sahibi ve muhteşem bir saz üstadıydı, ama türkülerinde "garip" mahlasını kullanırdı. "… Garibim Derdimin Dermanı Yoktur/Hata Benim Günah Benim Suç Benim.." O da zamanımızın büyük bir gönül adamı, Yaşayan İnsan Hazinesi, Türkiye Cumhuriyeti Üstün Hizmet Madalyası sahibi, bozkırın tezenesi, muhteşem bir saz ve söz üstadıydı, ama "abdal" geleneğinin son temsilcisi, mütevazi bir "garip" halk ozanıydı.

"Garibim Geldik Gitmeye /Muhabbetimiz Bitmeye/Yar İle Sohbet Etmeye /Doyulur Mu Doyulur Mu"

Üstad Necip Fazıl da hayatında bugünün Başbakanına, Cumhurbaşkanına çok şey katmış, geleceğin Mirza Şamil'leri için didinip durmuş "garip" bir dava adamıydı.

"Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam/Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam.." bu duygularını çok iyi ifade eder. Bu özlemini 1975 yılında "Gençliğe Hitabe" de şöyle dile getirmişti: "bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik...zaman bendedir ve mekân bana emanettir! şuurunda bir gençlik...bu gençliği karşımda görüyorum. Maya tutması için otuz küsür yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah'a hamd etme makamındayım…Genç adam! bundan böyle senden beklediğim, manevî babanın tabutunu musalla taşına, anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymandır.

surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!/ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!..Allah'ın selâmı üzerine olsun!"

Bugün büyük Usta Neşet Ertaş'ın Birinci Ölüm Yıl Dönümü... 'Neredesin Sen', 'Gönül Dağı', 'Gönlüm Ataşlara Yandı Gidiyor' gibi bir çok türküsüyle 7'den 70'e herkesin gönlünde taht kuran Neşet Ertaş'ın mezarının baş kitabesinde:

“Sakın ola ha İnsanoğlu, incitme canı incitme. Her can bir kalp Hakka bağlı, incitme canı incitme. Sevgi, Saygı, Hoşgörü” yazısı var. Altında da “Garip” Neşet Ertaş yazıyor.

Bu güzel türkü de işte bu garip ama güzel insana ait;

"Gel sevelim sevileni seveni/Sevgisiz suratlar gülmüyor canım/Nice gördüm dizlerini döveni/Giden ömür geri gelmiyor canım
Özü gülmeyenin yüzü güler mi/Sevgisiz muhabbet Hakk'a değer mi/Seven insan kaşlarını eğer mi/Zorunan güzellik olmuyor canım
Sevgi haktır seven alır bu hakkı/İçi güler dıştan görünür farkı/Sevmeyene akmaz sevginin arkı/Boş lafla oluklar dolmuyor canım
Bir zaman aşıkken sen de sevmiştin/O anda dünyayı nasıl görmüştün/Sanki cennetin bağına girmiştin/Çokları bu hakkı bilmiyor canım
Aşkın ateşine yandım alıştım/Bu ateş içinde aşkla tanıştım/Doğru mu yanlış mı deyi danıştım/Sevgisiz hakka kul olmuyor canım
Sevenin içinde yanar ışıklar/Kaybolur karanlık tüm dolaşıklar/Garibim sevenler bunca aşıklar/Boş hayale boşa yelmiyor canım"

Hem Neşet Usta hem de Necip Fazıl Üstad gibi muhteşem garipler bize ve kültürümüze çok şey kattılar. Onları minnetle, şükranla ve rahmetle anıyoruz.

Ankara'daki ödül töreninde Mirza'yı dinleyenler şunu söylemişler; "artık gözümüz açık gitmeyecek, Mirza Şamil'ler olduğu müddetçe bizim geleceğimizi kimse karartamayacak." Ben de aynı şekilde düşünüyorum, bu ülkenin binlerce Necip Fazılı, binlerce Neşet Ertaş'ı var. Evet ! Allaha şükürler olsun, ekilen tohumlar fidan oldu, dal budak saldı göğe doğru. Şimdi garip değiliz; fikrimiz de var, türkümüz de 
12 Şubat 2013 
Gönül dediğin

gönül nedir bilene gönül veresim gelir.../ gönülden bilmeyene hissiz diyesim gelir...

Bu dize büyük bestekar Sadettin Kaynak'a ait nihavend bir eserden. “Gönül “ hakkında çok zarif bir tanımlama var burada. Sevgi, istek, duygu, hatır vb. gibi kalpte oluşan güzel duygulara sahip kişiyi severim, gönül ehli olmayan bence ne sever ne de sevilir diyor.

Bu duygularla dolu bir şarkısında (Güneş Tutulması) İlhan İrem [1] aşkını kainatla eş tutuyor ve sevdiğinin gönlüne sunuyor şu sözlerle :

Bırak ta tüm kainat / Gönlümden sana aksın

Sözlüklere göre gönül; Sevgi, istek, arzu, düşünüş, anma, hatır vb. kalpte oluşan duyguların kaynağıdır. Daha geniş anlamda duyguların, ruhsal kıpırdanmaların, iç çabaların taşıyıcısıdır gönül.

Kişiyi Allah’la, insanla ve dünyayla içten bir ilişki içine koyan, ruhun derinliklerindeki güç olarak da tanımlanmaktadır.

Bir köy şairi olan Ruhsati [2] ömrünün hemen hemen tamamını köyünde geçirmiş olmasına rağmen şiirlerinde duygular, inançlar, düşünceler, dertler ve istekler gibi konular üzerinde söz söylemiştir. Aşağıdaki türkü de bunlardan biri.

Mevlam Kanat Vermiş Uçamıyorsun / Bu Nefsin Elinden Kaçamıyorsun
Ruhsati Dünyadan Geçemiyorsun / Topraklar Başına Vay Deli Gönül

Ona göre gönül, nefsin ağırlığıyla uçamayan, dünyaya takılı kalmış, bu yüzden de “deli” sıfatıyla nitelendirilmiştir. Sonu toprak olacaktır.

Gönlün kalple çok derin bir ilgisi var. Bu konuda ilim sahibi kişilere göre kalb, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası değil, buna, yürek demek daha doğruymuş. Kalb, yürekte bulunan öyle bir enerjiymiş ki buna gönül [3] denirmiş. Yani yürek ampule, ışığı da kalbe benzetilmiş.

Aslında zordur gönülle uğraşmak. Dertlendirir, farklı bir hüznü vardır. Ama ondan da kopamazsınız. Çünkü o gittiği zaman, gönülle de bir işiniz kalmaz. O yüzden sık sık onunla dertleşirsiniz, adeta nasihat verirsiniz ona. Aslında seslenişiniz kendinizedir. Bunu en güzel ifade eden sözlerden biri de Aşık İzzet Savaş’ın [4] bir türküsünde yer alıyor.

Gel Ha Gönül Havalanma / Engin Ol Gönül Engin Ol
Dünya Malına Güvenme / Engin Ol Gönül Engin Ol
Şu Dünyanın Hali Böyle / Yalan Yahşi Geçer Şöyle
Söyledikçe Engin Söyle / Engin Ol Gönül Engin Ol

Sanki bir melankolidir sizi gönüle bağlayan.Kendinizle baş başasınızdır. Konuşursunuz içten içe, dertleşirsiniz. Soyut bir kavram olduğu halde böyle içsel bir gücü vardır bu kelimenin.

Gönül tek başına olmaz. Onunla hemhal iseniz, yalnız değilsinizdir artık. “o” da vardır. o'nun içinizdeki yansımasıdır gönül. Bir bakıma o'nu benliğinize bu şekilde kabul ettirmiş olursunuz.

Gönülden gönüle yol gider derler / Onu sürmeğe bir hoşca can gerek
Gönülden gönüle yol gider derler/Şair Dadaloğlu [5]

Gönül, kültürümüzde çok sayıda içli, acılı durumlarda da kullanılmış.Örneğin gurbet halleri de bunlardan biri. Ölümden zor olan ayrılık yazıldıysa çekilecektir. Ancak gurbetsiz aşkı düşünmek zordur. Çünkü gurbet garipliktir, hasrettir, hüzündür. Gurbetten sılaya yol da, çoğu kez insanı hüzünlendirir. Bu yüzden Dadaloğlu’nda gurbet gönülden gönüle yol olmuş, söylenmiş.

Garip denilince, gönül denilince, yol denilince Neşet [6] ustayı hatırlamamak elde mi ? Gönül dağını, gönülden gönüle giden gizli yolları.

gönül dağı yağmur yağmur boran olunca / akar can özümde sel gizli gizli
bir tenhada can cananı bulunca
sinemi yaralar yar oy / dil gizli gizli dil gizli gizli
dost elinden gel olmazsa varılmaz / rızasız bahçenin gülü derilmez
kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
gönülden gönüle gider yar oy / yol gizli gizli yol gizli gizli
seher vakti garip bülbül öterken / kirpiklerin oku yar yar cana batarken
cümle alem uykusunda yatarken
kimseler duymadan yar oy / gel gizli gizli gel gizli gizli

Böylesi güzel türkülerde, şiirlerde hep sevdalar arasında, hatta ruh ile beden arasında da bir köprü olarak görülmüş gönül.

Böyle bir kelime, başka dillerde var mıdır bilmiyorum, ancak varsa da bile bizim “gönlümüz” gibi değildir herhalde.

-------------------------
[1] İlhan İrem 1955 yılında Bursa'da dünyaya geldi. Ortaokulda solfej ve şan dersleri almaya başladı ancak müzik hayatına girmesi, 1969 yılında (14 yaşındayken) üst dönemler tarafından okul orkestrasına solist olarak seçilmesi ile oldu. 1970 yılında mensubu olduğu Meltemler Orkestrası, Milliyet Gazetesi'nin düzenlediği Liselerarası Müzik Yarışması'nda Marmara bölgesi birinciliği kazandı.1973 yılında kendi imkânları ile Diskotür firmasına yaptığı ilk 45'liği "Birleşsin Bütün Eller - Bazen Neşe Bazen Keder" ile beklediği başarıyı yakalayamadı. Plak firmasının bestelerini başka sanatçılara söyletme isteğini geri çevirdikten sonra yapmış olduğu ikinci 45'liği "Yazık Oldu Yarınlara - Haydi Sil Gözlerini" genç sanatçıyı bir anda Türkiye'deki en popüler sarkıcılardan biri yaptı. [5] 1975 yılında yayınlanan üçüncü 45'liği "Anlasana" ile başarısını devam ettirdi.İlhan İrem, 3 kez Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finallerine katıldı. "Bir Yıldız" [40] adlı bestesi 1979 Eurovision Türkiye finaline kaldı.
Yapıştırma kaynağı <http://www.antoloji.com/gunes-tutulmasi-siiri/> Gönül
[2] Ruhsati, asıl adı Mehmet olan köy şairi. Sivas'ın Deliktaş bucağında 1835 yılında doğmuş ve ömrünün hemen hemen tamamını burada geçirmiştir.
Şiirlerinde Ruhsat Baba, Aşık Ruhsat, Ruhsat ve çogunluka Ruhsati mahlaslarını kullanmıştır. Ruhsati, saz çalamayan bir aşıktır. Ömrü boyunca birçok aşıkla karşılaşmış ve atışmıştır.
Ruhsati, şiirlerinin çoğunu hece vezni ile yazmıştır. Ömer, Dertli, Emrah, Seyrani gibi aşıklara uyarak aruz vezni ile yazdığı da olmuştur. Aruz vezni ile yazdığı şiirlerinde olaylara ve mistik düşüncelere yer vermiştir. Ancak Ruhsati asıl başarısını hece vezni ile göstermiştir. Şiirinin başlıca konuları; halkın duyguları, inançları, düşünceleri, dertleri, istekleri gibi toplumsal ve ferdi konulardır. Şiirleri genellikle köy hayatının özelliklerini yansıtmışlardır
Yapıştırma kaynağı <http://tr.wikipedia.org/wiki/Ruhsati>
[3] Gönül insanlarda bulunur, hayvanlarda bulunmaz. Bedendeki bütün aza, kalbin emrindedir. His uzuvlarımızın duydukları bütün bilgiler kalbde toplanır. İnsanın, inanmak, sevmek, korkmak, kalbindedir. İman de edebilir, küfür de. Yürekli cesur demek iken, kalbi var veya kalbli demek yüreği hasta demektir. Yüreksiz, cesaretsiz, korkak demek iken, kalbsiz, merhametsiz demektir. Gönül kalb demek ise de, gönülsüz demek, kalbsiz demek değildir. Gönülsüz isteksiz demektir.
[4] 1928 yılının bir kış gününde Sivas Şarkışla’ya 23 km uzaklıkta Emlek Hüyük Köyünde dünyaya geldi. Askerlik dönüşü ustası Ali İzzet Özkan'ın teşvikiyle saz çalıp türkü söylemeye başladı. Onunla belli zamanlarda köyleri kentleri dolaştı. Yöre ozanlarından başta Âşık Veysel olmak üzere Âşık Hüseyin, Âşık Aziz Üstün, Âşık Hasan Yüzbaşıoğlu ve Âşık Hasan Devrani gibi ozanlarla yol arkadaşlığı yaptı. Aşık Ali İzzet Savaş 11 Eylül 2004 tarihinde hakka yürüdü.
Yapıştırma kaynağı <http://www.facebook.com/photo.php?fbid=557365307614519&set=a.557364300947953.129682.100000231642659&type=1&theater
[5] Kayseri'nin Tomarza ilçesinde doğup 19. yüzyılın ortalarında öldüğü bilinmektedir. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgi yoktur. Oğuzların Avşar boyundandır.
Dadaloğlu'nun şiirleri, yerleşik hayata geçmek istemeyen Türkmen aşiretlerinin sesi ve sözlü tarihi sayılabilir. Dadaloğlu'nun Çukurova, Kozan, Binboğa ve Gavurdağı yöresinde konar-göçer bir halk ozanı olarak yaşadığıdır.
Yapıştırma kaynağı <http://www.antoloji.com/gonulden-gonule-yol-gider-derler.../>
[6] Neşet Ertaş, 1937 yılında Kırşehir Çiçekdağı'nda doğdu. Halk ozanı ve halk müziği şarkıcısı. Abdallık geleneğinin son büyük temsilcisi. Yaşar Kemal'in adlandırmasıyla "bozkırın tezenesi". Gönül Dağı türküsünü 1999 yılında yaptı. Yaşayan İnsan Hazinesi, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Üstün Hizmet Madalyası sahibi. 25 Eylül 2012'de İzmir de vafat etti.

Görsel düşünceler
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

12 Şubat 2017


HAN DUVARLARI (1)

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
Han duvarları/Faruk Nafiz Çamlıbel
(Devam edecek)

Görsel düşünceler II
 albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

12 Şubat 2019


Senede bir gün değil; her daim ve her şartta sevenlere

Aşk olsun...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder