Sultanu'ş-şuara Bâki
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
1526 yılı en ihtişamlı dönemini yaşayan Osmanlı'nın Muhteşem Süleyman'ının tahta geçtiği yıldır. Aynı yıl Fatih Camii müezzinlerinden 'karga' lakaplı Mehmet Efendi'nin bir oğlu gelir dünyaya. Sadece 16. Yüzyıla değil, sonraki yüzyıllara kendi orijinal söyleyiş ve ustalığıyla damgasını vuracak, şiirde çığır açıcı bu bebeğe "Mahmut Abdulbaki" ismi verilir.
Çocukluğunda saraç çıraklığı yapmış, ancak ailesinden gizli gizli medreseye gitmişti. İlme olan tutkusu fark edilince de ailesi medreseye devam etmesine izin vermiş, kendi gayretleri ile iyi bir eğitim görmüştür. Fakat, eğitimi boyunca şiire olan ilgisi de giderek artmış ve güçlü kaleminin ünü de böylece yayılmaya başlamıştır. Eğitimini tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik yapmıştır.
1554'te Nahçıvan seferinden dönmekte olan hükümdara bir kaside sunarak onun dikkatini çekmeyi başarır. Kendi Mahlası da Muhibbî olan ve şiirden anlayan Kanunî Bâki'nin sanatkarlığını takdir etmiş ve kendi şiirlerini ona göstermek istemiştir. Böylece Kanuni Sultan Süleyman tarafından İstanbul’a getirtilen, onun himaye ve lütfunu kazanan Bâki "Zahm-ı sinemden okun parelerin hep alma/Dursun Allah'ı seversen hele bir pare meded" gibi redifli gazelde olduğu gibi padişahın şiirlerine de nazireler yazmıştır. Fakat, şair hayatı boyunca çeşitli dönemlerde devlet hizmetinde bulunmuş, kadılık, kazaskerlik gibi makamlarda görev yapmıştır.
En bilinen beyitlerinden olan "Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal/Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş" beytini içeren şiiri bir gazel formundadır.
Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i Hümâ imiş / İklim-i hüsne anın içün pâdişâ imiş
Bir secde ile kıldı ruh-i âftâbı zer / Hak-i cenâb-ı dost aceb kîmyâ imiş
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Görmez cihânı gözlerimiz yârı görmese / Mir'ât-ı hüsni var ise âlem-nümâ imiş
Zülfün esîri Bâkî-i bîçâre dostum / Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş
Şair Bâki, kendine ait üslûbuyla, o döneme kadar Fars şairlerinin taklit edilme ve ûstad sayılma özelliklerini ortadan kaldırmış, döneminde ve sonraki yüzyıllarda da üstad sayılan ve taklit edilen bir şair olmuştur.
Gazel
Ferman-ı aşka can iledür inkiyadumuz /Hükm-i kazaya zerre kadar yok inadumuz
(Aşkın fermanına boyun eğmekliğimiz ta candan ve yürektendir. Bu uğurda alın yazımıza karış zerre inadımız ve karşı koymamız söz konusu değildir. )
Baş eğmezüz edaniye dünya-yı dun içün / Allah'adur tevekülümüz i'timadumuz
(Şu alçak dünyanın birtakım geçici menfaatleri uğruna aşağılık kimselere boyun eğmeyiz. Bu yolda bütün tevvekülümüz, bütün güvencimiz Allah'adır. O'nun hükmüne rıza gösteririz.)
Biz mükteka-yı zerkeş-i caha dayanmazuz / Hakk'un kemali lütfunadır istinadumuz
(Biz geçip gidici mevkii ve makam ile makam ile edin,lmiş altın işlemeli yastıklara sırtımızı verip dayanmayız. Bütün dayanağız Cenabıhakk'ın noksansız ve sınırsız lütfunadır. )
Minnet Huda'ya devlet-i dünya fena bulur / Baki kalur sahife-i alemde adumuz
(Dünya devleti geçip gider ve yok olur ama Allah'a binlerce şükürler olsun ki, bizim adımız alemin sayfasında Baki kalır. )
Bâkî neşeli, zarif, hoş-sohbet, nükteci, şakacı, bir şahsiyete sahipti. Nerede olursa olsun doğruyu söylemekten çekinmez biriydi. Bu itibarla bazen kırıcı olabiliyordu.
Ey gönül
Erkanı devlet içre hemet kalmadı
Kimden umarsın kerem
Ehli mürüvvet kalmadı
Nefsi nefsine oldu alim
cümlesi hayret dir
Kimseden kimseye
hiç derman ve takat kalmadı
Nitekim bir defasında Sultan Süleyman da kendisine kırılmış ve onu Bursa’ya sürmüştü. Padişah bu kıymetli şaire haber gönderirken maksadını da şairce bildirmişti.
Bâkî bed/Bursa’ya red/Nefy-i ebed/Azm-i bülend (Huyu kötü olan Bâkî’yi Bursa’ya sürdüm. Orada devamlı kalsın. Yüksek kararım budur.)
Fakat padişahın bu hükümdarca ve ağır ifadelerine karşı şiirin sultanından cevap gecikmemiştir.
N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî
Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî
Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ
Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî
Buna rağmen Bâki'nin saraya hep yakınlığı devam etmiştir. Kanunî Sultan Süleyman dan sonra 2. Selim ve 3. Murat zamanlarında da hem saraydan hem halktan büyük bir itibar ve ilgi görmüştür.
Gazel.2
Hattım hisabın bil dedin gavgalara saldın beni / Zülfüm hayalin kıl dedin sevdalara saldın beni
(Yanağımdaki ayva tüylerinin hesabını bil dedin beni kavgalara saldın, saçlarımı hayal et dedin, beni sevdalara saldın.)
Geh ebr veş giryan edip geh bad veş püyan edip / Mecnun-ı sergerdan edip sahralara saldın beni
(Kah bulut gibi ağlattın, kah bir rüzgar gibi o taraftan bu tarafa savurttun, şaşkın mecnûn ettin beni sahralara saldın)
Vaslım dilersin çün dedin lutf edeyin olsun dedin / Yarın dedin birgün dedin ferdalara saldın beni
(Kavuşmayı diliyorsun, mâdem dedin, lütf edeyim, olsun (bari) dedin; Yarın dedin, bir gün dedin, yarınlara saldın beni!)
Vefatından önce bu kadar ilgi ve alâka gören sanatçı azdır. 1600 yılında, İstanbul’da ölmeden çok önce “Sultanüş’şuâra” yani “Şairlerin Sultanı” diye anılagelmiştir. Son Şiiri şöyledir.
Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var / Yakında adem dirler bir şehre azîmet var
(Dünyanın süslerinden el çekmeye niyetim var. Yakında yokluk derler bir şehre seyahatim var )
Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım / Ârâm idemez oldum efkâr-ı seyâhat var
(Uçtu gitti bu göklerden inleyen gönül kuşum. Fırsat bulamaz oldum yolculuk kederim var )
Nûş eylese bir âşık tâ haşre dek ayılmaz/Bezm-i feleğin bilmem câmında ne hâlet var
(İçse bir aşık -ta kıyamete kadar ayılmaz. Feleğin meclisinde -bilmem kadehinde ne haller var )
Bu hâlet ile ey dil sağ olmada âlemde/Derd ü gam-ı dilberle ölmekte letâfet var
(Bu haller ile ey gönül sağ olmaktansa alemde. Dilberlerin gam derdinden ölmekte incelik var)
Gitdükçe harâb eyler mülk-i dil-i vîrânı/Dehrün bu cefâsından bir şâha şikâyet var
(Gittikçe viran gönül ülkesini harap ediyor. Zamanın bu cefasından bir şaha şikayet var )
Ser terkine kâ'ildir dünyâya gönül virmez/Terk ehlinin ey Bâkî başında sa'adet var.
(Baş vermeye razıdır da dünyaya gönül vermez. Ayrılık ehlinin ey Bâkî başında saadet var.)
Çanakkale İçinde Aynalı Çarsı
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of gençliğim eyvah
Çanakkale köprüsü dardır geçilmez
Al kan olmuş suları bir tas içilmez
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde bir dolu testi
Anneler babalar ümidi kesti
Of gençliğim eyvah
Çanakkale Üstünü Duman Bürüdü,
On Üçüncü Fırka Harbe Yürüdü.
Of Gençliğim Eyvah.
Çanakkale İçinde Bir Uzun Selvi,
Kimimiz Nişanlı Kimimiz Evli.
Of Gençliğim Eyvah.
Çanakkale'den çıktım yan basa basa
Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde sıra söğütler
Altında yatıyor aslan yiğitler
Of gençliğim eyvah
Çanakkale'den çıktım başım selamet
Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet
Of gençliğim eyvah
Çanakkale İçinde Aynalı Çarsı,
Ana Ben Gidiyom Düşmana Karsı.
Of Gençliğim Eyvah.
Bu türkü milletimizin hafızasında derin izler bırakmış büyük bir savaşın türküsüdür. Çanakkale, büyük imkansızlıklara rağmen kahramanlığın destanlaştığı bir mücadeledir. Yüzbinlerce şehit verdiğimiz bu savaşta; Anadolu´nun doğusundan, batısından, kuzeyinden, güneyinden, yurdun dört tarafından gönüllü gelmiş genç bir nesil toprağa gömülmüş ama yine de düşmana geçit verilmemiştir.
"Çanakkale içinde vurdular beni/Nişanlımın çevresiyle sardılar beni" dizelerinden anlaşıldığı üzere bu türkünün savaştan önce Çanakkale’de öldürülen bir delikanlının ağzından yakılmış bir ağıt olduğu ve 1. Dünya Savaşı’ndan çok önce söylendiği bilinmektedir. Nitekim, yapılan araştırmalara göre daha savaş başlamadan önce de harbe hazırlanan askerler tarafından bir Çanakkale Türküsü söylendiği tespit edilmiştir. Ancak, Çanakkale savaşları sırasında bu türkünün arasına uygun mısralar katılarak son halini aldığı anlaşılmaktadır.
Çanakkale Harbi sırasında Harbiye Nezareti “harp edebiyatı” kapsamında kimi şiirlerin marş olarak bestelenmesi kampanyası dahilinde Çanakkale’deki askerlerimizin kahramanlık ve fedakarlıklarını anlatan eserlerin yazılmasını teşvik etmiş hatta bu maksatla Temmuz 1915’de edebiyatçı, müzisyen ve ressamlardan oluşan bir heyeti Çanakkale harp sahasına götürmüştür. İşte bu kampanya dahilinde yazılan ve yine bugünkü Çanakkale Türküsünün sözlerini hatırlatan bir diğer şiir Destancı Mustafa’ya aittir. Ayrıca, Kevser Hanım tarafından bestelenen ve ikişer mısralı on iki bentten oluşan benzer bir Çanakkale marşı da bulunmaktadır. Bu marşın sözlerinin üstünde yazan “ Çanakkale Kahramanlarının Hatırası” ibaresi, bu marşın da Çanakkale’deki askerlerimizin kahramanlık hatırasını yaşatmak amacıyla bestelenmiş olduğunu düşündürmektedir.
Destancı Eyüblü Mustafa Şükrü Efendi’nin şiiri ile Kevser Hanım’ın bestelediği sözler arasında benzerlikler geleneğin ortak olarak kullandığı ve pek çok halk şiirinde de rastlayabileceğimiz söz kalıplarından kaynaklanmaktadır. Çünkü halk şiiri ve türküleri meydana getirilirken daha önce bilinenlerden ‘söz kalıpları’ alınır yenilere monte edilirdi. Bu yüzden yeni türkülerde mevcut ses ve söz kalıplarından sıkça faydalanıldığı görülmüştür. Bu nedenle, Çanakkale Harbi sırasında bestelenen “Çanakkale Marşı”, yazılan “Çanakkale Şarkısı”, veya yakılan Çanakkale türküsü” tamamen orijinal olmayıp doğal olarak kendinden önceki birikimden izler taşımaktadır.
Çanakkale bizim millet oluşumuzun ispatı ve özetidir. "Çanakkale İçinde Aynalı Çarsı" türküsü de ölüme giden yüreği yanık kınalı koçyiğitlerin içli ağıtı.
Ey Çanakkale şehitleri ! Sizi unutmadık, unutmayacağız. Allah'ın rahmeti mağfireti üzerinize olsun.
Çanakkale Şehitlerine
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı şiirin 12 Mart 1921 tarihinde TBMM'de yapılan oylama sonucu İstiklal Marşı olarak kabul edilmesinin üzerinden 92 yıl geçti. O gün büyük şairimiz, verilen 500 liralık ödülü "Ben bu şiiri para için yazmadım." diyerek Türk ordusuna bağışlamış, İstiklal Marşı'nı kitabı Safahat'a niçin koydurmadığı sorulduğunda da "O benim değil, milletimindir." cevabını vermişti.
Evet, İstiklal Marşı aynı zamanda muhteşem bir şiirdir.Ancak, büyük şairimizin dediği gibi o artık ilelebet bu topraklarda yaşayan bizlere, hiç bir ayrım gözetmeksizin hepimize aittir. Mehmet Akifin böyle bir başka destansı şiiri de "Çanakkale Şehitlerine" yazılmıştır. Bu hafta aynı zamanda 18 Mart Çanakkale zaferimizin de 98. yıldönümü olması sebebiye Milli şairimizin o muhteşem şiirini ve ilginç yazılış öyküsünü seçtim konu olarak.
Mehmet Akif Çanakkale Savaşlarını görmedi. Ama onun için en muhteşem abideyi zaferden sonra yazdığı "Çanakkale Şehitlerine (**)" şiiriyle kalemiyle o dikmiştir.
Halbuki, Çanakkale savaşının bütün dehşetiyle sürdüğü günlerde Mehmet Akif Berlin'deydi. Birinci Dünya Savaşında Almanlara esir düşen Müslümanları aydınlatmak için gitmişti. Fakat, Almanların kendisini misafir ettikleri otelde kalmak istememiş "Benim temsil ettiğim milletin evlatları şimdi Çanakkale’de can ve kan pazarında aç açık ve perişan olarak vatan müdafaası yapıyorlar. Onlar her türlü perişanlığın ve yoksulluğun içinde çırpınırlarken, bu otelin rahatlığı beni rahatsız eder. Buradaki lüks bina batar" demişti..
Daha sonra yine önemli bir görevle Arabistan’a geldi. Çünkü İngilizler Müslüman Arapları da Osmanlıdan ayırmak için gayret gösteriyordu. Akif bu kardeşlerimizi de birlik ve beraberliğe, düşmanın sinsi oyununa gelmemeye çağırıyordu.
Ancak, Akif’in yüreği daha ilk günden itibaren Çanakkale’deydi…Binlerce km uzaklıkta adeta onunla yatıyor, onunla kalkıyordu. Her sabah ilk iş olarak Askeri Ataşemiz Binbaşı Ömer Lütfü Beye Çanakkale’nin durumunu sorar, o da her defasında "Akif Bey Allah’tan ümit kesilmez ancak bu şartlarda Çanakkale’de kazanmamız imkansız" derdi.
Zaferden sonra Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Bey ile, Anadolu Bağdat Demiryolu hattının son durağı olan El Muazzam istasyonundaydılar. Başkumandan Vekili Enver Paşanın bizzat yazdırdığı Çanakkale Zaferini müjdeleyen “Çanakkale Savaşında ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor...”telgrafı geldiğinde Kuşçubaşı Eşref Beyin boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Haber bütün yurtta olduğu gibi El Muazzam’da da muazzam bir sevinç yaratmıştı.
Gerisini Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor: «...Ay, bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar.. İşte Çanakkale'ye layık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi... Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasib olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşref! dedi. Gözlerim açık gitmez!.”
İşte Mehmet Akif hiç görmediği Çanakkale’nin zafer destanını da binlerce km uzaklıkta Arabistan’daki El-Muazzama adlı bir küçük tren istasyonunda yazdı. Ateş püsküren çeliğe karşı iman dolu göğsünü siper ederek şahadete koşan kınalı kuzuları Çanakkale Şiiri şiirinde böyle destanlaştırdı.
Onun ve tüm şehitlerimizin ruhu şad olsun...
--------------------------------------
(*) Mehmet Âkif Ersoy,20 Aralık 1873 de doğdu. Arnavut bir baba, Özbek asıllı bir annenin çocuğudur. Veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi ve yüzücüdür. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1. TBMM'de yer almış ve İstiklâl Marşı'mızı yazmıştır. "Vatan Şairi" ve "Milli Şair" unvanları ile anılır. Çanakkale Destanı, Bülbül, Safahat en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil'ür-Reşad) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. 27 Aralık 1936 da vefat etti. İstanbul'da vefat etti.
(**)ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? / En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya / Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,
Ne hayasızca tehaşşüd (yüzsüzce bir yığınak) ki ufuklar kapalı! / Nerde-gösterdiği vahşetle "bu: bir Avrupalı"
Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi / Varsa gelmiş, açılıp mahbesi(hapishanesi), yahut kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer(insanoğlunun bütün kavimleri) / Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında, / Osrtralya'yla (Avusturalya) beraber bakıyorsun; Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk. / Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela…/ Hani tauna da zuldür (veba mikrobunu bile utandırır) bu rezil istila...
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil (soylu yaratık), / Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil(alçak),
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına; / Döktü karnındaki esrarı! Hayasızcasına(içinde gizlediği şeyleri utanmazcasına).
Maske yırtılmasa hali bize affetti (hala bize çok güzel bir yüzdü) o yüz…/ Medeniyet denilen kahbe, hakikat (gerçekten) yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbab (lanet olasının yakıp yıkmak için kullandığı araçlar),/ Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü (ülkeyi) harab.
Öteden saikalar (yıldırımlar) parçalıyor afakı (ufukları); / Beriden zelzeleler kaldırıyor a'makı (derinlikleri);
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; / Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam (ateş),/ Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer / O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer (insan parçaları)...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el,ayak,/ Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,/ Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere (göğüslere),/ Sürü halinde gezerken sayısız tayyare (uçak).
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…/ Kahraman o orduyu seyret ki, bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar (siperler) ister, ne siner hasmından;/ Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram (boyun eğdirebilir ki)? / Çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkam (o sağlam istihkam Allah'ın eseri).
Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler (Güçlü yapılmış yerler bile sarılıp indirilir),/ Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer (Ama, insanın azminin yolunu kesemez insan yapısı eserler);
Bu göğüslerse Huda'nın ebedi serhaddi (İlahi yapının sonsuz sınırı) ;/ "O benim sun'-i bediim (Allah 'o benim en güzel eserim), onu çiğnetme" dedi.
Asım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:/ İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şuheda gövdesi (Şehitlerin gövdesinden oluşmuş), bir baksana, dağlar, taşlar…/ O, (namazdaki) rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,/ Bir hilal (bayrak) uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor (askerler şehit oluyor)!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! / Gökten ecdad (atalarımız) inerek öpse o pak (temiz) alnı değer.
Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid'i (İslam'ı)…/ Bedr'in aslanları (arslan gibi askerleri) ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makber'i (mezarı) kimler kazsın? / "Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab (O tarih kitabı altüst ettiğin çağlara da yetmez)…/ Seni ancak ebediyetler eder istiab (sonsuzluklar kapsayabilir).
"Bu, taşındır" diyerek Ka'be'yi diksem başına; / Ruhumun vayhini (İlahi ilhamını) duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle (örtü diye);/ Kanayan lahdine çeksem (kabrine sersem) bütün ecramıyle (yıldızlarıyla);
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;/ Yedi kandilli Süreyya'yı (Ülker Yıldızı'nı) uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;/ Uzanırken, gece mehtabı (ay ışığını) getirsem yanına,
Türbedarın (Türbenin bekçisi) gibi ta fecre kadar (güneşin doğuşuna dek) bekletsem;/ Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem (avizeni güneşin taze ışıklarıyla silme doldursam;
Tüllenen mağribi (gurubu), akşamları sarsam yarana…/ Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini (son Haçlı Ordusu'nun hamlesini kırarak),/ Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclaline (büyüklüğüne) ettin hayran…/ Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran (hüsran etmek üzreyken),
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;/ Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı (cisimlerde dolaşır ruhun ve) adın;
Sen ki, a'sara (bütün yüzyıllara) gömülsen taşacaksın... Heyhat (Yazık!),/ Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat (savaş)...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber (mezar),/ Sana ağuşunu (kucağını) açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder