26 Nisan 2024 Cuma

27 Nisan 2024 Cumartesi TORUNLARIMA MEKTUPLAR......................ANILAR 27 Nisan


Yilmaz Yalcın
Bahadır Cüneyt Yalçın albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

Ankara'daysanız duyduk duymadık demeyin. Cumartesi imza günü var !
Bahadır Cüneyt Yalçın yeni romanı 'Eski Karım Uzaya Gidiyor'u imzalıyor.

29 Nisan 2017 Cumartesi saat 14:00

İmge Kitap evi, Konur sok. No: 17 / Ankara


Yilmaz Yalcınİğne/Çuvaldız albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

27 Nisan 2018


Belki de problem bizdedir 
Adamın biri çalışma arkadaşlarının eskisi kadar anlayışlı olmadığını, bencil olduklarını ve çıkarlarına göre hareket ettiklerini düşünüyormuş. Bu durumu sürekli kafasında kuruyor, uzun uzun onları gözlüyor ve kendine hak verecek sonuçlar çıkarıyormuş. 
Bu arada onların da sık sık aralarında fısıldaşıp, kendisine doğru baktıklarını yakalıyormuş. Bakışları karşılaşınca kısa bir gülümsemeyle bakışlarını kaçırıyorlarmış. Bu arada birisinden yöneticiden topluca randevu aldıklarını duymuş. İyice emin olmuş: demek ki demiş bunlar benim aleyhimde bir şeyler çeviriyorlar. Mutlaka benim yerimde gözleri var. Bana iftira atıp ayağımı kaydıracaklar. Artık onlara bir ders verilmesi gerek. İş işten geçmeden bu durumu yöneticiye şikayet etmeliyim. Onlardan evvel davranıp pozisyonumu güçlendirmeliyim. Yöneticimiz iş ortamında huzursuzluk çıkaranları affetmeyecektir.

O da yöneticiden randevu istemiş. Randevunun doğum gününe denk gelmesini istiyormuş. Çünkü bu görüşme doğum gününde kendisine şans getirecekmiş. İstediği gibi de olmuş randevuyu Pazartesi günü sabahına almış. Diğerleri davranamadan ben çoktan görüşmüş olurum diyormuş sevinerek. 

Telefonu kapatmadan önce sekretere kendisinin randevu istediğini kimseye söylememesini de sıkı sıkıya tembih etmiş. 

Hafta sonunda arkadaşlarının her biri için bir kabahatler listesi hazırlamış. Kim geç kalıyormuş, kim işi yetiştirememiş, kim sık sık izin alıyormuş, kim mesai sırasında arkadaşlarıyla şakalaşıp zaman israfı yapıyormuş hepsini bir bir yazmış. Kendisine komplo kuranları yöneticiye nasıl perişan ettireceğini hayal etmiş uzun uzun. 

Pazartesi sabahı en güzel takımını giyerek, şikayet listesi çantasında yöneticinin odasına yönelmiş. Yolda işe sık sık geç kalan arkadaşıyla karşılaşmış, selam vermeden "Ne o ?" demiş, "Bu sabah erkencisin ?" Arkadaşı "Sana da günaydın" demiş, "Evet bu sabah çocuğu kreşe hanım götürdü. Benim çok önemli bir işim var da." "Hımmm" demiş bizimki, bir taraftan da içinden "görürsün biraz sonra o önemli işi sen" diyormuş. 

Asansörde bu defa sık sık izin alan arkadaşıyla karşılaşmış. Yine aklına selam vermek gelmemiş ama, "Ooo ! Beyim yine izin mi alacaksın?" demiş iğneli bir ses tonuyla. Arkadaşı içinde bir tövbe estağfurullah" çekmiş, "Yok, annemi hastaneden çıkardık, iyi çok şükür. İzin değil de teşekkür için yöneticiyle görüşeceğim."

Koridorda şakacı arkadaşlarıyla karşılaşmışlar. Elinde bir buket çiçek bekliyormuş. İyice pirelenmiş bizimki: "Ne o arkadaşlar ? Nedense hepinizin bugün yöneticiyle görüşeceğiniz tutmuş. Bi de çiçekle gelmiş, şuna bak !…cık, cık, cık…" Şakacı "Günaydın arkadaşlar, malum bugün arkadaşımızın doğum günü. Elimiz boş mu gelecektik." Diğerleri gülerek karşılamışlar bu sözleri. Adam iyice dellenmiş : "Şakanın sırası mı ? Kimbilir yöneticiye ne cıvık cıvık yağ yakacaksın. Böyle çiçekle, miçekle…Hey Allahım !…cık, cık, cık…" 

Sekreterin yanına üç kişi birden girmişler. "Hoşgeldiniz" demiş sekreter. "Tam saatinde geldiniz, buyrun içeri". Hepsi birden kapıya yönelince adam hiddetle "Siz nereye ? demiş, "Randevu benim, öyle değil mi sekreter hanım ?" "Tabi, tabi buyrun yönetcimiz sizi bekliyor, bu arada doğum gününüz kutlu olsun !" 

Adam diğerlerine "Gördünüz mü ?" gibisinden kibirle bakarak asabi bir hareketle kapının koluna hamle yapmış. İçinden "Ben size gösteririm, siz şimdi biraz bekleyin bakalım" diyormuş hiddetle.

Kapının açılmasıyla birlikte önce içerdeki kalabalığı görüp donakalmış. Sonra da arkasından giren diğer iki arkadaşının göğüs temasıyla öne doğru itilmiş. İçerde başta yönetici ve tüm çalışma arkadaşları ayakta onu alkışlıyorlarmış. Çalışma masasının üzerinde de kocaman bir pasta varmış. 

"Doğum günün kutlu olsun !" sesleri arasında uzun süre kendisine gelememiş. Kekelemekten konuşamıyormuş da. Yönetici ve arkadaşları onun bu durumunu telafi edercesine yaklaşıp elini sıkmışlar ve kucaklamışlar tek tek. 

Pastanın başına gelip oturduğunda şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemiyormuş. Neşe içinde pastalarını yiyip çaylarını içmişler. Şakacı ortamın en renkli kişisiymiş, şakalarıyla herkesi kırıp geçiriyormuş. Bu arada asansördeki arkadaşının annesinin sağlığı da konuşulmuş masada. İlgisi ve anlayışı için teşekkür edilmiş yöneticiye. O da "Ne demek, hepimizin annesi babası var. Elbette bu konularda birbirimize anlayışlı olacağız. Biz bir ekip değil miyiz ?" 

"Ben de şakacı arkadaşımıza bilhassa bu özel günü düşünüp organize etmesinden dolayı teşekkür etmek istiyorum. Böylece hep birlikte hoş bir birliktelik yaşamış olduk."

Adam şok üstüne şok yaşıyormuş. Bu defa da gözleri dolmuş yaşadıklarından. Şakacıya bakıyormuş hayretle. O ise hala etrafındakilere şakalarına devam ediyor, kendisine de gülümseyerek mukabele ediyormuş. 

Bir ara yönetici adama dönüp sormuş: "Siz ne için benimle görüşmek istemiştiniz ?" Odada bir sessizlik olmuş. Herkes adamın ne diyeceğini merak ediyormuş. 

Adam arkadaşlarına uzun uzun sevgiyle bakmış, sonra gözlerindeki yaşları salıvererek yöneticiye şu karşılığı vermiş: "Doğrusu size ne söyleyeceklerimi şu anda tamamen unuttum. Ama size Arkadaşlarımın ne kadar iyi insanlar olduğunu, sizin ne kadar anlayışlı ve hakbilir bir yönetici olduğunuzu, birlikte ne kadar iyi bir ekip olduğumuzu anlatmak istiyordum herhalde. Çünkü söyleyeceklerim her neyse şu anda tamamen önemini yitirmiş durumda. Size ve arkadaşlarıma her şey için çok teşekkür ediyorum. Benim için unutulmayacak bir sürpriz oldu bu."

Her hikayede ibret alınacak bir yan vardır mutlaka. Bakmalı ve fakat görebilmeliyiz de. 

Bu ders işte bu hikayede olduğu gibi hep haklı olduğumuzu düşündüğümüz, karşımızdakilerden yakındığımız zamanlar için. Eleştirip , söylendiğimiz hatta bazen de hırçınlaşıp insanlara zarar verdiğimiz anlar olabilir. Zaman zaman diğerleri hakkında yanlış algılara kapılabiliriz. Ama hiç aklımıza gelmez ki hakikat bambaşkadır.

Düşündüğümüz problem daima karşımızdakilerde olmayabilir. Belki de problem bizdedir, ne dersiniz ?

KIRK YIL SONRA GELEN PİŞMANLIK

Çuvaldızı başkasına batırmadan önce az birazcık iğneyi kendimize batırırsak belki uyanacağız.

Henüz çok gençtim. İnançlıydım, çok okuyordum ve iddialıydım. Etrafıma bakar, nedense hep eğrilik görür, onları sözle ya da eylemle düzeltmeye çalışırdım. Yatılı okumuştum. Sonra da Üniversite için İstanbul. İdealisttim. Tatillerde geldiğim evde pek çok şey beni rahatsız ederdi. Anlamazdım.

Sürekli evden dışarda olduğum için ev hallerini, gelenekleri ve insan davranışlarına yabancıydım. Hatta bu yüzden nişanlımın çeyiz hazırlığını bile küçümsedim. Ne gerek var havasındaydım. 

Anlamadığım ve düşünemediğim şey; çeyizin sadece erkeklerin çalıştığı zamanlardan kalan evlenecek kızın evliliğe katkısı bir gelenek olmasıydı. Çeyiz, benim gördüğüm manada kap kaçak, bez çaput değil ev hanımı olacak genç kızların dokunulmaz, kutsal dünyalarıydı adeta. 

Kız çocuğu olan ailelerin, daha onlar küçükken bu hazırlığa başlayarak evlenecek yaşa ve evleneceği zamana kadar çeyiziyle meşgul olduklarını bilmiyordum. Çeyizin ne demek olduğunu, dantel örtü, işlemeli havlu ve yastıkları, dikiş ve nakış gibi el emeği ile üretilen şeyleri görmemiştim. Kız daha beşikteyken çeyiz faaliyetinin başladığını romanlarda, filmlerde, köylerde olur zannediyordum. Kız nişanlandığında alınan malzemelerin bütün konu komşuya, eşe dosta, akrabaya dağıtılarak el birliği ile çeyiz hazırlandığından hiç haberim yoktu. 

İğne boncuk oyaları, çorap ve kanaviçe takımları, tığ oyaları, yaprak oya, horoz gözü, tel oya, kabak çiçeği, biber, gül oya, minik oya, domates oya, çeper oya, zengin oyası, mercimek oya, filkete (dezgaf) vb.hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Nişanlımın bana anlatmak ve göstermek istediklerini önemsemedim. Yaşadığı hayal kırıklığını anlayamadım. Gözyaşlarını nişanlılık heyecanına vehmettim. Farkında olmadan ona adeta hoyratça bir 'çuvaldız' batırmışım.

Şimdi düşünüyorum da evlendiğimde benim için çok kıymetli olan kütüphaneme ve kitaplarıma gösterdiği alakasızlığı da doğru anlayamamışım. Her temizlik sonrası raflara, vitrinlere yerleştirdiği dantel örtülerin kıymetini hala düşünemeyen ben onun kitaplarıma karşı gösterdiği bu duyarsızlıktan fena halde inciniyordum.

Aradan yıllar geçti. İkimiz de nene dede olduk. Eşim hala çeyiz heyecanı içinde. Çocuklarımızı evlendirirken onlardan çok oya, örgü, işlemeli yatak örtüleri ve kap kacakla ilgiliydi. Hatta torunlarımız için alışveriş yaparken bile, onlar için şimdiden böyle şeylerin tatlı telaşı içinde olduğunu görebiliyorum. Kitaplarımsa hala evin içinde bir türlü yer bulamıyor.

Bu iğne çuvaldızdan daha acı verdi inanın. Keşke çuvaldızı batırmadan önce bu küçük uyarıyı yüreğimde hissedebilseydim.

Yilmaz Yalcın
 profil resmini güncelledi.


Yilmaz Yalcın
Gün batımı/Gün doğumu duyguları albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

27 Nisan 2018


Her akşam, aynı yer, aynı saatta,
Güneşten eşyama düşen bir çubuk;
Yangın varmış gibi, yukarı katta,
Arkamdan gel diyor, sessiz ve çabuk !

Necip Fazıl Kısakürek

Yilmaz Yalcın
Divan şiiri I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.


Mahabbet şâhınun bir bende-i fermânıyız cânâ
Gedâ-yı kûy-ı aşkuz âlemün sultânıyız cânâ
(Muhabbet şahının fermanına bağlı bir kuluz, ey canım! Aşk sokağının dilencisiyiz ama dünyanın sultanıyız, ey canım!)
*

Ruhun anub n’ola kûyunda feryâd u figan itsek
Fenâ gülzârının bir bülbül-i nâlânıyız cânâ
(Yanağını anıp, sokağında feryat figan etsek şaşılır mı? Bu geçici gül bahçesinin bir bülbülüyüz, ey canım!)
*
Ademden gelmeden bezm-i vücûda bâde ol demden
Lebün esrârının biz vâlih ü hayrânıyız cânâ
(Bade henüz yokluk ülkesinden varlık meclisine gelmeden, O zamandan beri dudadığının esrarıyla sarhoş ve şaşkınız, ey canım!)
*
Nice demden mukîm-i vâdî-i derd ü gam-ı aşkız
Ser-i kûy-ı vefânun sanma kim mihmânıyız cânâ
(Nice zamandan beri aşkın dert ve gam vadisinin sakiniyiz. Sanma ki vefa sokağının başının misafiriyiz, ey canım!)
*
Selîmî-veş lebün vasfın idüb şîrîn kelâm ile
Zamânun himmetünle Hüsrev-i devrânıyız cânâ
(Selimi gibi dudağının tarifini edip tatlı sözlerle, Himmetinle bu devrin Hüsrev’iyiz, ey canım! )
Yavuz Sultan Selim Han / Selîmî

Yilmaz Yalcın
Divan şiiri I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

27 Nisan 2019


Baharı uğurladık gayrı mevsim hazândır
Her vedâda yanan hep taşıdığımız cândır

Geçti nice seneler binbir hatıra ile
Kaderimiz âkıbet sonu gelmez hicrândır

Gözyaşından nehirler sînemizden taşar âh
Mahşere dökülseydi halkı yutan ummândır
Gün gelir her güzellik elbette unutulur
Beşerin tek bildiği geçen günü nisyândır
Şükür nice eserler bıraktık ardımızda
Her mısra ömrümüzce Hak’tan bize ihsândır
Amel defterimizde nice günah varsa da
Allah iki cihanda kullarına Gufrân’dır
Her vedâ bir kapıdır cennete doğru Kâfî
Unutma imtihanın son durağı mizândır

Vedâ şiiri/Kâfî 

Yilmaz Yalcın
Göreceli albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.


Şapkadan tavşan, ‘Çağdaşlık’ tan ‘Çağdaşlıkçılık’ çıktı.

Kelimeler konuşan insanın lisanı, o dilin zenginliği ve yaşayan kültürün taşıyıcılarıdır. Bu kavramlar belirli bir zaman, mekan ve kültür içinde doğmuşlar, ya halk dilinde kullanılarak yerleşmiş, ya başka bir dilden uyarlanmış, ya da uyumlaştırılmışlardır. Zaman içinde başkalaşıp anlam değiştirenler, belli bir kökten ihtiyaca göre türetilip çeşitlenenler de kullanıldıkça dile yerleşmiş olurlar.
Bazen öyle olur ki; aynı kelimenin birbirinden değişik bir çok anlamı olabilir. Argoya yansımaları ise çok daha ayrı bir konudur. Ben burada kelimelerin farklı anlamlandırıldığı, bakana, söyleyene göre manâ kazandığı göreceli hallerine dikkat çekmek istiyorum.
Meselâ 'Çağdaş' kelimesini ele alalım. Nedir çağdaş ? Aynı çağda (asırda) yaşayan, aynı zaman diliminde bulunan demek değil mi ? Hadi uydurulmuş haliyle 'Çağcıl' , eski dilde de 'muasır' diyelim.
Kelimenin kökündeki 'Çağ' kelimesinden türediği açık. O da 'belli bir zaman dilimi, vakit' anlamına geliyor. Çocukluk çağı, gençlik çağı, olgunluk çağı vb. gibi insanla ilgili olanları olduğu gibi tarih öncesi çağları (Taş Devri Çağı: MÖ 60000-5500, Maden Devri Çağı: MÖ 5500- 1200) ile Tarih Çağları (İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ, Yakın Çağ) da insanlık yaşamıyla ilgili olanları da var.
Bilindiği üzere bunlardan İlk Çağ; yazının icadından (MÖ 3200) Kavimler Göçü'ne (MS 375) kadar olan dönemi içeriyor. Orta Çağ; Kavimler Göçü'nden (375) İstanbul'un Fethi'ne (1453) kadar olan dönemde yaşanmış. Yeni Çağ; İstanbul'un Fethi'yle (1453) başlıyor ve Fransız İhtilali'ne (1789) kadar dev am ediyor. İçinde bulunduğumuz Yakın Çağ ise; Fransız İhtilali'nden (1789) günümüze kadar olan dönemi kapsamakta. Halen yaşamakta olduğumuz dönemi kimileri bilgisayar çağı, kimileri iletişim çağı kimileri de uzay çağı olarak adlandırmakta.
Bunlardan anlaşıldığı kadar Çağ kelimesi 'Kendine özgü bir özelliği bulunan zaman parçası'na deniyor. Dönem, devir de bu anlamda açıklayıcı olabilir.
Arapça ˁṣr kökünden gelen muˁāṣir 'aynı zamanda yaşayan, senkronik, çağdaş' sözcüğünün karşılığı imiş. Arapça muˁāṣarat ise 'zamandaş olma' sözcüğünün faili oluyor. Bu sözcük ise kökeninde ˁaṣr 'çağ, zaman' sözcüğünün masdarı.
Çağdaşlığın anlam yakınlaşması içine girdiği modern kelimesinin kökeni 'Fr moderne' şimdiki zamana ait, asri anlamında bir kavrammış. Aynı şekilde 'OLat modernus' adaba ve usule uygun, ölçülü, zamana göre, 'Lat modus' ise tarz, usul, ölçü anlamlarına geliyormuş.
Peki, günümüzde çok kullanılan 'Çağdaşlık' ne demek ? İşte burada rivayetler, yüklenen anlamlar muhtelif. Kimi 'Çağdaş olma durumu', 'muasırlık' diyor kimi de 'çağcıllık, modernlik, asrîlik'. Hatta bu anlam yüklemesi bazen ideolojik bir kılıfa da sokuluyor; ' modernizm', 'uygarca' gibi. Batı dillerinde yer alan 'civilisation' 'modernity' ya da 'modernité' kavramını getirip bu kelimeye kaynak ve dayanak yaparak.
Bu bakış açısı da çağdaşlığı 'bulunulan çağın anlayışına, şartlarına uygun olan' şeklinde böyle anlam yüklemelerine açık hale getiriyor. Bu kişiler şayet Orta çağda yaşamış olsalardı, zamana uygun 'çağcıl' ça da 'çağdaşlık' iddiasında bulunabilecekler miydi ? Değilse, yüklenen anlam kelimenin özünde var olan kavramdan farklı, özel bir biçime girmiş gibi gözüküyor. Bu aslında bir hayat anlayışı, bir duruş biçimi, kendini konumlandırma ve tavır ifadesi. Hafif tabiriyle bir slogan.
Örneğin; 'çağdaş giysi' oyuncunun rol gereği sahne üzerinde giydiği çağın özelliklerini gösteren dönem giysisi anlamında. Bu manada Osmanlı dönemi saray hanımlarının giydiği çarşaf ya da ferace pekala dönemi itibariyle çağdaştı. Bugünün 'çağdaşlıktan' tamamen batı tarzı giyim kuşam tarzını anlayanlar, o dönem kadınları için çağdaş diyebilirler mi ?
Kelime bu şekil farklılaşıp kullanıldıkça yeni yeni türetmeler de boy göstermekte gecikmiyor tabi ki. 'çağdaşlaştırmak' (Çağdaşlaşmasına yol açmak, çağcıllaştırmak, modernleştirmek, asrileştirmek, muasırlaştırmak) 'çağdaşlaşmak' (Çağın tutumuna, anlayışına, gereklerine uymak, çağdaş duruma gelmek, çağcıllaşmak, modernleşmek, asrileşmek) gibi.
Çağın tutumuna, anlayışına, gereklerine uymak, çağdaş duruma gelmek, çağcıllaşmak, modernleşmek, asrileşmek ve çağdaşlık bugün ülkemizde bir dogma ve dayatma vasıtası haline gelmiş gibi görünüyor. Zamandan zamana değişebilen, dönemsel özelliklere göre farklılaşan bu kavramlara mutlak bir anlam koymak büyük bir yanlış. Hatta bu kelimeyi 'Batıcılık' olarak ifade edip dayatmak çok daha fahiş bir hata. Bu nedenle kelimenin özellikle bir kısım insanlar tarafından ciddi anlamda dejenere edildiğini, bunun da ötesinde ideolojik bir saldırı ve savunma aracı olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Fakat iddia edildiğinin aksine Mustafa Kemal Atatürk'ün de böyle bir ilkesi ve duruşu yok. Atatürk, uygarlığı bir milletin devlet hayatında, fikir hayatında ve ekonomik hayatta gösterdiği ilerlemenin bileşkesi olarak tanımlıyor ve şöyle diyor: "Medeniyet yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır". Onun bakışıyla devlet olarak tam bağımsızlık, millet olarak egemenlik, birey olarak hak ve hürriyetler çağdaş olmanın temeli. Kaldı ki çağdaşlaşmanın batılılaşma olarak algılanamayacağı da bizzat onun şu sözleri ile açıklığa kavuşmakta: ".. vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa`dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa`nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa`dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki; Hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!"
Durup dururken, yerli yersiz istiklal marşı okumak da yanlış, onuncu yıl marşını okumak da. Oysa yerinde ve zamanında ne kadar güzeldirler. Ancak dayatmacı bir tavırla yaparsanız insanları rahatsız edersiniz. Böyle her şeyin olduğu gibi kelimelerin de göreceli yanları olabilir. Elbette ki farklı görüşlere de saygı duymak esastır. Ancak, kasıtlı ve dayatmacı bakışlar göreceli olmanın basit ve sade masumiyetini aşıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder