18 Nisan 2024 Perşembe

18 Nisan 2024 Perşembe TORUNLARIMA MEKTUPLAR......................ANILAR 18 Nisan


Yilmaz Yalcın
KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER... albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

18 Nisan 2013


KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER…Hayatın iki yüzü; iyilik ve kötülük(3)

Hiç kuşkusuz hayatta ilk sorumluluğumuz yaratıcımıza karşıdır. Çünkü rabbimiz bize ihsan etmiştir. İhsan eden, iyilik eden de sevilir. Nitekim bir Hadis-i şerifte, "İhsan sahibini sevmek, insanların yaratılışında vardır" buyurulmuş. Bu anlamda elbette ki bütün iyilikleri yaratan, insana can, mal, sıhhat veren, zararlardan, korkulardan koruyan Allahü teâlâyı sevmek, insanlığımız icabıdır.
Bunun tabii bir sonucu olarak da insan kendisine, ailesine, komşusuna ve içinde yaşadığı topluma karşı sorumlu davranmak durumundadır. Devamında insanların birbirlerini sevmeleri, saymaları ve birbirlerinin haklarına saygı göstermeleri de işte bu sorumluluğun gereği olmalı. Böylece insan, tüm yaşamında kişisel çıkar yerine toplum menfaatini gözeterek faydalı işler yapabilir, üretken olabilir ve iyilikte yarışabilir. Ancak yarış, elbette iyilik ve yardımlaşmada olacaktır. Kötülükte yarış ve yardımlaşma ise asla olmaz.
Çünkü "Allah her şeye karşı ihsânı farz kılmıştır." (Müslim) Cibril (a.s.)'ın "ihsân nedir?" sorusuna Hz. Muhammed (a.s.), "Allah'ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmen"; her ne kadar sen O'nu görmesen de O, seni görüyor." (Buhârî) cevabını vermiştir. Buradaki "ihsân" kavramının; îmân, iş, ibâdet, muâmelât, yönetim, yargı vb insanın yaptığı her işi ve görevi şartlarına, kurallarına ve tekniğine uygun olarak estetik, sağlam, güzel, kaliteli, en iyi ve en mükemmel bir şekilde yapmayı ifade ettiğine dikkatinizi çekmek isterim. Demek ki, Allah'a kulluk; onu görüyormuş gibi her şeyi en iyi bir şekilde, önemseyerek, hakkıyla ve layıkı vechile yapmak (ibadet) demektir.
Malım mülküm servetim, hepsi evde kaldı,
Eşim dostum akrabam, geçtiğim yolda kaldı,
Dostlarımdan birisi, benden hiç ayrılmadı,
Allah için yaptığım iyilikler bende kaldı.(Hacı Bektaş-ı Veli)
"İyi" ve "iyilik" kavramı burada da karşımıza çıkıyor. Çünkü, insan olmanın gereği olan bütün iyi ve güzel davranışlar birer iyilik olarak nitelendirilmiş. Yüce dinimiz ilke olarak kişiden kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa diğer insanlara da aynı şekilde davranmasını isteyerek ilişkilerde temel bir ölçüt belirlemiş. Bir hadis-i şerif mealinden "En iyiniz, kendisinden hep iyilik beklenilen ve şerrinden emin olunandır. En kötünüz, kendisinden iyilik beklenilmeyen ve şerrinden emin olunmayandır." [Tirmizi] denildiğini öğreniyoruz.
Müslümanların cezayı gerektirmeyen ve kul hakkı olmayan kusurlarını örtmek bile bir fazilet olarak görülmüş. Allah da böyle davrananların kusur ve ayıplarını örtecek inşallah. Bu yüzdendir ki iyilik yapmak, eziyet etmemek, hataları affetmek, güler yüzlü olmak ve güzel geçinmek Müslümanın en önemli özelliklerinden biliniyor.
Ömür kısa, sonsuz ahiret hayatı ise dünyada yaşanan hâle bağlı. Akıllı olan, ileriyi görebilen kimse, elbette ki kısa olan bu dünyada, doğru ve kıymetli şeyleri yapar. Yani insanlara hizmet etmek için çalışır. İnsanlara iyilik etmek ise neticede azaptan kurtulmaya ve Cennet nimetlerine sebep görülmüş.
Hizmet, insanlara maddî veya manevî yönden yardımcı olmak, onlara iyilik etmek olarak tanımlanıyor. Hizmet edenin Allah katında değeri diğerlerinden üstün olduğu anlaşılıyor. Buna göre bir toplumda en çok hizmet eden de doğal olarak en çok sevabı alacaktır. Çünkü Peygamber Efendimiz(a.s.), "Allahü teâlânın en çok sevdiği kulu, Onun nimetlerinin, kullarına ulaşmasına vasıta olandır." [Deylemi] diyor. Yine aynı resul "İnsanların iyisi, insanlara iyilik eden kimsedir." [İ. Ahmed]
"Arkadaşın iyisi, arkadaşına, komşunun iyisi ise komşusuna iyilik eden kimsedir." [Tirmizi] buyuruyor. Hatta "Çevrendekilerle güzel komşuluk et ve kendin için sevdiğini, başkaları için de sev ki müslüman olasın.) [Harâiti] denilerek bu konu müslüman olmanın işaretlerinden sayılıyor.
Bu arada, diğer insanlara göre, ana baba hizmeti çok çok önceliklidir ve Allah için onlara hizmet edene de muhakkak hizmet edenler bulunacaktır. Çünkü, Peygamber efendimiz(a.s.), "Men hadime hudime" buyurmuş ki "Hizmet eden hizmet görür" demek oluyormuş.
İyilik yapan kişi yaptıklarının yanı sıra yeni değerler de kazanmış olur. Bencillikten kurtulma ve verme alışkanlığı gibi. Ama iyilikte kazanılan en önemli şey aslında, “gönülden vermeyi” öğrenmek olmalı.
Ama "İnsan, kendine iyilik edene sevgi, kötülük edene de nefret duyacak şekilde yaratılmıştır." [Ebu Nuaym] Bu yüzden ancak insanlara iyilik etmek, onların işlerini güler yüzle, tatlı dille ve kolaylıkla yapmak, insanı Allah sevgisine kavuşturur deniliyor. Ayrıca, ahiret azaplarından kurtulmaya ve Cennet nimetlerinin artmasına da sebep olacağı belirtiliyor. Çünkü "İyilikler fenalıkları giderir." [Ebu Nuaym] denilmiş, "İyilik zâyi olmaz, kötülük unutulmaz, herkes ettiğini bulur."[Beyheki] buyrulmuş.
Kuşkusuz herkes, aksini değil insanlığa hizmet için çalıştığını söyler. Oysa insanlara hizmet, onların iki dünya mutluluğu ve huzuru için iyilik yapmak demektir. Yoksa kendi çıkarı için yaptıklarını hizmet maskesi ile sunmak değil. Neticede Allah her yapılan iyiliği ve kötülüğü görendir. Bu nedenle iyilikler yalnız Allah için yapılacak ve karşılık beklenmeyecektir. İyilik ancak karşılıksız yapılırsa iyilik sayılır. Bu da hem dünyayı hem de ahireti kazandırır. Karşılık beklentisi zaten ticarete girer.
Ama yardımlaşmak hem insanlığın hem de dinimizin bir gereği sayılmıştır. Zira "Müminler, birbirine karşı sevgi ve merhamette, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut huzursuz olur. Oranın tedavisi ile meşgul olurlar. Müslümanlar da böyle birbirine yardıma koşar." [Buhari] buyuruluyor. Bu yüzden özellikle mü'minler, iyilik ve hayır olan her konuda birbirlerine yardımcı olmalıdır. Peygamber Efendimiz(a.s.),"Şu iki kişiye gıpta edilir: Bunlardan biri, ilmi ile amel eden ve başkalarına da öğreten, diğeri de, meşru yolda kazandığını, meşru yolda sarfeden." [Müslim]diyor.
İslam büyükleri: (Allahü teâlânın size nasıl muamele etmesini istiyorsanız, Onun kullarına öyle muamele ediniz.)
(İyiliği sayarak değil, saçarak yapınız.) (Cömert verene değil, verdiğine sevinene denir.)(Bütün kötülükler, almak üzerinedir. Bütün iyilikler, vermek üzerinedir.) demişler. Eğer var da olmayana yardım eli uzatıyorsan ne mutlu.
Dokunur hatıra kendini bilmez,
Asilzadelerden hiç kimlik gelmez
Sen iyilik eyle, o zâyi olmaz,
Daralıp da başa kakıcı olma. (Karacaoğlan)
Karacaoğlan ne güzel söylemiş; kibre kapılıp üstünlük taslamadan, yaptığın iyiliği başa kakmadan insanlığının gereğini yerine getiriyorsan ne mutlu sana.
"Her iyilik sadakadır." [Tirmizi denilmiş. Hatta sadakayı sadece para olarak da görmemek gerek. Çünkü "Selam verirken gülümseyen, sadaka sevabına kavuşur." [İbni Ebiddünya] müjdesi bile var. "Din kardeşine güler yüz göstermek, iyi şeyler öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, sorana yol göstermek, sokaktaki pis ve zararlı şeyleri temizlemek, birer sadakadır."[Tirmizi] deniliyor. Hatta "Hayra vesile olan, hayır işlemiş gibidir. Allahü teâlâ, sıkıntıya düşene yardım edeni sever." [İbni Neccar] buyruluyor.
Ancak, yine de bir hadis-i şerifte "Allahü teâlâ, başkalarına da versin diye, bazı kullarına çok nimet vermiştir. Bu nimetleri Allahü teâlânın kullarına dağıtırlarsa, nimetleri azalmaz. Bu nimetleri onlara ulaştırmazlarsa, Allah nimetlerini bunlardan alır, başkalarına verir." [Taberani] deniliyor. İlaveten "Allahü teâlânın en sevdiği iş, elbise vererek veya yedirip içirerek yahut başka bir ihtiyacını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir."[Taberani] haberi de verilmiş. Bu yüzden mesela "Bir müslümana ödünç veren iki misli sadaka sevabı kazanır." [İbni Mace] hadis-i şerifine uygun olarak milletimizin geleneğinde herkese iyilik etmek, ödünç veya sadaka vermek gibi şeyler çok sevap sayılmıştır.
Kendisinden tavsiye isteyen sahâbîye peygamberimiz(a.s.) “Hiçbir iyiliği hor görme; kardeşinle güler yüzlü bir vaziyette konuş; çünkü bu da bir iyiliktir.” (EbûDâvûd) diyor. İlaveten "Müslüman kardeşini sevindirmek mağfirete sebep olur." [Taberani] "Kim, arkadaşının ihtiyacını görürse, Allahü teâlâ da onun ihtiyacını karşılar."[Taberani] "Bir müslümanın sıkıntısını giderene, Allahü teâlâ iki nur verir. Bu iki nurla Sıratta o kadar çok kimse aydınlanır ki sayısını ancak Allahü teâlâ bilir."[Taberani] "Duasının kabul, kederinin yok olmasını isteyen, darda kalanı ferahlandırsın!" [İbni Ebiddünya] gibi hadis-i şerifler de işte böyle tavsiyeler.
Bize öğretilen kuşkusuz Allah rızası için yapılan her iyiliğe sevap verildiğidir. Çünkü yine bir hadis-i şerifte "Mümin, [Allah rızası için] yaptığı her işten sevap alır. Yoldaki bir şeyi kaldırsa, birisine yol tarif etse, sözünü anlatamayana yardım etse, birine keçisini sağarak yardım etse, sevap alır."[Ebu Ya’la]deniliyor.
Özellikle akrabaya yapılan iyilik ise çok daha sevap görülüyor. Nitekim bu konu ile ilgili hadis-i şeriflerde "Yakın akraba ve komşuya verilen sadakanın sevabı iki misli fazladır." [Taberani] "Paranızı önce kendi ihtiyaçlarınıza, artarsa çoluk çocuğunuzun ihtiyaçlarına sarf edin! Bundan da artarsa akrabalarınıza yardım edin!" [Müslim] buyrulmuş.
Muhtaçlara hizmet etmenin, iyilik etmenin çok sevap olduğunu biliriz. Örneğin bir hadis-i şerif meali şöyle: "Dul ve yoksullara hizmet eden, fi-sebilillah cihad eden gibidir." [Buharî] Ama görmeyenlere [a’malara] yardım etmenin ne kadar sevap olduğunu bilmeyiz. İşte bakın bir hadis-i şerifte,"A’mayı kırk adım götüren Cenneti hak eder" (Beyheki) buyuruluyor.
Sadaka denince kuşkusuz ilk önce aklımıza yemek yedirerek veya benzeri yardımlarla insanları sevindirmek gelir. Ancak, "Darda kalana kolaylık gösterene, Allahü teâlâ da dünya ve ahirette kolaylık gösterir. Kim de bir müslümanın aybını örterse, Allahü teâlâ da dünya ve ahirette onun aybını örter. Kul, kardeşine yardım ettiği müddetçe, Allahü teâlâ da kendisine yardım der." [Müslim] "Duasının kabul olmasını ve kederinin giderilmesini isteyen, darda kalanı feraha kavuştursun!" [İ. Ebiddünya] "Allah katında amellerin en sevimlisi, bir müslümanı sevindirmek yahut bir sıkıntısını gidermek veya sabrını taşıran bir kederini ortadan kaldırmak yahut borcunu ödemektir." [Ebuşşeyh] gibi hadis-i şeriflerde buyurulduğu üzere iyilik sadece yemek ve maddi yardım değildir. İyiliğin bunlarla sınırlandırılamayacak kadar çok daha geniş bir uygulama alanı var.
Demek ki her ne şekilde olursa olsun, yardım etmek çok sevapdır. Bu konudaki birkaç hadis-i şerif mealinden: "Allahü teâlânın farzlardan sonra en çok sevdiği iş, bir mümini sevindirmektir." [Taberani] "Bir mümini sevindirene, maddî ve manevî küçük büyük bir hacetini görene, Allahü teâlâ, kıyamette ona hep hizmet edecek birini yaratır." [Taberani] "Şu üç şeyi yapan, tam mümindir: Ailesine hizmet eden, fakirlerle oturup kalkan ve hizmetçisiyle birlikte yiyen." [Deylemî] "Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyamette en sıkıntılı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir Müslümanın ayıbını, kusurunu örtenin, ayıplarını, kabahatlerini de kıyamette Allahü teâlâ örter." [Buhari, Müslim] "Bir kimse, din kardeşine yardım ettikçe, Allahü teâlâ da ona yardım eder." [Müslim] denildiğini öğreniyoruz.
Bu yazımız da "iyi" ve "iyilik" kelimeleri üzerine oldu. Bir önceki yazımda bu kavramların kökenlerinin yaşayan kültürümüze ve sağlam inanç dünyamıza dayandığını belirtmiş ve bu konuda en başta Kuran-ı Kerim ne diyor bilmek gerekir demiştim. Bu yazımda da inancımızın ikinci derecede önemli kaynağına, Peygamber efendimizin (a.s.) hadis-i şeriflerine bakmaya çalıştım. Araştırmamın onun kutlu doğum haftasını idrak ettiğimiz bu günlere denk gelmesinden hamd ediyor ve inşallah onu nacizane bir anma vesilesi, efendimize bir selat-ü selam vesilesi olarak değerlendirilmesini bekliyorum. Hatam varsa öncelikle Rabbimden, sonra da sizlerden af dilerim
Anlaşılıyor ki, iyilik, birkaç yazıyla açıklanamayacak kadar varoluşsal önemde, derinlikte ve genişlikte bir konu. Allah rızasını kazanmanın ve mutlu olmanın yolu da iyilerden olmak ve iyilik yapmaktan geçiyor. Neticede benim edindiğim ve paylaştığım bilgi insanlara şöyle sesleniyor. “Nasıl ki yaşamak için var edildiyseniz, aslında hayır ve iyilik için var edildiniz.” Beklenir ki iyilik bizi özümüze, vermeğe , dayanışmaya ve huzura götürür. Umulur ki sonuçta iyilik bizi Yaradanımıza ulaştıracaktır. Belki de o’na giden en kısa yol budur. Ne dersiniz ? Kutlu Doğum haftanız insan onurunun asla yere düşmediği iyilik ve hayırlara vesile olsun inşallah.

(Devam edecek)


149 18 Nisan 2014 Cuma 09:37 ANKARA HASTALIKLARI....................Zamanın kara delikleri; kapılarda beklemek

Zamanın kara delikleri; kapılarda beklemek


Özel kalemleri hiç sevmem. Bekleşen umutların, dertlerin üstüste yığıldığı yerlerdir oralar. Geceden kalmış bir mesai kokusu sinmiştir etrafa. 

Ayağınızı bastığınız döşemelerde defalarca yapılmış sabah temizliğinin ağır tortusunu hissedersiniz. İç içe kapılar, kaykılmış tablolar, sigara zamanlarından kalmış küllükler, masalarda imza bekleyen yığınla dosya eşlik eder size. Minderi çökmüş koltuklar, aynı hizada özenle sıralanmış  ciltli kitaplar, sırtı yazılı klasörler. Hepsi bu mekanların olmazsa olmaz müdavimleridir.

Arkası gelmeyen telefon görüşmeleri yapılır oralarda. Klavye takırtıları hiç bitmez. Fotokopiler, faks kağıtları, yazılar, mektuplar, gazeteler dolaşır elden ele.

Bekleme odaları, "sizi şöyle alalım" la başlayıp, "ne içersiniz" le avutmaya kurulu zaman duraklarıdır. Burada bir türlü geçmeyen dakikalar, karıştırılan çay tıkırtılarında eritilmeye çalışılır. 

İyice dikkat ederseniz duvarlarda, tavanda, koltuklarda daha önce burada beklemiş yüzlerce siluetin gölgesini hissedersiniz. Patrona bağlı, evine geç giden sekreterlerin, hizmetlilerin memnuniyetsizlikleri de sinmiştir ağır havasına.

İç içe geçmiş, birbirinin üstüne yığılmış bedenler. Acılı, umutlu, vehimli, sevinçli, saf, kurnaz çehreler. Buraya gelene kadar bir sürü engel aşmış, takatinin son deminde, bekleşen düşünceler. Ne diyecekse üç beş dakikaya sığdırılacak, makamın iki dudağı arasından çıkacak birkaç kelimeyle hükmü verilecek dertler. Hepsi bu küçücük mekanlara kazınmıştır sanki.

Bazılarında asıl makamdan önce "özel kalem makamı" ndan da geçirilirsiniz. Patronun büyüklüğüne bağlıdır bu protokol. O azamet, o kibir sekreterinden memuruna, hizmetlisinden müdürüne hepsine de sirayet etmiş görünür bu dünyada. Halleri, tavırları bir başkadır. Biraz da makamın cakasını satarlar hani. Öyle ya, onlar içeriye teklifsiz giren çıkan özel kişilerdir.

Bir eda, bir tavır sezilir yürüyüşlerinde, konuşmalarında. İki kapı arasında kıraldan fazla kıralcı onlardır. Onların sözü geçer bu arastada. Ellerindeki "protokol" gücünü son kertesine kadar kullanırlar. Hemen arkalarındaki güçlü ve parıltılı dünyanın, eli mızraklı kapı bekçileridir onlar. 

İnsanlara "Randevunuz var mıydı ?" diye sorarlar. Bakışları biraz haincedir sanki. Sinirleri alınmış, duyguları gizlenmiş aşılmaz bir engel vardır karşınızda. Bekleyen, yüreği ağzında, her kapı açılışında içeri alınmayı gözleyen heyecanlı insanlara inat. 

Beklerken etrafınızı da gözlersiniz ister istemez. Gelip giden çalışanları görürsünüz mesela. Koltuğunun altında imza dosyası, alelacele çağrıldığı anlaşılan memur sekreterle gözleriyle anlaşır. İçeriye haber verilir, memur iliklenmiş ceketini, gravatını bir kez daha kontrol edip gülümsemeye çalışan bir yüzle kapıyı tıklatır. 

Müdürler az bir bekleyip içeri görevli refakatinde alınırlar. Başkanlarınsa işi hep aceledir. "Günaydın, Nasılsınız ?, İçerde mi ?" gibi kısa sözcükler ve doğru içeri. Çıkanlar ya alı al moru mor, ayakları birbirine dolaşarak gider, ya da ağzı kulaklarında rahatlamış olarak.

Bazen de hatırlı misafirler gelir. Bunu makam sahibinin onları kapıda karşılamasından anlarsınız. Bekletilmezler, sanki daha önceden randevuluymuşlar gibidir. Bu arada bekleyenler diğerleri olarak dakikaları saymaya devam ederler tabi.

Bekletilme bazen de "stratejik" olarak kullanılan bir yöntemdir. Örneğin pek de hatırlı olmayan ziyaretçiler, ya da taleplerinden artık yaka silkilenler rahatsız edici bir "öteki" muamelesi görürler. İzlerseniz böylelerinin de aslında epey yüzsüz olduğunu fark edersiniz. Hani kapıdan kovulup bacadan giren tiplerdir bunlar. 

Bekletilme nadiren bir "sınav" olarak da denenir. Çünkü birilerinin sabrı test edilmelidir. Gösterilen tahammül, kişinin dileğinin ne kadar samimi olduğunun da göstergesidir. O yüzden böyleleri özellikle daha fazla bekletilir. 

Bazen bütün gün, hatta gece yarısına kadar beklemek doğrusu her babayiğidin harcı değildir.

Beklemenin zaman ilerledikçe talep eden kişi üzerinde olumsuz bir etkisi oluyor. Başlangıçta kızgın gelmiş, heyecanı canlı, beklentisi yüksek biri böyle bir tünel içine girdiğinde neredeyse sadece "görüşebilmeyi" ister hale gelebiliyor. Olmasını istediği şeyi unutup, bir an evvel bu azaptan kurtulmayı dilemeye başlıyabiliyor.  Kişi için o görüşme artık bir araç olmaktan çıkıp bir amaç haline dönüşebiliyor. Bu da baskı altındaki makam sahibine büyük bir avantaj sağlıyor tabi ki.

Ankara gibi yetkilerin merkezde toplandığı bu düzen, başkent bürokrasisinin de enerji kaynağı aslında.  Uzayan görüşme kuyrukları, özel kalemde bekleyenlerin çokluğu o kişide varsayılan gücü de simgeliyor. Bu güç aynı zamanda önemli bir itibar kaynağı ve o makamda kalabilmenin de sigortası. 

Hep kötü açıdan bakmamak lazım, bu tarz çalışma yöntemine samimiyetle inanan yöneticiler de tanıdım. Yıllar önce yakın çalıştığım genel müdür gecenin hayli ilerleyen bir saatinde bu tür uzayan görüşmeler nedeniyle baygınlık geçirmişti. Herkesle görüşmesini, onlarla beraber çok fazla çay kahve ve sigara içmesini doğru bulmuyorduk. Ertesi günü bunu kendisine de söyledik. Bize şöyle demişti:

"Haklısınız ama vatandaş ta köyünden, kasabasından çıkıp gelmiş. Büyük ihtimalle talebini tam olarak karşılamam mümkün değil. Bunu belki anlatabilirim, o da kabullenebilir. Ancak, onu geç saatte de olsa kabul etmem, onunla birlikte bir bardak çay içmem, ona şeker çukulata sigara ikram etmemi hiç unutmayacaktır. Eşine dostuna genel müdür beni kabul etti, benimle görüştü, bana çay söyledi, onunla sohpet ettik diyecektir, eminim. O yüzden ben de haklıyım. Dayanabildiğim kadar yapmaya çalışacağım."

"Beklemek" hiç hoşuma gitmez, başkalarını da isteyerek bekletmem. Herkes için zaman kaybıdır, ömür törpüsüdür beklemek. Mecliste kıldığım Cuma namazı çıkışında acaba birileriyle görüşebilir miyim diye bekleşen insanları gördükçe kahroluyorum mesela. Aslında selamlaşabileceğim, epeydir görmediğim pek çok insan olmasına rağmen başımı yerden kaldırmadan hızla uzaklaşıyorum oradan.

Vergi dairesinde sıra beklemek, bankada, hastanede, trafikte, hatta otobüs için beklemekten sıkılırım. Hele hele kuyrukların o kendine has kültürü benim iyice asabımı bozar. 

Sıraya girmek, öndeki tıkanıklığın sebebini bilememek, kaynak yapan uyanıkların diğerlerini hiçe sayan kurnazlıkları, uzun müddet ayakta kalmak, randevu saati geçtiği hala bekliyor olmak sinirlendirir beni. 

Kapalı kapılara zaten oldum bittim tahammül edememişimdir. Uzun süren görüşmelerden, ya da uzun süren telefon görüşmelerinden aralık bulup da bir türlü devam edemeyen görüşmelerden rahatsız olurum.

Ama ben sevsem de sevmesem de beklemek hayatımızın bir gerçeği. Zamanımızın önemli bir kısmını yutan, tüketen kara delikler onlar. Bazen de bilinçli, kurallı, seronomik uygulanan duraksamalar. İçinden bazen torpil bazen de "hiç" çıkan, uzayan esneyen gevşeyen, amaca göre şekil verilebilen ilişkiler yumağı. Özellikle de Ankara'nın değişmez, iflah olmaz, efsunlu ritüeli.

 

Kendimle başbaşa 

Bizi onbir ayın sultanı Ramazana ulaştıracak ışıklı bir iklimin içindeyiz. Sevabı bol, fırsatı çok, bereket dolu üç ayları yaşıyoruz.  Kamerî ayların yedincisi Recep ayı ile başlayan, Şaban ayı ile devam eden ve onbir ayın Sultanı Ramazan ile tamamlanan bu mübarek iklim hayırlara vesile olsun inşallah. 

Yaşadığımız günler geleneğin ötesinde anlamlarını yeniden hatırlayıp onları gerçekten ‘idrak’ etmemiz gereken günler. Böylece bu iklimde saklı manevi fırsatları da kaçırıp ıskalamamış oluruz diye düşünüyorum. Keşke bugünün müslümanları hiç değilse eski araplar kadar bu ayların kadim manasına saygı gösterseler. 

Çünkü, Recep ayı aynı zamanda haram aylar denilen dört kamerî ayın da sonuncusu. Zi'l-Ka'de, Zi'l-Hicce, Muharrem ve Recep ayları Hz. İbrahim’den beri muhterem kabul edilmiş ve savaşmak haram sayılmış. İslam dini de tevhidî gelenekte var olan bu iyi ve güzel uygulamaya dokunmamışken, Kur`ân ancak, düşman tarafından taarruz edilmesi halinde, savaşa müsaade etmişken bugün İslam dünyasının haline bir bakınız. Ne içler acısı, ne yürek yakan, ne gönül burkan manzaralar yaşıyoruz. 

Sadece bu mu ? Bazen içinden geçmekte olduğumuz dünya bana bir korku tüneliymiş gibi geliyor. Her köşe başını türlü çeşit zebaniler tutmuş sanıyorum. Geçenden yedi akçe geçmeyenden kırk akçe almaya kurulmuş bütün köprüler. İnsanlar yaşam kavgasını adeta modern bir sürü harami arasında, kırılarak, yaralanarak, incinerek sürdürüyor. Çevremizde ilan edilmemiş bir tür dünya savaşı var sanki. 

Her kuytuda pusuya girmiş karanlık gölgeler seziyorum. Bazı yüzler sıcacık gülümserken birden engerek kılığına giriveriyorlar. Tıslıyor yaklaştığım her delikte çıyanlar; korkuyorum. Zalim mazlum karışmış. Sinek gibi ölüyor insanlar, kadınlar, çocuklar... Düşen kalkamıyor, yürüyen durmuyor. Sanki arada tv, bilgisayar camı var, sıkılınca zapladığımız. Kimse bana mısın demiyor; ürküyorum. 

Görüyorum, hissediyorum, yaşıyorum. Ama, üzerime üzerime gelen vampirlerden kaçamıyorum. Sığınacak, korunacak tek liman var, biliyorum. Dilimde dua. Bu alacakaranlık kuşağından bir an önce çıkmayı diliyorum. Hasbiyallâh ! 

Elbet herkes kendince mücadele ediyor. En azından ayakta kalmaya çalışıyor. Bir tarafta gece gündüz demeden çalışanlar, öbür yanda canını verip şehadeti seçenler. Ne mutlu onlara ! Diğer yanda, aymazlar, hainler, sahtekarlar, yalancılar, nankörler, ne yaptığını bilmeyenler ve daha neler neler var. Yazıklar olsun onlara ! 

İyiliği gerçekleştirme, kötülüğü men etme noktasında o kadar çok işimiz var ki. Kendi kendime düşünüyor, konuşuyorum: ‘Ümidini yitirme ! Hüzünlenme, karamsar da olma. Sen ne yaptın ki ?’ Nuh yüzlerce yıl uğraşmış halkı için. Ne deliliği kalmış, ne yalancılığı. Kavga etmemiş yine de. Sabır ve inançla devam etmiş yoluna, yapmış o koskocaman gemiyi. Sel gelince kurda, kuşa, kuzuya bile sığınak olmuş o mekan. Ama ne yazık, oğlunu dahi kurtaramamış dalgalardan.

Her birisi dehşetli imtihanlardan geçmiş. Balığın yuttuğu tövbekar Yunus, kurtların kemirdiği Eyyup, değil halkını, karısını bile kurtaramayan Lut. Hangi birini sayayım. Ya İsa ? Kudüs sokaklarında zincirlenmiş, sürüklenmiş yine de "Rabbim onları affet, bilmiyorlar" demiş. Duası üzerine gökten yemek inen bu elçi, istese helak edilmesi mümkün düşmanlarına onca eziyete rağmen beddua dahi etmemiş. Bugün merhamet ve sevgi timsali olarak milyarlarca takipçisi var. 

Hepsinde derin ibretler, örnek haller var değil mi ? Mesela tevbe, mesela sabır, mesela şükür. Dahası bugün dirayet, merhamet, tevazu gibi bütün o güzel hasletleriyle anılıyorlar. Hiç birini sokaklarda bağıran çağıran, kırıp döken, insanlarla itişip kakışan bir vaziyette duymadık, öğrenmedik. 

Peki; o zaman yaşasaydık, Nuhun gemisinde, İbrahimin yanında, Süleyman'ın emrinde olmak en büyük şeref olmaz mıydı ? İnşa edilen o mabede taş taşımayı asırlara kazınan bir imza olarak tercih etmez miydik ? Neden bugün de aynı şeyi yapmıyor olalım ki ? 

Ya rahmet peygamberi ? Dünya incisi o yetim ? Düşmanlarının bile el emin ve güvenilir saydıkları dosdoğru bir güzel adam. O, bir eline ayı, bir eline güneşi verseler yolundan sapmayacak kadar inançlı bir insandı. Çocukların başını okşamadan geçmeyecek kadar sevgi dolu bir babaydı. Hiç tıka basa doymadan yaşamış bir fakirdi. Kendisine yapılan eziyetlere sabreden, direnen, ama hakkı ve hakikati yine de susmadan söyleyen bir mücahiddi. 

Kendisine kasteden şehrine muzaffer bir ordu komutanı olarak girdiğinde, intikam duygularıyla değil, af ve şefkatle hareket etmişti. Pek çok vasfı olmasına karşılık "güzel ahlak" timsali olarak öğülen bir örnekti. Yerine göre eline kılıç, yerine göre vahiy sayfalarını da alsa haddi asla aşmayan bir devlet başkanıydı. 

Çünkü "Sizin dininiz size, benim dinim bana" demesi öğütlenmişti. "Sen sadece bir uyarıcısın, kimsenin başına bekçi değilsin" denilen bir elçiydi o. Hem bir resul hem de kuldu Rabbine. Biz de onun dua ettiği ümmeti değil miyiz ? 

Dilerim ki bu mübarek günler-aylar artık islam dünyasında akan kanın durmasına vesile olur. Mazlumların kurtuluşunu, haramilerin yok oluşunu görürüz. Bir kutlu barış gelir islam topraklarına, bayramımız bayram olur. Biz de o günün şahidi oluruz inşallah.

Yilmaz Yalcın
Yüreğimin sesi-II- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

18 Nisan 2020


Bahar gelmiş neyime

Kapanmışım evime

Bilmiyorduk öğrendik

Korona diye bir kelime


Dışarıya hiç çıkamam

Hastalık var kapamam

Virüs pusuya yatmış

Çiçek açmış koklamam

Sabah olur akşam geçer,
Günler nedir hafta biter
Dünya hep evlere sığdı
Bahar biter mi ey evciler?
Salgın tüm dünyayı sardı
Zalim mazlum ayırmadı
Pandemiymiş öğrendik
Sokaklar boş, kim kaldı?
Yaşanacakmış bu dert
Sabır ister ve metanet
Elbet fani bu da geçer
Şimdi gezer bir felaket
Ne acılar ne hayaller
Ne umutlar neler neler
Evlere sığdı bizimle
Sırtımızdaki tüm yükler

18 Nisan 2020 Cumartesi 13:00 CORONA GÜNLERİ.............................Karışık duygular

Ramazan geliyor

Günün gündemi; hafta sonu yaşanacak sokağa çıkma yasağı öncesi milletin panik ve telaş yapmadan ihtiyaçlarını karşılaması. Biraz abartılsa da bu ikaz ve yönlendirmeler doğru. Geçen haftaki manzaraların yaşanmaması lazım. Çünkü insanımızın coşkulu yapısı kitle psikolojisiyle birleştiğinde hiç te istenmeyen durumlar olabiliyor. Anlaşılan bu sefer iş öncesinden oldukça sıkı tutuluyor. İnceden inceye her şey düşünülüyor ve ayrıntılı tedbir alınıyor. İnşallah ceza söz konusu olduğunda günde yüz kere tekrar edilip duyurulan bazı yanlışların önü kesilir.

Önümüz ramazan, gerçi oruç ayıdır ama bakarsan sanki bol bol yeme içme ayı gibi görünür. İnsanlar her zamankinden fazla alışveriş eder, sofralar çeşit çeşit yemek ve tatlıyla donatılır. Pide gibi ramazanla bütünleşmiş asla vazgeçemediklerimiz vardır. Görüyorum ki şimdiden corona günlerinde ramazanın nasıl karşılanacağı ve yaşanacağına dair tedbirler alınıyor. Bugün yarın Diyanet de bir dizi uygulama duyuracaktır.

Salgından kurtulma yolunda ufak da olsa işaretler var. Ancak virüs en azından Bayram sonrasına kadar aramızda geziyor olacak. Corona günleri her zamanki doğal alışkanlıklarımızı etkilediği gibi, manevi iklimimizi de sınırladı. Vakit namazlarını camide kılmamızı, Cuma gününü manasına uygun geçirmemizi, kandil gecelerini coşkuyla yaşamamızı ve dostlarımızla gönülden sarılıp musafaha etmemizi de yasakladı. Dileriz bu günler geride kaldığında şu an yapamadıklarımızın kıymetini daha bir anlamış oluruz. 
---------

Karışık duygular 

İkinci hafta sonu yasağı birinci gününde. Gece 24'den itibaren herşey yolunda gibi görünüyor. Hava güzel. Baharın bütün güzelliği ile arzı endam ettiği günleri yaşıy

İkinci hafta sonu yasağı birinci gününde. Gece 24'den itibaren herşey yolunda gibi görünüyor. Hava güzel. Baharın bütün güzelliği ile arzı endam ettiği günleri yaşıyoruz. Evimizin camlı balkonu yeniden keşfedilmiş durumda. Dışarda cıvıl cıvıl kuş sesleri, yeşillenen toprak örtüsü, bazıları çiçeklenmiş genelde tomurcuklanan ağaçlar ortasında ailecek oturuyoruz. Henüz 6 aylık torunumuz da bizimle birlikte güneşleniyor.

Gündemimiz saksı çiçeklerimiz, baharın güzelliği ve ne olacak bu corona günlerinin sonu?

Çok merak iyi değildir. Bu günlere dair yüreğimden yükselen ses ne demiş ona bakalım:

Bahar gelmiş neyime / Kapanmışım evime / Bilmiyorduk öğrendik / Korona diye bir kelime
Dışarıya hiç çıkamam / Hastalık var kapamam / Virüs pusuya yatmış / Çiçek açmış koklamam
Sabah olur akşam geçer / Günler nedir hafta biter / Dünya hep evlere sığdı / Bahar biter mi ey evciler?
Salgın tüm dünyayı sardı / Zalim mazlum ayırmadı / Pandemiymiş öğrendik / Sokaklar boş, kim kaldı?
Yaşanacakmış bu dert / Sabır ister ve metanet / Elbet fani bu da geçer / Şimdi gezer bir felaket
Ne acılar ne hayaller / Ne umutlar neler neler / Evlere sığdı bizimle / Sırtımızdaki tüm yükler

Şimdi 23 Nisan'ın da yasak olabileceği konuşuluyor, Belki hafta sonu ile birleştirilebilir. Zaten ertesi gün de Ramazan başlıyor. Kendi payıma huzurlu ve içime sindirerek bir oruç ayı geçirmek istiyorum. Evde olmak çalışmak için bana müthiş bir avantaj sağladı. Yazma konusunda en üretken günlerimi yaşıyorum.

Yürüyüşümü, sporumu yapamamaktan, havuzda yüzememekten şikayetleniyorum. Ama gerildiğim, üzüldüğüm tek sıkıntım hasta annemin durumu. Hayat devam ediyor, evdeki hay huy içinde saatlerimiz geçiyor. Bilgisayar klavyemin tıkır tıkır sesleri arasında gözüm kulağım hep telefonumda. Her sinyal, her arama sesi "acaba?" diye yüreğimi hoplatıyor.

Her gün WhatSapp'tan görüntülü görüşüyoruz. Görüşüyoruz demem öylesine; konuşamıyor, bakıyor anlaşılmaz sesler çıkarıyor ama o kadar. Her gün biraz daha gücünün tükendiğini anlayabiliyorum. Rabbim sağlık, şifa versin. Hakkımızda en hayırlısı neyse o olsun inşallah.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder