Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
28 Şubat 2015
Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
28 Şubat 2017
28 Şubat 2018
Şiir ve Türkü sever misiniz ? Ben severim. İkisini birlikte iken daha da çok. Hani şair; ‘Kirazın derisinin altında kiraz / Narın içinde nar /Benim yüreğimde boylu boyunca / Memleketim var’ demiş ya işte öyle..
Bu sevgi özünde ‘memleket’ sevgisinden doğar, döner yine onu besleyip büyütür. Mesela ‘Yurdumun taşından toprağından şurup gelir nakışlarım / Taşıma toprağıma toz konduranın /Alnını karışlarım’ dedirtir adama.
Dilim ‘Türkülerle yunmuş yıkanmış’ tır. Asırlar boyu ‘Onlarla ağlamış, onlarla gülmüş’ bir milletin çocuğuyum, nasıl türkü sevmem ?
Türküler Anadolu insanının dilidir, zengin gönlüdür. Sevgisi gibi acılar da ilmek ilmek işlenmiştir dizelerine. Şehitliğe, gaziliğe alışıktır, lakin yine de sefere giden evlatları için aradaki dağlara sitem vardır türkülerinde. Bunu bile zarif bir şekilde, solan lalelerle anlatmıştır. Ölüm kabullenilmiştir de 'ayrılık olmasaydı !' diye feryat eder Anadolu yaylasındaki seven gönüller:
‘Şu kışlanın kapısına / Mail oldum yapısına / Telli kurban bağlayayım / Asker yarin kapısına / Yüce dağlar olmasaydı / Laleleri solmasaydı / Ölüm Allah'ın emri de / Şu ayrılık olmasaydı’
Türküler yüzyılların imbiğinden geçip gelmiştir bize. Şiirin hasıyla söylenmişlerdir. Kulak verildiğinde vasiyettir, en güzel nasihattır anlayıp dinleyene: ‘Mecliste Arif Ol Kelamı Dinle / El İki Söylerse Sen De Bir Söyle / Elinden Geldikçe Sen İyilik Eyle / Hatıra Dokunup Yıkıcı Olma’ da işte böyle bir Pir Sultan Abdal deyişi.
Ah bu türküler ! Anadolu'nun, yanık, aşık, dertli ama bir o kadar da anlam yüklü güzelleri. Mesela ‘Yalan dünya’ Tokat yöresinden çok güzel bir türkü. Sözler derin, bu güne kadar çalıp söyleyenler de hakkını vermiş. Bu yüzden kulağımızda, gönlümüzde iyice yer etmiş.
‘El vurup yâremi incitme tabib / Bilmem sıhhat bulmaz hicraneler var / Dert vurup da yârem eylersin derman / Her can kabul etmez viraneler var’
Türküde Aşık Sadık Doğanay yalan dünyaya bol bol sitem ediyor. Ama hükmünü de veriyor sonunda: ‘Aşk ile pervane dönersin dünya, yalansın dünya.’
Türkü olur da Neşet ustadan söz edilmez mi ? ‘Bozkırın tezenesi’ kendine özgü çalış biçimi ve avazıyla belki de geleneğinin son temsilcilerinden biriydi. Doğrusu hayattayken çok da kadri bilinmemiş bir "garip" Anadolu ozanıydı. Ama, onlarca ölmez türkü bıraktı ardı sıra. Her bir türküsü "gonülden gonüle" yol oldu, ekildikleri gönüllerde büyüyüp devleştiler. Bana göre çok az adamın kendisi bu kadar ‘garip’, çileli ve toprağı kadar alçakgönüllü iken, eserleri bir o kadar muhteşem, derin ve büyüktür.
Bir türküsünde ‘Bir anadan dünyaya gelen yolcu’ya/kendisine/insana sorar: ‘Görünce dünyayı gönül verdin mi / Kimi büyük kimi böcek kimi kurt / Merak edip hiç birini sordun mu / İnsandan doğanlar insan olurlar / Hayvandan doğanlar hayvan olurlar / Hepisi de bu dünyaya gelirler / Ana haktır sen bu sırra erdin mi’
Gerçekten insanı sarsan, düşündüren sözler bunlar. Büyüğe, küçüğe, kurda kuşa böceğe, hayvana ve insana…Sonunda sözü getirip ‘Ana haktır sen bu sırra erdin mi’ diye bitirmiş türküsünü.
Türkülerinde hep ‘garip’ dediği kendi üzerinden insanlara evrensel çapta sözler söylemiş: İşte ‘Cahildim dünyanın rengine kandım / Hayale aldandım boşuna yandım / Seni ilelebet benimsin sandım...Ölürüm sevdiğim zehirim sensin / Evvelim sen oldun ahirim sensin’ avazı da bunlardan biri.
Misalleri çoğaltmak mümkün. O kadar güzel örnek var ki…Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu bu yüzden ‘Ah bu türküler / Türkülerimiz / Ana sütü gibi candan / Ana sütü gibi temiz / Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla / Köyümüz, köylümüz, memleketimiz’ demiş olmalı.
Şiir, türkü ve Anadolu deyince Yunus Emre’yi de anmamak olmaz. Her şiiri duru bir su gibi akar, ılık bir meltem gibi gönülleri okşar. Her sözü anlayana, dinleyene kitaplık çapta derstir. Kırmadan, incitmeden konuşur ‘Bizim Yunus’.
Şöyle der bir şiirinde kendisi için: ‘Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için/Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.’ İşte bu yüzden belki 850-900 yıldır Anadolu’nun zengin fakir, güçlü zayıf, dindar entel, genç yaşlı her kesimi için bitmeyen bir sevgi çağlayanı, katılaşmış kalplerin şifası olmuştur.
‘Hak cihana doludur / Kimseler Hakkı bilmez / O'nu sen senden iste / O senden ayrı olmaz
Dünyaya gelen geçer / Bir bir şerbetin içer / Bu bir köprüdür geçer / Cahiller onu bilmez
Gelin tanış olalım / İşin kolayın tutalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz
Yunus sözün anlar isen / Mani'sini dinler isen / Sana iyi dirlik gerek / Bunda kimseler kalmaz’
Söyler misiniz ? Gerçeği, gelir geçer dünyayı, yaşam için insana lazım olanı daha iyi nasıl anlatabilirsiniz. Biz belki bir kitaba bile sığdıramazdık. Ama Yunus bu. Diyeceğini en güzel şekilde ve bir çırpıda söyleyivermiş.
Şiire ve türkülere kulak vermeliyiz.
Görsel düşünceler albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
28 Şubat 2018
28 Şubat
Yirmisekiz şubat 1997’den bu yana 22 yıl
geçti. Keşke o yıl şubat ayı 30, hiç değilse 29 çekseydi de her yıl karabasan
gibi üzerimize çöken o karanlık günü hatırlamasaydık. Güdük ayın son günü bu
ülke tarihine bir ‘post modern darbe’ olarak geçti. Her ne kadar iddia edildiği
gibi bin yıl değil on yıl bile sürmediyse de insanımızın hafızasına acı ve
derin izler bırakıp tarihin çöplüğüne karışıp gitti.
N. Erbakan'ın başbakan, Tansu Çiller'in
dışişleri bakanı olduğu bir dönemdi. Refahyol adıyla anılan bir hükûmet
işbaşındaydı. Doğrusu pek de başarısız oldukları söylenemez. Özellikle Erbakan
hocanın o 11 aylık kısa dönemde yaptıkları, başardıkları hala dillerdedir.
Ancak Sincan'da düzenlenen Kudüs gecesi bahane edilerek tankların yürütülmesi kâbus
gibi bir sürecin işaret fişeği oldu. Ardından
28 şubat günü olağan olarak toplanan uzun Mgk'nda yaşananlar siyaset kurumunu
ve gündemi adeta kilitledi. Bu arada Genelkurmay'da kurulduğu anlaşılan illegal
batı çalışma grubu ile artık bir darbe beklentisi oluşmuş durumdaydı. Sonrasında
siyaseten başbakanlığın Çiller'e devr edilmesi formülü ile sorunun aşılması
denendi, ama bu da engellenerek haksız ve hukuksuz bir şekilde görev Mesut Yılmaz'a
verildi. Böylece planlanan sessiz darbe gerçekleşmiş, yakıştırılan ismi ile bir
‘postmodern darbe’ kavramıyla tanışmış olmuştuk.
Har darbe gibi elbette bunun da öncelikli
olarak siyasi alanda etkileri oldu. Yaşanan şey yapay bir deprem gibiydi adeta.
Aslına bakılırsa ne kadar post, most falan deniyorsa da çok açık bir darbeydi
olup bitenler. Kuşkusuz karanlık bir mühendislik ürünüydü. Toplumu baskıladı,
siyaseti derdest edip hükûmet devirdi, hükûmet kurdu, meclisi kuşatıp tehdit
etti. Demokrasinin sırtına adeta bir hançer gibi saplanmıştı. Bir taraftan da
dostumuzu düşmanımızı daha net görür olmuştuk. Zira 28 şubat bazılarını bir
turnusol kağıdı gibi açığa çıkarabiliyordu.
Kuşkusuz bunlar kural dışı, acı ve ağır
şeylerdi. Ama bireylere, zihinlere ve yüreklere dayattığı karabasan çok daha
tahrip ediciydi. Meselâ başörtü meselesi. Seksenli yıllardan başlayarak
toplumun kanayan bir yarası haline dönüştürülmüştü. Vehimlerle, algılarla
hortlatılan karanlık bir irtica kâbusuyla cebelleşiyorduk. Devlet dairelerinde,
sokakta, otobüste mahalle baskısının en alasıyla karşı karşıyaydık. Birçok
kızımızın büyük emekler vererek girdikleri üniversitelerden ikna odalarıyla,
yasaklarla ve tahkir edilerek derslerden çıkarıldığı günler yaşanıyordu.
Baskılar bir çoğunun ayrılmasına, yurt dışına gitmesine, peruk kullanmasına ya
da başını açmaya zorlanmasına sebep oluyordu.
Medya ve arkasındaki güçler hedef gözeterek
durmamacasına kin ve nefret kusuyorlardı. İnsan hakları, eğitim hakkı, inanç özgürlüğü
sanki rafa kaldırılmıştı. Barışçıl protestolara bile tahammül edilemiyor, en
sert tedbirlerle bastırılıyordu. Çoluk çocuk sokaklara dökülüp el ele
kilometrelerce zincir oluşturduk. Öyle bir hava oluşturuldu ki, isyan etmekle
tehdit edilip hoyratça dağıtıldık. Gözyaşları sineleri deliyor, dualar ‘ah’lara
karışıyordu. Bu zulmün dokunmadığı aile, incitmediği yürek kalmamış gibiydi. Bir
gecede binlerce kamu yöneticisi görevlerinden alındı. Yetmedi kendilerine bir
oda hatta bir masa bile verilmedi. Maaşları yarıdan fazla düştü. Lojmanlarından
çıkarıldılar. Bu hukuksuz görevden alınmalara karşı açılan davalar ‘Siz
Refahyol hükûmetince atanmıştınız’ gibi daha büyük bir hukuk garabetiyle karşılandılar.
Akla hayale gelmedik devlet umuruna aykırı uygulamalar yapıldı. İnsanlar
senenin ortasında oraya buraya sürüldüler. Gittikleri yerlerde tahkir edilip
istifaya zorlandılar.
Bizzat benim yaşadığım bir olayda; Basın ilan
kurumunun İstanbul’daki toplantısı devam ederken içeri girilip fotokopi edilmiş
bir kararname ile görevden alındığımız söylendi. O gün Bayındırlık Bakanlığı
temsilcisi olarak Bakanlar Kurulu kararıyla atandığım Basın İlan Kurumu Genel
Kurulunda bulunuyordum. Benimle birlikte diğer hükûmet ve basın temsilcileri de
oradaydı. Ne kadar acilse, devlette usûl olan tebliğ-tebellüğ geleneği
çiğnendi. Harcırahımızı bile alamadan, bir nevi tahkir edilerek toplantıdan
adeta zorla çıkarıldık.
Sabırlı, dirençli ve musibetlere tahammül
etmeye alışkın bir milletiz. Bu gün bile insanımız üzerinde o günlerin hangi
derin yaralara yol açtığını pek konuşmuyoruz. Başımıza gelen musibetleri adeta
zihnimizden siler gibi unutma eğilimindeyiz. Hele gençlerimiz geçmişi hiç
bilmiyorlar. Bugün öf püf ettikleri şeylerin rahat batması olduğunun farkında
değiller. Fakat bugünlerin kıymetini anlamak için; doksanlı yılları, siyasi
krizleri, her an boynumuza inmeye hazır vesayet kılıcını ve 28 şubat
karabasanını hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor. 2000’lerin başında anayasa
kitabı havalarda uçmuş ve krizlerden krizlere sürüklenmemiş miydik ? Bir gecede
fakirleştiğimiz, gırtlağa kadar faiz batağına düştüğümüz o günleri ne kadar
çabuk unuttuk.
Genç arkadaşım, bu ülkede neden bu kadar çok
siyaset/politika konuşuluyor biliyor musun ? Hayat daha kötü olduğundan, işler
gittikçe kötülediğinden değil. Bu özgürlük fazlasıyla yaşandığından, daha da
iyisini güzelini isteyebiliyor oluşumuzdan. Çabuk unutan, aştığımız büyük güçlükleri
değil de şu an, şu günlerde başımızı ağrıtan sorunları büyüten sığ dünyamızdan.
Belli ki bu boşluk siyaset/politika lagalugasıyla dolduruluyor. Gençlerin
ifadesiyle bu da bir çeşit geyik.
İnsanlar kötüye giden bir şeyleri
iyileştirmek için siyaset konuşmuyorlar, keşke öyle olsa. Bu gürültüden ülkede
her şeyin kötüye gittiği sonucunu çıkarmak büyük haksızlık. Bu hal kahvedeki
adamın "Biz adam olmayız. Adamlar yapmış yani" sızlanmasına benziyor.
Biz bu kısır döngünün alasını 60'lı 70'li yıllarda görmüştük. Bugün 60'lı
yaşlarında olanlar koalisyonları, sağ sol çatışmalarını, Demirel-Ecevit kürekçi
kavgalarını çok iyi hatırlarlar. Yeni nesillerin o günleri bilmemeleri normal,
onlar gözlerini açtı bugünleri gördü. Doğal olarak da "bu memleket
adam olmaz" nakaratını günün ezgileriyle söylüyorlar.
Evet, Türkiye
tarihine post modern darbe olarak geçen ve toplum ile siyaset üzerinde derin
postal izleri bırakan 28 Şubat'ı geride bırakalı 22 yıl oldu. Hakkında davalar
açıldı, birileri temsili olarak mahkûm edildi. Askerlerin deyimiyle sık sık
‘demokrasiye balans ayarı’ yapılması alışkanlığı artık çok çok gerilerde kaldı.
Hala "iyi oldu" diyenler yok mu ? Var tabi. Demokrasinin hiçe
sayıldığı böyle ortamlardan hayır umanlar geçmişte de oldu. Ancak, bir takım
özgürlüklere kavuştuklarını sananlar bir süre sonra o özgürlüklerin tamamen yok
olduğunu acı acı öğrendiler. Amaç ne olursa olsun demokrasi bir kere askıya
alındı mı işler rayından çıkıyor. Bu yüzden sırf siyasi hasımlık ve artık
geçmişte kalmış uygulamalara özlem sebebiyle darbelerden medet umanlar bunu bir
kez daha düşünülmeliler. Tabi eğer müzmin ve iflah olmaz bir darbeci
değillerse.
Rahmetli gazeteci Mehmet Ali Birand’ın
sözleriyle; “28 Şubat süreci, bu ülkenin seçilmiş iktidarına yapılan en büyük
bühtanlardan birisiydi. İktidarı alaşağı edebilmek için türlü kumpaslar
kurulması yönünde medyanın hazırola geçtiği, alavereyle dalavereyle zihinlerin
dönüştürülmeye çalışıldığı bir süreçti. Fadime-Müslüm-Emire kumpaslarıyla ‘irtica
paranoyasını’ toplumun en derin hücrelerine yerleştirmeye çalışanlar, aslında
bir güç yarışının fitilini ateşleyerek kendilerine dokunulmaz kaleler inşa
etmeye uğraşıyorlardı. Derin devlet, derin devlet diye yıllarca dillendirilen
devlet içindeki çok başlılığın faturasını, iktidara yamamaya çalışıyorlar,
militarizmin gücüyle yeni bir toplum algısı oluşturulmaya kalkışılıyorlardı.”
Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin
Erbakan’ın siyaset dehası, bu dönemin yumuşak bir geçişle atlatılabileceğini
düşündürmüştü. Ama ardından gelen Refah Partisi’nin kapatılma süreci, bu
karanlık dönemin tüm boğucu yönleriyle adeta toplumun kılcal damarlarına işlemesine
neden oldu. Neticede, bir
tusunami halinde kabaran 3 Kasım 2002 dalgası 28 Şubatı, partilerini ve diğer bütün aktörlerini tarihin
karanlık sayfalarına gömdü. O gün şiir okuduğu için cezaevine koyulan Erdoğan,
bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı. O gün başörtülü oldukları için
okulların kapısından sokulmayan başörtülüler artık TSK’da da görev yapabiliyorlar.
Bu noktaya milletin feraseti, Erdoğan’ın liderliği sayesinde gelindi. Erdoğan,
Pınarhisar Cezaevi’ne giderken, “Bu şarkı burada bitmeyecektir” demişti. Evet,
o şarkı orada bitmedi.
Nihayet 15 Temmuz’la birlikte millet, rejime yeni bir format daha attı. Halk, 15 Temmuz gecesi kaderine bizzat el koymuştu. Bundan sonra darbe hesabı yapanlar artık milleti hesaba katmak, 28 şubatın akıbetini, 15 temmuz direnişini hatırlamak zorundalar. Başbakanlar idam edilirken suskunluğun hâkim olduğu bir Türkiye artık çok gerilerde kaldı.
Ne düşünüyorum I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.28 Şubat 2022 23:30 Pazartesi CORONA GÜNLERİ..............................Biri bitmeden biri başlıyor
Biri bitmeden biri başlıyor
Bugün 28 Şubat 2022 Pazartesi. Güdük ayın son günü, 28 Şubat postmodern darbesinin 25.nci yılı. Çeyrek asır önce o sıkıntılı, sisli puslu günleri yaşamış biri olarak hakkımı katiyyen helal etmiyorum. Kendileri silinip gittiler, bıraktıkları acılar hala hatırlanıyor. Ama köprünün altından çok sular aktı, devran değişti. Şimdi geldiğimiz noktadan o günlere baktığımda "Allah bir daha yaşatmasın" demekten başka dilime bir söz gelmiyor.
Üç ayların ilk ayı olan Recep de bitmek üzere. Beş kutlu geceden regaip ve miraç kandilini yaşayıp geride bıraktık. Dört gün sonra da içinde berat gecesi olan Şaban ayı girmiş olacak. Sonrasında da inşallah içinde bin aydan hayırlı kadir gecesini taşıyan mübarek Ramazan ayına erişeceğiz.
Dünyada virüsün ortaya çıkmasının üzerinden 797 gün geçti. Coronavirüs salgını ülkemizde de 718.nci gününde. Hastalık artık adeta "vaka-i adiye" haline geldi. Ne eski tedbirler kaldı, ne de gündemin ilk sıradaki yeri. Artçı dalgalanmaları bir süre daha devam edecek ama iki yıllık karabasan artık bitiyor galiba. En azından hepimizin lisan-ı hal ile arzusu, dileği bu.
Bu arada sade bizde değil tüm dünya ekonomilerindeki yangın da iyice harlanmış durumda. Bu virüs coronadan çok daha hasar verecek gibi. Üstüne üstlük işte Ukrayna krizi de giderek savaşa dönüştü. Namı diğer "Rus Ayısı" geçtiğimiz hafta Ukrayna'ya daldı. Ateşler saçarak sınır şehirlerinden başlayarak başkent Kiev'e doğru ilerliyor. Savaşın her türlüsü kötü, her şekli acı ve gözyaşı getirir ama bu savaş hiç mi hiç adil değil.
Doğrusu Ukrayna da yiğitçe karşı duruyor ama ne yazık ki batı onları yalnız ve çaresiz bıraktı. Böylece güvenilmezliklerini bir kere daha göstermiş oldular. Ateşkes görüşmelerinin ilk raundu sessiz sedasız bitti. Bir iki gün sonra diğeri başlayacak ama sonuç alınabilecek mi orası şüpheli. İşgale karşılık peş peşe alınan yaptırım kararlarına bakarsak 3.ncü dünya savaşının ultra modern bir türü ile karşı karşıyayız. Tam bir "filer tepişiyor, çimenler eziliyor" örneği yaşıyoruz. Tabi burada ezilen sadece masum Ukrayna halkı değil. Biz de dahil pek çok ülke bu savaşın olumsuz etkileriyle mücadele etmek zorunda kalacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder