25 Aralık 2018 Salı

26 Aralık 2018 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı91....................................Mehmed Akif

Mehmed Akif

O bizim milli şairimiz, İstiklal Marşımızın yazarı. O “Safahat” gibi önemli bir eserin sahibi, büyük bir şair. Aralık ayı onun hem doğum hem de ölüm yıldönümü. Bu yazımda karınca misali onu anmak istedim. Ama buna sebep olan şey sadece onun büyük şairliği değil. Hiç kuşkusuz şair yönüyle milli kimliğimizi, kültürümüzü inşa eden manevi mimarlarımızın en önde gelenlerinden birisi. 

O daha Balkan savaşı sonrasında milletini topyekun ayağa kalkıp kurtuluşa çağıran, gayrete teşvik eden bir büyük dava adamıydı. Karamsarlık ve ümitsizliğe karşı savaşıyordu.

O yazdığı İstiklal Marşından para almayı reddedip, milletine armağan eden bir devdi. Büyük şair yazdığı İstiklal marşı şiirini Safahat adlı şiir kitabına bile almamıştı. Büyük olduğu kadar özenli ve mütevazi bir adamdı o. Tepeden tırnağa bir vatanperverdi. Bu özelliği coşkulu şiirlerinde açıkça görülebiliyor. O “Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın” diye dua/feryad eden biriydi. Aynı zamanda o ülkesinin, milletinin acısını en derin hisleriyle yaşayan yaralı bir yürekti.

Akif’i bugüne ve geleceğe taşıyan en önemli vasıflarından biri de imanını, inancını tavizsiz yaşayan bir adam olması. İnançlı ve bilgili. Her şiirinde sanki adam gibi adam olmayı anlatıyor bize. Her şeyden önce inandıklarını yaşayan, söylediklerini hayata geçiren biri o. Bu yönüyle de gençlerimize örnek gösterilecek bir ahlak abidesi. Zaten onun nasihatları da bu samimiyeti nedeniyle tesirli. Onun duruşu, adam gibi adamlığındandır dedik. Çünkü ahlak timsali, önder bir şahsiyettir o. Onunla yolculuk peygamberin izinden dosdoğru vuslata gider, anlayana.

Her vatansever gibi Akif de vatan uğruna o günün şartlarında kah Almanya’da, kah Necef çöllerinde, kah Balıkesir’de, Kah Kastamonu’dadır. Niye? Vatan için, din için, millet için. Hele hele öz vatanından hicret etmek her babayiğit işi değildir. Hele ki fitne çıkmasın diye yapılıyorsa. Milli Mücadele sonrası çok sevdiği ülkesinden Mısır’a göçmesi işte bu yüzdendir. Yürekli olmayan, bu hissiyat ile yaşamayan da bu büyük şairi anlamayabilir. "Birlik” isimli şiirinde bu yüreği olanca coşkusuyla görebilirsiniz.

Akif, günümüzde pek revaçta olmayan ahde vefa ve sözünde durma timsalidir de aynı zamanda. O'ndaki arkadaşlık, dürüstlük ve ahde vefa tüm yaşamına hakimdir. Sözünün eri, sözü ile özü bir insandır.  Hayatında buna ilişkin pek çok örnek var. O büyük bir şair olmasının yanında; inanmışlığı, dava adamlığı ve şahsiyetiyle de büyüktü.





18 Aralık 2018 Salı

19 Aralık 2018 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı90....................................İyilik eken iyilik biçer

İyilik eken iyilik biçer

Dünya ve kâinat iyilikle ve iyilik üzere dönüyor. İnsan iyilik yapmak için var olmuş. Zira en iyi kimsenin kendisinden hep iyilik beklenen ve kötülük etmeyeceğinden emin olunan kişi olduğu haber verilmekte. 

İyilik her şeyin o kadar içinde ve özünde ki, kötülük bile sanki iyiliğin anlaşılmasını kolaylaştırıyor. Aksi halde ne olacağını, nelerden kaçınması gerektiğini gösteriyor insana. 

İnsanı eşrefi mahlûkat yapan şey de bu değil mi zaten ? Varsa bir üstünlüğümüz o da; kötülüğe rağmen hakkı bilmek, iyilik yolunu tutmak, sabredip istikamet üzere yaşamaktan gelmiyor mu ? 

Bunun için insanda öncelikle ‘akıl’ sonra da ‘niyet’ olmalı elbette. Böylece kendisine iletilen onca bilgiyi, ayan beyan gösterilen onca işareti kavrayıp dosdoğru olmayı seçebilir. Üzerindeki çeri çöpü temizleyip, nereye gideceği meçhul patikalardan çıkabilir. En iyinin kendisi için hazırlanmış sırat ı müstakim yolu olduğunu görür.

O yol ki iyilik yoludur ve kötülüklerden korunmuştur. Başı selam, kendisi esenlik, sonu da selamete çıkar. Bu yolda ancak iyi olunur, iyilik istenir, iyilik düşünülür ve iyilik yapılır.

Kuşkusuz iyiliğe de onu en iyi şekilde yapmak yakışır. Meselâ; iyilikler yalnız Allah için yapılacak ve karşılık beklenmeyecektir. İyiliğe karşı iyilik bir bakıma ödünç sayılır. Ancak, şu kısa dünyada insan ne yaparsa sonuçta kendisine yapıyor değil mi ? İyilik ekersen iyilik biçer, iyilik bulursun. Bu kadar basit. 





12 Aralık 2018 Çarşamba

12 Aralık 2018 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı89....................................Geleceği düşünmek

Geleceği düşünmek


Gelecek tıpkı bir örgü işi, bir dantel gibi; burada, şu an, bugün yaptıklarımızla şekillenmektedir. Meselâ ahiret inancımız da bir tür gelecek öngörümüzdür. Ölüm ötesi gelecek için eli boş gitmeme çabalarımız bugünümüzü kuvvetle etkiler. Hazırlıklarımız bir yanda yaşamımızı yönlendirirken, bugünümüz ve geleceğimiz de bu temel varsayıma göre şekillenmektedir. 


Elbette ki geleceği düşünmek geçmişi inkâr anlamına gelmez. Gelecek için bugünün mutluluklarının feda edilmesini gerektirmez.  “Ya şöyle olursa ? Ya böyle olursa ?” diye kaygılara kapılıp yaşanılan anın kıymetini bilememek hiç değildir. Aksine gelecekteki mutluluklara yelken açmak, karşılaşılabilecek olumsuzluklara karşı kılıç kuşanmanın bir vesilesi olacaktır. Aynı zamanda daha iyi bir geleceğe inanmak sağlığa olumlu katkı yapar ve yaşam kalitesini arttırır.

Sorun daha çok gelecekteki günlerimiz için gerçek anlamda neler yaptığımızla ilgilidir. Bu anlamda belki kendimiz için yapabileceğimiz en büyük iyilik, sadece geleceği düşünmekle kalmayıp gelecek için harekete geçebilmektir. Şayet yeni bir yola çıkmış isek bu yolda asla pes etmemektir. Unutmamalı ki kazananlar en güçlü olanlar değil her düştüğünde yeniden ayağa kalkıp sonuca gidebilenlerdir.






9 Aralık 2018 Pazar

09 Aralık 2018 Pazar 19:00 NE DÜŞÜNÜYORUM.................................Astarın içinde ceketi kaybetmek


Astarın içinde ceketi kaybetmek

Neden bilmem, düz yolda şaşırırız. Çerle çöple uğraşırken başlangıçta yola çıktığımız amacı unutur, nereye gittiğimizi bilmeden sağa sola savruluruz.

Millete hizmet deriz, bir zaman sonra devlete hizmet etme iddiası içinde buluruz kendimizi. Kafamızdaki menzil flulaşınca da bu iddia nedense kendimize hizmete dönüşüverir kolayca. Artık raydan çıkmışsak bir bakmışız hiç gönlümüzde olmayan başka bir yerlere savruluvermişiz. İstesek de kurtulamıyoruz. Hani millete, devlete hizmet için yola çıkmıştık ?..

Bu millet, anamız babamız bizi vatana millete hayırlı olsun diye okutur. Tahsilli adam muamelesi yapar. Biz ne yaparız ? Anaya babaya ataya cahil muamelesi yapar, okumuş 'adam' değil aydın bir 'eşek' oluruz. Çağdaş olduğumuzu iddia ederiz, ama bilmediğini bilmeyen cahilliklerde de sınır tanımayız. Kanunu, mevzuatı gayet iyi biliriz de nedense kafamız 'Nasıl yaparız da işimizi hallederiz ?' diye çalışır. Bir zorlukla karşılaşınca torpil ararız, sıçramanın illa ki bir yolunu buluruz.

Kur'an okuruz, ama ne dediğine kulak vermeyiz. Güzel sesle okunan kur'an'dan zevk alırız da yüce Mevla'nın bize hitabından etkilenmeyiz. 'Allahüekber' deriz, 'lailahe illallah' çekeriz ama araya türbe, şeyh koymaktan, fal, burç bakmaktan, boncuk, bez çaput asmaktan, birilerinden şefaat ummaktan da geri durmayız. Hani şirk koşmayacaktık ? Kur'an rafta durmak, duvara asılmak, ölüye okunmak için mi geldi ? Kendimiz için, anlaya anlaya, yaşamak ve uymak için okumayacak mıydık ?

İbadet ederiz ama, yaratıcının huzurunda olduğumuzu unuturuz. Müslümanım deriz ama 'teslim olmayı' aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. İşimize gelen ayeti, hadisi eğip bükerek kendimize fetva, başkalarına hüküm veririz. Bize bakanlar islamı göremezler, iğretiliklerimizin külü içimizdeki koru çoktan söndürmüştür. Lafa gelince en güzel müslümanlık bizde, benim dedem müftü, dayım hacıymış deriz. Alıntılar yaparız sanal alemde göstermelik. Hani bu din en son ve mükemmel olandı ? Biz neden bilmiyor ve uymuyoruz ?

"Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması" kitabının yazarı Doc. İdris Küçükömer "Türkiye'de sağ sol, sol da sağdır" demişti. Bu sözlerin daha 70'lerin başında söylendiğini ve hemen üstünün kapatıldığını hatırlayalım. Kimsenin söylemeye bile cesaret edemediği fikirlerinden dolayı İdris Küçükömer maalesef büyük bir ambargoya maruz kalmış ve yok sayılmıştı. Çünkü İdris Küçükömer'e göre Türkiye'nin solcuları halkı yönetilecek koyun olarak görüyordu. Türkiye'nin ilericileri ise sağ cenahta görülen muhafazakâr, geniş İslamcı halk kitleleriydi. Buyrun buradan yakın ! Ne dersiniz ?

Çok gariptir; ne zaman Avrupa ile sorun yaşasak o ülkelerin iktidarı Muhafazakar sağcı partiler oluyor. Bizdekiler de öyle, sağcı sağcıya niye anlaşamıyorlar ? Aksine böyle zamanlarda nedense dışardaki sosyal demokratlar hep Türkiye'nin yanında oluyorlar. Bizim solcu, sosyalist ve sosyal demokratlar da tersine gidip gidip Türkiye'yi o muhafazakarlara şikayet ediyorlar. Böylece düşmanlıkta Avrupa'nın sağcılarıyla hep aynı hizaya düşüyorlar. Onlar mı muhafazakar, biz mi solcu olduk bilmeden ? Bu nasıl iş ?

“Kıyametin koptuğunu görseniz de elinizdeki fidanı dikin.” demiş peygamberimiz. Bir an düşünelim bu söz sadece 'kıyamet' ve 'fidan' la mı ilgilidir ? Dünyada kıyametin kopmadığı bir an var mı ki? Her an kopmakta kıyamet. Nefeslerimiz azalmakta değil mi her an? Sevdiklerimiz birer ikişer gitmiyor mu aramızdan ? Daralmıyor mu  bizim için de vakitler gün be gün? Gerçek bu iken, neden bu kadar gafil yaşayabiliyoruz ?

Demek, 'fidan dikme' yi  yalnızca 'kıyametin koptuğu' özel bir ân’a bağlamak ya da 'fidan' ı sadece ağaç fidanı olarak anlamak gerekmiyor. Eldeki fidanı ya da iyilikleri hak ettiği toprağa kavuşturmak her ânın işi. Aslında, insanoğlu için bir büyük anahtar saklı  bu sözde. Çünkü mümin; salt  ahirete inanmakla kalmaz; ahireti ve bugünü bilerek yaşar dünyasını. Mümin; sonunun sonsuzluk olduğu bilinciyle katılır 'şimdi' ye. Sonsuzluk bilinciyle renk katar 'bugün' e. Derin alır nefesini. Sonsuza açar kanatlarını. Öyle mi acaba ?

Biz denizin içinde sudan habersiz balıklar gibiyiz. Bu ülke tarih bakımından, kültürel zenginlik açısından, inanç derinliği yönünden, medeniyet mirası klasmanında büyük bir ülke. Geçmişi parlak, bugünü potansiyel yüklü ve geleceğin yıldızı bir memleket. Ama bunun düşmanlarımız farkında, yaban ellerdeki kardeşlerimiz farkında ama biz hala anlamış değiliz.  Başımıza gelenlerden doğru dersler çıkaramıyor, nereye doğru gitmemiz gerektiği hakkında bitmez tükenmez tartışmaların içinde dönenip duruyoruz. Bu konuda solcusu sağcısı eyyamcısı yok birbirimizden farkımız. Galiba biz ceketimizin astarı içinde ceketimizi kaybeden şaşkınlarız. Nerden geldiğimizi, kim olduğumuzu, bizi biz yapan değerleri unuttuğumuzda nereye gitmekte olduğumuzu da göremiyoruz işte.

5 Aralık 2018 Çarşamba

05 Aralık 2018 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı88....................................Aynadaki aksimiz


Aynadaki aksimiz

Politika siyaset kadar saygın olmasa da zorunlu bir uğraş. Daha çok bir arenada mücadele eden gladyatörlere benziyorlar. Seyircisi de kamuoyu ve seçmenler. 

Her ne kadar acımasız ve kuralsız gibi görünse de elbette kendi içinde bazı demokratik teamüllere sahip. Mertliğin kitabı yok ama bu yolda olanların ille de namert olmaları gerekmiyor. Söylenen, yazılan, yapılan şeylerin iyilikle ve mertçe geçmesi en doğrusu. 

Demokrasiyi bir fazilet rejimi olarak övmez miyiz ? O halde bu alandaki davranışların da erdemli olması beklenir. Misâl; rakibiyle selamlaşmak, karşılaştığında tokalaşmak, karşılıklı başarılar dilemek ve eleştiride haddi aşmamak oldukça medeni bir davranış olsa gerek. Kazananı tebrik etmek te öyle. Neden olmasın ?

Bizim ülkemizde bir gladyatör geçmişi yok, ama er mücadelesi, pehlivanlık ve yiğitlik geleneği var. Güreş oyunsuz olmaz. O da er meydanında mertçe olur. Ancak, yalanın, iftiranın, küfür ve kaba kuvvetin yeri değildir oralar. Kazanılsa bile, böyle kazanmanın onuru olur mu ? Millet huzurunda soyunup meydana çıkanlar sırf kazanma uğruna böyle çirkin yollara tevessül etmemeliler. 

Özellikle de birbirlerine çuvaldızla saldıranlar, yanlarında küçük bir iğne taşısalar iyi olur doğrusu. Çünkü bazen küçücük bir iğne yapılabilecek büyük yanlışlara mani olabilir.

İster o politik arenada olsun, isterse işyerinde veya kahvede; başkalarına olan davranışlarımızla kalp kırabilir, istemeyerek de olsa zarar verebiliriz. Söyleyeceğimiz sözler can yakabilir. Bu sebeple düşünmeden söz söylememeli, davranışlarımızı kontrol edebilmeliyiz. İnsanların söz, hal ve hareketlerine çeki düzen vermesi, hiç şüphesiz sonradan doğabilecek acı pişmanlıkları ve dostlukların zarar görmesini de engelleyecektir.





3 Aralık 2018 Pazartesi

03 Aralık 2018 Pazartesi 13:30 ANKARA HASTALIKLARI.....................Çalışanın Fizyolojisi

Çalışanın Fizyolojisi

Balzac, yaşadığı çağın ruhunu kavrayan, anlatan bir romancıdır. Bir düzen/sistem analistidir aynı zamanda. 

Yazdıkları yaşadığı kültürel coğrafya ikliminin bir ürünüdür. Balzac’ın inşa ettiği roman dünyası yaşanan hayatın birer yansımasıdır. Dönemi insanlarının çoğunun öyküsü, gözleyicisi Balzac’ın roman kahramanlarıdır aslında. En üsttekiler, ortadakiler ve alttakiler…

Balzac, bize, romanlarında giderek yüzsüzleşen, arsız bir toplumu anlatmaktadır. Ondaki görülmeyeni gösterme, sezilmeyeni sezdirme bilinci toplumu kavrayış, insanı anlamak düşüncesinden geçer. Alain bu konuda “Balzac söylenmeye asla cesaret edilemeyen şeyi söyleme cesaretini gösterir…” tespiti yapar.

Onun bu yanını hemen şu iki cümlesinde görürüz: Ülkenin işlerinin kötü yönetimi, devlet adamlarının alanıdır. Bir çalışan, doğa tarihi yasalarından bihaber bir ağustos böceğinden daha fazla sorumluluk sahibi değildir, ama durumu gözlemlemek için en iyi yerde konumlanmıştır.”

Kasım ayında Vakıfbank Kültür Yayınlarından çıkan küçük bir kitap “Çalışanın Fizyolojisi”  (La Physiologie de l’employé), okurken beni epey şaşırttı.

Bildiğimiz Balzac çağının ruhunu kavrayıcı biçimde yazar. Bu hacmi küçük kitap bile, onun nasıl bir bakış/gözlem/analiz/sezgi gücü ile roman yazdığını gösteriyor. Aynı zamanda “İnsanlık Komedyası”nın nasıl oluştuğuna dair ilk elden sırlar bunlar. Onun her romanında karşımıza çıkan tutku/arzu/yıkıcı benlik sanrıları, toplumsal çözülmenin getirdiği dönüşümle yaşanan açmazlar, insan ilişkilerindeki derin çatışma, kapitalizmin ahtapot gibi sardığı bir dünyanın nereye yöneldiğini gösterme biçimi… Dönem romancılığının da en belirgin öğeleri aslında.

1841’de yayımlanan ve yaklaşık 180 yıl sonra ilk defa Münif Sair tarafından Türkçeye çevrilen 'Çalışanın Fizyolojisi' adlı küçük bir kitapta Balzac Franz Kafka’nın ofis bürokrasisinin kâbus metafiziğini anlatmasından çok önce, Herman Melville’in Kâtip Bartleby’sinin yayımlanmasından evvel, edebi dehası ve kurgu ustalığıyla bizi Paris’te bir ofis hayatına götürüyor.

"…çalışanın en iyi tanımı şu olmalıdır: Yaşamak için maaşına ihtiyaç duyan ve istifa etmekte özgür olmayan kişi. Çünkü bu kişinin sonsuz kağıt kalabalığı üretmekten başka hiçbir alanda donanımı yoktur…Çalışan bir masada oturup yazan kişidir. Ofis, çalışanın doğal ortamıdır. Çalışanlar ofissiz var olamaz ve bir ofis de çalışanlarsız var olamaz. ..Kamu personeli, üst makamların partizan olmayan temsilcisidir. Çalışanla devlet adamı arasında bir yerdedir. …Kişinin maaşı 20000 frankı geçerse, artık bir çalışan sayılamaz. ..Genel Müdürler devlet adamı olabilir. ..Bir devlet bakanı dört Genel Müdür eder. …Bir çalışanın yagâne hedefi, daire başkanlığıdır. ..Çalışan olmak bir hükümete hizmet etmektir. ..Hükümetten kâr eden Mösyö Thiers, hükümete alet olacağına, onu kendi kârına alet eder. Bu kurnaz teknokratlara devlet adamı denir."

Yaklaşık 180 yıl önce 1841’de yayımlanan bu küçük kitapta, Balzac’ın diğer tüm eserlerinde görüp tanıyıp aşina olduğumuz suretler ve hikâyeler bir kez daha -ama bu sefer beyaz yakalılar olarak karşımıza çıkıyor. Toz yüklü, stres dolu ve boğucu ofis ortamına dair eğlenceli bir dille kaleme alınan Çalışanın Fizyolojisi, Sanayi Devriminin iş hayatında yarattığı köklü değişikliğe dair asla eskimeyen bir ilk bakış.

Bize 200 yıl önce Fransa'dan bulaşan bürokrasi ve 'Memur' hastalığının dönemin ünlü romancısı Balzac'ın kaleminden bizzat yerinde ve zamanında tanısı. Bizim Ankara hastalıkları olarak bugün yaşadıklarımızı o 180 yıl önce Paris'te gözlemlemiş. Mizahi bir dille de anlatmış.
--------------
Balzac’ı böyle okumak | Feridun Andaç
Kaynak <http://www.edebiyathaber.net/balzaci-boyle-okumak-feridun-andac/>

30 Kasım 2018 Cuma

30 Kasım 2018 Cuma 22:00 NE DÜŞÜNÜYORUM.................................Mukayese

Mukayese
Taş uygarlığı mı ? / Zarafet medeniyeti mi 

Bir tarafta mermer heykeller, sütunlarla yükseltilmiş devasa taş tapınaklar, kayalara oyulmuş suretler yazıtlar, binlerce yılın taşlar üzerinden okunabilen hikayesi. 

Öbür yanda insan nefsinin ve ruhunun terbiyesini önceleyen, iyiliği emreden hakkı tavsiye eden, güzel ahlakı özendiren, mimariye, musikiye, hüsnü hatta, ebruya, minyatüre, oymacılığa, çiniye, tezhipe, şiire, halıya, kilime ve çeyizlere yansıyan bir zarafet medeniyeti.

Kıl çadırlardan muhteşem süleymaniye ve selimiyelere uzanan bir medeniyet çizgisi. Ardında onca kasır, külliye, han, hamam, kütüphane, aşhane, şifahane ve çeşmeler bırakmış bir fetih ve medeniyet yolculuğu.

Bir an için demiri kesen haçlı kılıcının gücüne karşılık, tülü ikiye bölen ince çeliğin zarafetini düşününüz. Farkı fark edeceksiniz.

Avrupa ortaçağ karanlığı içinde bocalarken, temel ilimlerin zirvesine çıkmış bir aydınlık içindeydi islam coğrafyası. Yüzyıllar boyu kitapları tercüme edilerek batı üniversitelerinde ders olarak okutuldu. Rönesansın temeli oldu bu aydınlanma. Şimdi tersi oluyor ne yazık ki...

Stonehenge taşlarının günümüze yansımış yüzü gökdelenlere karşılık, birbirinin önünü kapatmayan toprak ağaç ve taşın elbirliği ile donanmış avlulu mütevazı evlerimizi hatırlayınız. Evlerinin, yapılarının bir köşesinde güvercin evlerini ihmal etmeyen sevgi ve merhameti unutmayınız.

Bir yanda çağın makinalaşmış kalabalıklarında yalnızlaşmış insanı, diğer yanda komşulukla, selamlaşmayla, yardımlaşmayla, imanla ve duayla eşrefi mahlukat olan insan var. 

Kıyaslanamaz bir üstünlüktür bu. Yaşamayan ne bilsin ?

Bugün için ne oradan ne buradan iki arada bir derede kalmış olabiliriz, mağlup ve zelil düşmüş olabiliriz, çağdaş uygarlık düzeyinin altında, islam medeniyetinin ise çok çok uzağında bulunuyor olabiliriz, ama zamanın hiçbir anında zalim, hırsız ve emperyalist olmadık olmayacağız da.

Bizi taş, madde ve para uygarlığı ile ölçmeye kalkanlar, hayallerinin ötesinde kalan mukayeseli üstünlüklerimizi göremeyenlerdir. Ki o üstünlükler kilo ile, metre ile ve para ile ölçülemez değerlerdir.

Eksiklerimiz, yanlışlarımız, iğretiliklerimiz bize bulaşmış hastalıkların eseridir. Zarafet medeniyetinin değil.

28 Kasım 2018 Çarşamba

28 Kasım 2018 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı87....................................Göreceli haller

Göreceli haller

Dünyaya bile yalan dünya denilmiş, öyle değil mi ? Zaman hale göre bazen uzun, bazen kısacık geliyor. Bir dakika sana göre farklı, bana göre daha farklı olabiliyor. O halde neye göre yaşıyoruz?

Dünya dönüyor, güneş sistemi dönüyor. Samanyolu ve galaksiler hep hareket halinde. Kâinat bile bir saniye önceki konumda değil. Neredeyiz ? Ahh dünya ! Senin hallerin ne kadar da göreceli böyle.

Evet, lüzumsuz yere kibirlenen insanoğlu için hal-i perişanlığını görmesi ve düşündürmesi gereken şeyler bunlar. Hani Kur'an’da; “Sonra tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (MULK suresi 4.ayet) deniyor ya, aynen öyle.

Konuştuğumuz, doğru sandığımız her şey o kadar da güvenli olmayabilir. Küçük/büyük ‘göreceli' hallere dikkat etmeli. Halin kıymetini bilmeli insan.
Ziyâ Paşa’nın şu beyti de bu konuda: “Giden gelmez gelen meşkûkdür bil kadrini hâlin/Bu dehrin mihnet ü zevkı bütün efkâra tâbi'dir.”

Yani; Giden gelmez, beklenen şüpheli. O halde eldekinin kıymetini bilmeli. Karşılaştığın hâl, sana sıkıntı mı verir yoksa ferahlık mı; bu tamamen bakış açısına bağlı, aldanma !


22 Kasım 2018 Perşembe

22 Kasım 2018 Perşembe 11:00 SİNEMA YAZILARI..............................Çalıkuşu

Çalıkuşu

Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin'in 1922'de yayınladığı aynı adlı romanından uyarlanan 1966 yapımı siyah beyaz bir yeşilçam filmi. 

Senaryosu, yapımcısı ve yönetmeni Osman Fahir Seden. Görüntü yönetmeni ise Kenan Kurt. Yapım şirketleri Seden ve Kemal Film (Yapım), Acar Film (Laboratuar).

Tamamen romana bağlı kalınarak çekilmiş ve seyircisinde iz bırakmış unutulmaz bir uyarlama. 

Sinemaya çok geniş bir oyuncu kadrosuyla aktarılmış. Filmin sinema afişinde 57 ünlü yıldızın filmde rol aldığı yazılı. Bu nerede ise 1960`ların tüm ünlü sinema ve tiyatro oyuncularını kapsıyor. Filmde Feride karakterini dönemin en ünlü kadın oyuncusu Türkan Şoray, Kâmuran karakterini ise dönemin en ünlü erkek oyuncusu olan Kartal Tibet oynamış.

Diğer oyunculardan ön çıkanlar: Bedia Muvahhit (Dam De Sion Okul Müdiresi), Mürüvvet Sim(Kamuran'ın Annesi),  Feridun Çölgeçen (Fransızca Öğretmeni), Kerim Afşar (Yzb. İhsan), Hüseyin Kaşif (Muhtar), Renan Fosforoğlu (Öğretmen), Şaziye Moral (Besime Teyze), Necdet Mahfi Ayral (Maarif Müdürü İbrahim Hilmi), Aliye Rona (Hatçe Hanım), Zeynep Değirmencioğlu (Munise). Bu filmle beraber Türk sinemasında büyük kadrolu filmler dönemi de başlamış.
Feride küçük yaşta annesini kaybetmiştir. Küçük yaşlarda anne ve babasını yitiren Feride’ye babaannesiyle birlikte teyzeleri bakmaktadır.  Subay olan babasının görev nedeniyle uzak kaldığı memleketine tekrar dönememe ihtimali vardır. Bu yüzden kızını Fransız Da me de Sion okuluna yatılı olarak verir.
Davranışları yüzünden çevresindekiler tarafından “Çalıkuşu” olarak anılan Feride, gittikçe serpilip güzelleşir. Bu arada Feride'ye teyzesinin oğlu Kamuran aşık olmuştur.  Çocukluğundan beri çekindiği, teyzesinin yakışıklı oğlu Kamuran’la çekişmeleri sonraları bir aşkı doğurur ve evlenme hazırlıklarına kadar varır. Teyzesinin onayını aldıktan bir süre sonrada bu hayat dolu kızla nişanlanır.
Bu sıralarda Kamuran'ın Münevver adlı bir kızla ilişkisi olduğu ortaya çıkar. Bu haber ile hayalleri altüst olan ve tüm dünyası yıkılan Feride evden kaçar.  Yaşlı süt annesinin yanına sığınan genç kız bakanlığa başvurarak öğretmen olarak Anadolu’da görev yapmak ister
Ancak, öğretmen olarak Anadolunun ücra bir köşesine atanan  Feride'nin güzelliği başına dertler açmakta ve sık sık tayini çıkıp yer değiştirmektedir. 
Son tayinlerinden birinde, yaşlı bir bekar olan Hayrullah Beyle tanışır. Sevimli bir kişiliğe sahip Hayrullah Bey, Feride'yi kızı gibi sevmesine karşın, bazı söylentiler nedeniyle güç durumda kalırlar ve çevrelerindeki dedikoduları önlemek amacıyla evlenirler. Gerçekte ilişkileri bir baba-kız beraberliğinin ötesine geçmez. 
Bir gün Hayrullah Bey, Feride'nin tuttuğu günlükleri ele geçirince onun Kamuran'ı hala sevdiğini öğrenir ve onları kavuşturmaya çalışır.
Aşkına rağmen gururu için evinden ayrılıp Anadolu’da öğretmenlik yapan genç bir kadının yaşamını anlatan dizide ayrıca dönemin toplumsal koşulları değerlendiriliyor. Bir aşk hikayesi üzerinden “yoksulluk”, “cehalet”, “umutsuzluk” temaları ile birlikte dönemin “eğitim-öğretim sistemi” ve “bürokrasideki çarpıklıklar” konularına da ayna olan film insanın idealleri uğruna neler yapabileceğinin de bir göstergesidir.

Bu filmin yönetmeni Osman Fahir Seden 1986 yılında bu kez TV dizisi olarak "Çalıkuşu" `nu tekrar çekti. Bu defa renkli çekilmişti ve TRT kanalında Pazar akşamları 7 bölüm olarak ekrana geldi. 
Bu mini dizide başrolleri Aydan Şener (Çalıkuşu Feride), Kenan Kalav (Kamuran) ve Sadri Alışık (Miralay Hayrullah Bey) paylaşmışlardı. 

Diğer rollerde Eşref Kolçak (Şeyh Yusuf Efendi), Hayati Hamzaoğlu (Binbaşı Nizamettin Bey), Kaya Akarsu (Yüzbaşı İhsan), Tomris Oğuzalp (Hatice Hanım) dı. Bu kez Munise rolü Mine Çayıroğlu’na verilmişti. 
Senaryo, reji ve yapımcı yine Osman F. Seden’di. Görüntü Yönetmeni de  yine  Kenan Kurt, filmin müziği ise Esin Engin tarafından hazırlanmıştı.
Türk edebiyatının klasiklerinden olan Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanının üçüncü uyarlaması 2013 yılında yine bir Tv dizisi olarak çekildi. 
Bu kez  Yönetmenliğini Çağan Irmak ve Doğan Ümit Karaca’nı yaptığı dizinin Senaryosu Sevgi Yılmaz’a aitti. Yapımcı ise Timur Savcı,  Tims Productions oldu. Dizide başrolleri Burak Özçivit ve Fahriye Evcen paylaştılar. 
Sinemacı bir aileden gelen Osman Fahir Seden, 22 Mart 1924 tarihinde İstanbul'da doğdu. 

Babası, Türkiye'de ilk sinema salonlarından birini açan ve ilk özel film şirketi olan Kemal Film'in sahiplerinden Kemal Seden'dir. Orta öğrenimini Alman Liseside tamamladı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

Yabancı filmlerin dublajında çalışarak sinema dünyasına girdi. 1951de yapımcılık ve senaryoculuğa başladı. İlk senaryosu 1951de 27 yaşında iken yazdığı "İstanbul Kan Ağlarken" ve 1956`da ilk yönetmenlik denemesi "Kanlarıyla Ödediler". 1959`da çektiği "Düşman Yolları Kesti" adlı filmle Türk sinemasının önemli yönetmenleri arasına girdi.

1960lı yıllara kadar dram ve macera filmleri çeken Seden daha sonra güldürü polisiye ve müzikal filmlere yöneldi. Bazı önemli filmleri Berduş(1957), Cilali İbo Yıldızlar Arasında (1959), Düşman Yolları Kesti (1959), Namus Uğruna (1960) ve Çalıkuşu'dur (1966).

Genellikle duygusal filmler çekmesine rağmen ilk dönemlerinde Feridun Karakaya'nın unutulmaz tiplemesi Cilali İbo serisi gibi filmleri de yönettti.

1960-70 yılları arasında pekçok film çekti. Hepsinde de başarılıydı. En başarılısı ise "Çalıkuşu" oldu. 1968′de Kemal Film'in deposu yanınca, birçok film kül olup gitmişti. Ancak 1973te baba yadigarı Kemal Filmi kapattı ve kendi adının baş harflerinden oluşan "OFS Prodüksiyon" Şirketini kurdu. 

Gazi Kadın/Nene Hatun (1973), Batsın Bu Dünya (1975), Beş Milyoncuk Borç Verir misin (1975), Güler misin Ağlar mısın (1975), Nereye Bakıyor Bu Adamlar (1976), Dokunmayın Şabanıma(1979) filmlerini çekmiştir.

80li yıllardan 90lı yıllara türkülü şarkılı filmler modasıydı ve o da bu modaya ayak uydurdu. Arabeskçilerin yükseliş döneminde onun da imzası oldu. "Yakılacak Kadın" "Telekız" "Yeniden Doğmak" "Yolpalas Cinayeti" ve "İki Kadın" filmleri Sedeni 90lı yıllara taşıdı.

Ayhan Işık başta olmak üzere önemli yıldızları Kemal Film'e bağlayarak Türkiye'de star sisteminin öncüsü oldu. Ayhan Işık, Belgin Doruk, İzzet Günay, Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Ediz Hun, Fikret Hakan, Eşref Kolçak, Ajda Pekkan, Ahmet Tarık Tekçe, Feridun Karakaya, Vahi Öz, Öztürk Serengil, Sadri Alışık, Münir Özkul, Kenan Pars, Hayati Hamzaoğlu, Nubar Terziyan, Kadir Savun ve Zeki Müren, Necdet Tosun, Zeynep Değimencioğlu (Ayşecik), gibi bir çok oyuncu, onun filmleriyle tanınmıştı ve Kemal Film bünyesinde uzun yıllar yer aldılar.

Yeşilçam tarihinin en önemli isimlerinden biri olan yapımcı, yönetmen ve senarist Osman Fahir Seden, Ayhan Işık'ı keşfedip yıldız yapan adamdır.

Hülya Avşar, Bulvar Gazetesi'nin düzenlediği güzellik yarışmasına katılıp birincilik alınca, Osman F. Seden, onu Haram (1983) ve Yabancı(1984) filmlerinde oynatmış.

Sinema filmlerinin dışında son dönemlerde pek çok TV dizisinin yönetmenliğini yaptı. Türk Halkı'nın beğenilerini zevklerini iyi bilen Osman Fahir Seden, televizyon dizilerinde de büyük başarı kazandı. Ve onun çektiği diziler, bugün televizyonun en önemli yıldızlarından biri olan Aydan Şener'i yarattı.

Yaşamı boyunca 100'ün üzerinde senaryo yazıp, film yönetti. Yönetmenliğini yaptığı filmlerde küçük rollerde yer aldı. Birçok Kemal Sunal filmi O'nun eseridir.

Osman Fahir Seden'in diğer yönetmenlerden farkı ise, kameranın karşısına da ilginç karakterler olarak sık sık geçmesiydi. Kendisini onlarca filmde gördük. Patron da oldu (100 Numaralı Adam), bankacı da (Beş Milyoncuk Borç Verir Misin?), Mafya da oldu (İyi Aile Çocuğu), Meclis Başkanı da (Zübük). Ateş Böceği filmindeki ufak rolü ise bu performansların en unutulmazlarından biri. 

Filmde Necla Nazır kendisinin cüzdanını çalmıştır ve kıskıvrak yakalanmıştır(!). Zengin bir iş adamı olan Osman Seden'in arabasıyla karakola giderlerken, Necla Nazır çocuk gibi özür diler, yalvarır, yakarır. Sonunda Seden dayanamaz, kızı affettiği gibi üstüne para da verir. Şoförün "helal olsun abi, senin gibi erkek görmedim" övgüsüne üstadın cevabı şu olur: "Eksik olma, ne de olsa Beşiktaş'lıyız." Sinema tarihinde bu sahnenin bir benzeri yoktur herhalde.

Sanat yaşamı boyunca pek çok ödül kazanan Osman Seden'e, Kültür Bakanlığı tarafından 1991 yılında Devlet Sanatçısı unvanı verildi.

Osman Fahir Seden, 1 Eylül 1998 tarihinde 74 yaşında prostat kanseri yüzünden hayata gözlerini kapattı.

21 Kasım 2018 Çarşamba

21 Kasım 2018 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı86....................................Kutlu olsun

Kutlu olsun


Cumartesi günü 24 Kasım; Öğretmenler Günü. Hepimizi yetiştiren, emek veren, fedakâr öğretmenlerimizin kutlanması için bir vesile. Onları onurlandırmak ve yılda bir kez de olsa ne kadar özel olduklarını kendilerine ifade edebilmek adına çeşitli etkinliklerle değerlendirilen bir kutlama günü.

Bizim için de onların üzerimizdeki haklarını ve ifade ettikleri kıymeti bir kez daha düşünüp anlamamızı sağlayan bir gün. Ellerinden öpülesi öğretmenlerimizin, hocalarımızın 24 Kasım Öğretmenler günü kutlu olsun

O yüzü, ergen sivilceli at kuyruk saçlı köy öğretmenini ve aydınlık yüzlü şehir öğretmenimi hiç unutmayacağım. Zira ilki köyden çıkmamı, öbürü de daha büyük şehirlerde okumamı sağladı. İkisi de beni yüksek bir duvarın üzerinden aşırtıp uçurmuştular. Onlara minnettarım.

Bugün geriye dönüp baktığımda; kabına sığmayan yaramaz bir çocuk ve o iki öğretmenimi görüyorum. Ondan sonraki seçimlerim ne olursa olsun hayatımın başındaki o iki sihirli dokunuş bugünümü şekillendirmişti.

Elbet Rabbim ne dilerse o olur. Buna inanıyorum. Ancak o iki insan olmasa, sonrasında da kader diyeceğim bir yaşamı önüme örülmüş duvarların gerisinde sürdürüyor olacaktım.


16 Kasım 2018 Cuma

16 Kasım 2018 Cuma 20:30 İİTİAksaray'da............................................Vakıflar yurdu


Vakıflar yurdu

18.4.1975, Vakıflar yurdu/Fatih

 Saat şu anda gecenin 1'i. Yurdun okuma salonundayım. Biraz önce her zamanki gibi dernek dosyasını ve diğer yazı dosyasını düzenledim. Daha önce yazdığım yazılara biraz göz gezdirdim. Epey güzel olmuş.

Yazılar…yazılar…Sıcağı sıcağına pek anlaşılmıyor. Bir başkasının yazısı imiş gibi okunduğu zaman daha bir değer kazanıyor haz veriyorlar.

Ayrıca geçen seneki hatıra defterini de karıştırdım biraz. Orada da çok hoşuma giden bahisler okudum. Hakikaten hatıra defteri tutma ısrarım çok yerindeymiş. Çok çok ilerde bu satırları düşünüyorum da..Bayağı heyecan verici.

Her neyse biz yine şu andaki durumuma dönelim. Neler oldu, neler bitti ? Nasılım, nasıl olmam lazım ? Yapacağım şeyler neler ?..

Yeni elbisemi sevdim. Bayağı iltifat alıyorum. Ben de özen gösteriyorum artık giyimime kuşamıma. Keyfim, moralim iyi, böyle devam etsin inşallah.

Derslere başladık. Hani korkmuyor değilim ama arkadaşlarla toplu çalışmalarımız epey faydalı olacak. Eğer aksatmadan yürütebilirsek özellikle bana pratik öğrenme kolaylığı sağlayacak.

Söz buraya gelmişken Üzeyir'den bahsedeyim. Üzeyir, haftada dört gün Kocamustafa Paşadaki evinde topluca ders çalışacağımız bir arkadaş. Uzuna yakın, atletik, zengin, oldukça neşeli bir arkadaş. Kadınlarla ilgili anlattıklarının çoğu palavra bile olsa kalanı bizim gibi garibanları özendirecek kadar renkli. Üstelik dindar da. Ufuk dergisi okuyor, süleymancılığı methediyor. Babası, annesi hacı. Kadınları beş dakikalık görüyor. Söylediğine göre hiçbir zaman kadın peşinde koşmuyormuş. Kadınlar ona geliyormuş. Zengin ve yakışıklı olduğundan herhalde.

Herneyse, biz bundan böyle ders çalışmaya gittiğimizde kadınlardan bahsetmeyeceğine dair söz aldık. Yoksa o kadar konuşuyor ki durdurmak kabil değil. Bizdeki de nefis yani…

Derslere başladım ama, en büyük problem geç kalkma meselesi. Gece geç yattığımız için sabah da geç kalkıyoruz doğal olarak. Vücut alışmış, nasıl yeneceğim bu durumu ? Sabah namazına kaldırması için bir arkadaşa rica ettim. Bazen o da kalkamıyor, dolayısıyla  ben gene 11'lere kadar uyuyorum. Böyle olunca da sabah normal kalkıp derslere devam edemiyorum. Sene bitiyor hala sınıfla kaynaşamadım. Bizimkiler de olmasa hiç kimseyi tanıyamıyacağım.

Bu arada mali durumum çok fena. İki aylık kredimi bir onbeş gün daha alamayacağım. Kredi yurtlar kurumuna ders geçme sistemine göre geçen yıl sınıfımı geçtiğimi bildiren bir belge gönderdim. Bakalım ne olacak. Yarın için param yok. Yine bir arkadaştan borç almak zorundayım. Kültür dergisinin son sayısını yurtta satabilirsem biraz para tedarik etmiş olurum. Krediyi alıncaya kadar da onunla idare edebilirim.

MTTB ile ilişkilerim yine hareketlendi. Sanıyorum herkes üzerinde iyi tesir bırakıyorum. Pazartesi günü İstanbul'daki bankaların merkez şubelerine Milli Gençlik davetiyeleri götüreceğim. İnşallah başarırım.

23 Nisanda memlekete gitmeyeceğim. Mali durumum fena, bir gün için niye gideyim. Gitmesem daha iyi. İmtihanlardan önce belki giderim.

Şimdi defteri kapatıp marş marş yatağa !..

3.5.1975, Demircan Oba gazinosu, Boğaz


Günlerden cumartesi. Boğazda temiz, güzel bir gazinodayım. Buranın sahiplerinin kardeşlerinden birisi Süleymaniye camiinde vaiz. Çok mükemmel bir hatip. Ateşli ve klasik çizgileri aşan hutbeler veriyor. 

Bunların büyük kardeşlerinden biri eskiden İstanbul'un en ünlü kabadayısı imiş. Uygunsuz yerlerden aldığı haracı öksüz, yetim ve fakirlere dağıtırmış. Çifte tabancayla gezer, cuma günü kardeşi Ali Rıza Demircan'ın hutbesini en ön safta dinlermiş. 

Buraya geçen hafta ilk defa geldim. Daha önceden duymuştum ama nasip o günmüş. O günden bu yana üçüncüdür geliyorum. Gerçi biraz pahalıya mal oluyor ama manzarası çok güzel ve sakin. Beni kendine çekiyor adeta. Hem az buçuk ders de çalışabiliyorum burada.

Şimdi ders çalışmayı kestim. Televizyona yakın bir yerde hem tv seyrediyor hem de defterime bir şeyler yazıyorum.

Yurttaki günlük hayatım pek iç açıcı değil, ibadet grafiğim düzenli seyretmiyor ve uykum ise bir türlü belli bir düzene girmedi. Genellikle 11'e doğru uyanıyorum. Daha doğrusu daha önce uyanmış olsam da yataktan kalkmak zor oluyor.

Akşamları biraz tv seyredeyim derken saat on iki oluveriyor. Dolayısıyla geç yatmanın geç kalkmak gibi tabii bir neticesi oluyor.

Bu yurt hayatına bir türlü alışamadım. Herhalde alışamayacağım da. Lisede yatılı okudum ama bu ona benzemiyor. Orada disiplin, belli bir düzen vardı. Burada özgürüm ama bu bana pişmanlık olarak geri dönüyor.

Kredim hala bankaya yatmamış. Evden para istemem lazım. Borçlarım da var. Onları kapatabilmek için başka borçlar almam gerekiyor. Kredim niye kesildi ona bir türlü akıl erdiremiyorum. Sınıfta kalma söz konusu olmadığına göre nedir, niye kesildi acaba ? Mektup yazdım, ona da hala bir cevap yok.

'Boykot' adlı hikayemin son düzeltmelerini de yaptım. Ama üşenip daha daktilo edemedim. Belki bu yüzden bu ayki MG dergisinde çıkmayacak. Oysa çıksa ne iyi olacaktı. Tam da aktüaliteye uygundu.

Aslında şu günlerde diğer yazılarımla birlikte onu da daktiloya çekip bir an önce teslim etmem gerek.

Yarın sabah Sakarya'ya gideceğiz. Orada Gençlik yürüyüşü var. 

Bu arada siyaset cephesinde oldukça ilginç şeyler oldu. Milliyetçi cephe çalışmaları muarızların milleti cephelere bölüyorlar ! velveleleri üzerine 'Milliyetçi Partiler Topluluğu' oldu. Erbakan'sa ona sürekli 'Milli cephe' demeye devam ediyor. Ama hükümet kurulmasına en fazla ve en etkili katkıyı da o verdi.

Teorik olarak ve pratikte hükümet bütün engellemelere, erken seçim isteklerine rağmen kuruldu. Başardılar. Ama bu süreç Ecevit'i de 'Karaoğlan' yaptı.

 bu hükümette 8 bakanlığı var. Geçenkinde 6 idi. Hükümet kurulur kurulmaz gübreyi ucuzlattılar. Fakirlerin bedava hastanelerde bakılmasını sağladılar. Anarşi konusunda da sanki başarılı gidiyorlar gibi. Hoca yine fabrikalardan bahsediyor. Harp sanayi çalışmalarını başlattılar. Motor, takım tezgahları ve elektronik sanayinin adımları atılıyor. Bunlar daha 20 günlük icraatları.

Parlamentoda da gayet iyi çıkışlar yaptılar. DP bu bunalımdan en zararlı çıkan parti oldu. Sayıları 45'ten 29'a düştü. CGP'si grubunu kaybetti, 9 kişi kaldılar. MSP'den bir kişi istifa etti birinin durumu şüpheli. Hasılı hükümet öyle sancılı doğdu ki o kadar olur.

12.5.1975, Vakıflar yurdu

İmtihanlar yaklaşıyor. İlki Haziranın üçünde. Diğerleri iki üç gün arayla peşpeşe geliyorlar.

Bütün gücümle ders çalışmaya uğraşıyorum. Fakat alışık olmadığım, özünü kavrayamadığım, hatta kapağını açmadığım dersler çok sıkıcı geliyor. 

Geçen sene de böyle duygular içindeydim. Aslında hepsine gireceğim ve bir kaç gün içinde olsa o derslere çalışacağım çaresiz. Gel gör ki nefsim tam da tecrit edilmesi gereken zamanda olmadık şeyler çıkarıyor. Gezmek, iyi giyinmek, temiz hava ve deniz kıyıları çekiyor beni kendine. Hep de böyle zamanlarda...

Muhasebeye çalıştım. Eğer buna çalışmak denirse tabi. Uykum geldi yatacağım...
......

23.6.1975, Vakıflar yurdu

İmtihanlar başladığından beri defterime bir şey yazamadım. Bir, iki derken 8 tanesine de girdim. Bu arada koskoca bir ay daha geride kaldı.

İmtihanlar genellikle iyi gitti. Zannederim ufak tefek sıyrıklarla bu seneyi de atlatmış olacağım. Olsa olsa iki dersten eylüle kalırım. Bir de Borçlar hukuku oldu 3. Eh, üç ders eylül için yeter de artar bile.

Yarın üniversiteler arası giriş imtihanı yapılacak. Anadolu'dan binlerce genç geldi İstanbul'a. Bu arada amcaoğlu Ziya da geldi. Beraber kalıyoruz. Üç gündür epey gezdik İstanbul'u. Fakat koskoca İstanbul bu, gezmekle biter mi ? Ziya sabah imtihana gireceği için erken yattı. Ben yerimi ona verdiğim için bu gece uyumayacağım. Defterimi yazarım, belki pinpon oynarım. Böylece sabahı bulurum işte.
........

Çarşamba günü Ziya ile birlikte Susurluğa gideceğiz. 1 Temmuzda tekrar dönmek üzere tabi. Bu yaz buradayım, çalışacağım.

İmtihanlar sırasında günlük yaşantım arkadaşlarla beraber ders çalışmak, akşamları huzur çay bahçesi ve Fatih caddesinde volta atmalarla geçti. Bu arada aldığım kredileri de harcadım. Parasız kaldım yani...