Dünyanın incisi İstanbul'u, İzmir'i, Bursa'sı, Konyası, Egesi, Akdenizi, köyü, kasabası. Türkü, kürdü, lazı, macırı, manavı, yörüğü, türkmeni, çerkezi, gürcüsü ve daha ne türlü türlüsü. Sanki renkli bir gül bahçesi gibi ülkem. Göğünde al bayrağım, semaya uzanmış minarelerim. Daha ne diyeyim size. Her biri birbirinden güzel, hoş şiveleri, lehçeleri ve ana dilleri ile yurdum insanı ve vatanımı yazıp çizmek isterdim işte. Ya bu toprakların insanlarının o bitip tükenmez yürek zenginlikleri ? Onları öğrenmek için bile ömrüm yetmezdi.Belki de durup şöyle bir etrafıma bakmak ne iyi olurdu. Her an içinde olduğum, ama göremediğim şükredilesi nimetleri saymak isterdim bir bir. Bu dünyanın hatırına döndüğüne inandığım iyilik ve güzellikleri paylaşmak belki ağlatırdı beni ama olsun. O göz yaşları da anlatılabilirdi. Seher vakti ellerini kaldırmış dua eden bir mü'minin gözyaşlarını tarif etmek isterdim mesela. Allah aşkını, Kur'an mucizesini, Resulullah sevgisini aktarmak isterdim herkese, herşeye. Üstad Necip Fazıl'ın haykırışını duyurmak isterdim kalabalıklara: "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak: Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden, Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden" Neden mi ? Sevgiden. Bir babanın evlatlarına sevgisi gibi. Bir abinin kardeşlerine sevgisi gibi. Sevenin sevilene sevgisi gibi. Üstün Dökmen'in ifadesiyle mutsuz olmayı, şuna buna söylenmeyi, karamsarlığı öylesine derinden öğrenmişiz ki, “Bu ülkede yaşanmaz” ve nihayet “Batsın bu dünya” demeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Hayır. Elbette bardağın dolu tarafı da var. Hem de daha fazla. Mesela “Batsın bu dünya” ve onun gibi bir çok ölümsüz şarkısıyla Orhan Gencebay aslında bir umut ve direnme gücü vermiştir insanımıza. Onun gibi onca çalanımız, söyleyenimiz, yazanımız var çok şükür. Mevlana'dan Yunustan söz etmedim bile. Bırakalım bunları siz bir bebeğin gözlerine dikkatle baktınız mı hiç? Eğer saflığı, masumiyeti ve güzelliği göremedinizse ne olur ilk fırsatta bir daha bakın. Sizi titretecek kadar ötelerden ve derin bakarlar. Bir çiçeğin nasıl olup ta bu kadar güzel renklerle donanmış olduğunu, arının bıkıp usanmadan doldurduğu bal peteğinin lezzetini, annenin evladına sevgisini, yavrularını ağzından besleyen kuşları, adalet duygusunu, bir işçinin anasının sütü kadar temiz emeğini, bir esnafın helal kazancını..daha sayayım mı ? Soluduğumuz havayı, içebildiğimiz suyu, kendimizi içeriye attığımızda "evim evim güzel evim" dediğimiz o sıcacık yuvayı, bize hoş geldin diyen sevgi dolu gözleri, illa ki bacaklarımıza dolanan çocuklarımızı, torunları , elleri öpülesi anneleri, neneleri, dedeleri anlatmak isterdim biteviye. Nikos Kazancakis'e atfen şöyle denir: ''Dünyada çiçek, çocuk ve kuş olduğu sürece korkma; her şey yolunda demektir.'' İnşallah öyledir. Doğrusu buna yürekten inanmak isterdim.Sizin aklınıza gelen tabi ki de sorulmuş: “İyi de o zaman bu polyannacılık olmaz mı?” “İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık değil mi?" Üstün Dökmen bu görüşte iki hata olduğunu söylüyor. Birincisi “iyimserlik eşittir polyannacılık” iddiasıdır ki bu doğru değildir. İkincisi "polyannacılık kötü mü ?" Kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisinin neresi kötü ? Yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkıntıdan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini arttırır. Bu kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir. Sonuçta değiştiremeyeceğimiz kayıplar karşısında, karamsarlığa düşmek yerine yaşama sevincimizi kaybetmemektir. Bu yükle öleceksin dedim hamala,ölüm kolay sen umuttan haber ver dedi.UMUT varsa vur yükü sırtıma...!Sizce bu hamal Polyanna'cı mıdır ? Sanmıyorum. Adını bile duymamıştır. Küçük umutlarını ölüme değişmeyen bir koca adam o. Sezai Karakoç'un dediği gibi:Umutsuzluk yok!Gün gelirGül de açar...Bülbül de öter... Bir Çin atasözü şöyle diyormuş: "Tanrım, bana değişebileceğim şeyleri değiştirme gücü ver. Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmemi sağla. İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver."
NE DÜŞÜNÜYORUM -I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
7 Ocak 2014
Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
Kar yağarken lapa lapa bu şehreBazısı telaşta, kimisinde endişeTül tül dolmakta etraf çepeçevre Bembeyaz bir örtü seriliyorken yereNedensiz helecanlar tozuyor serdeEn neşelimiz çocuklarÇıkıp kartopu oynayacaklarBelki kardan adam da olacakDoyasıya eğlenip, kayacaklarYine de hepsinde aynı merak:Dua gibi "Ah bir tatil olsa okullar !"Sürücüler gergin beklerNasıl gidip gelecekler ?Zordur böyle anlarda seferKar araçları yollarda, yine de..Zincir ister, illâ kar lastiği gerekBir de kocaman, sıcacık bir yürek Ya zorunlu işe gidecekler ?Sıcak yataklarından kalkıp Trafikle cedelleşecekler Yoğun iş, koşturmaca saatlerDışarda yağan kar, soğuk.. Eve kar baygını döneceklerEn zoru da kırlık yerlerKar örtüsü kalkmaz köylerOdun yoksa tezek yakarSoğan keser çorba içerHayvanıyla birlik yaşarOsman dayı, Ayşe teyzeler
08 Ocak 2021 22:30 Cuma CORONA GÜNLERİ......................................Dilimize gelenler
Ne var ne yok?
Bu deyim bizde ciddi bir cevap beklenmeyen ani karşılaşma durumlarında duyuluyor. Meselâ: “Ne var ne yok bilader?”, “iyilik, senden n’aber?”, “Ne olsun? Aynı beyaa!” türünden bir diyalog çeşidi.
Bugünlerde “Ne var ne yok?” sorusuna genellikle “N’olsun işte? Pahalılık enflasyon zamlar felan…Allah hayırlısını etsin” cevabı veriliyor. Karşısındaki de “Öyle, öyle. Sağlık olsun, inşallah bir an evvel düşer de kurtuluruz” şeklinde tamamlıyor konuşmayı. Selamlaşıp gidiyorlar; sahne bu.
Madem mizahla başladık öyle sürdürelim. Kuşkusuz insanlar arası diyalog türleri kişiden kişiye, yöreden yöreye, erkekten kadına değişebiliyor. Pahalılığın ve yağmur gibi yağan zamların üzerimizdeki baskısını, hayatımıza karabasan gibi çöküşünü herkes kendine göre şikayetlenebiliyor. Özellikle de konuşma ihtiyacı duyan ama biraraya gelemeyen kadınlarda olumsuz etkileri daha fazla.
Örneğin “Ne var ne yok?” sorusu bugünlerde bir hemcinsi tarafından ev hanımı arkadaşına sorulsa büyük ihtimalle şöyle bir cevap alabilir: “Ay hayatım! Bu pahlılık da aynı kaynana gibi!..Yok bütçeni aşma!..Dışarı çıkma!..Alışveriş yapma!..Yok vitrinlerden iki metre uzakta dur!.Misafir çağırma!.Tövbe Tövbe!..”
Corona kelimeleri
Pandemi yaşamımıza girdi gireli ne çok şeyi değiştirdi. Bir yıldan beri bütün dünya bir değişim içinde. Sağlık sistemleri bocaladı, hala da altından kalkılabilmiş değil. Ekonomiler sallandı, henüz bir toparlanma yok. Çalışma biçimlerimiz değişti, evden çalışma bir daha çıkmamacasına hayatımıza girdi.
Siyasetin ilk gündemi oldu, uzun bir süre daha ilk üç sırada olacağa benziyor. Eğitim uzaktan yapılır oldu, eba’lı, zoom’lu, tabletli bir süreç içindeyiz. Sosyal hayat baştan ayağa etkilendi, günlerimiz eskiyi özlemekle geçiyor.
Bir şeyi daha etkiledi bu corona günleri: iletişim şekillerimizi. Video konferanslı toplantılardan, whatsapptan görüntülü görüşmelere, klasik özel mesajlaşmalardan çevrimiçi grup iletişimine kadar pek çok şeyi şu anda doğal olarak yapıyoruz. Corona salgın süreci kullandığımız kelimelere de yansımış durumda. Meselâ; “Zoom-room” evin video konferanslara ayrılmış köşesi demek oluyor. “Morona”kelimesini duyarsanız “corona morona” tekerlemesi sanmayınız. Kendisi koronavirüs salgını nedeniyle veya sırasında aptalca davranan kişi için kullanılıyor.
Çok kısa bir süre içinde, virüsü anlaşılır kılmak için yeni yeni kelimeler, kavramlarla tanıştık. Corona, yeni tip koronavirüsü, Covid-19, TMM: Temizlik-Maske-Mesafe, Evde kalmak, sosyal mesafe, karantina, izolasyon, entübe olmak gibi daha bir sürü şey. Bu yeni kavram ve kelime dağarcığı, birdenbire günlük hayatımızın bir parçası oldu. Salgınla gelen değişiklikleri anlamamıza, uyum göstermemize yardımcı oldular.
Temelde Covid-19’a gösterdiğimiz doğal tepki; bu kelimeler yoluyla teselli bulmaya dönüştü. Zira kullandığımız dil bizi iyileştirmese bile, sorunlarla baş etmemize yardımcı oluyor. Medya, siyasiler, uzmanlar uyarı ve önerilerini aktarıyor, bizler de onların baskın rolüne bazen direnerek ama çoğunlukla da itaat ederek ayak uydurmuş oluyoruz işte.
Şu anda kullandığımız kelimelerin çoğu aslında daha eski. Örneğin, ilk olarak 1957'de kullanılan sosyal mesafe, başlangıçta fiziksel bir terimden ziyade bir tutumu ifade ediyormuş. Bir yabancılaşma ya da kendini sosyal olarak başkalarından uzaklaştırmak için başvurulan bir tutum. Halbuki şimdilerde bunu virüsten korunmak için kendimizle başkaları arasında fiziksel bir mesafe olarak anlıyoruz.
“Work from home” (Evden çalışma) kavramı da 1995 yılına dayanıyormuş. Bu kavram çoğumuz için bir yaşam biçimi haline gelmeden önce çok az kişi tarafından biliniyordu. “Kişisel Koruyucu Donanım” da neredeyse 1977'den kalma. Ancak daha önce yalnızca sağlık görevlileri ile sınırlıydı. “İzolasyon” 1800'lerde kendilerini politik ve ekonomik olarak dünyanın geri kalanından ayırmayı tercih eden ülkeler için kullanılıyormuş.
Salgın ve pandemi her ikisi de 17. yüzyılda ortaya çıkmış kelimeler. Kara veba ilk olarak 1600'lerin başında kullanılmış. Kara veba ile eşanlamlı olan Kara Ölüm ise şaşırtıcı bir şekilde, 1755'e kadar kullanılmamış. Ortadoğu ve Asya’da çok eskiden beri bilinmekte olan kendi kendini karantinaya alma olayı Avrupada ancak İngiltere’de Eyam köyü sakinlerinin, 1665-1666 yıllarındaki veba salgını sırasında, karantina kararı alarak, altı ay boyunca kendilerini izole etmesi ile gerçekleşmiş.
Koronavirüsün ilk olarak 1960’larda keşfedildiğini biliyor muydunuz? Şaşırmayınız. 1968'de Nature gazetesinde ilk kez tanımlanmış. Ancak 2020'den önce, bu terimi bilim insanlarının dışında pek az insan duymuştu.
Koronavirüs ile ilgili olarak kullanılan kelimeler değişen bağlamlara, algılara ve endişelere dair bizlere ipuçları veriyor. Koronavirüs terminolojisinde tıbbi söylemden küresel söyleme doğru bir geçiş mevcut. Genellikle mizahi amaçlarla yaratılan bu dilsel oyun kısmen de olsa insanları korona günlerinde birbirlerine yakınlaştıracak ve hatta süreçle başa çıkmalarına bir nebze de olsa katkı sağlayacak.(*)
--------------------------
(*)Yasemin Giritli Inceoğlu, BİA Haber Merkezi, 07 Ekim 2020,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder