Sabah vakti
Küçük şeyler mutlu eder insanı. Sabah gibi, gün ışığının
ılık sıcaklığı gibi. Namaz kıldıktan sonra bütün bir şehir uyurken ayakta
olmanın hissettirdiği şükür duyguları gibi. Ya da küçük şeyler yaralar
gönüllerimizi, hüzünlendirir. Akşam gibi, yağmurlu kapalı havalar gibi. Uykuyu
fazla kaçırıp da öğleye yakın bir suçlu gibi yorgun ve halsiz uyanmak gibi. Bazen
günün bazı saatlerine bazen de mevsimlere denk gelir hissettiklerimiz. Bahar
gibi canlı, sonbahar gibi hüzünlü oluruz. Böyledir işte yaşam.
Ayın mehtabı, dolunayı ve hatta tutulmasının duygular
üzerinde etkili olduğu iddia edilmiş. Zaten bir barometre gibi biteviye alçalıp
yükselen bir gönlümüz var. Onca hassaslığına rağmen de bozulmuyor maşallah. O
tatlı esintilere kapılmış, hülyalara dalmışken fırtınalarla alabora olan gönül
hallerimizi de saklayabiliyor içinde. Hem de birbirinden merdane sevgilerimizle
hayal kırıklıklarımızı aynı yerde.
Bugün de sabah erken saatlerde penceremden dışarıyı
seyrediyordum. Cemrelerin düştüğü kışın son günleri. Tomurcuklanmaya hazırlanan
dallar, üzerine çiğ düşmüş çimler, güneşin doğuşuyla hareketlenen sokaklar,
serinle ılık arasında bir sıcaklık ve tertemiz hava. Kuş cıvıltıları bu
muhteşem tabloyu tamamlıyor. Bir şairin dediği gibi “Serçeler
başlatıyor sabahı / Güneş değil, inandım” (Ş. Erbaş)
Nerden bilmem Mehmet Erenler’in derlediği bir Tokat
türküsü dolanıyor dilime: “Sabahın seherinde ötüyor kuşlar /
Balınan yuğrulmuş o sırma saçlar / Kudretten çekilmiş karadır kaşlar / İşte bu
gönlümün cananı geldi.” Seher vakti çıkan
kekliği, ötüşünü, sevdiklerimi, şekerlenen ballanan gönlümün cananlarını
düşünüyorum. Adeta lâhutî bir hâl var etrafta.
Feriduddun Attar’ın “Ey bütün gece sabaha kadar uyuyan zavallı
!” sözünü hatırlıyorum içim ürperiyor. Bu güzel anı ıskalayan milyonlarca
insan var biliyorum. İşte bazıları mesaiye yetişme telaşında. Çocuklar hızlı
hızlı okullarına gidiyorlar. Sokağa çıkan araçların gürültüsü yükseliyor ara
ara. Dikkatimi yeniden önümdeki manzaraya çeviriyorum. Hafif bir sabah rüzgarı
okşuyor ağaçları. Kuş cıvıltıları yükseliyor soldakinin üstünden. Havada uçuşan
güvercinleri görüyorum, sabah rızıklarının peşindeler. Biraz ötede bir kaç
küçük köpek yavrusu da birbirleriyle güreşiyor.
Gözlerimi kapatıyorum; dışardaki erken baharı, hafif
serinliği, toprak kokusunu, kuş cıvıltılarını, çocuk koşturmacasını, araç
seslerini duyuyor, hissediyorum. Hepsi bir orkestranın parçası gibi geliyor.
Sanki bu güne kadar yazılmış en güzel besteyi icra ediyorlar.. O kadar doğal ve
o kadar da uyumlular ki. Hamd ediyorum Rabbime, bize böyle güzel nimetler
verdiği için. Çok şükür ki baktığımı görebiliyorum. Şükürler olsun ki bu
güzellikleri kalbimle hissedebiliyor, gönlümle de yaşayabiliyorum. Ne diyeyim,
mutluyum işte ! Sanki yaşadığım bütün acılar, sıkıntılar, zor günler silindi
gitti. İşte bu sabahın, şu anın hazzı her kötülüğün önüne geçti.
Tersi de olabilirdi. Günün aydınlığı yaşadığımız
pişmanlıkları yüzümüze vurabilirdi. Gecenin karanlığından arta kalan perişanlıklarla
uğraşıyor olabilirdik. Divan edebiyatının büyük şairi Nedim bir gazelinde şöyle
diyor: “Esdikçe bâd-ı subh perîşânsın ey gönül / Benzer esîr-i
turra-i cânânsın ey gönül.” Yani o
perişan gönlüne dönüp şöyle dertleniyor: Ey gönül! Sabah rüzgârı estikçe
perişan oluyorsun; öyle görünüyor ki sevgilinin perçeminin- ya da ettiklerinin-
esirisin. Bu ister bir sevgili isterse gelip geçici dünya keyfi olsun fark
etmez. İşte bak sonunda gönlün perişan.
Sabahın aydınlığı
geceyi bitirdiği gibi, fenalıkları da apaçık gösterir. Gece bir çok günahı, kötülüğü,
azgınlığı örtebilir, ama her gece sabaha çıkacaktır ve o yaşananlar birer
pişmanlık olarak kalakalırlar. Divan şiirimizin büyüklerinden Nabî’nin bir
gazelinde bu hal ‘sarhoşun baş ağrısı’ olarak tasvir ediliyor: “Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde / Biz hezârân
mest-i mağrûrun humârın görmüşüz.” İnanın sarhoşluk
ille de içkiyle olmaz, mevki makam-mal mülk mağrurluğu da bir nevi
sarhoşluktur. Şairin dediği gibi; bazıları mevki sahibi olunca zafer sarhoşu
oluverirler. Ama böylesine mest olup sabah olunca da baş ağrısı çeken
binlercesini görmüşlüğümüz var.
Yine de bu
toprakları, insanımızı, her baktığınızı hemen yargılamayınız; yanılırsınız. Biraz
dikkat. Size ters gelen şeylerin belki bir sebebi, iç yüzü, hikayesi vardır;
görürsünüz…Meselâ Saadettin Kaynak çok hoş bir insandı. Büyük bestekârdı, aynı
zamanda da imamdı. ‘Muhabbet bağına girdim bu gece’ diye hepimizin aşina olduğu
güzel bir şarkısı var. Bu şarkının da ilginç bir hatırası.
Üstâd, bir gece
Peygamber Efendimizi görüyor rüyasında. Ertesi sabah onu gözyaşları içinde,
ağlar buluyorlar. Böyle birkaç gün ortalarda gözükmeyince dostları merak ediyor,
soruyorlar. Şöyle anlatıyor yaşadıklarını: “O gece Resulullah’la beraberdim. O
yüzden dünya işleriyle alâkadar olamadım. işte bu şarkı da o geceyi anlatıyor: "Muhabbet bağına girdim bu gece / Açılmış gülleri
derdim bu gece / Vuslatın çağına erdim bu gece / Muhabbet doyulmaz bir pınar
imiş / Ararım ararım seni her yerde / Sorarım ıssız gecelerde, sevdiğim
nerde... "
Siz siz olun her
şarkıyı şakır şakır oynayarak, göbek atarak dinlemeyin. Meselâ, bu bilgiyi
hatırlamazsanız üstâdın kemiklerini sızlatmak bir yana peygamber (sav)
efendimizi de incitmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırsınız. Kalp kulağıyla dinleyin ve düşünün: gecelerin
yaşattıklarını ve sabahın size getirdiklerini. “Derler
ki; güller evvel beyaz olurmuş / Bir bülbül gelir her akşam / Sabahlara kadar
başında, şakır dururmuş / Bir sabah o güzel sesi duyamamışlar / Bakmışlar ki;
ikisi de kan revan, sessiz / Kıp kırmızı, bir gül kucağında cansız / İşte
dostlar; O gün bu gündür / Bütün bülbüller hala anmakta o aşkı / Güller
kızarmış bekliyor, her akşam aynı yoldaşı”
Sözlükte ‘yarmak,
bir şeyi ikiye ayırmak, fışkırmak, açığa çıkmak’ anlamlarına gelen fecir,
güneşin doğmasından önce beliren tanyeri ağarmasına deniyor. Türkçe’de şafak
sökmesi, gün ağarması denilen şey yani. Gece ile gündüzün birbirinden ayrıldığı
vakit. Gece karanlığının kay-bolmaya başlayıp güneş ışığının belirtilerinin
görünmeye başladığı, ufuktaki aydınlığa Fecr-i sâdık yani hakîki gerçek fecir deniyor.
Gündüzün başlangıcı olan fecr-i sâdıkla Kur’an deyimiyle beyazla siyah ip
birbirinden ayırd edilebiliyor, imsak vakti başlamış ve sabah namazının vakti
girmiş oluyor.
Ey sabahın
seherinin tadına ve farkına varan insan ! “Tasalanma
/ Dert dolusu akşamlar yüklüdür sabahlara / Belki de bir muştudur o tarifsiz
acılar Sabret / Gün doğarken ardından tepelerin / Yırtılıp açılır karanlıklar,
günün aydınlığına.” Çünkü Mevlana’nın
dediği gibi: “Dayan be gönlüm! Biçare değilsin Yaradan sana yâr.
Kimsesiz değilsin, Yanında Kimsesizler Kimsesi var. Biliyorum, Sığmazsın hiç
bir yere bu sevdayla. Dünya sana dar. Ama dayan gönlüm! Dayan ki Her gecenin
mutlaka bir sabahı var.”
Gerçekten de öyle.
Penceremden artık günün ışıklarıyla aydınlanan taze dünyaya bakarken Özdemir
Asaf’ın şu dizeleri geliyor hatırıma: “Sabah,
bir yeni dünya gibi geliyorsun / Öylesine süslü, öylesine sadesin ki../ Sen o
kadar güzelsin ki sabah / O kadar güzelsin ki…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder