16 Mayıs 2024 Perşembe

17 Mayıs 2024 Cuma TORUNLARIMA MEKTUPLAR...........................ANILAR; 17 Mayıs


Yilmaz Yalcın
, Biraz da gülümseyelim albümüne yeni bir fotoğraf ekledi. 

17 Mayıs 2016 

Hanımlar afedersiniz. Tabi ki genelleme yapmaya niyetim yok. Zaten bu sözler de bana ait değil.
'Google' dede böyle demiş !
Ama oldukça hoş bir dokundurma. Gülümseyip geçelim...



Yilmaz Yalcın
, Görsel düşünceler albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

Bir karış dahi olsa vatan toprağını satmam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim de bu toprakları ancak aldığı fiyata verir. Çünkü bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir! »
2. Abdülhamit


Yilmaz Yalcın, HAYATIN İKİ YÜZÜ albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

17 Mayıs 2018


Hayat iyilik ve kötülük zıtlığı üzerine kurulmuş. Bu farklılık Hz. Adem ve Hz. Havva'dan beri süregelmiş bugüne. İlk örnek onların 'yaklaşmayın' uyarısına rağmen şeytana aldanmalarıyla yaşanmış. Habil ile Kabil'in başına gelenlerle devam etmiş.

İyilik/Kötülük zıtlığı aslında herşeyde var. Hayat-Ölüm, Gençlik-İhtiyarlık, Sağlık-Hastalık, ak-kara, taze-bayat, akıllı-aptal, cesur-korkak, güzel-çirkin, doğru-yalan, düz-eğri, sert-yumuşak, acı-tatlı, alçak-yüksek, inmek-çıkmak, canlı-cansız, mutlu-mutsuz, sevgi-nefret, erkek-dişi, sıcak-soğuk ve daha binlercesi. Düşündüğünüz, baktığınız ve yaşadığınız her durumda bu farklılıkları görebilirsiniz.
Çoğu insanla ilgili. Dünyada, kainatta, bilimde ve mana aleminde de bu hal var. Mesela artı eksi kutuplar enerji için olmazsa olmaz zıtlıklar. Atom parçacığının içindeki nötron ve protonlar da öyle.
Yine mesela insanların tümü farklı farklı huy ve yaratılışa sahip. İnsanların, milletlerin, ülkelerin hepsinin bire bir aynı olması mümkün mü ? Zıtlık ve farklılıklar hayatın iki yüzünü oluşturuyorlar.
İyilik ve güzellik ekseninde olanlar hayatın pozitif tarafını oluştururken, kötülük ve çirkinlik yanında olanlar ise hayatın negatif yanını, yani olumsuz tarafını oluşturuyorlar.
Ancak hayatın enerjisi sanki kötülük ve iyiliğin, cahillik ve bilgeliğin, karanlık ve aydınlığın, siyah ve beyaz gibi sayısız zıtlığın mücadelesinden doğuyor. Allah'ın hikmeti işte.
Hayat böyle devam ederken, iyilik ve kötülüğün kendine özgü hikayeleri de hep olacak. İnsan için seçim yapma şansı var. İyi mi kötü mü olacağımıza, bilgeliğin mi yoksa cahilliğin mi peşinden gideceğimize karar vermek bize kalmış. Bu seçim aynı zamanda ne olacağımızı ve nasıl olacağımızı da belirlemiş oluyor.

17 Mayıs 2018 Perşembe 15:30 ANKARA HASTALIKLARI............Ankara'nın röntgeni

Ankara'nın röntgeni

Sinoplu Diyojen bir öğle vakti elinde fenerle “Bir adam arıyorum !” diye bağırarak Atina sokaklarında dolaşmış, böylece Atina’da adam görmediğini anlatmak istemiş.

Benim elimde bir fener yok ama çok şükür görebiliyorum. Ankara'da vefa ve sadakat özde değil sözdedir. Zaten çoğu vefayı İstanbul'daki bir semtin adı olarak bilir. Sadakatse 'köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek' ten ibarettir. 

Ne yazık ki, Cicero gibi 'Dostlarımdan hangisinin vefalı, hangisinin vefasız olduğunu, artık ne vefalılara, ne vefasızlarına karşılık veremeyeceğim bir zamanda öğrendim.' 

Halbuki Ashâb-ı Kehf"in köpeği Kıtmîr, sadıklarla beraber olup onlara sadakat gösterdiği için büyük bir şeref kazandı. Nûh ve Lût (a.s)'ın hanımları ise, yanlış tercihleri sebebiyle birer vefasızlık ve sadakatsizlik örneği oldular. Her iki misali de Kur"ân-ı Kerîm'den okuyup öğrenmişizdir

Zaten köpeklerin insana sadık olduğunu hepimiz çok iyi biliriz de vefa ve sadakate en yakışan insanoğlunun nankörlüğüne hala alışmış değiliz. Her defasında bizi incitir ve üzerler.

İki iyi arkadaş başlangıçta davaları için omuz omuza mücadele etmişler. Kazandıkları günün akşamında aralarında ahidleşmişler: Bundan sonra kim hangi göreve gelirse gelsin biri diğerini ziyarete gittiğinde 'Ben oyum' diye bir pusula yazıp gönderecek, diğeri de derhal mesajı ve en iyi arkadaşının geldiğini anlayacakmış. 

Aradan zaman geçmiş iki arkadaştan biri önemli bir göreve getirilmiş. Epey meşgulmüş. Arkadaşı hem başarılar dilemek hem de tavsiyelerde bulunmak üzere ziyaretine gitmiş. Kapıda sekreter " Şöyle buyrun oturun. Size bir çay söyleyeyim" demiş. "Peki" demiş adam, "Bu arada siz bu mesajı kendisine iletir misiniz, lütfen." 

Biraz dinlenip çayını bitirmeye çalışırken içerden sekreter çıkıp gelmiş. Elindeki pusulayı kendisine uzatırken; "Arkadaşınız çok meşgul, sizi şimdi içeriye alamam, sonra yine gelirsiniz" demiş nezaketle. 

Teşekkür etmiş adam. Çıkınca sekreterin verdiği kağıt parçasını açıp okumuş. Kendi yazdığı notun arka yüzünde 'O ben değilim' yazıyormuş ! 

Ankara görmek isteyenler için dev bir satranç tahtasıdır. Piyonu, atı bol, vezirleri kudretli bir güç alanı. Kendine özgü oyun stilleri, kurguları olan bir satranç bu. Ancak, gerçek şu ki, Ankara'da onca şatafatlı etkinlik ve verimlilik belgelerine, hamasi kalite söylemlerine rağmen halen el altından hakim olan şey şark kurnazlığıdır. 

Mesela liyakat ve ehliyet hemen herkesin söz ettiği, ama ölçüsünün ne olduğu pek belli olmayan muğlak bir konudur. Özellikle yönetici atamalarında bu konu önemlidir. Fakat her nedense tam tersi o atamalarda bu kriterlere pek riayet edilmez. 

Gözlemlerim, bu konuda al gülüm ver gülüm alış verişinin öne çıktığı yönünde. Bazen de bir yakinin referansı, aynı ekipte olma, etkili bir kulis grubu, hemşehrilik veya akrabalık çok daha belirleyici olabiliyor. 

En adi olanı üst yöneticilere yağcılık, elayak öpme vb. davranışlar. Belki başarılı da olabiliyorlar ama bu hal hiç şüphesiz diğerleri tarafından da açıkça görüldüğü için daha en başta itibarsız hale geliyorlar. Liyakat ve ehliyet söz konusu olmadığı için de yönetimlerine saygı duyulmuyor. 

Oysa yöneticilik büyük ölçüde bir saygı ve itibar işidir. Başarı için çevreye korku dalgaları salmaksa hiç işe yaramaz. Yöneticinin yüksek sesli olmayan içten sevgi haleleriyle çevrili olması en iyisidir.

15 yıl Mecliste danışman ve yönetici olarak görev yaptım. Herhangi bir ehliyet ve liyakatı olmadığı halde kendilerini devletin her makamında hayal edebilenlerle ilgili bazen komik bazen de hayret verici pek çok hikaye biliyorum. 

TBMM de bir Milletvekili odasında ziyaretteyim. İçeriye birisi girdi. Kendisini falan kişinin gönderdiğini söyleyerek Özelleştirme idaresine uzman olarak atanmak istediğini söyledi. Milletvekili halen ne iş yaptığını sordu, şahıs polis memuruydu. Milletvekili özelleştirme idaresinde uzmanın ne iş yaptığını sordu, buna da bilmediğini söyleyerek cevap verdi. 

Hayretle konuşmayı izliyordum. Milletvekili ise alışkındı, bana "bak işte gör, nelerle uğraşıyoruz" dercesine traji komik tiyatrosunu oynamaya devam etti: "Bilmediğin bir işe nasıl uzman olabilirsin ki?" 

Cevap tam bir cahil cesaretiydi: "Herkes anasının karnında öğrenmedi ya gider öğreniriz” dedi polis memuru. Vekil “tamam canım, bakarız” deyip kibarca görüşmeyi sonlandırdı ama hafif sinirlendiğini de gizlememişti doğrusu. 

Yine bir gün meclis kulisinde bir sayın bakanın etrafındaki vekillere nasıl dert yandığına şahit olmuştum. Yeni hükümetin taze bakanlarından biriydi ve daha ilk günlerde bunaldığı anlaşılıyordu. Stresini atmak için etrafındakilere komik bir fıkra anlatır gibi bir olay anlattı:

"Kıramıyacağım bir vekilden referanslı özgeçmiş gelmişti. Açtım okudum. Adam memur, ama Devlet Malzeme Ofisinde Genel Müdür olmak istiyormuş. Önce anlayamadım, herhalde Devlet Malzeme Ofisi Genel Müdürlüğünde şeflik filan bir görev istiyor zannettim. Söyledim özel kaleme çağırdılar. 

Adam gerekten memur ve gerçekten de Genel Müdür olmak istiyormuş. Şaşırdım: "Önce bir şef yapalım seni" dedim. Adam "hayır, hayır !" dedi, "Şeflik sınavla, yönetmeliğe göre görevde yükselme sınavına girmek gerekiyor." 

Sinirlendim tabi "Kardeşim, şeflik sınavla da, bunun daha Müdürlüğü, Daire başkanlığı, Genel Müdür yardımcılığı var. Sen nasıl hop diye Genel Müdür olmak istiyorsun." 

Verdiği cevap çok ilginçti:"Genel Müdür olmak için sınava ihtiyaç yok ki, siz direk atayabiliyorsunuz !"

Bakan ne yaptı bilmiyorum. Ama o gün etrafındakilerle birlikte bol kahkahalı saatler geçirdiği muhakkak. Bense “Güleriz, ağlanacak halimize” deyip lahavle çektim bol bol.

Evet, değişim kaçınılmazdır, ama ona direnç de en az onun kadar kadim bir davranıştır.

İster memur olsun ister sıradan bir insan; herhangi bir değişim söz konusu olduğunda üç tip standart tavır geliştirir.

İlkinde, değişime karşı ilgisiz ve duyarsızdır. Değişim onun dışındadır ve ilgilendirmemektedir. 

Ancak, değişim er geç ona da gelip çatacaktır. Bu sefer en ateşli muhaliftir bizimki. Mevcut statüsünü ve durumunu tehdit etmektedir çünkü. Belirsiz ve karanlık bir geleceğe götürecektir kendisini. Elinden gelen tüm çabasını karşı çıkmaya, hatta işin özünü şaşırtmaya harcar.

Ne var ki, değişim durmaz. Artık bütün duvarlarını yutmuş, onu da içine çekmiştir. Bu kez değişim içinde kendine bir yer açmaya çalışır tüm gücüyle. Bulduğu mevziyi siper haline getirir. O değişimin getirdiği yeni halin en önde gelen müdafii olmuştur.

Değişimin asıl olduğunu, değişim içinde değişmenin kaçınılmazlığını anlamak istemez. Halbuki uyum göstermekten başka şansı yoktur. Aslında bu davranışın daha akıllıca olacağını bir türlü kabullenmez. 

Çünkü habire yeni gelecek değişim dalgalarına direnmenin, durumunu müstahdem mevki haline getirmenin hazırlığı içindedir. Bu döngü böylece sürüp gider...

Yilmaz Yalcın
Görsel düşünceler albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

17 Mayıs 2018


ey filistin
yürekte çarpan
yaralı kuş
sensin.
budanmış hurma ağacındaki
bu inilti senin sesin
adını unuttuğumuz
cümlerin köklerine
alfabesini veren
senin nefesin.
ey filistin
söcüklerin yaprağındaki
özgürlük ağacı..
bir damla eksilmekle
kurumaz denizin,
kırılmasıyla teki kolunun
kanadı kırılmaz oğullarının.
oğuların ey filistin,
budanmış bir ağacın
damarındaki sıcaklık
tekrar dirilten bedenleri.
ey filistin!
oğuların
ekilmesiyle bir gözün
toprağa,
bütün ölüler
görmeye başlar.
bir damla kanınla
yüzyılların azığını
alır direniş.
bir kaç kelimenle
sözlükler ayaklanır
içimizde.
namlusunda bakışlarının
bedenleri çürür
tankların.
ey filistin!
yeryüzünün göğü,
vagonu baharın
menekşelerden.
ey filistin!
yürekte çarpan
sensin.
budanmış hurma ağacındaki
bu inilti
senin
ey filistin!
Palo Keko

Yilmaz Yalcın
Çocuk albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

17 Mayıs 2019


Ramazan ilahisi
On bir ayın sultanı
Ne güzelsin Ramazan
Dertlerimiz dermanı
Ne güzelsin Ramazan
Hoş geldin ey Ramazan
Kur'an ayı Ramazan
Hoş geldin ey Ramazan
Rahmet ayı Ramazan
Yolunu hep gözledik
Ne güzelsin Ramazan
Biz seni ne çok sevdik
Ne güzelsin Ramazan
Hoş geldin ey Ramazan
Kur'an ayı Ramazan
Hoş geldin ey Ramazan
Rahmet ayı Ramazan
Müminler seni sever
Ne güzelsin Ramazan
Garipler senle güler
Ne güzelsin Ramazan
Hoş geldin ey Ramazan
Kur'an ayı Ramazan
Hoş geldin ey Ramazan
Rahmet ayı Ramazan 

7 Mayıs 2020 Pazar

17 Mayıs 2020 Pazar 13:30 CORONA GÜNLERİ...................................Günler geçiyor

Coronanın getirdikleri

Corona günleri iki buçuk aya doğru gidiyor. Bugün 68. gün. Başlangıçta buralara varacağını düşünemediğimiz 'olağan dışı bir dönem' yaşıyoruz. Böyle bir salgın daha görülür mü bilmem. Ancak sadece bizim değil herkesin, sadece ülkemizin değil bütün dünyanın çok farklı bir deneyim içinde olduğu muhakkak. Bu deneyim ölümcül bir hastalık karşısında 'olağanüstü tedbirlerle yaşamak' ya da 'ölümden korkmak'la sınırlı değil. Bireysel rutinlerimizi, aile alışkanlıklarımızı, sosyal ilişkilerimizi ve ekonomik durumumuz gibi daha bir çok 'normalimizi' etkiledi.

En başta 'Maske' gibi bir malzemeyle tanıştık. Dezenfektan, kolonya ya da sabunla 'temizlenme ritüelleri' edindik. 'Sosyal mesafe' kavramı girdi hayatımıza. Kendi kendimizi eve hapsetme yani 'izolasyon' deneyimi yaşadık. Bu uygulama '65 yaş üstü ve 20 yaş altı' için zorunlu oldu hatta. Bazı noktalarda ve hallerde 'karantina uygulamaları' bile gördük. Öğrenci yurtları '14 günlük karantina' binaları, oteller evlerine gidemeyen 'sağlık çalışanları için barınma mekânları' oldu.

Ulusal sınırlar kapatıldı ya da son derece sıkı kontrolle yapılır oldu. Hava ulaşımı ise sadece devletin yurtdışı operasyonları için kullanıldı. Şehirler arası 'ulaşım kısıtlamaları'yla sınırlandırıldık. 'Toplu taşımalar asgariye indirildi', o da bin bir tedbirle. Sıkış tepiş bindiğimiz metro, otobüs ve minibüslerin üçte bir yolcu ile çalıştığını görmek doğrusu bayağı ilginç oldu. Çoktandır unuttuğumuz, görmeyi ummadığımız 'sokağa çıkma yasakları'yla da yeniden karşılaştık. On beş milyonluk megakent İstanbul hiç bu kadar sessiz görülmemişti. Yollar, köprüler, meydanlar tarihi günler yaşadı.

Sağlık Bakanımız Fahrettin Koca'nın açıklamaları günümüzün adeta ayrılmaz bir parçası oldu. O anlarda hep TV'lere kilitlendik. Sayılar yükseldikçe gerildik, bir an önce 'Pik' yaptığını görmek istedik. 'Plato' deyimini de bu anlarda duyduk öğrendik. Nisan sonunda grafikler aşağıya doğru boyun büktüğünde yarışın son düzlüğüne vardığımızı anlamıştık. Karşıdan belli belirsiz bir finish çizgisi görmüş gibi nefeslerimiz kesilmişti. İş hayatından bildiğimiz 'güncel tablo ve grafikler' de hiç bu kadar evlerimize girmemişti doğrusu. Sayılardaki düşüşü "Hadi inşallah!" dualarıyla gün gün izlemiş olduk. Avrupa ülkelerinin, Amerika'nın içler acısı durumlarını gördükçe hem onlara acıdık, hem de "Çok şükür halimize" dedik içten içe kendimize.

Süreç ilerledikçe herkes bir şeyler 'öğreniyordu'. Dünya sağlık örgütü salgının diğer ülkelerdeki gidişinden, bilim insanları Dünya sağlık örgütünün raporlarından, Siyasiler ve ülkeler diğerlerinden, hekimler hastaneler birbirlerinden, idari yapılar uygulamalarından çok şey öğrendi. 'Sağlık alt yapıları'nın ne kadar sağlam, ne kadar işlevsel olduğu test edildi salgın sürecinde. Eksikler, zaafiyetler görüldü. 'Aşı geliştirme çalışmaları' neredeyse 50 ülkede eş zamanlı olarak ve yarışırcasına sürüyor. Birbirleriyle kanlı bıçaklı ülkeler diğerlerinden sağlık malzemesi ister oldular. Bizim gibi bazı ülkelerse bir yandan salgınla uğraşırken bir yandan da kendi malzeme, ilaç ve cihaz üretimlerini geliştirmeye yöneldi. Dünyada 'savaş ve terör gündemleri' bir süreliğine ikinci üçüncü plana itildiler.

Eğitim, spor, kültür sanat ve ekonomi dünyası da kendi payını aldı aldı bu süreçten. Her sektör kendine özgü 'yaşam destek çözümleri'ni üretmek zorunda kaldı. Salgın sadece sağlık alanında hasar yapmadı, hayatın diğer kısımlarına da zarar verdi. İşyerleri kapandı, üretim aksadı, bir çok insan işsiz kaldı, spor müsabakaları ve sosyal kültürel etkinlikler yapılamadı. Adalet hizmetleri asgariye indirildi. Eğitim kurumları da bu süreçten en çok etkilenenler arasındaydı. Uzaktan eğitim, dijital yayın ve internet teknolojisi tabanlı uygulamalar geliştirildi.

Hükümetler salgınla uğraşırken başta ekonomi olmak üzere bundan etkilenen kesimler için peş peşe paketler açmak zorunda kaldılar. Evsizlere, ihtiyaç içindeki ailelere, işsiz kalan ve kepenk kapatan işyerlerine, havayolu sektörüne, tarım ve hayvancılığa destekler verildi. Yardım kampanyaları düzenlendi. Bütün hükümetler 'bu hayat öpücükleri' olmazsa salgından daha büyük yıkımlarla karşı karşıya kalacaklarını anlamışlardı. Başbakanlar, üst düzey yöneticiler, askerler ve toplumun önünde yer alan pek çok insan da bu hastalıktan nasibini aldı. Bazıları kurtulamadı, ancak hayata tutunanlar bu salgının hiç de 'şakaya gelir yanı olmadığını' görmüşlerdi.

Salgının evlere hapsettiği milyarlar ölçüsünde insan adeta yeni bir yaşam tarzına geçti. Her istediği zaman dışarıya çıkamayan, çıktığında yasaklarla ve zorunluluklarla karşılaşan insanlardık artık. Hayatın devam edebilmesi için marketler, fırınlar, su dağıtıcıları, kargolar ve eczanelerin açık tutulması gerekiyordu. Bir kere daha anlaşılmıştı ki 'hayatta olmazsa olmaz şeyler var'. Mesela ulaşılabilir gıda olmazsa evlerindeki insanlar nasıl tutulabilecekti? İlacını bulamayan milyonlarca insan çok farklı bir trajediye daha yol açmaz mıydı? Dışarıya çıkıp alışveriş edemeyen insanlara internet üzerinden bu ihtiyaçlarını karşılama ve evlerine ulaştırma imkanları açık tutuldu.

Şimdi dünyanın her noktasından 'normalleşme' sesleri yükseliyor. Hükümetler hala salgınla uğraşırken, bir taraftan da ülkelerinin normal hayata nasıl dönebileceği üzerinde kafa yoruyorlar. Bilim insanları henüz erken diyorlar ama bazı ülkeler 'kademeli geçiş süreci'ni başlattılar bile. Ne kadar önemliymiş ki ilk açılan işletmeler arasında berber, kuaför ve güzellik salonları var. Lokanta, cafe vb. için hala yeşil ışık yok. Turizm sektörü ne yapacak henüz belli değil. Özellikle turizm gelirleri yüksek olan bazı Avrupa ülkelerinin bu yıl oldukça kötü bir düşüş yaşayacakları anlaşılıyor. Öte yandan dükkanlar, AVM'ler, fabrikalar derken, o ki bir ay içinde peyderpey normale dönebileceğiz. Ancak şu da var: bu 'normal' bildiğimiz normal olmayacak. 'Farklı bir normal' yaşayacağımız daha bu günden belli. Örneğin; maskeli, sosyal mesafeli ve el yıkamalı hayat bir süre daha bizi bırakmayacak gibi görünüyor.

Yaşadığımız günler

Bugün Corona günlerinin 69.ncusu. Virüsün Türkiye'ye girişinden itibaren; 9 Marttan beri hiç aksamadan her gün 'Corona günleri' yazıyorum. Şu ana kadar çok nadir evden çıktım. Mart ayındaki İzmir, Orjan ve İstanbul seyahati, Nisan başında yasaklara takılmadan Ankara'ya dönüş. İzmir'de her sabah hastaneye gidiş ve akşam eve gelişler. İki kez de pazara ve markete çıkmak için. 25 Nisan gecesi annemin cenazesi için Ankara'dan Susurluğa gidiş. Ertesi günü onu toprağa verme ve geri dönüş. 

Ankara'da iki kez bahçedeki çiçek ve fidanlar için aşağıya inme ve bir kez de markete gidiş. İşte topu topu bir elin parmaklarını geçmiyor sayısı. Geçen hafta 10 Mayısta hanımla birlikte 65 yaş üstüne verilen izin kapsamında parka çıkalım dedik. O benden daha fazla, tam 2 aydır evden dışarı adımını atmamış. Artık bunalmış durumdaydı, iyi olur diye düşünmüştüm. Ancak sonra yaşımızın daha 62-63 olduğu, 65 yaş üstü gruba girmediğimiz aklımıza geldi. Yani bu sefer de biz sokağa çıkma yasağına takılmıştık. Üç gün sonra yakın bir markete çıktık birlikte. İşte bu kadar. Genelde evde geçmiş bir tünel gibiydi benim için corona günleri. Hala da o tüneldeyiz.

Hiç alışık olmadığımız bir zamandan geçiyoruz. Hiç değilse haftada bir gün, özellikle de cumartesileri dışarı çıkma alışkanlığımız vardı. Genellikle Kızılay'a, bazen Ulus'a, nadiren de Gölbaşı'na giderdik. Dolaşır, alışveriş eder, yemek yer akşam saati elimiz kolumuz dolu eve dönerdik. Lazım olduğumuzda iki yaşındaki küçük Ece Mercan torunumuz için İncek'e gidip gelmelerimiz olurdu. Bu gidiş gelişler de bizim için o haftayı renklendirmiş olurdu. Gün içinde hemen evimizin karşısındaki camiye gidip gelirdim. Akşam namazından sonra yatsıya kadar Kur'an okumalarımız vardı. Haftada iki gün de cemaat olarak caminin altındaki küçük odada bir araya gelir, çay içer sohbet ederdik. Haftada üç gün spor yapma ve yüzme imkanım vardı. Saat 1-1,5 gibi semtimizdeki yaşam merkezine gidiyordum. Bir saati koşu bandında, yarım saat aletli çalışma kısmında ve yine yarım saat kırk beş dakikası da havuzda geçerdi. Bazen saunasına girerdim. Duş alıp eve gittiğimde saat beş olmuş olurdu. Bu kış küçük kızım ve bebeği bizdeydiler. Onun ilk altı ayı her gün değişen ve gelişen halleriyle adeta evimizin tadı, tuzu, neşesiydi. Nenesinin kuzusu, dedesinin kınalısı, yakışıklı delikanlısı küçük Tuna da el bebek gül bebek büyüdü aramızda. Dört gün sonra tam yedi aylık olacak.   

Bazı haftalar çocuklarımız gelirdi evimize. Yemek yer ailedeki doğum günlerini hep birlikte kutlardık. Öğretmen olan büyük kızım da bu yıl sık sık bizimle oldu. Zaten geleneksel olarak hep sömestr tatilinde torunlarımızla birlikte Ankara'ya gelirler. İstanbul'da çalışan küçük oğlum da bazen çıkıp geldi aramıza. Birlikte çıkıp bir yerlere gitmeyi severiz. En son yine hep beraber Haymana'daki bir termal otele gitmiştik. Günü birlik olsa da küçük torunlar dahil maaile güzel bir gün yaşamıştık. Corona öncesi güzel, tatlı, kendimize göre renkli bir hayatımız vardı. Şimdi de haftada iki gün; yasak olmayan Pazartesi Perşembe  günleri küçük torunlarımız bize geliyor. Bunun dışında ne biz onlara gidebiliyoruz, ne de onlar rahatça bize gelebiliyorlar. Bereket, küçük oğlumla 2 Nisan'da İstanbul'dan birlikte gelmiştik Ankara'ya. Çalıştığı özel şirket evden çalışma düzenine geçtiği için dönmedi İstanbul'a, şimdilik birlikteyiz. Göya bu yıl ramazanı biz onun yanında geçirmeyi planlamıştık. Ama öyle olmadı. O bizim yanımızda, ramazanı birlikte geçiriyoruz.

Bu dönem hiç olmadığı kadar "yazabildim". Çünkü evdeyim, ortamım müsait ve yazmayı seviyorum. En başta 'Corona günleri' yazı serim bugün 69.u gününde. Yer yer bir belgesel tadında, bazen anı niteliğinde, çoklukla 'Ne düşünüyorum?'un cevabı günlük köşe yazısı mahiyetinde şeyler. Planlı değil, o gün hissiyatım, aklıma gönlüme düşen neyse onları yazıyorum. Güncele bağlılığım, herhangi bir konuya zorunluluğum yok, daha ziyade bana ait gündemler. Nadiren ilham gelmiş bir şiir yazmışım, bir yerde bir şey okumuşum onun tedai ettirdiği düşünceleri aktarmışım. Başlangıçta belli bir başlık bile atmıyorum. Yazıp bitirdikten sonra başlık kendiliğinden ortaya çıkıyor. Zaten kalemi elime aldığımda-bilgisayarımın klavyesi tıkırdamaya başladığında- inisiyatif benden çıkıyor sanki. O yazı kendi kendine bir rota çiziyor. Üslubu, hacmi ve ayrıntıları sanki önceden belirlenmiş gibi şekilleniyor. Yazıp bitirdiğimde "işte tam da böyle bir şey olsun isterdim" diye düşünmeden edemiyorum. Sanki Rodin'in eserlerini yaparken hissettiklerini ben de yaşıyorum. Malum, meşhur Fransız heykeltraş Rodin’e heykellerini nasıl yaptığını sorduklarında “Taşın fazlasını atıyorum geriye heykel kalıyor” diye cevaplamış ya öyle. O taş blogun içinde bir heykel var, ama nasıl bir şey? Her çekiç darbesi, her düşünce, her duygu an be an heykeli şekillendiriyor. Sonunda taşın içinde soyulup ortaya çıkan heykel "İşte bu!" dedirtecek ölçüde güzel ve anlamlı.

Bir başka yazı serim memleketim Susurluk'la ilgili. Yaklaşık olarak 25 haftadır "Susurluk için ne yapılabilir?" sorusuna cevap olmak üzere yazılar yazıyorum. Amacım  'en az beş yıllık orta vadeli, Bölgesel bir alt plân' yapılmasını sağlamak. Politik bir hedefim yok, aksine Susurluğun geleceği için bir konsensüs arıyorum. Geleceğe uzanan yolu tanımak, aydınlatmak ve Susurluğu buna hazırlamak lazım diye düşünüyorum. Bu çalışma zaten önerimiz olan stratejik planın kendisi olmayacak. Onu bizzat Susurluk yapacak. Ama bu yazılarla ona giden yolu gösterecek; anlamayı, benimsemeyi, inanmayı, destek ve katkı vermeyi kolaylaştırmaya çalışacağım. Kişisel olarak Susurluk'ta birlikte yürünebilecek bir zemin var mı yok mu merak ediyorum tabi. Fark şu ki: olmasa da yazacaklarımı bitirmeden inşallah vazgeçmeyeceğim. Şu anda ayrıca oluşturduğum bir WhatSapp grubuyla destekli bir şekilde Stratejik Plan yaklaşımının “Neredeyiz?” sorusuna cevap bulmaya,  düşünmeye ve önerimizi netleştirmeye çalışıyorum. Bu çaba aynı zamanda 'en az beş yıllık orta vadeli, Bölgesel bir alt plân yapılmalı' önerimizi de şekillendirecek.

24 Nisandan itibaren hayatımıza mübarek Ramazan ayı da girdi. Onunla birlikte rutin corona günlerimiz daha bir canlandı, manevi bir iklimle bütünleşerek farklı derinlikler kazandı. Oruç ibadeti ona renk katan sahur ve iftarlarla sürüyor. Bugün 23. oruçlu günümüz. Rahmet ve mağfiret dolu "Merhaba" günlerini arkada bıraktık. Artık azaptan kurtuluş vesilesi son on gün, yani "Elveda" günleri içindeyiz. Bitmesine çok az kaldı. Önümüzdeki Salıyı çarşambaya bağlayan gece Kur'anda bin aydan hayırlı olduğu müjdelenen Kadir gecesi. Ondan 3-4 gün sonra da inşallah bayram. Her gün biri TRT1'de sahur sonrası namaza kadar, diğeri saat üçte Diyanet Tv'de olmak üzere iki Kur'an cüzü takip ediyorum. Mukabeleyi bu şekilde yapmak hoşuma gidiyor. Bir taraftan okunan kur'an kulağımda, öbür yanda meali alt yazıda. Klasik olarak yüzünden de okuyup takip edebilirim, hamdolsun biliyorum. Ancak Kur'an ayında onun ne dediğini, ne anlattığını, uyarı ve müjdelerini bir kez daha anlamak istiyorum. Buna doyamıyorum diyebilirim. Zira her seferinde farklı boyutlarını, ilginç hitaplarını ve zihnime gönlüme dokunan taraflarını keşfediyorum. Ramazan hayır hasenat duygularımızı da kabartan bir ay. Her fırsatta onu da yapsam, onu da versem, başka kime ne yardım edebilirim düşüncemiz eksik olmuyor. Allah kabul etsin.

Üç aylarla birlikte her güne bir 'Esma-ül Hüsna' paylaşmayı sürdürüyorum. Ancak bu yıl öncekilerden farklı olarak her gün bir 'Esma' bir de 'peygamberimizin dilinden dua' paylaşıyorum. Allah şükür bu güne kadar aksatmadım, inşallah bayram sonuna kadar da tamamlarım diye düşünüyorum. Corona günleri yazılarımı genellikle öğleye kadar, Esma ve duaları ise gece yatmadan önce yayınlıyorum. İlaveten haftada üç gün Cuma, Cumartesi ve Pazar Susurluk Reis gazetesinde çıkacak yazılarımla meşgulüm. Çarşamba sabahları da gazetede çıkan yazımın paylaşıldığı saatler.

Büyük torunlarımın ilki 17 yaşında, diğeri 9. Nazlı önümüzdeki sene liseyi bitirip üniversite sınavlarına girecek. Yağız da bu yıl üçüncü sınıfta, seneye ilkokulu bitirmiş olacak. Üçüncü torunum Ece Mercan geçen ay Nisan'ın 16'sında iki yaşına girdi. En küçük torunum Tuna bebek de yedi aylık. Torunlarım ailemin neşe ve sevgi kaynakları. Hayatımızın tam da odak noktasındalar. İki yıldır; olacak, oldu, güldü, konuştu, emekledi, oturdu, tay tay durdu, yürüdü kelimeleriyle özetlenebilecek bir gündemle geçiyor günler. Onları çok seviyoruz, çok tatlılar. Onlar da nennelerini, dedelerini seviyorlar. Neredeyse her anlarını, her birlikteliğimizi fotoğraflayıp kayda alıyoruz. Corona günlerinde gidip gelemesek de teknoloji sayesinde sık sık çocuklarımızla görüntülü konuşmalar yapıyoruz. Yaşlandığımızdan mı nedir? Ailemiz, çocuklarımız ve torunlarımız artık hayatımızın olmazsa olmazları. Kendimize ait plan ve zamanlardan daha çok onlarla dolu yaşamımız.

Bu kadar ağırlıklı ve öncelikli olmasalar da benim başka çocuklarım torunlarım daha var. Çiçeklerim ve fidanlarım hayatıma eşlik eden bir başka güzellik. Apartmanımızın girişinin üstünde markiz denilen büyükçe bir balkonumuz var. Sadece yan komşumuz ve bizden çıkış yapılabiliyor. Komşumuz sağ olsun çok iyi insanlar. Çiçek ve fidan konusunda da anlaşıyoruz. Bu yıl balkonda epey bir çiçeğimiz oldu. Sardunyadan hanımeline, papatyadan güllere, karanfilden açelyaya kadar bir çok çiçeğimiz var. Zeytin, limon, kayısı ve kiraza kadar da fidanlarımız. Geçen yıl attığımız şeftaliler de çıktı. Ayrıca apartmanın önünde bir sıra gül de dikmiştim. Aslında birkaç yıldır uğraşıyorum. Her yıl tutanlar çoğalıyor. Bir hanımelim, 2 ıhlamurum, 2 salkım söğüdüm, 1 iğdem ve 6-7 tane de yeni diktiğim kayısı fidanlarım var. Karşı tarafta sağlık ocağı önüne ve cami bahçesine ektiğim meşe ve ıhlamurlar hariç. Bugünlerde havalar birden çok sıcak oldu. Onları biraz daha sık sulamam gerekiyor.

Corona günleri ülkemizde ve dünyada bütün vahametiyle sürüyor. Dünyada vaka sayısı 5 milyona, ölenler de neredeyse yarım milyona ulaşmak üzere. Yine de herkeste bir normalleşme beklentisi var. İnsanlar oldukça bunaldı. Ekonomideki kötüye gidiş de eklenince hükümetler mecburen normalleşme senaryoları üzerinde çalışıyorlar. Bizde de tablo iyiye gitmekle birlikte henüz sona erdiğine dair verilere ulaşılamadı. Son bir aydır hafta sonları ve bayramlar sokağa çıkma yasağı konuyor. Bu gün de 19 Mayısla birleştirilmiş bir yasak gününü daha yaşıyoruz. Umutlarımız sembolik olarak 'Bayram'a odaklanmış durumda ama görünen o ki bayramda da belki sokağa çıkamayacağız.  Camilere gidemediğimiz, Cuma ve teravih kılamadığımız gibi bayram namazı kılmak da mümkün olmayabilir. Bayramı bayram gibi yaşayamayacak, sevdiklerimizle bir araya gelip kucaklaşamayacağız. Umutlar şimdilik bayram sonrasına, haziranın ortalarına doğru kaydı. En çok merak ettiğimiz şey yazlığımıza ne zaman gidebileceğimiz. Ancak gidebilsek bile, alıştığımız normale uymayan farklı bir normal yaşayacağız. Maskeli, sosyal mesafeli ve mümkün olduğunca evde kalmaya dayalı bir normal…Rabbim hayra çıkarsın. 

Bu dönem sadece corona virüs değil, annemin hastalığı ve vefatı da derin izler bıraktı hayatımızda. Kreşlerin ve okulların kapanması dolayısıyla çocuklarımızın zor günler geçirdiğine şahit olduk. Zorunlu ücretsiz izne çıkarılmaları ve maaşlarından kesinti yapılması gibi oldu bittiler karşısında onlarla birlikte üzüldük. Dışarıya çıkamayan çocukların zaten bunalmış durumdaki anne babalarının tepesinde enerji boşaltmaları karşısında çaresizdik. Dostlarımızı arkadaşlarımızı göremedik. Vakit namazlarına camiye gidemedik. Sıkıldığımızda dışarı çıkıp gezemedik. Spor yapamadık, hiç olmazsa çıkıp yürüyebilseydik. Evde kalmak corona için önemli bir tedbirdi, anladık ve uyduk zaten. Sabır, sebat, tahammül ve metanet değerli kazanımlarımızdı. Fakat bahar günlerinde evlerimizin dört duvarı arasında sıkışıp kalmak da çok zordu doğrusu. 

17 Mayıs 2022 Salı 06:00 DÜŞÜNCELER................................................Zihinsel gezinmeler

Zihinsel gezinmeler…(ı)

11 Mayıs 2022 Çarşamba, 14:00

 

Uzun zamandır insan zihninin sınır tanımaz, kontrollü kontrolsüz gezinmelerini yazmak istiyordum. Bugüne nasipmiş. Elbette konunun bilimsel yönünü kastetmiyorum. -Belki bende bu süreçte işin o yönünü hem öğrenir hem yazarım.- Ama herbirimizin yaşamında şahit olduğu; bazen geleceğe dair hayal kurma, bazen geçmişin bir sinema şeridi gibi gözümüzün önünden akması,  bazen planlarımıza eşlik eden yap bozlar, bazen de rüya şeklinde karşımıza çıkan zihinsel gezinmelerden söz edeceğim. 

 

İnsan zihni o anlarda bir tür sinema filmi kurgucusu gibi çalışır. Çoğu zaman nerede başlayıp nerede biteceğini, nasıl bir gezinti yapacağımızı bilemeyiz. Bu durum sadece "Şimdi ne yapacağım, niçin, nasıl, ne zaman ve nerede yapacağım sorusunun cevabı için kontrollü bir şekilde gerçekleşir. O durumlarda bile bize sık sık sürprizlerle, "ya şöyle olursa?" sarsmalarıyla karşı karşıya getirmesi onun tabiatından geliyor.

 

Farz edin yürüyorsunuz, ya da bir araçtasınız; etrafınızda gördüğünüz her şey size o zihinsel gezinmeyi başlatabilir. Gördüğünüz bir insan yüzü, levha, çiçek ya da manzara zihninizde evrilir, çevrilir sürekli objeden objeye, konudan konuya atlar. Kendinize geldiğinizde bakarsınız ki hiç ummadığınız, çok alakasız bir şey üzerindedir. Arada zihninizde canlanan onca şeyi artık hatırlamazsınız bile. Aralarındaki bağlantının nedenini sorgulamak da mümkün değildir.

 

Bu hal bazı durumlarda çok rahatsız edicidir. Aslında o durumda, o halde olmayı, o şeyleri zihninizden geçirmeyi hiç düşünmez, istemezsiniz. Hatta hiç hoşlanmazsınız ama işte kendinizi en olmadık zamanda en olmadık şeyleri aklınızdan geçirirken buluvermişsinizdir. Eskiden meşhur olmuş bir yarışma sözcüğünü (Geçiniz!) ısrarla mırıldanır, o düşünceyi zihninizden kovalamaya çalışırsınız. O hallerde beyninizdeki yönetmen size rağmen, kendi bildiğini okumaktadır. İyi ki "Değiştir!" komutunu verebiliyoruz, iyi ki o yaramaz yönetmenin kurguladığı filmi seyretmemeyi başarabiliyoruz.  

Kaynak <https://www.facebook.com/photo/?fbid=7781964521821192&set=a.7781949711822673>

 

Zihinsel gezinmeler... (2)

 

12 Mayıs 2022 Perşembe, 23:30

 

Zihnin sık sık geriye dönüp adeta playback yapması en çok yaşadığımız hallerden. Şimdiki hal içinde geçmişi didikleriz. Sorguladığımız, işe yarar bir şeyler aradığımız ya da hatalarımızı aklamaya çalıştığımız durumlardır bunlar. Hani kamera görüntülerinin yeniden yeniden izlenmesi, futbol maçlarındaki offsayt mı değil mi tekrarları gibi.

 

O anları yeniden yaşama çabası tadı damakta kalan anılar içindir. Çoğu zaman da ıskaladığımız lezzetleri hatırlamak, kaçırdığımız ayrıntıları görebilmek için. Ancak gözlerimiz açık, bedenimiz tümüyle şu an içindeyken geçmişte gezinmek bu defa da yaşadığımız anı pas geçer. Ne yazık ki bu da ironik bir hakikattir.

 

Kendimizle hesaplaşma da zihnimizin arka planında böyle geri dönüşlerle yapılabilir ancak. Şahidi, bileni, duyanı olmayan bir sorgulamadır bu. Savcı da bizizdir, avukat da hakim de. İtirafnamemiz zihnimizde yazılır, yakamızdaki suç yaftamızı bizden başka kimse görmez. Sonuçta ibra olabiliyorsak ne mutlu. Değilse vicdan polisi sık sık hatırlatır kabahatlerimizi.

 

Kuşkusuz yaşadıklarımızı gözden geçirip hatalarımızı görmek, bir kez daha aynı yanlışlara düşmekten koruyabilir. Bunun içinde zihnimiz aynı yöntemi kullanır; playback. İki dakika önce yaşanmış şeyleri, konuştuklarımızı, yaptıklarımızı gözden geçirir bizim için. Geçmiş olayları birer video gibi seyrettirir bize. Varsa kusur ve günahlarımızı aşikar eder bize. Yalanlamanın, kıvırmanın anlamı yoktur. Orada herşey ayan beyandır, neyse odur. Başkası bilmez o çepelleri, çapakları.

 

Zihinsel gezinmeler aklımızın arka planında uyumaz, zaptedilmez, sürekli hareket halinde bir nehir gibidir. Belki akışı bir tür elektrik arkına ya da frekans dalgalarına da benzetilebilir. Pek çok bakımdan bir resmin şekillenmesini sağlayan serbest çizgiler gibidir. Hiç bir çizgi son değildir ama herbiri sonunda o resmin ortaya çıkmasını sağlar.

 

Gerçekle, zihinsel olarak sanal alemlerde gezinmenin çakıştığı noktalarda biz anı; görür, anlar ve idrak ederiz. Yoksa konuşuruz ama zihnimiz orda değildir, dinleriz ama duyamayız, bakarız ama göremeyiz. Yüzümüz donmuş, gözlerimiz dalıp gitmiştir. Birinin: "Alooo! Nerlerdesin yine? Dalıp gittin" ikazı ile ancak uyanırız.

Kaynak <https://www.facebook.com/photo/?fbid=7788580221159622&set=a.7781949711822673>

 

Zihinsel gezinmeler…(3)

 

15 Mayıs 2022 Pazar, 05:30

 

Dün gece bir müddet uyuyamadım. Zihnime üşüşen onca şey arasında bir o yana bir bu yana döndüm durdum. Birinden çıkıp diğerine dalan düşünce kuyuları birbiri ardı sıra beynimi deliyorlardı sanki. Bir taraftan nasıl olup ta bütün bu düşüncelerin neden bu akşam, bu saatte, uykumu heder ederek böylesine zalimce yoğunlaşabildiklerine şaşırıp duruyordum. Sinirleniyordum da. Ne yapsam zihnimde dönüp duran bu kalabalık bir türlü sona ermiyordu.

 

Geç saatte yemek yememiş, kahve içmemiş, uyku açan bir şey kullanmamıştım. Peki neden böyle olmuştum? Sık olmayan ama olduğunda kafamın içini her biri birer burgu gibi böylesine oyan anaforlardan hep korkmuşumdur. Ama arada bir de olsa oluyor işte.

 

Muhtemelen bir hayli geç uyumuşum. Sabah namazına uyandığımda bu kez salim kafayla o saatleri yeniden düşündüm. Aklıma takılan, zihnimde evrilip çevrilen konuları hatırlamaya çalıştım. Gerçekten de çok önemli şeyler değildiler. Geçtiğimiz günlerin olağan hadiseleri irdelenip duruyor, önümüzdeki günlerin doğal akışı kurgulanmaya çalışılıyordu.

 

Ortaya çıkan senaryolar sanki kurgu montaj masasındaki film parçaları gibi birbirine eklenip kendilerini bir daha bir daha adeta zorla seyrettiriyorlardı. Bir tür yap boz gibi tamamlandıkça bozuluyor, kendimi yeniden yaparken buluyordum. İşin ilginç yanı hiç birini uykum bahasına özellikle istiyor değildim. Sahnesi, zamanı, konusu ve öznesi ben olan bir tüluat tiyatrosu bana rağmen yorulup uyuyana kadar yine bana seyrettirilmişti.

 

Sonunda bir sorunu çözmüş müydüm: Hayır! Geleceği şekillendirebilmiş miydim: Hayır! Geçmişi sorgulayıp hata ve kusur mu aramıştım: Hayır! Hoşuma giden, beni yücelten anıları mı yaşamıştım: Hayır! Bütün o saatler yarın için yeni kararlar almaya mı yaramıştı: Ona da hayır!  Uykumu kaçırmıştı: Evet. O dakikalar bir tür işkenceydi: Evet. Bana rağmen bana dayatılmış uykumun içine etmişti: Evet.

 

Bu hal adına "düşünme" dediğimiz normal bir odaklanmaya benzemiyordu. İsteyerek, bizzat kendi irademle bir mesele üzerinde aklım, zihnim ve kalbimle konsantre olmak gibi hiç değildi. Gündüz uyanıkken, yürürken, dinlenirken, çalışırken, müzik dinlerken yaşadığım o bildik zihinsel gezinmelerden de çok farklıydı. Gözlerimi kapatmış uyumak isterken uyuyamıyor, düşünce kepenklerimi indirmişken onların böyle coşmasına da mani olamıyordum. 

 

Sonunda şu kanaate vardım ki, bu olay da bir nevi zihinsel boşalma. Zihnimde gayri ihtiyari birikmiş bir enerji birikiminin bu güne, bu geceye denk gelmiş deşarjıydı. Ne oldukları çok önemli değildi, en önemli meseleler değillerdi bu doğru. Ama, herhalde artık bardaktan taşan şeylerdi. Olmasından korktuğum, ama kaçamadığım, sonra da hiç o kadar anlamlı gelmeyen bir feyezan haliydi. Serbest düşüncelerin sınırlandırılamadığı, önlenemediği başına buyruk bir zihinsel gezinmeydi.

Kaynak <https://www.facebook.com/photo/?fbid=7799827643368213&set=a.7781949711822673>

 

Zihinsel gezinmeler…(4)

 

17 Mayıs 2022 Salı, 06:00

 

Düşünürken; beynimizde çok kanaldan beslenen, çok farklı araçları kullanan, çok renkli ve hareketli bir kurgu merkezinin çalışmaya başladığını hissederiz. Aklımız, bedenimiz, duyularımız işin içindedir. Hatta zaman zaman kalbimiz de dahil olur sürece. Bu süreç bilerek isteyerek başlar, ama neredeyse yedi aleme girip çıkan, bazen bizim bile hayret ettiğimiz modellemelerle ilerleyen seyirlik bir gelişim gösterir. Sonuçta ortaya çıkan fikirler 7 farklı renkten süt beyaz fikirler çıkaran newton çarkına benzer.

 

İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliğinin "düşünme kabiliyeti" olduğunu herkes bilir ve söyler. Peki "Düşünme dediğimiz şey nedir? Nasıl gerçekleşiyor? Düşünme biçimleri neler?" bunları hiç düşünür müyüz? Aslında bu soruların kökeni insanın varlığı kadar eski. Meselâ felsefe dediğimiz bilim dalı gibi bazı alanlar bu soruların üzerine inşa edilmiş. Bu eylemi verimli bir şekilde gerçekleştirebilen insanlar, felsefede daha derin görebilen bireyler olarak tanımlanıyorlar.

 

Kuşkusuz onun var oluşundan yararlanıyoruz, yaşamımız için olmazsa olmaz bir aktivite. Ancak anlaşıldığı kadar nasıl gerçekleştiği konusu henüz tam olarak aydınlatılmış değil. Bilim insanları nın bir kısmı düşünce adı verilen kavramı, beyindeki hücrelere ulaşan elektro-kimyasal sinyallere verilen biyo-kimyasal tepkilerin tümü olarak açıklamaya çalışmışlar. Yani düşündüğümüz herhangi bir şey, tamamen bunun için özelleşen hücrelerin meydana getirdiği beyinsel tepkimelerden oluşuyormuş.

 

Bu olgunun beynimizle ilgisi olduğu kesin, ama başka yetilerimizle de ilgisi olmalı. Çünkü ortada "Düşünme, fikir üretme ile sonuçlanan zihinsel süreçtir" şeklinde bir tanım daha var. Düşünce bu manadazihnimizde modellemeler yoluyla fikir üreten, onları belirli bir amaca ve sonuca doğru yönlendiren plan ve arzulara bağlı bir uğraş. Fikirlerin çabaya dönüşmesini sağlıyor. Elbette ki kelimelere, bilmeye, sezgiye ve bilince başvuruyor. İdea ve imgeleme gibi kavram ve süreçleri kullanıyor.

 

"Zihin" sözlükte insanda anlayış, kavrayış, algılama yetisi olarak tanımlanmış. Yaşantıları, öğrenilenleri, bunların geçmişle olan bağlantılarını bilinçli olarak kafada saklama gücü yani bellek olarak da biliniyor. Bu bağlamda zihnî faaliyetleri düşünce eylemiyle bir tutmak da pekala mümkün.  Bu yüzden ben düşünme eylemini bir tür zihinsel gezme sayıyorum. Ama daldan dala atlayan, uçan, koşan, yüzen, halden hale girebilen çok yetenekli bir gezenti bu.  İsteğe uygun sonuç veren, akla dayalı yürüyen ve bazen de kalbi dikkate alan kontrollü bir seyyah.


Ancak beden ve onun bir parçası olan beyin elle tutulur, gözle görülür bir şeyken "zihin" tamamen kişiye özel, gizli, içsel ve öznel bir varlık. Beynin varlığı ile faaliyetleri dışa açık ve objektif olarak incelenebiliyor. Oysa zihin öyle değil. Herhangi birinin bedeni ile beyni, başkaları tarafından gözlenebilir; oysa zihne ve yaptıklarına ancak ona sahip olan kişi tanık olabiliyor. Bu olgu da zihni objektif olarak değerlendirebilmeyi zorlaştırmakta.

 

Bu yüzden bilim insanları henüz zihnin ne nörobiyolojisini ne de fiziğini bütünüyle inceleyemediklerini söylüyorlarBelki de zihnin tanımı ve duyusal imgelerin zihinde nasıl kurulduğunu açıklamak için kuantum düzeyinde çok farklı açıklamalar gerekebilecek.

Kaynak <https://www.facebook.com/photo/?fbid=7809503155733995&set=a.7781949711822673>


17 Mayıs 2023 
Milletin 14 mayıstaki lisanı hali oy çokluğu ile şöyleydi:

"Suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verilecek bir cevabım var. Lakin, bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye...”

Allahın izniyle 28 mayısta da son sözünü söyleyip birilerinin ayaklarını suya değdirecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder