14 Mayıs 2024 Salı

15 Mayıs 2024 Çarşamba TORUNLARIMA MEKTUPLAR....................ANILAR 15 Mayıs


SOMADA KAYBETTİĞİMİZ MADEN İŞÇİLERİMİZİN ANISI VE ÜLKEMİZDE YAŞANAN ACIYA SAYGI AMACIYLA
ETKİNLİĞİMİZ 24 MAYIS CUMARTESİ GÜNÜNE ERTELENMİŞTİR !
GELECEK HAFTA 24 MAYIS CUMARTESİ GÜNÜ GÜNAYDIN KÖYÜ SÖKÜN ÇEŞMELERİNDE BULUŞUYORUZ

229 15 Mayıs 2015 Cum 18:40 ZAMAN DURAKLARI.........................İsrâ, Kudüs ve Mirac

İsrâ, Kudüs ve Mirac

Bu gece Recep ayının 27. gecesi. Yani  kültürümüzde Miraç kandili olarak bilinen ve İslam inancında mübarek sayılan bir gece. Üç aylar içindeki ikinci ışıklı zaman duraklarından biri. 

Biz müslümanlar bu gecede peygamberimiz Hz. Muhammed'in, (s.a.v) Mekke´deki Mescid-i Haram´dan, Kudüs´teki Mescid-i Aksa´ya götürüldüğüne, oradan da Cebrail'in bile giremediği Sidretül Münteha'yı geçerek Allah katına ulaştığına inanırız. İşte bu gece yürüyüşüne "isra", göğe çıkışa da "miraç" denilmiş.

Mescidi Aksa bilindiği üzere Mekke döneminde Müslümanların ilk kıblesiydi. Tefsir alimlerinden Kasımi'ye göre Mescidi Aksa'nın ismindeki "Aksa” kelimesi "en uzak" anlamındaymış. Mekke'ye olan uzaklığından dolayı böyle adlandırılmış. Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de Mescidi Aksa'dan adıyla söz ediyor [1] ve etrafının mübarek kılındığını bildiriyor.

"Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir." (İsra, 17/1)

Bu âyet aynı zamanda isrâ olayının, yani Resulullah (s.a.v)'ın gece vakti Mescidi Aksa'ya kadar yürütülmesinin kesin delili kabul ediliyor.  Göklere yükseltilmesi yani Miraç olayına ise Necm suresinin ilk âyetleri delil sayılmakta.

"Şimdi siz onun gördüğü üzerinde kendisiyle tartışıyor musunuz? Andolsun ki, o onu bir başka kez daha inişte gördü. Sidretu'l-Munteha'nın yanında. Barınma (Me'va) cenneti onun yanındadır. O zaman (o gördüğünde) Sidre'yi kaplayan kaplıyordu. Göz kaymadı ve (sınırı) aşmadı da. Andolsun ki o Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü." (Necm, 53/12-18)

Sabah olunca Resulullah (s.a.v), olanları ve gördüklerini kavmine anlatıyor. Bunun üzerine kendisini daha çok yalanlamaya ve sıkıştırmaya başlıyorlar. Mesela kendilerine Mescidi Aksa'yı anlatmasını istiyorlar. Allah da onu  gözünün önüne getiriyor ve o da orada gördüğü belli başlı şeyleri anlatıyor. Ama bu durum onların nefretlerini daha da artırıyor ve asla kabul etmeye yanaşmıyorlar.

Dahası hemen koşup alay ederek Hz. Ebu Bekir'e (r.a.) arkadaşının bir önceki gece göklere yükseltildiği haberini veriyorlar. Amaçları, bir tereddüt ve çatlak oluşturmak tabi ki. Ancak o "Bunu eğer o söylediyse doğrudur. Sizin hayret ettiğiniz de bir şey mi? Göklerden kendisine vahiy geldiğini haber verdiğinde de ben ona inanıyorum" diyor. İslam tarihinde müthiş bir iman ve güven örneği olarak anlatılır bu olay. Zaten kendisine de bu yüzden "Sıddık" denilmiş ya.

İslam tarihinde İsrâ ve mirac,  ilâhi bir mucize olduğu kadar Yüce Allah'ın son nebisine, sevgili peygamberimize de bir mükâfatı olarak görülüyor. Zira,  Resulullah (s.a.s.) Mekke'deki tebliğ vazifesinden dolayı müşrikler tarafından çok eziyet görmüştü. Onunla birlikte inananlar tam üç yıl süren ablukada açlık ve mahrumiyetle cezalandırılmıştılar. Ardından amcası Ebu Tâlib'in, kısa süre sonra da mü'minlerin annesi Hz. Hatice (r.anha)'nin kaybı peşpeşe gelmişti. Bu yıllara onun için hüzün yılları deniliyor.

İşte bütün bu sıkıntılardan sonra, isra ve miraç hadisesi onu Rabbine yaklaştırarak mükafatlandırmış olmalı. Çektiği bütün sıkıntılar, içine düştüğü üzüntüler, zorluklar ve yorgunlukları unutturacak bir hoşnutluk hali gibiydi. Çünkü, son peygamber olarak isrâ ve mirac gecesinde karşılaştığı manzaralar, gördüğü âyetler ve kendisine karşı yapılan muamele onun Allah katında ne büyük bir değere sahip olduğunu ortaya koymuştu. Böylesine büyük bir mucize bütün gelmiş geçmiş peygamberler içinde sadece ona özel bir durumdu.

Şehid Seyyid Kutub mirac olayı hakkında şunları söylüyor: "İlâhi gücün ve peygamberlik mertebesinin ne demek olduğunu biraz idrâk edebilenler bu olayda bir gariplik görmezler. İnsanoğlunun sahip olduğu güç sınırlıdır... Ama insanoğlu için zor, kolay veya imkânsız görünen şeylerin hepsi ilâhi gücün önünde aynıdır. Hepsi aynı kolaylıkla gerçekleştirilir. İnsanın miracı anlayabilmesi için önce kendi nefsinde imâni bir yükselişi gerçekleştirmesi gerekir. Bunu gerçekleştirdiği zaman elde edeceği feraset ve basiret onun kâinata bakarak ilâhi gücü anlamasına ve bu güce sahip olan yüce yaratıcının vahiyle desteklediği bir insanın asla yalan söyleyemeyeceğini kavramasına yardımcı olur."

Evet. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Resulullah (s.a.v.)'in vahiy ve mirac konusunda bildirdiklerinin doğruluğundan şüphe etmiyordu. Çünkü o kendi nefsinde imân miracını gerçekleştirmiş bir sadıktı. Kendi nefsinde iman miracı gerçekleştirenin önünden de bütün şüphe ve tereddütler kalkmış oluyor. Ama nefsinde bu miracı gerçekleştiremeyen kimsenin zihni madde dünyasına takılı kalacağından aynı teslimiyeti, aynı feraseti gösterememesi de çok doğal.

Müslüman olarak bizlerin elbette ki  başta namaz hediyesi olmak üzere isra ve mirac olayından çıkaracağımız pek çok şey var. Mesela, Allah Resulü (s.a.s.) kendisine gösterilenleri: 'Acaba insanlar akla yatkın bulurlar mı? Kabul ederler mi?' gibi tereddütlere kapılarak insanlara açıklamamazlık etmemiş. Miraca yükseltildiği gecenin sabahında başından geçenleri insanlara anlatmış. 

İnsanlar akla yatkın bulsalar da bulmasalar da gerçeğin kendisi zaten gerçektir. Demek ki, eğer bilinmesi gerekiyorsa, bir sır değilse ve açıklanması maslahata aykırı değilse mutlaka açıklanmalı.

Mirac kelime olarak "yükselme, yücelme" anlamına geliyor. Bu anlamda, mü'minin imanıyla yücelmesi onun için bir mirac oluyor. Bu mertebe, elbette ki islâm'ın insana kazandırdığı ahlâki ve imâni değerlerle donanmak, İslâm'ın güzelliklerini kendinde toplayabilmekle mümkün. Bu yüzden miraca önce kalple hazırlanmak gerekiyor. Onu yaşamak isteyen her mü'minin kalbini iman ve hikmet sırlarına aykırı kirlerden arındırması, temizlemesi lazım.

Allah Resulü (s.a.s.) bir hadisi şerifinde: "Namaz mü'minin miracıdır" buyurmuş. Ancak namazın gerçekten bir mirac olabilmesi için mü'minin adeta Allah'ı görüyormuşçasına [2] ibadet etmesi gerekiyor. İşte bu ruh ve hisle kılınan namaz gerçekten mü'min için bir mirac olabilir. O zaman mü'min günde beş kere miraca yani Allah'ın katına yükselme mutluluğuna erişir. Günde beş kere miraca yükselebilen mü'minden de iyilikten başka bir şey beklenmez herhalde.

Kendi hayatlarında mirac gerçekleştirebilenler, isra ve mirac ruhunu bir hayat şuuru edinebilenler "iman kardeşliği"nin [3]getirdiği sorumluluğun da farkındadırlar.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in, Miraç Kandili dolayısıyla Kudüs’e yaptığı ziyaret bu nedenle oldukça anlamlı. Filistin Din İşleri ve Evkaf Bakanı Şeyh Yusuf Edais’in resmi daveti üzerine dün Filistin’e giden Görmez, TİKA Başkanlığının Kudüs’te düzenlediği iftar programına da katılmış. 

Görmez, ziyaretinin devamında yaptığı resmi görüşmelerin yanı sıra Sabah ve Cuma namazlarını Mescid-i Aksa’da kılarak örnek bir davranış sergilemiş.

Görmez'in Kudüs ve Mescid-i Aksa ziyareti iman kardeşliğimizi bir kez daha hatırlattı bütün dünyaya. Yayınlamış olduğu Miraç Kandili mesajında yer verdiği görüşlere tüm kalbimizle katılıyoruz: “Eşref-i mahlukat olmanın bilinciyle daha ferasetli bir bakış, daha merhametli bir lisan, daha güzel bir ahlâk, daha ümitvâr bir yürek, daha huzurlu bir dünya için dualarımızı miraca gönderelim.”

İsra ve Miraç hadisesine konu olan Kudüs eskiden beri peygamberler şehri ve o ümmetlerin de kıblesi olarak biliniyor. Belki de Hz. Muhammed (s.a.v)’in bütün gelmiş geçmiş peygamberlerin son varisi olduğunu göstermek için seçilmişti. 

Allah dileseydi, şüphesiz onu Mekke'den de göklere yükseltebilirdi. Ancak İsra ve Mirac olayında Hz. Peygamber (s.a.v)'e refakat eden Cebrâil (a.s.)'in onu önce Kudüs'e getirmesi sonra göklere yükseltmesi bu şehrin taşıdığı mana ve önem dolayısıylaydı. Demek ki, Yüce Allah son peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m)'in Kudüs'ü ziyaret etmesini ve bu peygamberler şehrindeki ilâhi âyetlere şahit olmasını dilemişti.

Kudüs kurulduğu günden bu yana vahyi, ilahi tebliği ve peygamberlik müessesesini temsil etmiş mübarek bir mekan. Çok sayıda peygamber hayatlarının en azından bir bölümünü bu kadim şehirde geçirmiş. 

Tarihi kaynaklardan, tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerden ve hadislerde verilen bilgilerden Mescidi Aksa'nın ilk şeklinin Hz. Süleyman (a.s.) tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor.Ancak, Mescidi Aksa'nın Hz. Zekeriya zamanındaki şekli bile Hz. Süleyman (a.s.)'ın inşa etmiş olduğu mabedin aynısı değildi. [4] 

Çünkü Hz. Süleyman (a.s.)'ın inşa ettiği mabed bir süre sonra yıkılmış daha sonra yerine inşa edilen mabedler de birkaç kez yıkıma uğramış. Mescidi Aksa'nın bugünkü şeklinin inşası ise Emevi halifelerinden Abdülmelik bin Mervan zamanında başlatılmış ve oğlu tarafından bitirilmiş.

Bu nedenle müslümanlar için en kutsal ikinci mekan [5] özelliği taşıyor. Aslında, genel olarak Mescid-i Aksa denildiğinde ilk akla gelen yapı üzerindeki altın kubbeli yapı oluyor. Çünkü Kubbetüs Sahra bugün Mescid-i Aksa ile bütünleşmiş durumda. Ancak Mescid-i Aksa tepenin üzerindeki yerleşkenin tamamına verilen bir isim. Kubbetüs Sahra bu yerleşke içindeki yapılardan sadece biri. 

Yapının tam karşısında El Aksa camisi var. Müslümanlar kutsal kabul ettikleri muallak taşı üzerine Kubbetüs Sahra'yı inşaa etmişler. Muallak taşı da müslümanların Hz. Muhammed'in s.a.v) miraca yükseldiğine inandıkları tapınak tepesinin merkezindeki kaya parçası oluyor. 

Onu Yahudiler de kutsal kabul ediyorlar ve başlangıç kayası diye adlandırıyorlar. Onlara göre de Kudüs mabedi bu kaya üzerindedir. Çünkü, Muallak Taşının bulunduğu tepe üzerinde eskiden Kudüs Tapınağı varmış. 

Müslümanlara göre ise mevcut yapılar Süleyman peygamber döneminde inşaa edilen yapıların devamı niteliğinde. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v)’in, asırlardır peygamberlerin kıblegâhı olan Kudüs’e uğradıktan sonra, Miraç’ta namaz hediyesini alması sebepsiz değil.

Miracınız kutlu, ibadetleriniz makbul, dualarınız kabul olsun inşallah. Ama, isra ve mirac mucizesinde seçilen mübarek belde Kudüs'ü ve garip Mescidi Aksa'yı da düşünmeden geçmeyin. Acılı, mahpus, en tabi özgürlükleri bile kısıtlanan Filistin'li kardeşlerinizi de unutmayın... 



[1] Kur'an-ı Kerim'in bazı yerlerinde de bu mescidden ismi anılmaksızın söz edilmektedir. "Bunun üzerine (Zekeriya a.s.) mescidden kavminin karşısına çıkıp onlara: "Sabah ve akşam tesbih edin" diye işaret etti." (Meryem suresi 11. Ayet) "Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabulle kabul etti; güzel bir şekilde yetiştirip büyüttü ve onun bakımını Zekeriyya'nın yükümlülüğüne verdi. Zekeriyya ne zaman onun bulunduğu mabede girse yanında yiyecek bulurdu. "Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?" derdi. O da: "Allah'ın katındandır. Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verir" derdi." (Ali İmran suresi, 37. Ayet) "Onun (Zekeriyya (a.s.)'ın) mihrabda namaz kılmakta olduğu sırada melekler kendisine, "Allah sana, Allah katından olan Kelime'yi doğrulayıcı, efendi, kendine hakim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdelemektedir" diye seslendiler." (Ali İmran suresi, 39. Ayet) Bu ayetlerde sözü edilen ma'bed, mihrap ve mekan Mescidi Aksa'dır.
[2] Nitekim Resulullah (s.a.s.) bu hususa da bir başka hadisi şerifinde şöyle işaret ediyor: "İhsân, Allah'a adeta O'nu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen her ne kadar O'nu görmüyorsan da O seni görüyor."
[3] Hadisi şerif: "Mü'minlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerine acımadaki örnekleri adeta bir beden örneğidir. Onun bir organı rahatsız olduğunda diğer organları da uykusuzluk ve ateşle ona katılır"
[4] Aynı şey Kabe için de söz konusudur. Bugünkü Kabe de Hz. İbrahim (a.s.)'in inşa ettiği Kabe değildir. Ama o bina orada Allah'a kulluk görevinin yerine getirilmesi konusunda belirlenen bir işaret, bir toplanma noktasıdır. Yani Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle Allah'ın şe'airindendir. Mekke müşrikleri de Kabe'ye sahip çıkıyorlardı ama onu inşa ediliş amacına ters bir şekilde, içini putlarla doldurarak kullanıyorlardı.
[5] Buhari ve İbnu Mace'nin nakletmiş olduğu bir hadisi şerifte Ebu Zer (r.a.)'in şöyle dediği bildirilmiştir: "Resulullah (a.s.)'a, yeryüzüne konulmuş olan ilk mescidin hangisi olduğunu sordum. "Mescidi Haram" diye buyurdu. "Sonra hangisi?" dedim. "Mescidi Aksa" diye buyurdu. "İkisi arasındaki süre ne kadardır?" diye sordum. Şöyle buyurdu: "Kırk yıl. Sonra bütün yeryüzü senin için mesciddir. Nerede namaz vaktine girersen orada namaz kıl." (Buhari, Kitabu Ehadisi'l-Enbiya, 60/40; İbnu Mace, Kitabu'l-Mesacid ve'l-Cemaat, 4/7)

Yilmaz Yalcın
Biraz da gülümseyelim albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

15 Mayıs 2017


Böyle olmasın...

15 Mayıs 2018 Salı 20:00 NE DÜŞÜNÜYORUM....................................Jeo politik kader

Jeo politik kader

Ülkeler, coğrafyaların da kaderi olur mu ? Onlar da insanlar gibi alın yazılarını mı yaşarlar ? 

Genelde bütün milletlerin, özelde bizim yaşadıklarımızın üzerinde bulunduğumuz topraklarla bir ilgisi var mı ? Dünya haritasındaki konumumuz bize Jeo politik bir kader mi dayatıyor ? 

Bütün bu sorular tek tek her coğrafya ve her millet için sorulabilir. Alınacak cevapsa büyük ihtimalle 'evet' olur. Elbette kader dediğimiz şey yaratıcımızın elindedir. Ona şek ve şüphe yok. Ama insan nasıl bir kader çizgisi içinde yaşıyorsa, ülkeler, dünya, kainat ve zaman da şüphesiz bir ilahi yazgı dahilindedir. Ne ki yalnız insana akıl, irade ve seçme hakkı verilmiştir. İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı, hakkı batılı görüp seçtiğine uygun yaşayabilmek elindedir. Ancak, bu yol sadece kendi kaderini değil, çevresinin, ülkesinin, bulunduğu coğrafyanın ve dünyanın gidişini de etkiler. 

Evet, işte bu nedenle her ülke kendi insanlarının seçimlerinden, coğrafyasından ve geçmişinden ayrı düşünülemez. Zira kültürü, bilim mevcudu, sanatsal birikimi, düşünce yapısı ve yaşam biçimi üzerinde bulunduğu ülke coğrafyasıyla birlikte varoluşunu şekillendirmektedir. Kimliği dünya haritasındaki konumuyla algılanır ve ifade edilir. 

Örneğin ABD'yi Avrupa'nın kaçkınları, maceraperestleri, yeni dünya soyguncuları kurmamış mıydı ? Almanı, İngilizi, Fransızı, İspanyolu, Rusu hepsi o yeni dünyada kanla, silahla ve uçsuz bucaksız bir kıtanın zenginlikleriyle kaynaştılar. Amerika bu yüzden sadece belli bir etnik kökene dayalı ulus değildir. Dini inanç bakımından da karma bir yapısı vardır. Üstelik orada yaşayan yerlileri yok ederek topraklarına yerleşmişlerdir. 

Önce İngiliz Fransız İspanyol savaşlarıyla koloni savaşları yaşamışlar. Ardından da kendi içlerinde yıkıcı bir iç savaştan sonra devlet olabilmişler. Amerika dünyanın öbür ucundaki bir coğrafyada, kendi geçmişi, hırsı, kan ve silahıyla vardır. Onun dünyanın diğer bölgelerinde sergilediği eli kanlı, çıkarcı ve haydut kişilikli tavrını sadece bugüne bakarak anlayamayız. Geçmişine, üstünde yaşadığı coğrafyaya, dünya haritasındaki konumuna da bakmalıyız.

Mesela İngilizler; onlar nasıl olmuş da ufacık bir ada ülkesi iken topraklarında güneş batmayan ülke haline gelmişler ? Sömürgecilik, tek çıkış yolu deniz olan bu halkın sanayileşme yolunda başka ülkelerin zenginliklerinden yararlanma ihtiyacından doğmuş olabilir mi ? Bugün eskisi gibi topraklarında güneş batmayan ülke değil ama hala elini dünyanın her yerinde görebiliyoruz.

Ya Ruslar ? Soğuk bir coğrafyanın insanları onlar. Sıcak denizlere inme politikası adeta atalarından genlerine işlemiş gibi. Elleri ve gözleri daima Asya'nın güneyinde, ön Asya'da, Akdenizde ve orta doğuda.

Ya Anadolu ? Ya bu kadim coğrafya ? Bizim bütün bu başımıza gelenler acaba üzerinde yaşadığımız toprakların bir türlü kaçamadığımız kadim kaderi midir ?

Daha eskiyi bırakalım. Asya'da yaşananlar, batıya doğru kurulup yıkılan onca devlet ayrı ama hep benzer hikayeler. Anadolu kapılarında göründüğümüz binyıldan bu yana başımıza gelenler de öyle. Ardımızdan moğol belası, önümüzde haçlı artıkları, bizans fitnesi. Yanı başımızda kadim pers torunu acem çıbanları. Güneyimizde bir o yana bir bu yana savrulan istikrarsız arap coğrafyası. Kuzeyimizde ikide bir sorun olan ruslar, balkan ve avrupa coğrafyası…

Bin yıldır bir o yana bir bu yana savaşıp durmuşuz. Bin yıldır içte ve dışta düşmanımız hiç eksik olmamış. Bin yıldır moğol ve haçlı sürüleri, emperyal avrupalılar, arap ve iranlılarla uğraşıp durmuşuz. Yetmemiş içerdeki isyanlarla, fitnelerle boğuşmuşuz. Beka sorunumuz hiç bitmemiş, şehitlerimizin sonu gelmemiş. 

Bu kadim topraklar hem selçukluya hem osmanlıya mezar olmuş. Her adımı her yöresi onca savaş sefer görmüş, her karış toprağı adeta kan ve gözyaşıyla yoğrulmuş. Her seferinde kurulan kapanlardan kurtulmuşuz, üzerimize atılmak istenen ağları yırtıp atmışız fakat hala acıların ardı arkası gelmemiş.

Peki bütün bunlar sadece bizim mi başımıza gelmiş ? Anadolunun da içinde olduğu bu kadim topraklar bin yıldan önce de insanlığın kanla ve acıyla harman olduğu bir coğrafya. Alın Hititleri, bakın Friglere, hatırlayın Lidyalıları hepsi bu kaderi paylaşmışlar. 

Bir Asurlular vurmuş bir Got'lar, bir Persler gelip geçmiş üzerinden bir Makedonlar. Romalılar tahıl ambarı görmüşler, haçlılar efsanevi zenginlik kaynağı. 

Anadolu toprakları aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya köprü olmuş ateş arabalarına. İlk Hristiyanlar bile toroslarda, kapadokyada gizlenmeye çalışmışlar azılı düşmanlarından. Kimbilir kaç halk, kaç şehir yok olmuş bu topraklarda. 

Anadolu Nuh tufanından beri insanlığın harman yeri olmuş. Ekilmiş, biçilmiş, savrulmuş kıyasıya. Biz bugünümüzü biliyoruz. Etrafımızdaki terör ve savaş kıskacı canımızı acıtıyor. Bütün kan içici vampirler üzerimize salınmış sanıyoruz. Ağlaya ağlaya anaların gözünde yaş kalmadı, şehitsiz köyümüz yerimiz yok. 

Ama, moğol belası da anadoluda taş üstüne taş, gövde üstünde baş bırakmamıştı. Haçlı sürüleri talan etmişti kaç kez bu yolları. 

Daha dün Çanakkalede yedi düvel üzerimize gelmişti, üç kıtada büyük bir imparatorluk küçücük bir anadolu toprağına göç etmişti hatırlayalım.

Almanların yaşadıkları ve bugünkü halleri de geçmişleriyle, içinde oldukları kara avrupa coğrafyasıyla yakından ilişkili. Japonlar fazla büyük olmayan bir adalar ülkesinde kendilerine has bir kader yaşadılar, yaşıyorlar. Çinliler de öyle. Etraflarına çevirdikleri duvarların arkasında yine devleşmekteler. İranlılar tanıdık; içten pazarlıklı ve kadim. Araplar da hep aynı; çöl gibi güvensiz, dağınık, çıkarcı ve saman alevi gibiler. 

Örnekleri dünya üzerindeki bütün coğrafyalar ve uluslar için çoğaltmak mümkün. Ama, gerçek şu ki hepsi kendilerine çizilmiş bir kaderi yaşıyorlar. Bugün olan biteni anlamak için her birinin alın yazısını bilmek gerekiyor. Kendi bugünümüzü ve geleceğimizi anlamak için de…

Yılmaz Yalçın

 






15 Mayıs 2018 


Ramazanınız hayırlı mübarek olsun.
s


Yilmaz Yalcın
Görsel düşünceler albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.


Katil İsrail ! Ve onun suç ortağı ABD !
61 Filistinli müslümanın şehadetinden ve üç bine yakın yaralıdan birlikte sorumlusunuz.
Dünyanın gözünün içine baka baka eğlenerek Kudüste elçilik açılışı yaptınız. 70 km. ilerde topraklarını elinden aldığınız silahsız mağdur Filistinliler sizi protesto ediyordu.
Onlara gerçek mermilerle ve orantısız bir güçle saldırdınız. Yaptığınız insanlık dışı katliam sebebiyle sizi şiddetle kınıyorum.
Filistin yalnız değildir. Siz eli kanlı ve zalim katiller oldunuz, onlar mazlum ve haklı. Dünya, insanlık ve tarih önünde böyle anılacaksınız.
Duy sesimi israil bu şiirim sanadır
Güç ile cana kıymak yoksa eş anlam mıdır
Gün olur devran döner ahı tutar mazlumun
İşte o gün aynalar vahşetini yansıtır
Emrah Akkan

Yilmaz Yalcın
Gazete yazıları II albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

15 Mayıs 2019


Koca Lise

Dört Mayısta Balıkesir'deydim. 46 yıl sonra mezun olduğum okulun geleneksel kaymaklı gününe katıldım. Balıkesir Lisesi köklü geçmişi, kaliteli eğitimi ve meşhur hocalarıyla tarihi bir okul. Arkası Balıkesir'in meşhur çamlık tepesi ve askeri hastane tarafından çevrili. Eski Behçet Paşa köşkü bahçesi ve namazgâh alanında kurulu tarihi taş bina ve yeni lise binalarından oluşuyor. Kurulduğu 1885 yılından bu yana tam 134 yıl geçmiş. Önce idadî, sonra sultanî şimdiki söylenişi ile Balıkesir Lisesi hala ayakta. 

O günlerden bu yana on binlerce genci mezun etti. Binlerce öğretmen iz bıraktı ardı sıra. Adları gibi belki binaları da değişti zaman zaman. Ama büyüklüğü, ulu, yeşil bir meşe gibi göğe yükselişi hiç değişmedi. İlk ve son kez 1914 - 1915’te mezun veremedi. Nedeni vatan müdafaası için Çanakkale'ye giden körpecik fidanlarıydı. O günden beri Lisenin en öncelikli iftihar  tablosudur o ‘keşşaf’ gençler. Yaşayanlarsa vatanın ilerlemesi, gelişmesi için ülkeye adanmıştır o günden bu yana. Her yıl yüzlerce meşe palamudu gibi saçılırlar memleketin dört bir tarafına. Düştükleri yerlerde yeni yeni meşe ağaçları boy verir yıllardır.

Kendisine has bir kültürü olan lise, yaşattığı geleneksel kaymaklı buluşması ile de meşhur. Ülkenin, hatta dünyanın dört bir yanına dağılmış mezunlarını, her yıl kaymaklı şenlikleri ile bir araya toplamayı sürdürüyor.  1952'den bu yana yapılan kaymaklı şenlikleri genelde bir hafta sürüyor ve özellikle de eski mezunları bir araya getiriyor. Böylece aradan yıllar geçmiş olsa bile yılda bir kez eski arkadaşların birbirlerini görme fırsatı oluyor bu buluşma. Hafta boyunca değişik kültürel ve sanatsal etkinlikler de oluyor. Nihayetinde cumartesi günü hep birlikte liseye yürünüyor.

Biz de ellerimizde mavi küçük lise bayrakları, önümüzde bando, tarihi saat kulesinden eski okulumuza doğru yokuşu tırmanıyoruz. Şimdilerde Balıkesir üniversitesi Güzel Sanatlar fakültesi olan tarihi Koca Okul restore edilmiş haliyle oldukça muhteşem görünüyor. İşte köşeyi döndük ve Lisemiz karşımızda. Alışkanlık işte, yürüyüş korteji ana kapıya yönelirken biz, öğrenciyken her zaman girip çıktığımız küçük kapıyı tercih ediyoruz. Bando ve arkasındakilerse ön taraftan şenlik görüntüsü içinde liseye giriyorlar. 

Lisenin doğru okula çıkan meşhur yokuşunda bilseniz ne hatıralar var. Sadece bende değil tabi, yolu Balıkesir Lisesinden geçmiş binlerce öğrencinin. Biz yatılılar sadece hafta sonları ve tatillerde iner çıkardık. Gündüzlü öğrencilerse her gün kullanırlardı bu yokuşu. Arnavut kaldırımı taşlardan yapılıydı eskiden. Etrafında da o kadar yüksek apartmanlar yoktu. Park etmiş araçlar da günümüzün yansıması. O zaman sanki daha uzun gelirdi bize. Genç bacaklarımız yorulurdu inip çıkmaktan. Şimdi yine yoruldum, ancak eskisinden daha dar ve kısa geldi o bildik yokuş. Sonunda bütün heybetiyle lisemiz görünüyor. Okulumuz adeta bir kartal yuvası gibi. Bir tarafta eski ortaokul, öbür yanda lise.

Dikkatimi çekti, sol yandaki eski binanın üst katı yok. Ortaokuldayken yatakhanemiz yukarıdaydı. Tahta merdivenlerle çıkardık üst kata. Sadece merdivenler değil sınıfların zemini de tahtaydı ve mazot kokusunda bir sıvıyla kaplıydı. Tahta gıcırtısı ve kokusu hala zihnimizdedir. Taş bina 1895 yılında Behçet Paşa Köşkü bahçesine okul olarak inşa edilmiş. 1898 yılında bir deprem sonucu hasara uğrayınca II.Abdülhamit tarafından 1902 yılında onarımı yaptırılarak 1913 nisanında, o zamanın en önemli öğretim kurumlarından olan Selanik Sultanisi tam kadro buraya nakledilmiş. Bu tarihten sonra da Balıkesir Sultanisi adı altında öğretimini sürdürmüş.

İlk yıllarda yalnız yatılı olarak öğretim yapan Sultani, 1919-1920'den itibaren gündüzlü öğretime de başlamış. 1924 yılında Balıkesir Sultanisi lağvedilmiş ve 1931 yılında okul bahçesindeki küçük bir binada öğretime tekrar başlanmış. Nihayet bina 1932-1933 öğretim yılında Balıkesir Lisesi adını almış. Yeni bina ise eskiden namazgâh olan ve yağmur dualarına çıkılan alanda 1960'lı yıllarda yapılmış.

Okul bahçesinde bir süre dinleniyoruz. Bir zamanların fidanları büyüyüp koca koca çam ağaçları olmuşlar. Biz eskiden bu meydanda dinlenecek gölge bulamazdık. Şimdiki öğrenciler şanslı, yeşil ağaçları, koyu gölgeleri  var. Sağ yan tarafta şimdi yeni ve modern bir bina yükselmiş. Eskiden o kısımda konferans salonu, altında hamam bulunan bir eklenti vardı. Bu günün öğrencileri çok şanslı. Okullarının fiziki şartları çok daha mükemmel. Özellikle de konferans salonunun olduğu yeni bina pırıl pırıl. Bütün imkânları var yani. Acaba başarıları da öyle mi ? Sormadım, araştırmadım ama böyle düşünmeden de edemedim doğrusu. İnşallah onlar da köklü ve büyük bir okulun başarılı mezunları olurlar ve biz de onlarla iftihar ederiz.

Kusura bakılmasın ama şimdinin eğitim öğretimi gibi değildi bizimkisi. Aksine ‘Koca Lise’ sıkı bir talim, iyi bir terbiye ile yetiştirirdi mezunlarını. Meselâ lisedeyken biz yatılı öğrenciler gerçekten sıkı bir disiplinle her gün akşam iki, sabah bir saat zorunlu mütalaa (etüd) yapardık. Çoğumuz fakir köy çocuklarıydık ve çalışmak bizler için mecburi istikametti. Bu yüzden gündüzlü öğrenciler gibi değildik. Spor, eğlence, şenlik ve aşk meşk işleri bizi bozardı. Kısacası, dışa kapalı farklı bir dünya idi bizimkisi.

Lisede tarihinden gelen bir sağdıçlık geleneği var. Kurallara göre de her yıl bir baş sağdıç ve ona yardımcı olacak yeni sağdıçlar belirleniyor. Kaymaklı organizasyonu bu hiyerarşi içinde gerçekleşiyor ve kaymaklı duası da Baş sağdıç tarafından yaptırılıyor. Her yıl, Çanakkale savaşında şehit olmuş Balıkesir liseliler için mevlüt okunması da onların görevleri arasında. Kaymaklı organizasyonunun zorlukları, yapılan fedakârlıklar anlatılıyor kürsüde ve sıra geliyor meşhur kaymaklı duasına. Baş sağdıç geleneksel kaymaklı duasını bize de tekrarlatarak yüksek sesle yaptırıyor. Kaymaklı duası son derece orjinal ve inançlı bir metin. Kaymaklı dergisinin ekinde ayrıca bastırmışlar. Dua şöyle; “Bisillahirrahmanirrahim / Yarabbi şükür, Elhamdülillah / Biz yedik, ziyade eylesin Allah. Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin / Gerisi kesilmesin, bu bitti gani gelsin / Hak erenler berekatı versin. Soframız olsun nur, kaza-bela geri dur / Cümleye meserret, Kalplerimize hidayet, Geçmişlere gufran buyur. Bizleri hilm ile beze, takva ile şereflendir / Soframıza Halil İbrahim berekatı sundur / Hanelerimizi, cümlemizi eyle mamur ve mesrur /Kaymaklı gecemize uzun ömürler ihsan buyur AMİN !.

Kaymaklı çocukluğumun ramazan böreklerine benziyor. Bir çeşit şerbetli börek yani. Farkı tereyağla pişirilmiş ve araya bol kaymak konulmuş olması.  Sıcak sıcak yeniliyor ve gerçekten nefis bir tat. Bu arada eski arkadaşlar bu arada gruplar halinde kâh ayakta kâh masalarda oturarak sohbet ediyorlar. Çok çok eskileri, yaşlı hocaları, daha birkaç yıl olmuş yenileri hep bir arada görünce etkileniyor insan. İşte dernek ve sağdıç sistemi yıllardır şaşırtıcı bir şekilde her yıl eski yeni mezunları toplamaya devam ediyor. Darısı diğer okullarımıza, onların öğretmen ve öğrencilerine olsun.

Başarılı olmak önemlidir, ama başarı için sadece modern binalar, derslikler, spor ve konferans salonları yetmiyor. Önce derin bir inanç, köklü bir kurum, gelecek vizyonu ve adanmış büyük öğretmenler lazımdır.  Okullarımızın kendi başarı hikâyelerini oluşturan kişilikli kurumlar haline gelmesine izin vermemiz gerekiyor. Böyle olanları da gündelik çıkar ve kısa görüşlülükle yozlaştırmamalıyız. Eğitimde rekabet kısa vadeli hedeflerde değil, uzun görüşle etkin kurumlar oluşturma alanında olmalı. Kendi hesabıma ne mutlu bize ki Balıkesir Liseliyiz, iyi ki oradan mezun olmuşuz ve ne çok arkadaşımız var ! 

15 Mayıs 2020 Cuma 13:30 CORONA GÜNLERİ...................................Corona, ramazan ve dua

Corona ve ramazan

Coronanın ülkemize girişinin üzerinden iki ay geçti. Son yirmi gününü ramazanla birlikte yaşadık. Her ikisi öyle birbirine karıştı ki, corona mı ramazanı sınav haline getirdi yoksa ramazan mı coronaya oruç tutturdu kestirmek zor. Her hâl-u kârda iyi ki ramazan var, iyi ki oruç ve sabır ayındayız diye düşünüyorum.

Ramazanın sabır, direnç ve düşünce iklimi corona musibetine karşı mücadelemize destek oluyor. Manevi bir koruyucu elbise, maske, ya da eldiven gibi virüsün cirit attığı bu alacakaranlık tünelinde bizi yalnız bırakmıyor, koruyor.

Sabretmemizin, direnmemizin mükafatını inşallah bayramla birlikte alacağımız müjdeleniyor bize. Bir yanda gittikçe harareti düşen salgın, öbür yanda rahmet ve mağfiret günleri. Ölümün kol gezdiği bir dünyada bizi sarıp sarmalayan ramazan adlı bir merhamet ve bağışlanma iklimi. Elbet bu yan yana gelişte gören göz, hisseden kalpler için ne hikmetler var.

Şimdi ramazanın son on gününe, azaptan kurtuluş düzlüğüne çıktık. İçinde bin aydan daha hayırlı Kadir gecesinin olduğu final kısmına. İnanırız ve ümit ederiz ki müminler oruçla kazandıklarını, iftarla heba etmezler. İnşallah corona virüse karşı kazandıklarını da öyle heba etmeyecekler. Oruç bize bu gayreti tahkim etti sağlamlaştırdı. Corona vesilesiyle bir kere daha musibetlere karşı direnmeyi öğrendik. Böylesine sinsi düşmanlara karşı maddi manevi bağışıklığımız güçlendi. Bu az bir kazanç değil.
Dua ve corona

Corona günlerinde 'dua'yı da yeniden keşfettik galiba. Ramazan ayı içindeyiz ya doğal olarak tümden dua halindeyiz. Orucumuz dua, namazımız dua, Kur'an okurken ve dini sohpet dinlerken de hep dua üstüne düşündüklerimiz. Corona virüsü nedeniyle camiler kapalı ama minarelerden dua ve salavatlar yükseliyor. Neden? Çünkü inancımıza göre kime dua etmek nasib edilmişse, kendisine  karşılık verilecek. Allah Kur'ân'da, 'Bana dua edin, size icabet/kabul edeyim. Duânıza cevap/karşılık vereyim' buyuruyor.“(Mü’min Suresi 60. Ayet) Dua halinin zıddı kibir ve büyüklenme. Oysa insanoğlunun karşı karşıya olduğu gerçekler ise kendini bilmeyi ve haddi aşmamayı işaret ediyor. Dua etmeyen ve duaya sığınmayan insanın akıl sağlığından zoru olmalı.

ABD'de yayınlanan ünlü haber dergisi Newsweek,"Yaradan ve Sağlık: Din İyi Bir İlaç mı? Bilim Neden İnanmaya Başlıyor?" başlığı altında dinin iyileştirici etkisini kapak konusu yapmış. Yaradan inancının insanın moralini yükseltip hastalıktan daha kolay kurtulmasını sağladığına değinilen makalede, bilimin de inançlı insanların hastalıkları daha kolay ve çabuk atlattığına inanmaya başladığı ifade ediliyor. Newsweek'in anketine göre, insanların %72'si dua ederek hastalıktan daha çabuk kurtulduklarına, duanın iyileşmeyi kolaylaştırdığına inandıklarını beyan etmişler.

Michigan Üniversitesi'nin araştırmasına göre, dindarlarda depresyon ve stres daha az görülürken, Duke Üniversitesi'nin anjiyo operasyonu geçiren 750 hasta üzerinde yaptığı araştırmada da 'duanın iyileştirici gücü' bilimsel olarak kanıtlanmış. Üç yıl süren bu çalışmada kardiyaloglar dünyanın çeşitli yerlerinden, aralarında Amerika’da yaşayan Müslümanların, Nepalli Budist rahiplerin ve Manchester’li Hıristiyanların oluşturduğu 26 ayrı grubu incelemişler ve birbirlerinden haberdar olmadığı halde dua eden hastaların daha hızlı iyileştiğini kanıtlamışlar.  Ayrıca dua okuyan kalp hastalarının, ameliyattan sonraki birkaç yıl içinde ölüm oranlarının yüzde 30 daha az olduğu tespit edilmiş. St Luke's Hastanesinde tedavi gören kalp hastalarından, 466 tanesine din adamları dua okumuş, sonuç olarak kendileri için dua okunan hastaların %11 oranında daha çabuk iyileştiği ve rahatsızlık belirtilerinin azaldığı görülmüş.

San Francisco Hastanesi'nde 393 kalp hastası üzerinde yapılan başka araştırmada, 150 hasta için düzenli olarak dua edilmiş, tanımadıkları kişilerin kendilerine dua ettiği bu hastaların, ilaç tedavisine daha çabuk cevap verdikleri ortaya çıkmış. Harvard'lı bilim adamı Dr. Herbert Benson da dua eden kişilerin beyin Emar’larını çekerek vücudun ve beynin dua ederken değiştiğini ortaya koymuş. "Yaptığımız beyin taramalarında, düzenli şekilde ibadet eden kişilerin, diğerlerine nazaran daha düşük tansiyona sahip olduklarını, daha az gerilim içinde olduklarını görebiliyoruz" diyen Benson’ın bulgularına göre, dua ya da ibadet esnasında vücut fonksiyonları rahatlıyor ve beyin büyüyormuşBu bağlamda duaların stresi gideren, bedeni sakinleştiren ve iyileşmeyi hızlandıran bir etkisi var. Bu şekilde inanmanın hastalıkların yüzde 90'ında iyileştirici etkisi olduğu ortaya konmuş. Chicago’daki Rush Üniversitesi’nin araştırmasına göre, düzenli dua edenlerdeki erken ölüm oranının, dua etmeyenlere göre yüzde 25 daha az olduğu tespit edilmiş. Dua eden kalp hastalarının ameliyattan sonraki birkaç yıl içindeki ölüm oranlarının, etmeyenlere nazaran yüzde 30 daha az olduğu ortaya cıkmış.

Amerikan Bilimler Akademisi için 212 araştırmayı inceleyen bilim adamları, bu araştırmaların yüzde 75'inde inanmanın insan sağlığı üzerinde pozitif etkilerinin tespit edildiğine dikkat çekmişler. Araştırmalar, ayrıca, inanmanın sadece depresyon gibi psikolojik sorunlara karşı değil, yüksek tansiyon, kalp hastalığı gibi bedensel sorunlara karşı da koruyucu olduğunu, hayat kalitesini yükselttiğini gösteriyormuş. Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü NIH'den psikolog Micheal E. Mc.Cullough'un araştırması da,125 bini aşkın kişiyi kapsıyor. Daha önce bu konuda yapılmış araştırmaları topluca analiz eden araştırmacı, inanan insanların daha uzun ve daha sağlıklı bir ömür geçirdiklerini kesin bir dille ifade etmiş. İçinde Müslümanların da olduğu bu araştırmaların toplam sonucu, düzenli olarak namaz kılan ya da kiliseye giden ve dinî cemaatlere dahil olan kimselerin ömürlerinin yüzde 29 daha uzun olduklarını gösteriyormuş.

Kişinin ümit sevgi bağışlama yaratıcının ona yardım edeceği onun ellerine kendini bırakma ona güvenme yalnız ona inanma yalnız ondan yardım isteme duyguları iyileşme beklentisini artırıyor. Artan iyileşme beklentisi beyinde serotonin, noradrenalin, nöropeptid gibi ruh halini düzenleyen salgıları artırıyor. Bu salgılar limbik sistem hipotalamus, hipofiz ve hormonal sistem ve kemik iliği yoluyla savunma sistemini kuvvetlendiriyor. Böylece organizmamız kendi kendine yardım ve tamir işlevini başlatıyormuş.

Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmalarında “dua” ya vurgu yapıyor ya. Hemen birilerinde başlıyor dini bilimle çatıştırma gayreti. Her şeye muhalefet etmenin, her şeyi eleştirmenin de ötesine geçerek sürekli kışkırtıcı çatışma ortamları harlatanlar nasıl bir ruh hali içindeler acaba? Bunlar sadece bize özgü değiller. ABD Başkanı Trump'ın Corona nedeniyle bilim insanları ile yaptığı bir basın  toplantısında yöneltilen soru da aynen bizimkilerin kumaşından: "Pandemi nedeniyle duaya başvurarak bilimi inkar etmiş olmuyor musunuz? Dua ederek virüsle nasıl baş edeceksiniz?" Bu soruya Trump değil yanındaki bilim kadınlarından birisi şöyle cevap veriyor: "İşte dua edildiği için bilim var ve salgına karşı onunla mücadele ediyoruz." Şu cevaptaki isabete bakınız. Dua ile mücadeleyi, din ile bilimi karşıymış gibi gösterenlere en tesirli cevap yine bir bilim insanından geliyor.

Şayet bizim ülkemizde de yapıldığı gibi: Bilimin gerektirdiği her türlü tedbir alınırsa, bilim insanlarının önerilerine uyulursa, bilimsel yöntemlerle çalışılırsa, bilimin rehberliğinde davranılırsa...Ve tüm bunları yaparken dua da edilirse “Bilim” ve “dua” neden bir çelişki olsun ki? Aksine onlar birbirinin karşıtı ya da düşmanı değil, birbirlerinin doğal bir parçası olurlar. Bu kadar basit. Her mevzuda din-bilim kavgası alevlendirmeye çalışanlar nasıl iflah olmaz bir hastalığın taşıyıcısı durumundalar acaba?

Hazreti Peygamber Aleyhisselâm bakınız ne demiş: "Herhangi bir kul, koltuğunun altı görülecek şekilde ellerini kaldırır ve Allah'dan bir dilekte bulunursa; acele etmediği takdirde kesinlikle duasına icâbet edilir." Acele nasıl olur yâ Rasûlullah? demişler. O da "Dua ettim, ettim; kabul olmadı der (de vazgeçer)…" demiş. İşte size çağlar üstü bir öğüt. Demek acele etmemek, hele de asla umutsuzluğa düşüp isyan etmemek gerek. Hem ne biliyorsun ki; belki zamanı var, belki bir başka şekilde hayırlısı verildi onu da göremiyorsun. Vazgeçmemek, ısrar ele etmek ayıplanmıyor ki. Aksine "Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm…".(Bakara Suresi 186. Ayet) denmiş. Belki de bizzat dua hali acele sonuç almaktan çok daha faydalı. Baksanıza dünya bile corona vesilesiyle duanın gücünü yeniden keşfediyor. Hem bilimsel yöntemlerle.

İnşallah biz zaten doğru yoldayız. Dua iyi günde de kötü günde de, namazımızda da iftarımızda da bizim yar ve yardımcımızdır. Görülmeyen gücümüz kuvvetimizdir. Şimdi de minarelerimizden yükselen ve her gün eşlik ettiğimiz dua metniyle bitirelim yazımızı:

"Bütün dünyayı kuşatan salgın hastalık karşısında bizlere inâyetini lütfeyle Allah’ım. Gazabından rızana, azabından affına sığınıyoruz. Bizleri muhafaza eyle Allah’ım! Şu anda huzurunda ellerini açarak âmin diyen kardeşlerimizi, iki cihanda aziz eyle Allah’ım! Her daim mağdurların, mazlumların, gariplerin yanında yer almış; çaresizlere kucak açmış necip milletimizden rahmetini esirgeme Allah’ım! İlâhi Ya Rabbi! Hastalarımıza şifa, dertlilerimize deva, borçlularımıza kolaylıklar nasib eyle Allah’ım! Ya Rabbi! Devletimizi, milletimizi, İslam beldelerini ve bütün insanlığı her türlü afetlerden, musibetlerden, kötülüklerden, salgın hastalıklardan muhafaza eyle Allah’ım!"

Yilmaz Yalcın
Ne düşünüyorum -III- albümüne 15 Mayıs 2022, 06:00 tarihli yeni bir fotoğraf ekledi.

15 Mayıs 2022


Zihinsel gezinmeler…(3)

Dün gece bir müddet uyuyamadım. Zihnime üşüşen onca şey arasında bir o yana bir bu yana döndüm durdum. Birinden çıkıp diğerine dalan düşünce kuyuları birbiri ardı sıra beynimi deliyorlardı sanki. Bir taraftan nasıl olup ta bütün bu düşüncelerin neden bu akşam, bu saatte, uykumu heder ederek böylesine zalimce yoğunlaşabildiklerine şaşırıp duruyordum. Sinirleniyordum da. Ne yapsam zihnimde dönüp duran bu kalabalık bir türlü sona ermiyordu.
Geç saatte yemek yememiş, kahve içmemiş, uyku açan bir şey kullanmamıştım. Peki neden böyle olmuştum? Sık olmayan ama olduğunda kafamın içini her biri birer burgu gibi böylesine oyan anaforlardan hep korkmuşumdur. Ama arada bir de olsa oluyor işte.
Muhtemelen bir hayli geç uyumuşum. Sabah namazına uyandığımda bu kez salim kafayla o saatleri yeniden düşündüm. Aklıma takılan, zihnimde evrilip çevrilen konuları hatırlamaya çalıştım. Gerçekten de çok önemli şeyler değildiler. Geçtiğimiz günlerin olağan hadiseleri irdelenip duruyor, önümüzdeki günlerin doğal akışı kurgulanmaya çalışılıyordu.
Ortaya çıkan senaryolar sanki kurgu montaj masasındaki film parçaları gibi birbirine eklenip kendilerini bir daha bir daha adeta zorla seyrettiriyorlardı. Bir tür yap boz gibi tamamlandıkça bozuluyor, kendimi yeniden yaparken buluyordum. İşin ilginç yanı hiç birini uykum bahasına özellikle istiyor değildim. Sahnesi, zamanı, konusu ve öznesi ben olan bir tüluat tiyatrosu bana rağmen yorulup uyuyana kadar yine bana seyrettirilmişti.
Sonunda bir sorunu çözmüş müydüm: Hayır! Geleceği şekillendirebilmiş miydim: Hayır! Geçmişi sorgulayıp hata ve kusur mu aramıştım: Hayır! Hoşuma giden, beni yücelten anıları mı yaşamıştım: Hayır! Bütün o saatler yarın için yeni kararlar almaya mı yaramıştı: Ona da hayır! Uykumu kaçırmıştı: Evet. O dakikalar bir tür işkenceydi: Evet. Bana rağmen bana dayatılmış uykumun içine etmişti: Evet.
Bu hal adına "düşünme" dediğimiz normal bir odaklanmaya benzemiyordu. İsteyerek, bizzat kendi irademle bir mesele üzerinde aklım, zihnim ve kalbimle konsantre olmak gibi hiç değildi. Gündüz uyanıkken, yürürken, dinlenirken, çalışırken, müzik dinlerken yaşadığım o bildik zihinsel gezinmelerden de çok farklıydı. Gözlerimi kapatmış uyumak isterken uyuyamıyor, düşünce kepenklerimi indirmişken onların böyle coşmasına da mani olamıyordum.

Sonunda şu kanaate vardım ki, bu olay da bir nevi zihinsel boşalma. Zihnimde gayri ihtiyari birikmiş bir enerji birikiminin bu güne, bu geceye denk gelmiş deşarjıydı. Ne oldukları çok önemli değildi, en önemli meseleler değillerdi bu doğru. Ama, herhalde artık bardaktan taşan şeylerdi. Olmasından korktuğum, ama kaçamadığım, sonra da hiç o kadar anlamlı gelmeyen bir feyezan haliydi. Serbest düşüncelerin sınırlandırılamadığı, önlenemediği başına buyruk bir zihinsel gezinmeydi. 


Yilmaz Yalcın
 profil resmini güncelledi.

240125_15:07 torunlarla avm oyun yerinde









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder