18 Aralık 2024
Eğer körsen köre teklif yoktur. Değilsen yürü, var; sabır kurtuluşun anahtarıdır.
Sabır ilâcı, gözlerin perdesini de yakar, göğüsleri gönülleri de yarıp açar.
Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince sudan, topraktan hariç suretler görürsün.
Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da. Devlet yaygısını da, onu döşeyeni de.
Hz. Mevlana / Mesnevi, İkinci cilt- 70
Ezhârı taksim ettiler gül düştü hârın pâyına
(Çiçekleri üleştirdiler, gül düştü dikenin payına)
Sâbit
Bâğ-ı dehrin değmedik biz bir yeşil yaprağına
(Dünya bağının değmedik biz bir yeşil yaprağına)
Veysî
Dehrin safâ vü neş’esi değmez humârına
(Dünyanın eğlence ve neşesi değmez baş ağrısına)
Ahmed Cevdet Paşa
3 Aralık 2024
Eğer medyanın gündemiyle düşünüyorsanız, hele de dünyaya sadece sosyal medyadan bakıyorsanız bir “Cambaza bak!” oyunu içinde olabilirsiniz. Misal televizyon kanalları birkaç gündür ABD başkanlık seçimlerine odaklanmış vaziyette. Anketlerde Trump ne kadar oy almış, Harris ne yapacak? Sanırsınız ki tarihin en önemli olayı bu seçimler.
Oysa bir ay önce bir Narin güncesi izliyorduk 24 saat. Polis dedektifi gibiydiler. Ne olduysa birden kayboldu o haberler. Yerini İsrailin suikastları ve Beyrut haberleri aldı. Kim kime misilleme yapacak kehanetleri anlatıyorlardı yorumcular. Bir süre Bahçelinin apo çıkışını ele aldılar. Yeni bir çözüm süreci imiş gibi söz ettiler bol bol. Senaryolar uydurdular anlattıkları hikayelere. Şimdi de terör nedeniyle görevden alınan belediye başkanları gündemde.
Bizdeki şiddet olayları ve cinayetler magazine dönüşürken Gazzedeki insanlık dramı ve katliam arada sırada haber oluyor. Eli kanlı, gözü dönmüş İsrail ve destekçileri sanki çekilen sanal bir perdenin ardında insanlığı yok ediyorlar.
Eminim üç gün sonra bambaşka bir olayın etrafına üşüşecekler. Ballandıra ballandıra, ekleye süsleye yeni yeni hikayeler anlatacaklar izleyenlerine. Önceki konu hiç ilgilerini çekmeyecek.
Isıtmıyor gönlümü
Havadaki pus niye
Gelen hazan mı, güz mü
Ormanda bir sergi var
Binbir renkli tablolar
Ağaçlar ressam olmuş
Çizilen en son bahar
Kalbimdeki çırpınış
Güller niye sararmış
Bulutlar gözü yaşlı
Aklım baharda kalmış
Anılarda bir kulübe
O tablonun eşiğinde
Gönlüm su gibi serin
Akar bu renk denizinde
S
Salı günü Cumhuriyetimizin 101. yılıydı. Hepimiz elbette devletimizin kuruluşunu, Cumhuriyetimizin her yıldönümünü coşkuyla kutlamalıyız.
Başta Gazi Mustafa Kemal olmak üzere milli mücadele arkadaşlarını anmak, onlara şükran hislerimizi ifade edip hatıralarını yâd etmekten daha doğal ne olabilir ki?
Bizim için 'kurtuluş ve kuruluşumuza' katılmış yediden yetmişe herkes azizdir, anılmaya layıktır. Bu uğurda gayret gösteren, can veren isimsiz kahramanları unutamayız.
Şehitlerimizi, gazilerimizi, vatanı, bayrağı, dini imanı ve istiklâli uğruna her türlü fedakârlıkta bulunan büyük Milletimizi yok sayamayız. Özellikle de onlara bu ruhu veren millî ve manevî değerlerimizi daima hatırlamalıyız.
Atalarımızdan bize emanet kalan bu değerlerin bizden sonraki nesillere de aynı tazelik ve dirilikte miras kalması kuru bayram kutlamalarından çok daha önemlidir.
Ki bu değerlerin arasında yer alan cumhuriyet; binlerce yıldır var olan, zengin bir kültür ve medeniyet sahibi, tarihte çok sayıda devlet kurmuş büyük bir milletin en son eseridir.
Cumhuriyet bayramı asli unsur olan cumhurun yani milletin; ülkesine, demokrasisine, bayrağına, yönetimine sahip çıktığı günün adıdır. Bu yüzden Cumhuriyet hepimizindir. Aynen bu kutlu ülkenin ve bu şanlı bayrağın hepimize ait olduğu gibi.
Farklı fikirlere, inançlara ve yaşam biçimlerine sahip olabiliriz. Ancak ister farkında olalım ister olmayalım, bizi ayakta tutan, ortak paydamız bazı temel değerlere sahip olmaktır.
Doğan güneş akşam batar sevdiğim
Rahmet gelir baharınan yazınan
Her yaylada yürek atar sevdiğim
Ben ki deyim gelmiş iken sırası
Bir nefestir iki gönlün arası
Dolunay doğanda gece yarısı
Gonca güle bülbül öter sevdiğim
Elbetteki bülbül güle zar eyler
Goncagül ki sevdasını sır eyler
Bağrı yanık feryad eyler ar eyler
Bu hasret ki bir gün biter sevdiğim
Al deseler dünya malı nideyim
Gonca güle ak nergise ne deyim
Sefai'yem gayun beri gideyim
Benim sevdam bana yeter sevdiğim
Şair Aşık Sefai
o
Ki her Fir’avn’e bir Musâ-yı âteş-zâd olur peydâ
(Zalim devlet ne kadar güçlü olsa da devam etmez/Her Firavun’un karşısına onu devirecek bir Musa çıkar.)
Âsaf (Mahmûd Celâleddin Paşa)
BİLGELİKLER DİVANI, f-40
Ömrümün artık geride kalan yıllarında hep toplumumuzda bir kalıp halinde kullanılan “Naber, ne var ne yok?” sorusuna muhatap oldum. Genellikle “Hamd olsun”, “Ne olsun işte”, “İyiyim, iyiyim demek adet olmuş” formatında cevaplar verdim. Ama aklım işimle ilgili olan biten şeylerle meşgul olurdu.
İkinci bir “Daha daha ne var ne yok?” sorusu gelse emin olun o günlerin kısa bir özeti yapılıverirdi ayaküstü. Hiç mi başka konu yoktu, vardı elbette. Geçim derdi, siyaset, o ne demiş bu ne demiş vs. Ama dilime geliverenler hep işle alakalı olurdu.
Emekli olalı beri bu sorular karşısında bocalıyorum. “İyiyim” demek eskisi kadar yetmiyor. “Ne olsun iş güç” demek de artık çok gerilerde kaldı. Bu yüzden galiba “Nasılsın, neler yapıyorsun?” diyenlere “Çocuklarımla, torunlarımla meşgulüm” demek en kolayı. Çok da yanlış değil.
“Unumuzu elemiş, eleğimizi duvara asmışız”. Ömrümüzün geri kalanında bizim için en önemli konu ailemiz, çocuklarımız ve torunlarımız. Hele de torunlarımız. Onlar cennet meyvesi gibiler, kokuları bile onu hatırlatıyor.
e
Her ülkede memur, ya da adları farklı olsa da kamu görevlerini ifa eden insanlar var. Bazı genel özellikleri tabi ki birbirine benziyor.
Devlet hizmetinde maaşlı çalışıyor olmaları, atanmış, hiyerarşik emir kumanda altında olmaları gibi. Bürokratik mekanizma ile özdeşleşmiş olmaları da benzer hususiyetleri.
Ama, bizim ülkemizde memur olmanın mayasında mı bir şeyler var bilmem; gördüğüm yaşadığım ‘görev ve sorumluluk’ halleri oldukça bize özel.
Bir kere bizde memur olan da mutlu değil, olamayan da. Sevenini pek görmedim, öyleyse bırak git ! Onu da yapmaz. Maaşını daima az bulur, şikayetlenir. Bu konu üzerine sarf ettiği mesai ise bayağı yekûn tutar.
Bereketsiz bir iştir. Ne amirine yaranabilir, ne memuruna. Politikacılarla ilişkileri oldukça ilginçtir. Onlar memuru böcek gibi görür, sevgi duymazlar. Ama onlarsız da iş göremezler. Kalp kalbe karşıdır memur da onları içten içe saymaz, ama velinimetleridir, yine de ‘başüstüne’de kusur etmezler.
Velhasıl aslında Nasrettin hoca gibi kar helvası yaparlar ama ne başkaları ne de kendileri beğenir.
o
Albert Einstein
Günlük hayatımızın girdabından kurtulup bir an kendimize yukardan bakabilsek. Dünyanın bizi çeşit çeşit hallerde gösteren aynalı salonundan çıkıp yalın gerçeği görebilsek. Aklımızı putlaştıracak kadar büyüttüğümüzü, küçücük bir yanılgıda bile aslında ne kadar sanal bir dünyada yaşadığımızı anlayabilsek…
Bizi şekillendiren, çevremizi renklendiren algı ve düşüncelerimizi yönlendiren aslında hep küçük şeyler. Yakın gözlüğüyle baktığımız için onları büyük ve vazgeçilmez görüyoruz. Sevinçlerimiz, acılarımız, kusurlarımız, başarılarımız bize göre büyük ama haddizatında hep küçük şeyler.
Mikroskopla baktığımız mikroorganizmalar insanoğluna hayret verici geliyor. Teleskopla baktığımız yıldızlar dünyası sanki muhteşem bir tablo gibi. Gördüğümüz, düşündüğümüz şeyler aslında çok daha başka bir şey. Hücre ya da atomun gerçek halini görebilme şansımız yok. Araçlarla görebildiğimiz uzay varlıklarının hakikatteki sonsuz halini anlayabilme gücüne maalesef sahip değiliz.
Geçenlerde bir TV kanalında kısa bir spot dikkatimi çekti. Gökteki yıldızlar dünyadaki bütün plajlardaki kum tanelerinden daha fazlaymış. Aman Allahım ! Bu ne müthiş bir hakikat. Düşünün ki bu bile bir tahmin. Gerçekte ne olduğunu ancak onun yaratıcısı bilir. Aklıma Nasreddin hocanın bir fıkrası geliyor. Aklıyla övünen birine "İstersen say" demiş ya işte öyle bir durum.
Akıl da bir araç. Ama her araç gibi onun da sınırları, kusurları var. İnsanın aciz kaldığı bir kainat içindeyiz. Değil ki onun aklı, hisleri yanılmasın. 'El elden, akıl akıldan üstündür' denmiş. Daha kendi boyutumuzda sıralanıyoruz. Hakikat boyutunda esamemiz bile okunmaz. Bir damlalık aklımızla üstünlük taslamanın hiç alemi yok. Neye övüneceğiz ki ?
o
Hayallerim, inancım ve umutlarım renkli balonlar gibi. Hep birlikte bir paraşüt olmuş, gökte uçuşuyorlar.
Gücüm tükendiğinde ellerimden çekip kaldıranlar onlar. Çünkü günahlarım, pişmanlıklarım ve isyanlarım ayaklarıma bağlı. Onlar da beni denizin derinliklerine, karanlıklara doğru çekiyor...
Hayallerim, umutlarım ve inancım olmasa kayıp gideceğim. Yapıştığım ip bana nefes aldırıyor, şükür. Yaşayabiliyorum.
Bu hal beni ne uçuruyor, ne batırıyor. Günahlarımla eksikliyim, hayallerimle artı bir. Dengede kalabiliyorum böylece. Kılıç gibi keskin, kıl kadar ince bir sırat üzereyim.
Burada Rabbime hamd ve dua etmek tek çıkar yol. Nerede olursam, hangi hal üzere olursam olayım onun kapısı daima açık, biliyorum. Geldiğimiz yer de orası, varacağımız sahili selamet de.
Her şeyde bir hikmet vardır denilir ya, hakikatmış. Günahlarım Hızırın bindiği gemiyi delmesi gibi. Hayallerim balığın karnındaki Yunus'un duasına benziyor. Görünürde meş'um ve felaket haller. Ama, her şey 'O'nun izniyle hayra çıkar biliyorum. O yüzden ne halimle yeriniyorum, ne de sevinebiliyorum.
Yerçekiminin sıfır olduğu, bundan sonraki her hareketimin dengeyi bozabileceği bir yerdeyim. Aklım ayaklarımda, kalbim ellerimde, yüzüyorum.
S
Bir örnek verelim:
En fazla 50 kg. taşıyabildiğinizi kabul etmişseniz 55-60 kg. size fazla gelir. Ama biliyoruz ki halter kaldıran insanlar 150-200 kg. kaldırabiliyorlar. Havranlı Seyit onbaşının 270 okkalık mermiyi taşıyabildiğini hepimiz duyduk, okuduk.
Elbette herkes halterci ya da Seyit onbaşı kondisyonuna sahip değildir, ancak insan gücü ve kapasitesinin sınırları şaşırtıcı şekilde genişletilebiliyor. Bu önce inanca, sonra da o kondisyonun gerektirdiği çalışmaya bağlı.
Bu kadar ekstrem olmasa da iş hayatında bu fikirden yararlanmak mümkün. Bir kaldıraç bulduğunuzda onunla dünyayı yerinden oynatabilir, basit iki makara ve biraz iple kendinizin iki katı ağırlığı yukarı çıkarabilirsiniz.
İş ortamında bazen karşılaştığınız bir sorun sizi ezebilir. Kendinizi daralmış hissedersiniz. Bu sorunu aşmanın yolu illa ki göğüs göğüse çarpışmak olmayabilir. Kendinizi o sorunu aşacak kapasiteye ayarlıyabilirsiniz.
Bunun için kalemle küçük bir daire çizin. İçine de o sorunu temsil eden bir leke karalayın. O çember o soruna dar geliyor değil mi ? Şimdi daha önce çizdiğinizi de içine alacak daha büyük bir daire çizin. Sorun aynı sorun ama onunla mücadele gücü ve kapasiteniz bir kaç misli artmış oluyor.
İşte sorunun üstesinden gelebilmek için daha geniş ve farklı bakmak gerektiğini anlamış oldunuz. Kağıt üstünde o sorun artık eskisi kadar size büyük gelmeyecektir.
Kafanız ve kalbiniz ne yapmanız gerektiğini söylemekte. Gerisi bedeninize ve ellerinize kalmış. Vites büyütecek, ya da farklı yollar bulacaksınız.
Unutmayın; kendinizi sınırladığınız şartlar çoğu zaman sanaldır. Kendinizi 5 kg. taşımaya şartlandırmışsanız 10 kg. kaldıramazsınız. 30 kg. taşımaya hazırlanmışsanız 10 kg. eskisi kadar size zor gelmeyecektir.
r
Zîrâ feleğin meşreb-i nâ-sâzı dönekdir.
(Dünyanın rengine pek aldanma, dünya yine eski dünyadır, Çünkü dünyanın uygunsuz tabiatı dönektir.)
Yâ bister-i kemhâda, yâ vîrânede cân ver,
Çün bây ü gedâ hâke berâber girecekdir.
(İster ipekle döşenmiş yatakta, ister harap bir evde can ver, Çünkü zenginlerle fakirler toprağa aynı şekilde [eşit] girecektir.)
Allah’a sığın şahs-ı halîmin gazabından,
Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir.
(Allah'a sığın uysal kişinin öfkesinden, Çünkü yumuşak huylu atın çiftesi serttir.)
Yakdı nice cânlar o nezâketle tebessüm,
Şîrin dahi kasd etmesi câna gülerekdir.
(O kibarca gülümseme nice canları yaktı, Aslanın can alması da gülerek olur.)
Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma?
Zer-dûz pâlân ursan eşek yine eşekdir.
(Özü kötü olan insanlara hiç giydiği üniforma [makam, yetki] soyluluk verir mi? Altından yapılmış semer vursan eşek yine eşektir.)
Ziya Paşa,Terkîb-i bend, IX
o
İkbal
n
sanki ayrı bir mevsim.
Belki de yapraklar
sıkıldı ağaçlardan.
Bir bahane sonbahar.
r
Serin temiz sabahlar / Güneşli aydınlıklar
Günbatımı mor dağlar / Esen kalın seneye
Çiçekli bahçelerin / Mis gibi sebzelerin
Deli deli yellerin / Hoşça kalın seneye
Kirli serin denizin / İskeleden girişin
Naylon duba inişin / Bekler bizi seneye
Serin tatlı suların / Yeşil renkli yollarınGüzeldir komşuların / Kavuşuruz seneye
Kuşların cıvıldaşsın / Kirpilerin dolaşsın
Kedilerin oynaşsın / Görüşürüz seneye
r
Kimi yeşil çiçekli / Kimi de çilelere
Esas olan yolculuk / Sağı solu uğruluk
Yoldaşların adı var / Sözlerinde ağuluk
Ey benim iki gözüm / Olmaz mı buna sözün
Ancak söze öz gerek / İçi akkor har közün
Vefa mı ? O da neymiş / Ne gökte ne yerdeymiş,
Belki yeri gönüllerdir / Sığmamış hiç denizlere
Düşünün; Su toprağa değer değmez vuslat için zorlu bir yolculuğa çıkıyor. İster toprağı sulasın, ister süzülüp insin, ister bir canlının bedenine girsin, ister bir yerlerde göllensin. Orada durmuyor, can veriyor uğradıklarına ama yolcudur, gitmek için türlü çeşit imbiklerden geçip menziline koyuluyor illa ki.
Kimi bir gözede kaynıyor, kimi bir yamaçta çağlıyor. Ne yapıp ediyor derelere, nehirlere kavuşuyor. Kendisi gibi diğer vuslat yolcularıyla derya denizlere yol alıyor. Nihayet ulaşıyorlar bir denize, yeniden ölüp buharlaşana kadar mavi dingin bir dünyada sakinleşiyorlar. Burada bazen dalgalarla oynaşıp, teknelerle, balıklarla yarışıyorlar. 'Gel !' dendiğinde buhar olup göğe çıkıyorlar yeniden. Yine bulutlarda ağlayıp, toprağa düşebilmek için uygun rüzgarları bekliyorlar yukarda. Hiç sıkılmıyorlar, usanmıyorlar bu yolculuklarından. Önlerine dağlar çıksa aşıyorlar onları, kayalar arasından fışkırıp yolunu buluyorlar.
Onların bu zorlu yolculuğu bana hep azmi düşündürmüştür. Hangi şartta olursa olsun nereden gelip nereye gideceğini bilenlerin kararlılığını. Doğmak kadar vuslatın da mukadderliğini. Cesareti, aşkı…
Eğer gerçekten bakmayı biliyorsanız hiç umulmadık yerlerde yeşillikler, fidanlar hatta ulu ağaçlar görürsünüz. 'Nasıl oluyor da bu kıraç yerde, dik yamaçlarda, taşlık kayalık yerlerde filizlenebiliyorlar ?' diye düşünürsünüz.
Sana bana can veren, rızık veren Allah elbette her şeye kadirdir. Onlar da bir yaradılmış sonuçta. Ama bu gördüklerimizde bir mana var sanki. Anlaşılması istenen hikmetler, bizatihi insan için misaller var sanki.
Elimizle bir fidan alıp uygun toprağa dikiyoruz. Bakıyoruz, suluyoruz yeşillenmesini, büyümesini bekliyoruz. Bazen oluyor bazen de olmuyor.
Şu işe bakın ki kayalık yerde, ufacık bir çatlakta ağaç çimlenebiliyor. Belki suyun getirdiği bir avuç çamur kalıntısında, belki rüzgarın savurduğu toz toprak birikintisinde boy verebiliyor.
Rabbim bir kuşun gagasında da olsa küçük bir tohumcuğu takdir ettiği zaman takdir ettiği yerde köklendirebiliyor. İş baktığınla değil, görebildiğinle düşünmekte.
Kayada biten bir fidan insana kudret i ilahiyi gösterebiliyor, orada yeşillenip büyüyen ağaç umudu ve teslimiyeti açıklayabiliyor.
Demek dünyada görebildiklerimiz hep bizim için düşünüp ibret alma vesilesi. Ayetler sadece Kur'anda yok, görebilene etrafımızdaki her şey birer ayet aslında. İnsana hamd etmeyi, şikayet etmemeyi, umudu ve azmi hatırlatıyorlar. Yaşama tutunmayı, sevgiyi, ömür yolculuğunun anlamını ve vuslata olan aşkı öğretiyorlar.
S
Doğum günün kutlu olsun kızım
r

kuş lokumu 2 | 8 Nisan, 2011 | Bahadır Cüneyt Yalçın
05 Eylül 2022 Pazartesi 01:30 TARİHE NOT.........................................Bir kurtuluş gününün düşündürdükleri
5 Eylül 1922, Susurluğun kurtuluş günü. Tam bir asır önce o gün artık Yunan Ordusu Anadolu’da kesin bir şekilde mağlup edilmiş, Susurluk 2 yıl 2 ay 4 gün süren işgalden kurtulmuştu.
Baş komutan Gazi Mustafa Kemal'in Zağanos Paşa hutbesinde söz ettiği gibi, 'Balıkesir'in dindar ve kahraman insanları' sayesinde yöremiz güney Marmara ve Ege'de kendi imkânlarıyla milli mücadele başlatıp yönlendirilmiş oldu. Susurluk’ta bir direniş ya da toplu ölümlerin olmaması bu gerçeği değiştirmez. Neticede peş peşe 5 Eylül ve 6 Eylül günleri bölgemizin düşman işgalinden tamamen kurtulduğu günler olarak tarihe geçmiştir. Kurtuluş sevincimiz, gururumuz ortaktır ve anamızın ak sütü gibi helâldir.
Susurluğun tarihi, jeopolitik ve kültürel anlamda derin bir geçmişi yok. Bu anlamda arkeolojik ya da sanatsal eserlere de sahip değil maalesef. Ülke çapında büyük sanayi tesisleri ve ticari yatırımları da bulunmuyor. Ancak bir yol üstü kasabası olarak geçmişten bu yana varlığını sürdürebilmiş kadim bir geçiş noktası. Elbette ki yaşanmış, halen varlığını sürdüren ve gelecekte de onunla hatırlanacak değerleri de var. Bu değerlerin bazıları ulusal düzeyde biliniyor. Ama çoğu burada yaşamış ve yaşamakta olanların hayatında bir tür kimlik çizgileri gibi duruyor.
“Değerler” tabiatıyla insanın ürettiği ve taşıdığı kıymetler. Ne insan olmadan bir değerden söz edebiliriz, ne de herhangi bir değeri olmayan insanın kıymet i harbiyesi vardır. O kadar ki insan belli değerlerle ancak “eşref i mahlûkat” olabilmiştir diyebiliriz. Bu yüzden bazen bizatihi bir “insan” da kendi başına bir değer olabiliyor.
Tarihte kahramanlık göstermiş, ardında bir eser ya da kalıcı izler bırakmış şahsiyetler böyledir. Onlar yaşadığı toplumda öldükten sonra da daima hatırlanır ve yüceltilirler. Bu insan bazen bir sanatçı, kimi zaman bir idareci, hatta sıradan bir çiftçi bile olabilir. Onu kıymeti tükenmeyen bir değer yapan şey mesleği, konumu ya da zenginliği değildir. Hatta adı sanı bilinmediği halde toplum hafızasında hala büyük bir yeri olan insanlar da vardır.
Yüzyıllar geçtiği halde üzerinden geçip durduğumuz zarif bir köprü, karşısına geçip ne güzel yapılmış dediğimiz bir ev, kim bilir kimin dokuduğu belli olmayan bir yün halı ya da kilim bile banisini gözümüzde ve gönlümüzde büyük yapar. Onlar yazdığı bir şiir, bestelediği bir eser, geriye bıraktığı bir vakıf, gelip geçen yolculara ikram ettiği bir bardak köpüklü ayranla unutulmamış, kültürümüzün bir parçası olmuşlardır.
Susurluğun belki bu manada tarihinden gelen ulusal çapta meşhur bir değeri yok. Ancak; biraz hafızamızı zorlarsak “İğne Bey, Katrancı Mehmet Pehlivan, Ayrancı Şükrü ve Selahattin Altınbaş” ilçemiz için belki böyle değerlere örnek gösterilebilir.
Hiç kuşkusuz insanı değerli kılan manevi hasletler büyük ölçüde yaradılıştan geliyor ve dini inançlardan besleniyorlar. Ortak değerler de böylece toplum halinde yaşayan insanların kültürü haline gelmişler. İnsanı başkalarından ayırdığı gibi, toplulukları da diğerlerinden farklılaştırmışlar. Ancak bu farklılıklar ayrıştırıcı değil. Zannedildiğinin aksine insanları birbirine yakınlaştırıyorlar. Birbirlerini farklılıklarıyla tanıyıp kabul ederek sosyal ilişkileri kolaylaştırıyorlar.
“Doğruluk”, “Dürüstlük”, “Çalışkanlık”, “Adalet”, “Emanete sadakat” ve “Güzel ahlak sahibi olmak” kişiyi değerli ve farklı kılan insanî vasıflar. Ancak bu değerler benimsenip yaygınlaştıkça; “Güvenli toplum”, “İyi insanlar yurdu”, “Girişimcilik ruhu”, “Birlik ve beraberlik şuuru”, “Dayanışma ve yardımseverlik”, “Hoşgörü ve farklılıklara saygı duyma”, “Misafirperverlik”, “Sorumluluk ve sahip olunan Kültürel mirası yaşatmaya duyarlılık” ve “Çevreye saygı” gibi toplumsal değerlere dönüşüyorlar.
Susurluk geçmişini hatırlamalı, yaşananlardan dersler çıkarmalı ama bu günü de iyi anlamalı, geleceğin aynasına bakmalı korkmadan. Her büyük hamle küçücük bir adımla başlar. Önce kafamızda ve gönlümüzde doğmadan, ufkumuzda güneş doğmayacaktır. O halde bir an için gözümüzü yumup hissedelim o anı. Rüyalarımız olsun yine Susurluk üstüne, hayallerimiz olsun umutla dolu.
Üniversiteyi yeni kazanmış bir öğrencinin ailesinden ayrılırken "Burayı bir sanayi şehri yapacağım!" rüyasını anlayabilir misiniz? Henüz 16-17 yaşında bir gencin doğup büyüdüğü topraklar için böylesine dolu olmasını hayalcilik olarak mı görürsünüz? Bilemem. Ama o rüyayı gören bendim. Böyle hayaller tasarlamaktan, doğru bildiğim şeyler uğruna çabalamaktan asla vazgeçmedim.
Yaşamımda her zaman, her durumda fikrim ve projelerim oldu. Çalışma hayatım mücadele ile geçti. Otuz beş sene altı kurum, beş şehir, yedi müdürlük, dört daire başkanlığı ve bir müsteşar yardımcılığı ile geçti. Üçü sürgün altı defa görevden alındım. Düştüm kalktım, yine yürümeye ve ülkem için uğraşmaya devam ettim. Hayallerimden kimileri oldu, kimileri yıllar içinde eksik pörçük şekillendi, kimileri de bir rüya olarak halâ içimde yanar durur.
Meselâ bugün Susurluk bir sanayi şehri değil. Bundan sonra da olmayacak. Türkiye artık yetmişli yılların ağır sanayi rüyaları gören az gelişmiş ülkesi değil. Kalkınmada seçici olmanın, alternatif yolları denemenin, insan, kültür ve çevreyi dikkate almanın stratejik önemini kavramış durumda. Ancak bu yaklaşım, mevcut sanayi tesislerimizin ihmal edilmesi demek değil elbette.
Buna karşılık Susurluğun kırk yıllık yakın geçmişinde bırakın yeni fabrikalar kazanmayı mevcutlarına bile sahip çıkamadığı da ortada. Hatta bu süreçte ticaretle uğraşan pek çok zenginimizin de maalesef birçoğunun yolda kaldığını biliyoruz. Şehrimizse halâ eğri büğrü, kavruk ve güdük duruyor. Sağlıklı büyüyüp gelişemedi. Gençlerin çoğu ekmeğini dışarlarda arıyor. Köylerimizde yaşlılar bile artık çok azalmış.
Memleketime her gittiğimde olumlu, umut verici bir haber işitir miyim diye etrafımdaki insanlara merakla soruyorum. Artık “Şeker fabrikası bu yıl da çalışacak” sözleri beni tatmin etmiyor. “Yörsan çalışıyor mu? Başka yatırımı olacak mı? Dört mevsim gibi, Has tavuk gibi başka işletmeler kuruluyor mu? Buraların artık bir lojistik bölge olarak düşünüldüğünden haberleri olmuş mu? Yeni otoban hakkında ne düşünüyorlar? Mola tesisleri kendilerini geliştiriyorlar mı? Üniversite hakkında yeni bir gelişme duyabilir miyim” diye heyecanla böyle bahisler açıyorum.
Ama her defasında değişen bir şey olmadığını görüp üzülüyorum. Kirlilik sade havada, suda değil zihinlerde de var. Derelerimiz, göllerimiz, göletlerimiz kirlenmiş. En acısı insan ilişkileri de eski tadı vermiyor. Ben onlara Susurluk nasıl diyorum, onlar bana Ankara’da ne var ne yok diye soruyorlar. Gençlerden ne haber diye mevzu açıyorum, onlar oğlunun kızının işi için tavassut peşindeler.
Doğrudur, yıllar geçti; sade şehirler köyler değil insanlar da kirlendi. Çokçadır rüya görmüyoruz, hayallerimiz törpülendi, günümüz iş-ev-araba, harç borç muhabbetiyle geçiyor. İnsanımızın alacağı maaşı, kirayı, tarımsal desteği ya da yardımı ve borçlarını düşünmekten memleketinin ya da çocuklarının geleceğiyle ilgili ilave bir gayrete dermanı kalmamış. Bir kısmı halâ otobana yakın tarlasını iyi fiyata satıp doğalgazlı asansörlü bir daire almanın derdinde. Yada eski evini bir müteahhide verip kaç daire alacağının hesabında.
“Şeker fabrikasını biz satın alıp yürütebilir miyiz?”, “Yeni otobanı bir fırsat olarak değerlendirebilir miyiz?”, “Lojistik bölgeden Susurluk olarak nasıl yararlanabiliriz?, ”Bir üniversite Susurluğa ne getirir ne götürür?” gibi sancılı sorulara vakti de niyeti de yok.
Susurluk merkez pek büyümedi. İyi mi kötü mü bilmem ama küçülmedi de. On on iki bin nüfuslu bir ilçe iken elli yıl sonra şimdi ancak iki, iki buçuk katı olabildi. Ülke nüfusunun büyüme hızına göre bu oldukça yavaş bir büyüme sayılır.
Bu durumu ben şahsen hep iki sebebe bağladım. Birincisi İstanbul-Bursa-Bandırma-Balıkesir üçgeni arasında adeta kör bir nokta olarak kalması. Diğeri de içinden yol ve nehir geçen dar bir boğazda iki çıkış kapısının da kilitli olması. Bu kapılardan biri Şeker fabrikası tarafından öbürü askeriye tarafından tutulmuştu. Genişleyecek sanayisi ve konut alanları yoktu.
Aslında bugüne değin konut yapacak, gelişecek bir potansiyeli de yoktu. Çünkü hem gelir hem de genç nüfus açısından Şeker fabrikasıyla sınırlıydı. Yıllarca oranın ekmeğini yedi. 1954'den son on yıla kadar Susurluğun işçisi, memuru, esnafı, çiftçisi, emeklisi her kesim bu kaynaktan beslendi. Sadece bu kurum can verdi Susurluğun ekonomik ve sosyal hayatına. Pancar kokusu hayattı, refahtı, canlılıktı o topraklar için.
Ama göremedi Susurluk geleceğini, hep böyle gitmeyeceğini. Fabrikadan aldığı bol maaşı, iyi yaşamaya, arabalara harcadı. Çocuğunu, yeğenini fabrikaya sokmak için yarıştı yıllar boyu, ama bir ikinci fabrika, bir üçüncü tesis için çalışmadı.
O güzelim ağaç işleri sanayisini yenileyerek geliştirerek yaşatamadı. Önce ustaları çekildi sahneden birer birer. Yerlerini gençler almadı. Ahşap kasa işi falan derken yürütemediler, sonra da işyeri konut yapıldı yerlerine, bitti gitti. Sonraları kurulan Yörsan'ı bile tam olarak değerlendiremedi, geçinemedi Susurluk her nedense.
O yüzden gençleri ekmek peşine hep dışarıya, gurbete çıktı. Benim gibi okuyan memur olanlarsa zaten duramadılar. Kalanlar için tek bir seçenek kalmıştı; yol boyu mola tesislerinde çalışmaya mahkum olmak. İzmit-İzmir otoyolu yapıldığında bu seçeneğin de ömrü büyük ölçüde tamamlanmış oldu maalesef.
Artık çocukluğumun Susurluğu yok. Pazar günleri şeker fabrikası otobüsü ile sinemasından dünyayı gördüğümüz fabrika bitmiş. Lojmanlarıyla, şeker mahallesiyle bir zamanların canlı, renkli sosyal hayat merkezi Şeker fabrikası adeta terk edilmiş. Makyajı gitmiş, yüzündeki kırışıkları gizleyemeyen eski bir film yıldızı gibi.
İnşallah bu yıl da çalışacakmış. İyi olur tabi. Ama benim ‘kral çıplak’ deyişimden kimse rahatsız olmasın. Çünkü, ittire kaktıra taşıma suyla değirmen dönmez. Bu sene çalışsa seneye, daha sonraki seneye ne olacak? Yörsan da sahip değiştirmiş, geleceği meçhul. inşallah Susurluk’ta kalmaya, yatırım yapmaya karar verirler. Ancak, Susurluk halkının böyle "umut" lardan çok daha fazlasına ihtiyacı var. Hatta sorumlulukları.
Bu imkânın hala var olduğuna inanıyorum. Susurluğun ileri gelenlerinin, yöneticilerinin hiç değilse kendi çocuklarına, gençlerine bakıp artık geleceği düşünme saati geldi de geçti bile diye düşünüyorum. Bakarlarsa, ararlarsa görürler. İnanırlarsa yaparlar. Susurluk’ta bu gücün derinlerde, bir yerlerde hala var olduğunu umuyor, biliyorum.
Bakın! artık şehrin batı kilidi de açıldı. Askeriye gitti. İzmit-İzmir otoyolu bitti. Bandırma Bursa sanayisi Susurluğa doğru geliyor, bölge lojistik merkezi olma yolunda. Çok daha önemlisi Susurluk’ta bir üniversite kurulması için hala umut var.
Elbette ki bir taraftan farklı ekonomik faaliyetler, ticari yatırımlar, Üniversite kurulması ve yeni konut alanları gibi konularda çabalar devam edecek. Bunlar önemli ve ihmal edilmemeli. Fakat 2020'lerin Türkiye'sinde Susurluğun da kendine özgü yaşayan değerlerini öne çıkarıp parlatmayı başarabilmesi gerekiyor.
Elbette ki yaşanmış, halen varlığını sürdüren ve gelecekte de hatırlanacak bazı değerleri var. Bu değerlerin bazıları ulusal düzeyde biliniyor. Ama çoğu burada yaşamış ve yaşamakta olanların hayatında bir tür kimlik çizgileri gibi duruyor. Başkaları için bir kıymet ifade edebilmesi için üzerinde çalışılması, bir bakıma restore edilmeleri gerekiyor.
Bugün için aklımızda kalması gereken şey şu: ‘Değerler önemlidir. Değerler ilkeler ve gelecek vizyonu için sağlam bir temel oluştururlar. Hareket stratejileri için de dayanak noktasıdırlar.’ Onları yeniden keşfetmek, seçip ayıklamak ve gelecek için kazanmak zorundayız. Bu zamanda mukayeseli üstünlüklerimizi bilmeden, onları öne çıkarmadan fark edilemeyiz.
Doğrudur, bu kırk yıl içinde köprünün altından çok sular geçti. Yıllar içinde hepimizin de sağı solu, eli yüzü yara bere içinde kaldı. Birçok hayalimiz gerçekleşmedi. Bu arada ülkemizle birlikte ayakta kalmaya, varlığımızı ve dirliğimizi muhafaza etmeye çalıştık. Zaman zaman sert esen rüzgârlara, fırtınalara, krizlere göğüs gerdik. Halâ da teröre, adı konulmamış savaşlara, şehit cenazelerine, akıl dışı uluslararası tezgâhlara, döviz kurlarının durup durup deli gibi fırlamasına dayanmaya çalışıyoruz.
Ancak, yine de umudumuzu yitirmedik. Rüyalarımız azalsa da, hayal kırıklıklarımız olsa da kaynakları kurumadı. Kendi payıma ben içimizde bir yerlerde hala varlıklarını hissedebiliyorum. Çok şükür ki dava arkadaşlarımın birçoğunun, sevdiklerimin bu ülkenin bakanları, başbakanları ve cumhurbaşkanı olduklarını gördüm. Onların bu ülkeyi iri ve diri tutacağına güvenim var. Son günlerde bir başka türünü gördüğümüz ekonomik saldırılarla sarsılan ülke gemisini sağ selamet bu badireden de çekip çıkaracağına inancım tam.
Umut doluyum; Allahın izniyle gelecek bizimdir. Zaten ülkem için hiç bir zaman umudumu yitirmemiştim. Hamd olsun ki hayatımın hiç bir anında yakmayı, yıkmayı, zulmetmeyi düşünmedim. Bunun için bana böyle bakmayı, görebilmeyi, daima ‘yapmayı’ öğreten insanlara şükran borçluyum. Her birimiz aslında bizi bugünlere ulaştıran merdivenlerin kum taşlarından birisiyiz. Elbette kıvanacağız ve geleceğe umutla bakacağız.
Ülke olarak başarısız değiliz. Omuz verenler olmazsa nasıl yükselirdi bu zafer kuleleri. Bugün de omuz vereceğiz birbirimize, bizi yıkmayı düşünenler bir kez daha hüsrana uğrayacaklar. Kabaran dalgaların uçlarındaki su damlacıkları diğerlerinden üstün oldukları için orada değiller. Aksine, dipten gelen milyonlarca su damlacığının gücüyle en yukarıya çıktılar. Bir süre sonra da yer değiştirecekler. Gelgitler gibi, köpürüp kıyıya vuran dalgalar gibi, dağ gibi yükselen tusunamiler de geri gelmek için tekrar aslına döner. Bu kaçınılmaz bir döngüdür.
Ha! 2002’ten bu yana yirmi yıl geçti. Köprülerin altından akan sular gibi Türkiye de çok büyük değişimler geçirdi. Bu arada değişenler de olumlu olumsuz etkilenenler de oldu tabi ki. Fırtınalı yolculuk hala devam ediyor. Bütün bu süreçte temsil makamında olanların eksikleri, yanlışları olmadı mı? Mutlaka oldu. Ama söz konusu olan insan. Onların var da, başkalarının, benim, senin olmadı mı, olmuyor mu?
Önemli olan terazinin sağ tarafının ağır basması. Hizmetle anılmaları, yıkmakla değil yapmakla meşgul olmaları. Bu beni umutlandırıyor. Yeni Türkiye tasavvurları, 2023, 2053 hedefleri son derece etkileyici ve heyecan verici. Böyle oldukları sürece de dualarım onlarla. Zira biz çokluk rahmetini teklik olarak görebilen bir terbiyeden geldik. O halde en azından yarım asırlık mücadeleden süzülüp gelen vizyonları benim de hayalim.
Diliyorum ki; Susurluk da bu vizyondan pay alsın. Susurluk da 2023, 2053, 2071 hedefleri koysun kendine. Köylerimiz yine şenlensin. Hayvancılığımız, süt ve et ürünlerimiz daha misliyle bereketlensin. Küçük sanayimizde yine hızar planya sesleri duyalım. Yolumuzun otantikliğini, mola tesislerimizin, ayranımızın markasını koruyalım. Ama otoban da bölgemize yeni fırsatlar getirsin. Mevcut tesislerimiz gelişsin, lojistik işletmelerle gelişsin bölgemiz.
Suyumuz, havamız, şehrimiz kirlenmesin. Zihinlerimiz tazelensin. Meselâ yeni bir üniversite kurulsun ilçemizde. Öğrencilerin, gençlerin cıvıl cıvıl enerjisiyle aşılanalım yeniden. Toprağından, suyundan, havasından binlerce genç insanın neşvü nemâ bulduğu mümbit bir Susurluk görelim gelecekte. Esnafımızın yüzü gülsün. Ülkemiz Susurluğun başarı hikâyesini okusun, dinlesin ve izlesin bu defa.
Olmayacak şeyler değil bunlar. İnanmak yolun yarısıdır. Geri kalanı ise önder ve iyi adamlarla biraz çaba göstermeye bağlı. Ferasetle bakın onları göreceksiniz. Yeni otoyolu, tekleyen şeker fabrikasını, ilçeden ayrılan askeriyeyi, yörsan’ın belirsizliğini, bölgenin lojistik merkezi olma planlarını Susurluk için tehditten fırsata dönüştürecek ciddi projelere ihtiyaç var.
Rehavet ya da fırsatçılık zamanı değil. Tarlaları satıp daireye yatırmak, eski evleri kat karşılığı müteahhide vermek kolay ama kısır bir yol. Susurluğun hiç değilse bir sonraki kuşak için daha büyük düşünmeye, çalışmaya ve geleceği inşa etmeye ihtiyacı var.
Her 5 Eylülde Susurluk’la ilgili yazı yazmak benim için vazgeçilmez bir gelenek. Susurluk'la ilgili son yazım 17 Kasım 2021'de "Sonsöz: “VEDA” başlığıyla çıkmıştı. Zira o günden sonra Susurluk’la ilgili yazmayı düşünmediğimi, belki yıldan yıla 5 Eylül kurtuluş günlerinde olabileceğini belirtmiştim.
Bir yıl önce 17 Kasımda “Susurluk için ne yapabiliriz?” sorusuyla başlayan ve ‘Bir Stratejik Plan Önerisi’ olarak şekillenen çalışmamız 2,5 yılı bulan her haftalık bir yazı maratonu sonrası tamamlanmış bulunuyordu.
‘Neredeyiz?, Nereye ulaşmak istiyoruz?, Ulaşmak istediğimiz noktaya nasıl gideriz? Ve Başarımızı nasıl değerlendiririz?’ şeklinde ifade edilebilecek dört temel soruya cevap arayarak gelişen çalışma 5 Temel ilke, 11 değer, 1 Misyon, 1 Vizyon, 3 Amaç, 10 Stratejik Amaç ve 278 Hedef ortaya koyarak yaklaşık 400 sayfalık bir hacme ulaşmıştı.
Neticede ortaya çıkan vizyon Susurluğun 2023-28 döneminde yükselmesini arzu ettiğimiz seviyeyi, strateji ve hedeflerse o noktaya nasıl ulaşabileceğimizi gösteriyordu. Böylece, '2023-28 dönemi beş yıllık orta vadeli, Bölgesel bir stratejik alt plân' önerimizle halen bulunulan nokta ile ulaşılmak istenen durum arasındaki yol tarif edilmiş oldu.
ANCAK, BU YOLUN YÜRÜNEBİLMESİ İÇİN ELBETTE Kİ ÖNCELİKLE ÖNERİMİZİN RESMİ BİR BELGEYE DÖNÜŞMESİ GEREKİYOR. Ardından da gelecek için aynı vizyona inanmak, belirlenmiş stratejileri bilinçli bir şekilde uygulamak. Fakat üzülerek belirtmeliyim ki aradan geçen bir yıl süresince Susurluk'ta bu yönde hiçbir hareket, söylem hatta niyet duymadım, görmedim.
Bense yıllardır ‘sıla’mdan yani ‘memleket’im Susurluk’tan uzakta yaşıyorum. Yatılı okul, üniversite, 35 yıl gurbette memuriyet ve nihayet emeklilik dönemim doğduğum yerden uzaklarda geçiyor. Emekli olduktan sonra yaklaşık dört sene sırf Susurluğa katkım olsun diye REİS gazetesine bilâ ücret yazdım.
Elim, dilim, yüreğim yettiğince yazarak önerilerde bulundum. Orada birilerine yardımım ve katkım olur belki diye düşündüm. Elbette olumlu gelişmeler beklerim, umut ederim. Ancak o da olmazsa dua ederim, elimden gelen bu. Benim anama, babama, atama bağlılığım gibi sıla-i rahim inancımla da ilgili.
Duymuyor, anlamıyor, destek vermiyorsanız yapacak bir şey yok. “Bir şeyler yapmak lazım” demekle o ‘bir şeyler’ kendiliğinden olmuyor. Bu noktada SİYASET YAPTIĞINI SÖYLEYEN KARDEŞLERİME SESLENMEK İSTİYORUM: “Siyaset yukardakilerin söylemlerini aşağıda tekrar etmek, icraatlarını sahiplenmek, fotoğraf çektirmek değildir. İcraat dediğiniz şey zaten kısa vadeli, bütçeye bağlı en çok üç yıllık öngörülmüş işlerdir. Siz olmasanız da birilerinin seçilmek için, hizmet adına yapmak durumunda olduğu şeyler. Sürekli sızlanmak, şikayetlenmek ve çene yarıştırmanın da bir yararı yok. Bunlar siyaset değil düpedüz politika yapmaktır. Siz de onların teşkilatı olmuş oluyorsunuz.
Bakış açınızı bir Belediye Başkanlığı meselesinin ötesine taşımanız gerekiyor. SUSURLUĞUN İÇİNDE OLDUĞU DURUM BELEDİYE BAŞKANI OLMADAN ÇÖZÜLEMEZ! BU DOĞRU, AMA ONU ÇOK AMA ÇOK AŞAN BİR KONUDUR. Öte yandan siyaset denilen şey ufuk ister, vizyon ister, liderlik ister, adanmışlık ve olağanüstü çaba ister. Dava dediğiniz şey seçim kazanmakla sınırlı değildir. Ezelden gelip ebede uzanan, gelir geçer-yanar döner olmayan, istikamet üzere yürünecek bir yoldur.
Elbette politika vazifelerinizi de yerine getirin ama, ASIL O DAVA SİYASETİNE İHTİYAÇ VAR. Susurluğun geleceğinin temellerini atmanız, önünü açmanız, hedeflerinizi Susurluğa ve sizden yukardakilere de benimsetmeniz bekleniyor. Bu konuda iktidar muhalefet demeden birlik olmanız isteniyor. Ufkunuzu üç yılın ötesine taşırsanız muhaliflerinizle bile anlaşabilirsiniz. Çünkü kavga bugündedir, tartışmalar çok çok 2-3 yıllık bir perspektif içinde döner.
Herkes için ortak vizyonunuzu, kararlılığınızı, inancınızı önce siz ortaya koyun ki değer verilsin. Birileri aranızı ayırmak istese de siz aksine toparlayıcı olun, istikametinizi ve saflarınızı bozmayın. O yüzden “vıdı vıdılara kapılmadan” GELECEĞE ODAKLANMAYA, ‘besmele’ ile çıkıp yol almaya gayret etmeniz gerekiyor. “Oyuna oynaşa” dalıp oyalanmamalısınız. Hiç olmazsa bunu başarabileceğinize inanmak istiyorum.”
BU YOLDA HİÇ KİMSE “NE YAPABİLİRİM Kİ?” DEMESİN. NİHAYETİNDE ÖNERDİĞİMİZ ÇÖZÜM YOLU, SUSURLUĞUN ÖNDERLERİ TARAFINDAN DA SAHİPLENİLMESİ GEREKEN ADIMLAR. Duymayan kulaklara, okumayan gözlere, umutsuz gönüllere ulaştırmak inanın ki üç kişiyle de olur, on kişiyle de. Unutmayın, hayat devam ediyor.
SON SÖZÜM KARAMSARLIK VE REHAVET İÇİNDE GÖRDÜĞÜM SUSURLUK GENÇLERİNE: ‘Bir Stratejik Plan Önerisi’ adlı çalışma size, ama sadece size emanetimdir. EKİLEN BİR TOHUM GİBİ, DİKİLEN BİR FİDAN GİBİ SİZDE YEŞERMESİNİ BEKLİYORUM.
Okumak istediğinizde, ‘Bir Stratejik Plan Önerisi’ yazılarıma ihtiyaç duyduğunuz her an ona https://yzyorum.blogspot.com/search/label/GAZETE%20YAZILARI linkimden ulaşabilirsiniz.
Okuyun ki anlayabilesiniz, anlarsanız benimseyebilirsiniz. Benimsemeniz destek vermenizi sağlar. Ama inanmadığınız hiçbir şeyde başarılı olamazsınız.
Değişen, gelişen, yükselen bir Susurluk niye olmasın ki? Çalışkan, kendi kişiliği ve saygınlığı ile hep birlikte geleceğini inşa eden bir Susurluk görmeyi kim istemez. Umarım her şey özlediğimiz, dilediğimiz gibi olur. Rabbim ihlasla isteyene, ne istediğini bilene ve uğrunda istikamet üzere gayret gösterene şüphesiz yardım edecektir, inanıyorum.
Ancak, öncelikle Susurluğun neye ihtiyacı olduğunu, ne yapması gerektiğini, kimden ne talep etmesi lazım geldiğini, zamanını, mekânını ve tonunu belirlemesi gerekiyor. İlk adım sağlıklı bir durum analizi yapmak olmalı. "Görmem, duymam, konuşmam" duyarsızlığının hiç zamanı değil.
Nerede durduğumuzu, zayıf ve güçlü yönlerimizi tespit etmeden sağa sola yalpa yapmanın bir yararı olmaz. Mülki idaresi, Belediyesi, İşadamı ve esnaf temsilcileri ile siyasi partiler, muhtarlar, sivil toplum kuruluşları el ele verip Susurluğun geleceği için çaba gösteremezler mi? Elbette olur, olacaktır da. Emin olun bu halka Susurluğun geleceği konusunda görüş ve düşünce sahibi olan pek çok insanla büyüyüp, genişleyecektir.
Siyasi fikirler farklı olabilir. Ancak, gelecekle ilgili meselelerde kısır politika olmaz. Bana göre bu bir kamu görevi. Bugünkü ileri gelenler doğdukları, içinde yaşadıkları beldeye, halka hizmet etmek, kalıcı eserlere ve gençlere önder olmak zorundalar. Zor günler sıçrama yapmak, büyük düşünüp yararlı işler yapmak için de bir fırsat olabilir. Akıllı davranıp ona göre stratejiler geliştirilirse Susurluk için farklı sonuçlar elde edilebilir. Ama "Dur bakalım ne olcek!" diye beklenirse hiç şüpheniz olmasın ki daha çok beş yıllar kaybedilecektir.
Hastane, Toki yatırımı ve spor tesisleri gibi çalışmalar elbet Susurluk için önemli. Bunlar olmalı, verilen sözler yerine getirilmeli. Ama bütün bunların ötesinde bir sıçrama istiyorsak; Susurluk’ta 17 Eylül Bandırma Üniversitesi ek kampüsünün oluşması, bir Organize Sanayi Bölgesi kurulması ile Lojistik bölgesinin teşekkülü çok çok önemli.
Bunun için Susurluğa 5018 sayılı kanunla temeli atılan yasal zeminde bir stratejik plan önerdik. Böylece değişim için belirlenecek amaç ve hedefler istikametinde çizilecek yol haritasına Susurluk inandırılabilir diye düşündük.
Bu yürüyüşte suni ayrılıklara, laf üretmeye, sadece eleştiriye ve sen ben kavgasına yer yok, olmamalı. En başta bu ‘huruç hareketi’nin önderlerine böyle bir vazife düşüyor. Birilerinin alıştığı minval vıdı vıdı etmelerine kulak asmamalı. ‘Besmele’ ile yola çıkanlar ayrıştırmaya değil birleştirmeye gayret ederler. Birileri arayı açmak istese de onlar aksine toparlayıcıdırlar. İstikameti ve safları bozmazlar.
Ancak bir kere daha hatırlatalım ki Vizyonu olmayan, bir amaca, stratejiye sahip olmayan, hedefleri olmayan hiçbir hareket başarılı olamaz. Ama biliniz ki onların da üstünde yürünecek yola 'inanmak' vardır. Yüzünü çevirdiği yöne, gideceği yola ve varacağı menzile inancı olmayan insanların başkalarından destek beklemesi beyhudedir.
Ben kalemimle, tecrübem ve yüreğimle böyle kutlu bir yürüyüşe katkıda bulunduğuma, vazifemi yaptığıma inanıyorum.
Gönlüm her 5 Eylülde halkımızın ürettiği ürünlerini, el sanatlarını sunan stantları bir arada görmek istiyor. Kurtuluş etkinlikleri çerçevesinde geçmişe dair tarihi ve sanat değeri olan obje sergilerini, 5 Eylül üzerine çeşitli konferans, panel ve sohbetleri izleyebilsek fena mı olurdu?
Yine meselâ; her yıl Karapürçek’te yapılan ‘Rahvan at yarışları’ , Göbelde yapılan ‘Katrancı güreşleri’ ile Çaylakta yapılan ‘Susurluk buluşmaları’ ve ‘Motorkros yarışmaları’ aynı hafta içinde bir araya getirilemez mi? Meselâ; ulusal düzeyde hukuk bilimi kongrelerini Susurluk damgasıyla yapmayı başarabilsek ne müthiş bir hamle olurdu değil mi? Ya da iyi düşünüp hazırlanarak bugünden geleceğe taşımak istediğimiz yönlerimizi tanıtmaya çalışabilseydik…
Meselâ; bir de bütün bunların yanına kitap sergilerini, imza günlerini, kitap okuma saatleri ve müzik dinletilerini yerleştiriverseydik…Ve meselâ; İstanbul-İzmir otobanına bir levha koyarak “Susurluğu görmek, ayranımızı içmek, el sanatlarımızdan alışveriş yapmak, Etimizi, peynirimizi tatmak, Çaylakta piknik yapmak, spor yapmak, Kitap okumak, müzik dinlemek ve bizim misafirimiz olmanız için YOLDAN ÇIK !” diyebilseydik…
Zafer haftamızın peşinden gelen 5 Eylül Kurtuluş günümüzü kutluyorum. Dileğim şu ki; bu yılki Susurluk Ayran Kültür Ve Sanat Festivali kurtuluşun manasını daha çok düşünerek, özümseyerek ve her alanda olduğu gibi bu konuda da yeniden kurtuluşa yönelik adımlar atılmasına vesile olsun. Çünkü Susurluk için yeni bir şeyler düşünülüp yapılmazsa her geçen gün, her geçen sene boynumuza dolanıp nefesimizi kesen kördüğümlere dönüşüyor.
Susurluk halkının küçük "umut" lardan çok daha fazlasına ihtiyacı var. Hatta sorumlulukları. Bu imkânın hala var olduğuna inanıyorum. Susurluğun ileri gelenlerinin, yöneticilerinin hiç değilse kendi çocuklarına, gençlerine bakıp artık geleceği düşünme saati geldi de geçti bile diye düşünüyorum.
Bakarlarsa, ararlarsa görürler. İnanırlarsa yaparlar. Susurluk’ta bu gücün derinlerde, bir yerlerde hala var olduğunu umuyor, biliyorum.
Biliniz ki hiç bir ‘alacakaranlık’ vakti kalıcı değildir. Bakın! Bir şeyler yapmaya niyet edenler için şafak sökmekte.
Kurtuluşun kutlu olsun Susurluk. Ama hiç değilse bu 5 Eylül yeniden ayağa kalkışını, dirilişini düşün.
Apaydınlık / sabaha
Önce kuşlar uyandı / sonra diğerleri
Canlandı dünya
Nefes aldı derinden / Sessizce
Hamd etti / Allaha…

Ağlama çocuk
Daha küçüksün büyüyeceksin
Ağlama çocuk
Daha neler göreceksin
Ağlama çocuk/Hasan Akkuş
═════₰ஜ۩¥

Temizlen de gir mezara / Toprak senden incinmesin.
Yollar uzun, yollar ince / Yol kısalır aşk gelince
Yat kurban ol İsmail’ce / Bıçak senden incinmesin.
Burdayım de ararlarsa / Doğru söyle sorarlarsa
Tabutuna sararlarsa / Bayrak senden incinmesin.
İl göçsün göçtüğün vakit / Yol yansın geçtiğin vakit
Suyundan içtiğin vakit / Kaynak senden incinmesin.
Toz konmasın sakın sana / Hakkı geçer halkın sana
Gücenmesin yakın sana / Uzak senden incinmesin.
Abdurrahim Karakoç
(Cennete benzeyen bir yer istersen insandaki yüreğe bak)
Fahhârî
Meger bir hâne-i mamûrı âkıl / Kılupdur cism-i insâna mümâsilMüşâbihdür dimâğa gurfe-i dâr / Dahı dehlizidür hulkûm ey yâr
Dür anun yine agzıdur mürekkeb / İki kanat kapısıdur iki leb
Evi sakfın başa benzetdi üstâd / Yüzine sadr didi ehl-i bünyâd
Meger gözler durur ol evde manzar / Olur ten hânesi andan münevver
Felekde arş var âdemde himmet / Semâda ulv var âdemde kâmet
Hudâ halk eyleyüpdür levh-i mahfûz / Gönül var âdemîde Hakkı melhûz
Kalem yaratdı yaradan cihânı / Beşerde lehce var eyler beyânı
Feleklerde melekler var hakîkat / Dimâğ-ı âdemîde ilm ü hikmet
Mümâsil istesen dâr-ı cinâna / Nazar kıl zât-ı insânda cenâna
Olupdur cennete Rıdvân hazîn / Cenân-ı âdeme Rahmân hâzin
Felekde gerçi kim şems ü kamer var / Benî âdemde de akl u nazar var
Semâda necm var âdemde irfân / Felekde devr var âdemde seyrân
Cihânda maden ü la’l ü güher var / Benî âdemde de dürlü hüner var
Fahhârî (Fahhâr Çelebi)
-------------------------
Şairin mahlası Tuhfe-i Nâilî’de Fahhâr şeklinde. Hakkındaki temel kaynak olan Latîfî Tezkire’sindeki bilgilere göre Karaman’a yakın bir köyden. I. Murâd döneminde (823/1421-854/1451) yaşamış. Hayatını Karamanoğlu Beyliği sınırları içinde ve Osmanlı ülkesinde geçirmiş.
Karamanoğlu evladından Mîr Ahmed Bey çağdaşlarından bir derviş ile dosttu. Fahhârî’nin, Mîr Ahmed Bey adına mürettep Dîvân’ı, ayrıca bahr-i hezec-i mütemenninde Temsîl-nâme adlı bir mesnevîsi var. Temsîl-nâme, şairin her birinde başka ilimden söz ettiği yedi bölümden meydana gelmiştir. Latîfî, bu eserden alınan yukardaki dinî-tasavvufî manzumeyi örnek olarak vermiş.
12 Ağustos 2022 Cuma 23:00 YAŞADIKÇA...........................................Doğum günü üzerine
Hayatın iki yüzü değil binbir yüzü var aslında. Bakana göre, içinde bulunulan hale göre, zamana ve mekana göre farklı açıklanır hayat. Bir uzak doğu hikayesinde geçen "fil ve 12 kör adama" benzer bu durum. Çocuğa göre başkadır, gence göre daha başka, yaşlıya göre ise bambaşkadır.
Genç bir insana yaşlılığı anlatamazsınız, bilemez anlayamaz. Yaşlı olansa artık çocukluğun, gençliğin nasıl bir şey olduğunu çoktan gerilerde bırakmıştır. Neticeyi kelam insan ömrünün her döneminde farklı yaşar hayatı.
Çok gariptir ki bazı gerçekler hatırlatmasa insan ömrünün neresinde olduğunu bile unutur çoğu zaman. Hali yaşamak o kadar baskındır ki fotoğrafın tümünü göremez. Çocuksa çocukluğunu, gençse delikanlılığını, olgunsa çağını yaşar önünü ardını düşünmeden. Onun için meselâ yaşamın içindeyken yazamaz insan olup biteni. Anı birebir yazan hiçbir yazar görülmemiştir bugüne kadar. Yazılmış olsa edebi bir değeri olmaz, inanın herbir hayat ciltlere sığmazdı
Olup biten herşey bir matruşka bebeği gibi peşpeşe yaşanır ömrümüzde. Değil geleceğini, yarınını hatta bir saniye sonrasını da bilemez insan. Nasıl yazsın ki hayatın tamamen kendi elinden çıkan bir kurgusu yoktur, olamaz da. İnsan hiçbir zaman emin değildir, olamayacaktır eserinin finalinden. O ancak ahirette görüp "Aaa bu benim kitabım mı? Herşeyi yazıp dökmüş, yazılmadık hiç birşey bırakmamış!"dediğimizde mümkün olacak.
Kolay olan aradan belli bir zaman geçtikten sonra yaşananları anlamaya çalışmaktır. Ya da oturup tamamen hayallerden oluşan sanal bir gelecek kurgusu yapmak. Dünyada yaşam üzerine bütün yazılanları işte bu iki cümleyle özetlemek mümkün.
Üç gün sonra nasip olursa 66 yaşında olacağım. Rahmetli annem babam 1955'te evlenmişler. 1956'nın Ağustos ayında ben doğmuşum. Köyde harman zamanıymış. Annem rahmetli gününü bilmiyordu, yalnız öğle vaktiydi dediğini hatırlıyorum. Epey bir zaman 1 Ağustosla 15 Ağustos arasında mütereddittim. Ne ki Ağustosun 15'i doğum tarihi olarak bizim ailede ortak kabul görünce sorun çözülmüş oldu. Yani tamamen itibari bir şey. Ama başka bir şey var ki olayı daha da karıştırıyor. Çünkü nüfus cüzdanımdaki doğum tarihi 1957 yılının 26 Şubatını gösteriyor.
Peki bu nasıl olmuş? Köy yerinde harman zamanı demek iş çok demek. Ürünler toplanacak, fazlası satılacak, gerekli tohum ve kışlıklar ayrılacak. Güzün de tarlalar yeniden ekilecek. İşte bu iş güç benim nüfusa kaydımı geciktirmiş. Bu yüzden rahmetli dedem ilçeye gidip o zamana göre ciddi bir bürokratik işlem olan nüfus cüzdanımı çıkartmayı ancak 6 ay sonra kışın yapabilmiş. Bunda köy yerinde "hele bakalım sağ kalır mı, belki ölür boşuna kafa kağıdı çıkarmayalım" düşüncesinin payı var mı bilmiyorum. Bazen de erkek çocuklar askere geç gitsin diye doğum bildirimini bilhassa geciktirirlermiş.
Her neyse, ben zaten bu kaydî doğum günümü önemsemiyorum. 26 Şubatta bankalar, müşteri ilişkisini sürdürmek isteyen şirketler, ya da gerçeği bilmeyen işyeri çalışanlarından doğum günü kutlaması aldığımda ben de şaşırıyorum. Benim için doğum tarihim yalnızca aile ortamında kabul gören 15 Ağustos. Tabi ki nüfus cüzdanıma göre şu an resmen 65 yaşındayım. Fakat gerçekte üç gün sonra 66 yaşımı geride bırakmış olacağım. Ama her doğum günümde bu karışıklığı hatırlamak, az veya çok açıklamaya çalışmak oldukça tuhaf bir durum.
Daha da tuhaf olanı bu "65 yaş" barajını geçmiş olmak. Ne ara altmışı geçtim, ne zaman altmışbeş yaş oldum? "O olsun, bu olsun, şunu da yapalım, bu da geçsin" derken 65'i geçmişiz de haberimiz yok. Geçen Mart ayında bir tren bileti almak için DDY'nı aramıştım. Yardımcı olan genç kız sağ olsun gidiş dönüş bilet işimizi hallediverdi ama bir de sürpriz yaptı. Eşime 56 lira bana 31 liralık bilet kesince "Neden?" diye sordum: "Siz 65 yaşındasınız!" dedi "65 yaş üstü müşterilerimiz %50 indirimden yararlanıyor." Birdenbire karşıma çıkan bu gerçek beni bir hayli şaşırtmıştı doğrusu. Sevineyim mi üzüleyim mi bilememiştim.
Halbuki yaşımı en iyi bilecek kişi benim değil mi? Neden başkasından duyunca şaşırdım? İşte hayatı yaşarken bazı şeylerin farkında olamamak böyle bir şey. Çocuklukta, gençlikte doğum günü nedir hiç bilmedim. Çocuklarım hepsi erişkin olduktan sonra belki 40'lı yıllarda benim de doğum günüm kutlanır oldu. Yok öyle pastalı mumlu filan değil ama daha çok birlikte dışarda yemek yiyerek. Ailemizin birlikte olma vesilesiydi sadece. Hediyeler nedense 60'lı yıllarda geldi. Sonrasında yılın içine yayılmış çocukların, torunların doğum günleri arasında "Al gülüm ver gülüm" seremonisi olarak hediyeler de alınır verilir oldu.
Evet, torunlarımın, çocuklarımın doğum günlerini takip eder, katılırım. Ama kendim için doğum günü olmasa aramam. Ayrıca işin kökeninde de beni rahatsız eden bir şeyler var. Doğum günü kutlamaları bize başka kültürlerden geçmiş bir uygulama. Çünkü günümüz bu kutlamalar başlangıç ve gelişim süreci itibariyle İslam inanç, uygarlık ve kültürünün tamamen dışında. Ne eski türklerde ne araplarda ne de İslam medeniyetinde bu tarz bir doğum günü kutlaması görülmemiş.
Günümüz hali veya benzer biçimde bir doğum günü kutlaması Türklerde de asla yok. Eski Türklerde “Ad Günü” diye nitelendirilen gün doğum günü mantığı ve özelliğinden çok, bir ad koyma kutlaması. Çocuğun doğumundan birkaç yıl sonra büyük törenle yapılıyor ve her yıl kutlama, pasta kesme gibi adetler asla yok.
Doğum günü kutlamanın insanlık tarihinde bilinen ilk örneği Eski Mısır döneminde Firavunların taç giyme törenleri. Bu törenler onların doğum günü olarak kabul ediliyormuş. Pers kültüründe de doğum günü kutlamaları yılın en kıymetli günü sayılır, sofralar donatılırmış.
Antik Yunanlılar, her ayın altısında ve yalnızca erkekler için doğum günü kutlarlarmış. O gün pasta üzerine mumlar diker, dumanın Tanrı Artemis’in dileklerini duymasına yardımcı olacağına inanırlarmış. Bu anlamda mum, pasta ve tanrıya dilekte bulunma âdeti Eski Yunandan süregelen bir gelenek.
Antik Romada doğum günü kutlama geleneği ayrıcalıklı ve yalnızca soylulara hasbir etkinlik olarak yapılıyormuş. Bu bağlamda soylulardan birinin 50. yaşına girmesiyle arkadaş ve ailesi tarafından sürpriz partiler tertiplenir ve kutlama yapılırmış. Yine eski Yunan âdetinden süregelen şekliyle bir pasta kesilir ancak pasta üzerine herhangi bir mum dikme adeti bulunmazmış. İlginç olan bütün bu doğum günü kutlama âdeti Hristiyanlığın Roma Uygarlığında yaygınlaşması ile sona ermiş.
Hristiyanlar önceleri “Dünyevi Doğuşu” kutlamak yerine, bu çile yurdundan ayrılma manasına gelen “Ölüm” gününü kutlamayı tercih etmişler. Ayrıca bu tarz kutlamaları Pagan âdeti olarak ilan ederek, Mısır firavunları ve putperestlere benzemek olarak görmüşler. Fakat eski pagan inanışlardan arınamayan bazı Alman fırıncılar, 15. Yüzyılda çocuklarının 1. Yaş gününü kutlamak isteyen ailelere tek katlı pastalar üretmeye başlamış. Bu uygulamada bile asla mum dikilmesine izin verilmemiş.
İlk etapta kutlanmayan ve kutlanması günah sayılan doğum günü, bir süre sonra Hz. İsa’nın doğum günü olarak kabul edilen 25 Aralık’ta “Christmas (Noel)” olarak kutlanmaya başlanmış. Ancak kadın ve çocuklar dâhil tüm aile üyelerinde kutlanır bir hal alması için daha 800 yıl geçmesi gerekmiş. Böylece günümüz şekliyle Avrupa’da doğum günü kutlamaları 12. Yüzyıldan sonra yaygınlaşmış.
İşin doğrusu doğum gününün bu serencamını bu şekliyle ben de bilmiyordum. Ama arayan buluyor, 65 yaşımdan sonra öğrenmiş oldum. Daha da bundan sonra doğum günümü pastalı mumlu kutlamam. Zaten 65 yaşından sonra doğum günü kutlanacak, sevinilecek ne var? Hediye de istemem. Ama ömrüme, sağlığıma, hayrıma dua edecek güzel temenniler başımın üstüne. Çocuklarımın ilgisi, araması, gülümsemeleri ve güzel sözleri bu saatten sonra beni en çok mutlu edecek şey.
İnsan yaşadıkça değişiyor, öğreniyor ve hayatın farklı yüzlerine tanık oluyor.
Ve keskin çığlığı kuşların;
Rabbim bu uğultu, bu ateş
Ve ümitsiz uçuşların
Doldurduğu akşam havası,
Akşamın mercan dallar gibi
Suda olgunlaşan rüyası…
Deniz Ufkunda, Ahmet Hamdi Tanpınar
Akşam oldu allı turnam dön geri
Allı turnam / Keskinli Hacı Taşan
Halk sözü
(Estar vivo es un regalo, tener salud es una bendicion.)
d
p
"Rabbim bizi Ramazanın son günlerine eriştirdiğin gibi cuma gününü ve Kadir gecesini de ihya eden, bayramı bir mükâfat gibi yaşayan arınmış kullarından eyle. Sana inandık, sana güvendik, sana sığındık. Sen lütufkar, rahmet ve mağfiret sahibi yüceler yücesisin."
d
Havf-ı firkatte kalıp nâdâna minnet etmedim
(Gönlümde yaşattığım arzularımdan vazgeçtimse de kavuşma ümidinden hiç vazgeçmedim. Ayrılık endişesiyle nobranlara dil döküp onların iyiliğine kendimi borçlu hissettirmedim.)
Osman Kemâlî Efendi
S
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
İstiklâl Marşı/Mehmet Âkif ERSOY
İstiklâl Marşı'mızın kabülünün yıldönümünde Mehmet Âkif ERSOY'u rahmetle ve minnetle anıyoruz.
ONBİR AYIN SULTANI MÜBAREK OLSUN. RABBİM SAĞLIKLA VE ARINMIŞ OLARAK BAYRAMA ERİŞTİRSİN İNŞALLAH.
Bir tutam bahar çiçeği / Altında var cam küleği
Ne de zarif, yakışıyor / Gönlüme şen kelebeği
Cemreler düştü bir bir / Gelen bahar ufkuma gir
Birden gülüveren bahar / Ruhuma şifadır birebir
Güneş sıyrıldı buluttan / Donandı bağ ile bostan
Pembe ve sarı hep birlikte / Kırlar giymiş allıyeşil fistan
Birkaç insan, / Azıcık zaman …
İşittiğim sesler, / Gördüğüm şeyler, / Hissettiğim lezzetler…
Duyguların sarmalı, / Acıların harmanı;
İşte hayat !..
Geldi geçti serimden / Hele dur! sesleneyim / Dönmez ki seferinden
______
25 ocak 2019
Huzur içinde yudumlanan bir fincan kahveyle iyi gider.
p
p
Sabah yola çıktım koşarak
Vardıkça kıvrıldı gitti
Sandım ki menzilim çok uzak
AzUz gittim, dağ bayır dere geçtim
Yol bitti, vardım bir kara taşa
Arkama baktım yol ne kısacıkmış…
s
Anlamak ve uyanmak gerek.
Cin Sûresi, 20.ayet (72/20)
Cin Sûre-i Şerif’i Kur'an-ı Kerim'in 72. Sûresidir. 28 âyet olarak Mekke döneminde inmiş. Daha önce Mekke'de görülmemiş bir grubun Kur'an dinleyip hidayete geldikleri anlatıldığından, bu ismi almış.
Surenin ilk iki ayeti Peygamber efendimizle görüşen bu yabancıların Resulullahın Kur'an okuyuşunu dinlemesi ve “Biz gerçekten harika, güzel bir Kur’ân işittik.” (1) demelerini, sonra da "O, hakka ve doğru yola götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Biz Rabb’imize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.”(2) dediklerini haber veriyor.
Ardından gelen ayetler ise onlarla ilgili ilginç bilgilerle dolu. Nihayet 18. ayet: "Mescidler şüphesiz Allah’ındır. O halde Allah’la birlikte başka birine duâ etmeyin." ikazında bulunduktan sonra bizzat Resulullahtan şöyle demesi isteniyor:
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
إِنَّمَا أَدْعُو رَبِّي وَلَا أُشْرِكُ بِهِ أَحَدًا
Kul "innemâ ed’û rabbî ve lâ uşriku bihî ehadâ."(20)
De ki: “Ben sadece Rabbime dua ederim ve hiç kimseyi O’na ortak etmem.”
Bir yandan müşriklere karşı bir manifesto, diğer yandan bir nevi dua niteliğinde olan bu ayetin devamında ise şöyle deniyor: De ki: “Şüphesiz ki ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kâdir değilim.”(21)
Dahası şu köşenin arkasından ne çıkacak bilmeyiz. Çok daha uzakları görebilmek yüksek yerlerden teleskop vb. aygıtlarla mümkün. Ama bir balonda yükselmiş iseniz köşenin ardını da görece size uzak şeyleri de gözlemleme şansınız olur.
Bugünün teknolojisiyle uzaydaki uydulardan yerdeki yürüyen karıncayı bile izlemenin mümkün olduğunu artık herkes biliyor. Yani biraz sonra siz kiminle karşılaşacaksınız, hangi araç ya da bulut size yaklaşmakta ayan beyan ortada.
Şimdi meteorolojik hava tahmin raporları yoluyla sadece biraz sonra değil de yarın, gelecek hafta ya da bir ay boyunca yağış olup olmayacağını elimizdeki telefonlardan öğrenmiyor muyuz? Yukarıdan biri size şu tepenin ardından fırtına geliyor dese "sen kahin misin, nereden bileceksin?" mi diyeceğiz.
Hastaneye doktora göründüğümüzde, bizdeki belirtilere ve test sonucuna bakarak "Sizde şu hastalık var, şöyle şöyle durumlar yaşayacaksınız, şu ilaçları kullanın tavsiyesine uymayacak mıyız?" Hadi canım sen de" diyebilir miyiz?
Üstad NFK'in 'Bir adam yaratmak' isimli meşhur bir tiyatro eseri var. O eserde bir kaza sahnesi vardır. İstanbulun uzak ve farklı iki noktasından bir adamla bir minibüs hareket eder. Her ikisi de değişik yerlere değişik zamanlarda uğrar, bir şeyler yapar, yeniden yola çıkarlar. Bu günün teknolojisi navigasyon olsa zaman ilerledikçe birbirlerine yaklaştıkları görülürdü. Nihayetinde günün ilerleyen bir saati, dakikası ve anında aynı noktada çarpışırlar. Adına kaza dediğimiz şey vuku bulmuş ve adam ölmüştür.
Şimdi burada olan şey nedir? Dilimizin ucuna gelen, manasını düşünmeden kolayca söyleyiverdiğimiz 'alınyazısı' mıdır? 'Karayazgı' mıdır? Asla!
Olan şey şudur. Olayın failleri tamamen kendi tercih ve seçimleriyle birbirlerine yaklaşmış, sonunda da 'kaza' gerçekleşmiştir.
Fark edilmesi gereken şey ise şudur: 'her olan şeyin, iyi ya da kötü her şeyin gerçekleşmesi yüce yaratıcımız Cenabı Hakkın izni ve kudretiyledir. O elbette bizi sınırlayan zaman ve mekandan münezzehtir. Onun ilmi, görüşü ve yetenekleri elbette bizim teknolojik aygıtlarımızla kıyas bile edilemez.'
Hayatımızdaki iyilik ya da kötülük yolunu biz seçeriz, şöyle veya böyle yapmayı biz isteriz, hasta olmak olmamak bizim yediğimiz, içtiğimiz, soluduğumuz şeyler sebebiyledir. İsteriz olur, tercih ederiz o yana kapı açılır, elimizi uzatırız halk edilir. Ne ekersek onu biçeriz.
İyi şeyleri kendimize, kötülerini Rabbimize maletmek, alın yazısı kader diyerek ona bühtan etmek tabiatımızda var. Amma eğri oturup doğru konuşalım: kader dediğimiz şeyi, başımıza gelecekleri, yarınımızı ancak Allah bilir. Hatta bir kitapta da yazılıp duruyor her an. Yarın bir gün o kitap "bu işte sizin dünyada yapıp ettiklerinizdir" diye ya sağımızdan ya solumuzdan bize verilecektir.
İlahî mobese kameraları kayıtta. Ama bu kameralar bizim bildiklerimize benzemez. Sadece bizi izler, yalnızken de kalabalıklar arasındayken de. Aydınlıkta ve karanlıkta. Aynı anda hem geçmişimizi hem şu anımızı hemde geleceğimizi görür. İlk insan için de vardı son insanoğlu için de olacak. İşte biz buna inanırız.
Aslında ben sabah güneş ışığıyla yuvasından çıkan karıncaları, bal arılarını yazacaktım. Herhangi bir erzak deposu olmayan kuşları misal verecektim. Şehirlerdeki insan kalabalıklarını, yollardaki trafiği anlatacaktım. Sabah çıkarken akşam eve dönüp dönmeyeceğini bilmeyen, her birinin hikayesi ve derdi başka insancıkları yazacaktım.
İşte o insanlar kendi yaradılışlarını unutup "kader de neymiş?" diyebiliyorlar. Ne diyelim Allah hidayet versin.
Bi defa çeşit çeşit bekleme var. Sıra beklemek, otobüs beklemek, arkadaşı beklemek, sevgiliyi beklemek, eşinin hazırlanıp çıkmasını beklemek, makamda beklemek, doğumu beklemek, ameliyatı beklemek, doktorun bir kaç kelime etmesini beklemek. Daha bir çok bekleme çeşidi sayabilirim.
İşini savsaklayan, gevşek ve sorumsuz görevlilerin bekletmeleri ise kızdırıyor ilaveten. Randevu verip bekletenler de. Ya söz verip tutmayan, yaz tahtaya belki alırsın... şeklinde bekletenler?
Gençken film arasını beklemek bile bana azap gelirdi. Sonraları yaş aldıkça sabretmeye alıştım. Hatta yıl gibi geçen dakikaları birer birer arkada bırakmayı kendimi ödüllendirme vesilesi bile yaptım. Ne kadar uzun beklediysem o kadar sabrettiğimi, yılmadığımı, direndiğimi düşündüm. Bazen kendi yanlış, hata ve kusurlarımın cezası gibi geldi kimi beklemeler.
Yine de her seferinde geriyorlar beni. Sonu belirsiz tünellere giriyormuş gibi hissediyorum. Belki de bu belirsizlik kasıyordur. Başı sonu belli, süreci bildiğim beklemeler o kadar sorun olmuyor çünkü.
S
Kendini aşıp gerçeği olduğu haliyle görebilen çok azdır herhalde. Hemen bencillikle, çıkarcılıkla suçlamamak lazım. Büyük ihtimalle kendimiz de aynı durumlara düşmüşüzdür. Fark şu: kendimize dışarıdan bakamıyoruz, başkasının gözüyle göremiyoruz.
Farzedin ki hastanız var. Sağlık sistemi ne kadar da gelişmiş olsa can havliyle bir tanıdık arıyorsunuz. Telefon defterinizde kayıtlı insanlar search ediliyor beyninizde. Doğrudan olmasa da dolaylı aracılar buluyorsunuz sonunda. Aklınıza yaptığınızın yanlış bir şey olduğu hiç gelmiyor. Sadece o anki derdinizin hallolmasına odaklanmışsınız. Birilerinin önüne geçmişsiniz, başkalarının aşamadığı engelleri aşmışsınız hiç aklınızda değil.
İşiniz olmuş, derdiniz giderilmiş ne mutlu size. İş beceren, akıllı, başarılı adamsınız vesselam! Hamd eder, şükürler sunarsınız yaradanınıza. Size yardım edenlere teşekkür üstüne teşekkür edersiniz. Onlar gözünüzde iyilik timsali, büyük adamlardır.
Aynı anda bir başkası başına gelen dertle başbaşadır. Yol bulamaz, bin bir türlü engelle karşılaşır. Birilerine kızar, sisteme lanet okur, bir derdi varken bin derdi olur saatler içinde. Sonunda belki o da bir çare bulur sorununa ama günler geçmiş, yaşadıkları derin bir iz bırakmıştır yüreğinde.
Karşılaştığı aynı insanlar, aynı bina, aynı sistem için hiç de iyi şeyler düşünmemektedir. Yine de hamd eder Allahına, "rabbim düşürmesin, eksik de bırakmasın" der duayla. Hiç aklından geçmez birilerinin önüne geçip kendisinin ikinci sınıf muamelesi gördüğü.
Görecelidir bakışımız, göreceli olarak değişir yaşadıklarımız. Rabbim kul hakkından muhafaza eylesin.
p
Kendi yaşamadığı halde neden başkalarının eksik ve kusurlarıyla uğraşır?
Dinde olmadığı halde neden yaşamda karşılaşılan bazı olumsuzlukları ısrarla dine yamamaya kalkışır?
Din olgusunu başka dinlerdeki inanç ve uygulamalarla genelleyerek neden İslamı da suçlar?
Din istismarından rahatsız olduğu halde neden kendisi de dini kavramlar ve uygulamalar üzerinden eleştiri yaparak politik kazanç umar? Bu da bir din istismarı değil midir?
Birilerine ya da birşeylere saldırırken neden acaba bu işin aslı, doğrusu nedir diye merak etmez? Bu cehaleti sırıtmaz mı, anlaşılmaz mı sanır?
Kasıtlı ve hasmane tacizler kötü niyetli olmayan, çıkış noktası iyi niyetli tenkitlerden hemen ayırd edilebilir. Böyleleri zaten ya dikkate alınmaz, ya da araya daha kalın duvarlar örülmesine sebep olur. Nefret ve kin duvarlarının kime ne faydası var?
Yapılan bazı imaların, ufak ufak bazı iğnelemelerin, yanlış ve yalan olduğu apaçık dolaylı bazı göndermelerin bile samimi gönülleri inciteceği neden akla gelmez?
Herkes yaptığının hesabını verecek. O gün geldiğinde onların yerinde olmak istemem. Ama onca kul hakkından nasıl kurtulacaklar?
Bu sıraladıklarım dindar insanlar için de geçerli. Mücadele edilir, edilecektir ancak Allah korusun savaşın bile bir usulü var. Yalan, iftira, hakaret Müslümana yakışmaz. Başkalarının kutsallarına saldırılmaz. İman etmişsek dosdoğru olmakla da emrolunmuşuz.
Mücadele ederken bile bir edep ve adap içinde olmak gerek. Bakın, Müslümanlık iddiasında olanların yanlış, eksik ve kusurları nasıl bize bir silah gibi yöneltiliyor.
Tavsiyem şu: inanan inanmayan herkes kur'an okumalı. İslamı öğrenmeye çalışmalı. Sapla saman karıştırılmamalı. Aksi halde bu kör döğüşünden herkes yara alacak. Belki de ahireti kararacak. Yapmayın.
o
Kirlenince yıkanırdı. Tertemiz mis gibi kullanmaya devam ederdik. Şimdinin kullan at vefasızlığı yoktu o ilişkide. Çok kullanışlı ve sağlıklıydı.
Bayramlarda gençlere mendil verirdi yengeler. Çok güzel bir adet ve gelenekti. Şimdi bir paket kağıt mendil verseler komik olurdu herhalde. O zarifliğin ve güzelliğin yerini tutamaz.
Naylon bir hayatımız var. İster sentetik, ister likralı, akrilik ne derseniz deyin pamuklunun yerini dolduramaz. Yerine göre yün, yerine göre keten giysilerin en iyisi olduğu gibi.
Arada bir gözüm takılıyor sergi ve tezgahlarda, fark ediyorum. Çok yakında onları ancak etnoğrafya müzelerinde görebileceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder