Yilmaz Yalcın, Gazete yazıları II albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
Fethi
anlamak
İstanbul'un fethi bizim için sade bir
şehrin zapt edilmesi değildir. Hatta Avrupa’nın kap karanlık Orta çağının
kapanıp dünya için yeni bir aydınlık çağ açılması da fethi tek başına anlatmaz.
Fethi anlamak için Sultan Fatihi tanımak lazımdır. Akşemseddin’i, Ulubatlı’yı
hatırlamak gerekir. Ayasofya’nın önemini kavramadan olmaz. Kutlu sahâbi Eyüp
Sultan’ı (ra) bilmeden, o surların önüne
gelip gitmiş onlarca islam ordusunu anmadan fetih anlaşılamaz. “Fetih bir kuru tarih mi ? / Yoksa sade
bir cihangir mi Fatih / Düşünmeli…Çağ açıp çağ kapatan o gün / Neden kutlu
bir müjdeyle gelmiş / Bilinmeli…Osmanlı sarığını / Kardinal külahına
tercih eden / Günün Ayasofya’sını / Anıp hatırlamalı / Kurtuluşu görmeli,
Fethi anlamalı”
Her Mayısın 29’unda fetih bir kez daha
anılır bu ülkenin gönlünde. Oysa o günden bu yana tam 566. yıl geçti. “29 Mayıs 1453 Salı Fetih günü / Allahu Ekber
nida'ları kapladı yeri göğü / Titredi Yedi kat Toprağın Katman'ları
/ Tarih'ler Kutlu Fetih diye yazdı bunu / Gömülürken Ortaçağ Marmara'nın
Sularına / Yürüdü Fatih'im Yeniçağ'ın aydınlık yol'larına.” (İshak Özlü) O güne kadar Peygamberimizin(sav): “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu
fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur” müjdesine nail
olmak üzere pek çok islam ordusu Konstantinopolis önüne geldi. Ancak
Fetih "İmtisâl-i câhidû fillâh
oluptur niyyetüm / Din-i İslâm'ın mücerred gayretidür gayretüm" diyen
Fâtih Sultan Mehmed'e nasip oldu.
Daha çok bir savaş olarak fethin ne
zaman, nasıl gerçekleştiğine dair tarihi bilgilerle ilgileniriz. Oysa ki Fethi
hazırlayan pek çok ilginç olay ve kişi vardır arka planda. Meselâ yukarıda
geçen peygamber müjdesi de onlardan biridir. Babası Murat han’a Hacı Bayram
Veli’nin daha kundaktayken küçük Mehmed’i işaret etmesi de böyledir. Küçük
Şehzadenin talihsiz ilk tahta geçiş süreci de Fethin yoluna döşenmiş taşlar
gibidir aslında. Çandarlı’nın şahsında kudretli bir veziriazamın muhalefetinin
ya da ihanetinin perde arkası oldukça ilginç bir derstir. Sultan Mehmed’in her
iki boğaza da birer muhafız hisar yaptırması stratejik bir deha eseridir
baktığınızda. Dahası her birinin şekli bile bu dehanın ne kadar zarif bir
imzaya dönüştüğünü gösterir. Gemilerin karadan yürütülmesi ise görülmüş şey
değildir tarihte. Ya devasa top ‘Şahin’in üretilme süreci ? Daha bunun gibi pek
çok şey adeta ilmik ilmik örmüştür fethe giden yolları. Bu günün anısına
bunlardan yalnızca ikisini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sultan II. Mehmet, Bizans'ın
fethinden önce Boğaz'ın güvenliğini sağlamak için Rumelihisarı'nı
yaptırmaya karar vermişti. Hisar'ın inşaatına başlamadan önce Bizans
imparatoru Konstantin Dragazes'e bir elçi gönderdi. Amacı, nezaketen de
olsa imparatordan izin almaktı. Elçisi aracılığıyla Sultan Mehmet'in isteğini
öğrenen imparator, ona söyle bir cevap gönderdi: "Padisahınızın kale yaptırmak istediği toprakların sahibi
Galatalılar'dır. Galatalılar ise bizim yönetimimizde değil, Avrupalılar'ın
yönetimindedir. Biz, size izin versek bile Avrupalılar, bunu kesinlikle
kabul etmezler. Eğer onlardan gerekli izini almadan böyle bir işe teşebbüs ederseniz
Avrupalılar, bu yaptığınızı hoş karşılamayacaktır."
Bizans imparatoru, Rumelihisarı'nın
yapılmasından hoşnut değildi. Ama bunu doğrudan
söylemiyordu. Avrupalılar'ın hoşnut olmayacağını söyleyerek, bir şekilde
onları tehdit aracı olarak kullanıyordu. Sultan Mehmet, imparatorun gönderdiği
cevabı öğrendiğinde, bu defa ona şöyle bir haber iletti: "Maksadımız, komşuluk hakkından
dolayı sizin izninizi almaktı. Söylediklerinize göre bu topraklar size ait
değil. Sizin ise hisarın yapılması için rıza gösterdiğiniz anlaşılıyor. Avrupalılar'ın
hoşnut olup olmayacağına gelince; siz merak etmeyiniz, onlara gereken cevabı
veririz. Bizim için önemli değil!...Şimdi hemen gidip efendinize söyleyin.
Karşısındaki padisah, öncekilere benzemez. İmparatorunuzun hayalleri, benim gücümün
ulaştığı yerlere bile varamaz. “ Böylece Sultan,
Galatalılar'ın arazisine gereken bedeli ödeyerek Rumelihisarı'nın
inşaatını 15 Nisan 1452'de başlattı. İş bölümü yapılarak her bölümün
inşası bir paşanın denetimine verilmiş, deniz tarafına düşen bölümün yapımını
da Fatih Sultan Mehmet bizzat kendisi üstlenmişti. Denizden bakıldığında
sağ taraftaki kulenin yapımına Saruca Paşa, sol taraftakinin yapımına Zağanos
Paşa, kıyıdaki kulenin yapımına da Halil Paşa nezaret etmiştir. Buralardaki
kuleler de bu paşaların adlarını taşımaktadır. Hisarın inşası tam dört ay
içerisinde 31 Ağustos 1452'de tamamlanmıştır. Boğazkesen Hisarı
olarak anılan kale 'Muhammed' yazısı şeklinde inşa edilmiştir. İlginçtir ki daha
önce Çanakkale boğazına yapılan Kilitbahir kalesi de kalp şeklindeydi.
İstanbul 1453 yılına kadar dünyada
klasik kuşatma savaşında savunmaya en elverişli şehirlerden biriydi. 3 tarafı
denizlerle çevrili bir yarımada yeterli bir duvar sistemiyle korunuyor, düşmana
tek bir cenahını açık tutarak kendisini güzelce savunabiliyordu. O tarihe kadar
20 kez kuşatılmış 1208 yılı haricinde Enrico Dandolo’nun oyunları sayesinde
dostları Latin Haçlılara yalnız bir kere düşmüştü. Herhangi bir kuşatmada
Cenevizliler tarafından da arada denizden yardım, erzak ve asker alabiliyordu.
Bizans imparatorları Rum Ateşi fırlatan gemileri sayesinde Marmara Denizi’nde
herhangi bir düşman donanmasına terör estirip ikmal yollarını açık
tutabiliyordu. İkmal kesilse dahi daha önceki örneklere bakarak Bizans bir
kuşatmaya aç kalmadan yıllarca karşı koyabilirdi.
Daha önce savaşlarda barut ve top
kullanılmış da olsa bunu Osmanlılar kadar büyük bir şekilde deneyen olmamıştı. Mühendisliğini
bizzat Fatih'in yaptığı Şahî adı verilen top 8 metre uzunluğundaydı. 75
cm çapındaki güllesi 544 kilo çekiyordu. Doldurulması da haliyle üç saat
sürdüğünden günde ancak beş altı kere ateşlenebiliyordu. O kadar ağırdı ki
yapımcısı Macar Urban bu topu kalıplara hiçbir öküz arabasının taşıyamayacağını
hesaplayarak iki parça halinde döktürmüştü. Böylece zamanına göre çok
ileri bir vidalı sistemle birbirine eklenerek kullanılıyordu. Surlara isabet
ettiği anda da o noktanın tamiri gece gündüz çalışan Bizans duvar ustalarıyla
bir haftayı bulabiliyordu. Bu topun daha az bilinen bir başka özelliği
daha var. İstanbul’un fethinden 354 yıl sonra, 1807 yılında Çanakkale
Boğazı’nı zorla geçmeye çalışan İngiliz gemilerine bir el ateş edip 22 kişiyi
öldürmüş ve İngilizleri geri çekilmeye zorlamış şanlı bir gazidir bu top.
Evliya Çelebi Eyüp semtini
"İstanbul'a bitişik olup baştanbaşa mamurdur” diye anlatıyor. Semte adını
veren Ebu Eyyûb El-ensarî (veya Ebu Eyyûb Halid bin Zeyd) adlı sahâbi ise
ülkemizde daha çok Eyüp Sultan Hazretleri olarak anılıyor. Eyüp-el Ensarî İslâm
peygamberi Hz.Muhammed'i (sav) Mekke'den Medine'ye hicret ettiği zaman evinde
ilk misafir eden kişi. Peygamber efendimiz onun evinde yedi ay misafir olarak
kalmış. Ancak, Eyüp Sultan hazretleri aynı zamanda Bedir, Uhud, Hendek ve diğer
bütün savaşlarda peygamber efendimizin yanında yer almış ve onun bayraktarlığını
da yapmış bir sahâbi. Bu sebeple kendisine mihmandar-ı nebî ünvanı verilmiş.
Kendisi hayattayken Rasûlullahın (sav) "İstanbul elbette fetholunacaktır; onu
fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir"
şeklindeki müjdesini duymuş. Bu yüzden de o,
son nefesine kadar bu müjdenin gerçekleşmesi için gayret göstermiş bir
mücahiddir. Kayıtlara göre hicretin 52. yılında onun da yer aldığı İslâm ordusu
İstanbul'u kuşatıyor. Ancak, uzun bir yolculuk yapan Eyüp Sultan hazretleri
yaşının çok ilerlemesinden dolayı İstanbul'a yaklaştıkları sırada hastalanıyor.
Buna rağmen, öldüğü takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek, ordunun varacağı
en ileri noktaya kadar götürülmesini vasiyet ediyor.
Fatih, 1453 yılında ordusuyla İstanbul
önüne geldiği zaman, Eyüp Sultan hazretlerinin kabrini bulmak istiyor. Hocası
Ak Şemsettin tarafından manevi keşif yoluyla o mezar bulunuyor. O günden bu
yana Eyüp Sultan hazretleri adeta müslüman İstanbul'un ve fethin bir sembolü
haline gelmiş durumda. Artık Eyüp Sultan'sız bir İstanbul düşünülemiyor. Çünkü
o İstanbul'un medâr-ı iftiharı, aynı zamanda fethi müjdelenmiş kutlu bir şehrin
de bayraktarıdır.
Bugün için fethin manasından uzak, ne
oradan ne buradan iki arada bir derede kalmış olabiliriz. Hatta, bazen mağlup
ve zelil düşmüş de olabiliriz. Belki çağdaş uygarlık düzeyinin altında, İslâm
medeniyetinin ise çok çok uzağında bulunuyor olabiliriz. Ama tarihin hiçbir
anında zalim, hırsız ve emperyalist olmadık olmayacağız da. Bizi taş, madde ve
para uygarlığı ile ölçmeye kalkanlar, hayallerinin ötesinde kalan mukayeseli
üstünlüklerimizi göremeyenlerdir. Üstelik bugünkü eksiklerimiz, yanlışlarımız,
iğretiliklerimiz bize bulaşmış hastalıkların eseridir, zarafet medeniyetinin
değil. Fethi anladıkça dirilmeye ve kendimizi yenilemeye de yakınız demektir.
Allah’ın izniyle bizde 19 Mayıs’lar, 29 Mayıslar bitmez, bitmeyecektir de. Ayasofya
orada öyle mahzun durdukça, İstanbul Bizans’a benzedikçe Fetih akınları kesilmez, kesilmeyecektir.
Yazımızı Arif Nihat ASYA’nın Fetih
marşından bir alıntı ile gençlerimize seslenerek noktalayalım: “Yürü:
Hala, ne diye oyunda oynaştasın? Hala ne diye, kendinle savaştasın? Fatih’in
İstanbul’u fethettiği yaştasın!”
Yilmaz Yalcın, Divan şiiri I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
22 Mayıs 2019
22 Mayıs 2018 Salı 02:00 İŞ DOKTORU .....................................İş hayatında stres
Adaletsizlik, ister toplum hayatının genelinde, isterse yönetimsel ilişkilerin temelinde yıkıcı ve sarsıcı etki yapar.
Böyle bir uygulamaya muhatap olan kişi, hakkını alamadığı ya da adaletin tecellisini göremediğini düşündüğünde kendisini için için yer bitirir. Sıkıntısını, uğradığı haksızlığı etrafına sık sık anlatır ki, bu durum önemli bir stres nedenidir.
Nihayetinde geçmişe dönük olarak yapılanların hesabının verilmesi, gerektiğinde cezalandırılmak vardır. Yani, başlı başına bu olgu bile, denetim elemanından ayrı olarak, korku ve baskı nedeni oluşturur. Hele, bir de verilemeyecek hesap, yapılan bilinçli yanlışlıklar varsa, bu korku ve baskı paniğe dönüşür.
Doğal olarak bu hali işine de yansıyacaktır. Bundan etkilenecek diğer çalışan ya da yöneticiler de olacaktır.
Bu durumdaki her kişi iş ortamına yansıttıkları streslerinden dolayı gittikçe artan bir elektrik yüküne neden olacak, kendileri de bu olumsuz havadan fazlasıyla etkileneceklerdir.

Gerçekten de öyle. İnsan bir maç sırasında her şeyi unutarak, yalnızca oyuna adapte olabiliyor. Böylece en azından maç süresince “ne amir, ne memur, ne evrak ne imza“ hiç birşey düşünülmüyor.
Bu durum büyük bir rahatlama sağladığı için de bir bakıma rehabilitasyon gibi oluyor.
Aksi halde, bir alanda ya da statüde gereğinden fazla sürede çalıştırılan kişinin strese düşmesi kaçınılmazdır.
22 Mayıs 2020 Cuma 11:30 CORONA GÜNLERİ...................................Corona araştırmaları

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder