Bugün 25 günlük kısa tatilimizi yazmaya başlıyorum. Hem corona salgını hem de küçük torunlarımız nedeniyle ancak Eylül ayına kalmıştı. Doğal olarak kısa zamanda pek çok şeyi bir arada yapmaya çalıştık. Bu yüzden az ama renkli ve yoğun bir tatil oldu.
Otobüsümüz
2 Eylül Perşembe sabahı Ankara Aşti terminalinden hareket ettiğinde saat
10:36'yı gösteriyordu . Bu defa Uludağ firmasını tercih etmiştik çünkü
yıllardır gidip geldiğimiz Kamil Koç firması iyiden kalitesini bozmuş, bizim
için artık tercih edilebilirliğini kaybetmişti.
Eşimle
ön koltuklarda memleketimiz Susurluğa doğru yol alırken ilk yaptığımız şey her
yolculuk başlangıcında olduğu gibi sessizce dua etmekti. Rabbimizden kazasız
belasız bir yolculuk ve selametle menzilimize ulaşmayı diledik. Telefonuma bir
göz attığımda küçük kızımın 11:31'de "Hadi bakalım tatil başlasın"
diye yazdığını okudum. Evet, sürekli ötelenen tatilimiz nihayet başlıyordu.
Eşim
zaruret olmadıkça gece yolculuk yapmayı sevmez. Gündüz vakti mümkünse ön
koltuklarda ve etrafı seyrede seyrede gitmeyi ister. Yolculuk esnasında ben de
iki yandan akan manzaraları seyretmeyi severim. Ayrıca bu hal bana pek çok şeyi
düşündürür ve yazacaklarıma da ilham verir. Bazı şiirlerimi ve yazılabilecek
bazı ilginç temaları böyle yolculuklarda zihnime yerleştirmişimdir.
Ankara-Susurluk yolu Eskişehir Bursa üzerinden yaklaşık 500 kilometre. Otobüsle
7 saat civarında sürüyor. Yol üzerinde Polatlı, Bozüyük, İnegöl, Karacabey ve
M.K.Paşa ilçeleri var. Otobüs Eskişehir ve Bursa otogarlarında yolcu indirip
yenilerini alıyor. Bozüyükte de yarım saat mola veriyor. Yollar neredeyse otoban kalitesinde. Gayet
güzel ve rahat.
Bozüyük,
İnegöl, Bursa arasında ormanlık bir bölge var. Mezit dereleri sürekli olarak
sağımızda solumuzda belirip bize eşlik ediyor. Mezit 1, Mezit 2,…diye belki 10
köprüden geçiyoruz. Bazı yerlerde kayın
ağaçları oldukça yüksek. İnegölden itibaren her yer şeftali ve meyve bahçeleriyle
dolu.
Bursa
çevre yoluna girildiğinde sağ taraftaki dağ eteklerinde gerçekten çok hoş
köyler var. Sırtını dağa vermiş, önünde meyve ormanı, karşısında Uludağ
eteklerinden ovaya inmiş yeşil Bursa manzarası.
Her seferinde buradan geçerken "işte tam da yerleşilebilecek
yerler" diye bakıyorum. Ve nihayet
kestane şekeri, çeşit çeşit havlu, döner kebap işletmeleriyle dolu Bursa
otogarı.
Bursa'dan
çıkıp ulubat gölüne doğru ilerlerken sol tarafta çocukluğumun 4 yılını
geçirdiğim Başköy'ü görüyorum. Köyün başındaki Tarım Kredi Kooperatifi binası
hala duruyor. Başköy biraz çukurda kalmış. Akçalar kasabası gölün kenarında
daha açık görülebiliyor. Yine sol tarafta biraz ilerde Gölyazı var. Aslı gölün
içinde bir küçük adacık. Karadan köprüyle geçilebiliyor. Ağlayan çınarı ve öğle
saati yapılan balık mezatlarıyla ünlü.
Ulubat
köyünün başındaki köprü bana tarihi bir sözü hatırlatıyor. Bizansa verdikleri
sözü çiğnemeyerek tam 600 yıl boyunca hiçbir Osmanlı padişahı bu köprünün
üzerinden geçmemiş. Köyün küçük meydanında ise Ulubatlı Hasan'ın sembolik anıtı
var. İstanbul'un fethini çağrıştırıyor bütün görkemiyle.
Sağ
tarafta sütaş fabrikasını görüyorum. Bizim ilçemizdeki Yörsan iflas edince bu
bölgedeki en önemli süt işleme merkezi oldu. Nitekim bütün marketlerde de en
çok onun ürünlerini görüyoruz. Karacabey'den sonra sağ tarafta eski
"Hara" yeni "TİGEM işletmesi" var ama artık yıllanmış meşe
ormanının arkasında kalmış, yoldan görülmüyor.
M.K.Paşa
ilçesi de yeni yollar nedeniyle epey içerde kalmış. Meşhur tat fabrikası bile
büyüyen çam ağaçları arasına gizlenmiş gibi. Artık Susurluğa az kaldı. Yolda
gelirken sol yanda Karacabey M.K.Paşa arasında jokey kulübünün uçsuz bucaksız
at tavlaları rahatça görülebiliyor. Atlar kendilerine ayrılan çitlerle ayrılmış
bölümlerde serbestçe otlayıp geziniyorlar.
Köprüden
hemen sonra Bandırma kavşağı geliyor. Eskiden düz bir kavşaktı, şimdi alt, yan
ve üst geçitle durmadan geçilebiliyor. Ardından Şeker fabrikası görünüyor.
Susurluğun 85 yıllık alameti farikası. Onun pancar kokusu olmadan, şeker tadını
almadan Susurluk anlaşılmazdı. Ve tabi ki tarihi ayran evi. Şimdilerde sadece
sembolik bir anlamı var, ancak eskiden yoldan geçenler buranın manda
yoğurdundan yapılmış meşhur ayranını içmeden geçmezlerdi.
Saat 18:30 artık Susurluk'tayız. Çok şükür molalarla beraber 8 saat süren gayet güzel ve rahat bir yolculuk yaptık. Burası benim de, eşimin de memleketi. Şimdi aile büyüklerimiz hayatta olmasa da buraya her gelişimiz başlı başına bir vuslat hali oluşturuyor bizim için. Bu seferki gelişimiz biraz kısa sürecek. Ama iki hafta sonra yine burada olacağız.
Birkaç iyi gün
Geçen hafta 25 günlük kısa tatilimizin Ankara-Susurluk yolculuğunu yazmıştım. Bugün Susurlukta geçen ilk günleri yazarak devam ediyorum. Bu üç gün içinde hızlı ve yoğun bir programımız oldu. Bursa'daki bir kına gecesine gittik. Akrabalarla bir kahvaltıda buluştuk. Muhabbetimiz akşamüstü bahçemizde çardak keyfi ile devam etti. Ertesi gün Susurluğun 5 Eylül Kurtuluş etkinliğini de görüp öyle yazlığımıza geçtik.
Saat 18:30 gibi Susurluğa
gelmiştik. Kız kardeşlerim İstanbul'dan bizden evvel gelip evi açmışlar. Onları
evin önüne oturmuş bizi beklerken bulduk. Bir an için rahmetli annem sağmış
gibi hissettim. Önce babamız, sonra da annemiz... Onlardan sonra bu ev
hakikaten "garip" kalmıştı. Yalnız ve sessiz, senede belki böyle
birkaç gün gelip onu şenlendirmemizi bekliyor, bekleyecek.
O akşam bir yere çıkmadık.
Yemek yendi, o evin olmazsa olmazı çaylar içildi ve yolculuk yorgunluğu çökünce
erkenden uyuduk. Sabah saat on buçuk gibi bir taksiyle Karşıyaka'daki
akrabamızın evindeydik. Önceden kahvaltı için sözleşmiştik. Epey büyük bir masa
hazırlanıyordu. Kalabalık olacağımızı biliyordum ama gelecek olanların
bazılarıyla daha önce hiç tanışmamıştık.
Tahmin ettiğim gibi
kahvaltıda 15 kişiydik. Eşimin hem abla tarafı hem de amca ve hala çocukları
gelmişler. İçlerinde Yıldız köyünden, Göbelden, Balıklıdere'den hatta
Avusturya'dan gelen var. Sağolsun hafız yeğenimiz sofraya pek özenmiş, kahvaltı
boyunca neredeyse oturmadı bile. Hamdolsun, sofrada yok yok. Börekler,
reçeller, Allah ne verdiyse var. Benim pek sevdiğim domates, salatalık da taze
taze bahçelerinden.
Saat 16.30 gibi Sultaniye
mahallesine gittik. Bu kez daha dar bir kadro söz konusuydu. Abisi,eşi, ablası,
kızı, damadı, oğlu, gelini ve iki torun; toplam 9 kişi. Önce yapılmakta olan
evimizin inşaatına baktık. Dördüncü kata başlamışlar. Bizimkisi üçüncü katta.
Bürokratik işler uzun sürdü ama inşaat hızlı gidiyor. İnşallah gelecek yaz
bitmiş olur diye ümit ediyoruz.
Yanımızda bir şeyler
getirmiştik. Marketten eksikleri aldık ve inşaatın arkasındaki bahçemize
geçtik. İbrahim sağolsun, bahçeyi temizlemiş. Üstünde 1 tonluk su tankı olan
tuvalet, lavabo yapmış. Kamelya/çardak karışımı bir de oturma yeri var. Bahçeye
yıllar var dokunulmamıştı. Belki 15 yıl olmuştur. Hacı babam ve hacı annem
vefat edince bakımsızlıktan iyice gürlük olmuş.
Temizlenince içindeki
meyve ağaçları meydana çıkmış. Dut, nar, elma, armut, badem, erik, incir,
ıhlamur ağaçları var. Ayrıca 5-6 tane asma üzümü metrelerce uzamış. Çoğu mis
gibi siyah üzüm, bazıları da sarı güzeli. Uzayıp ağaçlara tırmanmışlar. Geçen
sene lezzetli üzümlerini yiyince aklım bu bahçede kalmıştı. Hamdolsun
İbrahim'in sayesinde bir hayli mesafe alınmış.
Tabi ki seneye kadar
budama, ilaçlama ve aşılama işleri var yapılacak. Ama ben burada değilim. Bu
yüzden işten anlayan güvenilir birini bulmalıyım. Bahçe ona emanet ama İbrahime
daha fazla yüklenemem. Ben Ankara'dan destek olurum, onlar da gerekeni yapar.
İşte bahçe fikri iyi de, bakım ve emek olmadan olmaz. Ne demişler
"bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ".
Dut mevsimi geçmiş, armut
da öyle. Elmanın aşılanması gerekiyor, ekşi ve küçük. Narlar güzel ama biraz
daha olgunlaşması lazım. Siyah incir de çok güzeldi ama o üzümler, ah o üzümler
var ya! Onları dalından koparıp yerken, misafirlere ikram ederken hiç bir
olumsuzluk aklıma gelmedi.
O sevinçle yedik içtik,
muhabbet ettik. Yıldızdan gelen abla ve çocukları gitmeye yekinince aklım
başıma geldi. Akşam olmak üzereydi. Misafirleri geçirdik, çöplerimizi attık,
etrafı toparlayıp "onbeş gün sonra yine görüşmek üzere" deyip biz de
eve döndük.
Sabah kahvaltıdan sonra
saat 10'da Bursa yolculuğumuz başladı. Akşam teyzemin torununun kına gecesi
var. Düğün İstanbul'da olacağı için hiç olmazsa kınasına katılalım diye
düşünmüştük. Ama önce kapalı çarşıyı gezmek ve ulu camide namaz kılmak
istiyoruz. Bu niyetle Bursa otogarından bir belediye otobüsü ile şehir
merkezine gittik. Tophanede indik ve kapalı çarşıya girdik. Hava açık ve güzel.
Kapalı çarşı gerçekten
gezmeye değer ve muhteşem. Hele de havlu vb. türü alışverişler için "yok
yok" türünden bir bolluk. Biz de bol bol havlu hediyeler aldık tabi.
Boydan boya çarşıyı geçip karnımızı doyurmaya tarihi iskender dükkanına gittik.
1992'den beri burayı biliyorum. Daha eskiden haberim yoktu. Küçük bir esnaf
lokantası görünümünde. Mavi renk hakim. Biraz sıra bekledik, sonra da
iskenderimizi yedik.
Ulu camiye doğru yürürken
Koza hanın önünde dayanamadık ve daldık içeri. Hanım ipek başörtü, şal ve
giysilerin satıldığı dükkanları dolaştı bir süre. Biraz da alışveriş yaptık.
Aşağıya inip bir çay bahçesinde oturduk. Baktım dondurmalı irmik helvası
veriyorlar, çok da severim, kaçırır mıyım.
Şimdi de sıra gönlümüzü
doyurma ya gelmişti. Ulu cami, neredeyse 700 yıllık bu ulu mabet her seferinde
heyecanlandırır beni. Abdest alıp içeri girdik. Namazımızı kılıp, huşu içinde
duamızı ettik. Çok sevdiğim havuzun yanı başında bir müddet durup insanları ve
camiyi seyrettim. Çıktığımızda kendimi daha iyi hissediyordum. Bir taksi
çevirip düğün evine gittik.
Teyzem rahmetli annemden
dört-beş yaş küçük. Bir de en küçükleri dayım var. Birbirlerine çok yakın
oturuyorlar. Her ikisi de çocukları için evlerini dört katlı yapıp birlikte
olmayı başarmışlar. Şimdi teyzemin ikinci kızının kızı evleniyor. Kına için
yakın bir mesafede düğün salonunu tutmuşlar. Kız kardeşlerim de Susurluk'tan
geldiler. Bütün akrabalar hep birlikte olduk.
Gece karanlığında
vedalaşıp ayrıldık. Bir daha ne zaman geliriz bilemem. Ama Bursa'yı
çocukluğumdan beri seviyorum. Sabah Susurluğun kurtuluş günü. Salgın sebebiyle
törenlerin yapılmayacağına dair bir şeyler duymuştuk ama öyle olmadı. Tören
yapıldı ama gayet kısaydı. Öyle şaşaalı, alıştığımız, bildiğimiz türden renkli
bir geçit de olmadı.
Neticede bir 5 Eylül kurtuluş günü de böyle geçti. Bizim görmediğimiz bir hafta önceden başlayan etkinliklerle de kutlanmış oldu. Benim için bu günün kayda değer tarafı bazı ilkokul arkadaşlarımla görüşmüş olmaktı. Saat 15.30'da otobüsümüz olduğu için hazırlanıp evden çıktık. Büyük oğlum da Orjan'a gelmek üzere yola çıkmıştı. Onlardan evvel yazlığa varıp evi açmamız gerekiyordu.
Öyle
de oldu. Biz saat 18'de Burhaniye'deydik. Eve varışımız, kapıyı açıp
havalandırmamız ve hazırlanmamız saat 19'u buldu. Oğlum, gelinim, Ece torunum,
ikizler ve bakıcımız da o arada geldiler. İki haftalık yazlık tatilimiz şimdi
başlıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder