Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?
Orijinal ismi "Do Humankins’s Best Days Lie Ahead?" olan
"Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?" adlı kitap " bir tür
münazaradan çıkmış. Geleceğe yönelik "fütürist" bir yayın. Alain De
Botton(1) , Steven Pinker(2) , Matt Ridley(3), Malcolm Gladwell(4) arasındaki tartışmayı
Malcolm Gladwell kitaplaştırmış. Çeviri, Cem Duran'a ait. Türkiyede ilk
baskısı 2017 yılında Domingo Yayınevinde yapılmış. Sayfa Sayısı ise 119.
Masadaki kavramın adı “Gelişim”. Bu kelime, modern çağın ışıltılı
kavramlarından biri. Teknolojinin yaygınlaştığı, kişisel özgürlüklerin, küresel
ilişkilerin hiç olmadığı kadar güçlendiği dünyamızda, insanlık altın çağına mı
yaklaşıyor? Yoksa gelişim kavramının bir gerçeklik değil sadece ideoloji,
Batı’dan çıkma bir illüzyon olduğunu söyleyen muhalifler mi haklı?
Dünyaca tanınmış dört düşünür günümüzün en sıcak tartışmalarından
birini ele alıyorlar. Steven Pinker ve Matt Ridley geleceğin daha güzel günler
getireceğine dair, Alain de Botton ve Malcolm Gladwell’e meydan okuyor.
2006 yılında Peter ve Melanie Munk tarafından kurulan Aurea Vakfı’nın her
sene her altı ayda bir Kanada’nın Toronto kentinde düzenlediği “Munk
Münazaraları”dünya çapındaki en heyecan verici tartışmalar arasında. Son 10 yılda dünya çapında pek çok değerli
yazar, düşünür, politikacı ve sanatçıyı konuk etmişler. Küresel bir forum
iddiasında olan etkinlik dünyanın aydın kesimlerince büyük bir dikkat ile izleniyor.
Munk Münazaralarında dile getirilen meseleler çok farklı alanlardan sorunları
masaya yatırıyor. Amaçlarını ise şöyle ifade etmişler: “İçedönük olmak kolay. Bilinmeyene doğru ilerlemek ise zordur. Bu
münazara serisinin amacı, insanların hızla değişen dünyamızı daha yakından
tanımalarına yardımcı olmak ve ortak geleceğimizi şekillendirecek meseleler ve
olaylara dair evrensel diyaloğa daha rahat katılmalarını sağlamaktır. Başımızda
pek çok acil mesele var. Küresel ısınma, açlık belası, soykırım, kırılgan
ekonomik düzen. Bunlar insanlık için önem arz eden kritik meselelerin yalnızca
birkaçı. İşte Munk Münazaraları, hayati konular üzerinde kurmaya çalıştığı
küresel diyalog vasıtasıyla, dünyanın en parlak beyinlerinden geçen fikir ve
görüşlerden haberdar olmamızı sağlıyor.”
İlk takım; Montreal’den, bilişsel bilimin öncülerinden, dünya çapında
üne sahip yazar ve akademisyen Steven Pinker ile Times gazetesinde yazan ve
dünyada çoksatar önemli kitapların yazarı Matt Ridley. Münazaranın karşı
tarafında ise, İngiltere’nin önde gelen yazar, yayıncı, düşünür ve kendi
kuşağının en popüler filozoflarından Alain de Botton ile New Yorker dergisi
yazarı, kitaplarından tanıdığımız Malcolm Gladwell.
Münazaraya geçmeden önce 3000’ kişilik dinleyiciler arasında bir oylama
yapılmış. Sonuç: “Gelecek daha güzel günler getirecek” fikrine katılanların
oranı %71, katılmayanların oranı ise %29 çıkmış.
STEVEN PINKER:
Hayata dair on farklı konuda bu
gidişatlara birlikte bakalım. İlk başta hayatın kendisi. Bir buçuk asır önce
insan ömrü ortalama 30 yıldı. Bugün 70. Bu yükseliş durma belirtileri göstermiş
de değil. İkincisi, sağlık üçüncüsü de, refah seviyesi. İki yüzyıl önce, dünya
nüfusunun %85'i aşırı yoksulluk içinde yaşıyordu. Bugün bu oran %10’un altına
indi. Birleşmiş Milletlere göre 2030'da sıfırlanabilir. Dördüncüsü, barış
ortamı. Gelişmiş ülkeler yetmiş yıldır birbiriyle savaşmıyor; büyük güçler ise
altmış yıldır. Besincisi, güvenlik. Bütün dünyada şiddet suçları düşüyor, hem
de pek çok yerde jet hızıyla. Altıncısı, özgürlük. Tek tük ülkelerdeki irtifa
kayıplarına rağmen, küresel demokrasi endeksi hiç olmadığı seviyelerde. Yedincisi,
bilgi. 1820'de insanların %17’si temel eğitime sahipti. Bugün bu oran %82. Ve
oran hızla%100 doğru yükseliyor, Sekizincisi, insan hakları. Devam etmekte olan
küresel seferberliklerin hedefleri arasında çocuk işçiliği, idam cezası, kadınlara
şiddet, kadın sünneti, eşcinselliğin suç sayılması ve insan ticareti gibi
konular var. Dokuzuncusu, cinsiyet eşitliği. Küresel verilerin gösterdiğine
göre kadınlar artık daha iyi eğitim alıyor, daha geç evleniyor, daha çok
kazanıyor, güçlü ve etkili konumlara daha çok geliyorlar. Sonuncusu da zeka.
Dünyanın her yerinde IQ he on yılda üç puan artıyor.
Daha zengin bir dünyanın çevre
temizliği için daha çok parası olur; çetelerle polis mücadelesi, eğitim ve
sağlık için daha çok parası olur. Daha iyi, eğitimli ve kadınların daha çok söz
sahibi olduğu bir dünya daha az diktatöre, daha az sayıda anlamsız savaşa maruz
kalır. Bu gelişmeler teknolojik ilerlemeleri de besler. Moore yasası
geçerliliğini hala koruyor. Genombilim, norobilim, yapay zekâ, malzeme bilimi
kanatlanmış uçuyorlar.
Kehanetlere rağmen Nagasaki'den
beri tek bir nükleer silahın kullanılmadığını unutmayalım. Soğuk Savaş sona
erdi. On altı devlet nükleer silah programlarından vazgeçti. Nükleer silahların
sayısı %80 azaltıldı. Diğer tehlike iklim değişikliği. Bu insanlığın en çetin
sorunu olabilir. Fakat ekonomistler bu sorunun da üstesinden gelebileceğimiz
konusunda hemfikir.
Bu arada yenilenebilir enerji,
dördüncü kuşak nükleer enerji ve karbon yakalama konularındaki ARGE çalışmaları
hızlandırılarak fiyatların düşmesi sağlanabilir. Daha iyi bir dünya, mükemmel
bir dünya demek değil elbet. İnsan doğasının en ateşli savunucularından biri
olarak, insanoğlunun yamuk odunundan, düz bir şey çıkmayacağına inanıyorum.
Hayalini kurduğum muhteşem
gelecekte hastalıklar ve fakirlik yine olacak; terörizm ve zulüm yine olacak,
şiddet suçları ve savaşlar da. Ama bu illetler çok çok daha azalmış olacak.
Dolayısıyla milyarlarca insan bugünkünden daha iyi durumda olacak.“
ALAIN DE BOTTON:
“Eğer iyimser olacaksak,
iyimserlere göre en büyük gelişmelerin yaşanacağı bu dört temaya bir bakalım.
Birincisi, bilginin cehalete galip geleceğine inanıyorlar. Zamanımızın büyük
musibeti cehalet, aklın ışığı altında tuz buz olacak. İyimserlerin büyük umudu
bu. İkincisi, fakirliğin yol açtığı, bunca zaman peşimizi bırakmayan belalar
dünya ekonomisinin büyümesiyle yok olup gidecek. Üçüncüsü, savaş. Hukukun üstünlüğü
sağlandıkça ve devletlerin uyduğu uluslararası düzenlemeler gücü tekellerine
aldıkça savaş dünyadan kalkacak. Dördüncü ve son olarak da tıp denilen harika
buluş sayesinde hastalıkların kökü kazınacak.
Ancak benim kendi yaşadıklarımdan
çıkardığım ufak bir itirazım var. Ben İsviçreliyim ve ülkemde epey bir zaman
geçirmişliğim var. İsviçre bu sorunların hepsini çözmüş vaziyette zaten.
Fantastik bir eğitim sistemi var. Ortalama maaş yıllık 50.000 dolar. 1648' deki
Vestfalya Antlaşması'ndan beri ülke savaş yüzü görmedi. Hastaneler derseniz
dört dörtlük. Gelgelelim, İsviçre cennet değil. Hatta sorunlar denizi
diyebiliriz.
İsviçre gibi ülkeler neden
kusursuz değil? Eh, birincisi, akıl hâkim diye aptallık ortadan kalkmıyor.
Aydınlanmanın büyük vaadi, insanlara neyin doğru olduğunu söylerseniz onu
yapacaklarıydı; kötülük cehaletten kaynaklanıyordu. Ama aptallık,
sandıklarından çok daha inatçı çıktı. Gayrisafi yurtiçi hasılayı artırmakla
yoksulluk ortadan kalkmıyor. Yeterince şeye sahip olmadığını hisseden
milyonerler ve milyarderler var, ki yoksulluğun asıl tanımı da budur, yeterince
şeye sahip olmadığın hissi. Ne yazık ki bu his her gelir düzeyinde varlığını
sürdürüyor.
İnsanların birbirlerine şiddet
uygulaması ve kötücül olması konusunda da son sözü savaşlara bakarak
söyleyemeyiz. “insanlar birbirlerini taşlı sopalarla öldürmüyorlarsa da
kötülükler ve şiddet devam ediyor…” Ve son olarak, İsviçre’de çiçek hastalığı
veya sığır vebası olmasa da tıptaki harika gelişmelere rağmen insanlar yine de
ölüyor. Yüz yüze olduğumuz sorunlar bunlar.
Bu noktada denebilir ki
makinelerle, akıllı telefonlarla, teknolojiyle, internetle, belki de öyle bir
canlı meydana getireceğiz veya üreteceğiz ki müthiş akıllı, süper nazik, hatta
ölümsüz olacak. Olabilir, ama o şey insan olmayacak. Homo sapiens farklı bir
tür. Size tasvir ettiğim sorunlardan evrilerek kurtulamayacağız asla.
Öyle inanıyorum ki, sorularımıza
çok daha iyi cevap verebilecek başka bir felsefeye geçiş yapmamız gerekiyor. Bu
felsefeye "karamsar gerçekçilik" adını veriyorum. Modern bilimde ve
iş hayatından alışık olduğunuz, her ikisinde de farklı nedenlerden dolayı bizi
sürekli neşeli ve iyimser hissettirmeye çalışan tozpembe tavrın zıddı bu.
Mükemmeliyetçiliğin korkutucu bir tarafı var. Vaat edilen şey cennet, gerçekler
ise trafik sıkışıklığı, kayıp anahtarlar, mutsuz ilişkiler ve vasat bir iş
olunca sinirleniyoruz. Hak ettiklerimizi alamamış olduğumuz hissi, dönüp yine
bizi öfkelendiriyor. Çağımızın tehlikesi işte bu.
Hayatın mükemmel olması
gerektiğine ve tüm sorunları çözebileceğimize inanınca diğer şeyleri takdir
etmeyi bırakıyoruz.
Yaşlılar çiçekleri neden sever?
Severler, çünkü hayatın kusurlarının o kadar farkındadırlar ki kusursuzluğun
küçük adalarına rastladılar mı bir uğramak ve o çiçeği takdir etmek isterler.
Biz bunu yapmıyoruz. Eğer zihnimizi türümüzün kusursuzluğuna dair böyle
cafcaflı hikayelerle doldurmuşsak, durup çiçekleri takdir etmeyiz. Tarihteki en
kötü hareketlerin mükemmelliğe inanan insanların kafasından çıktığını
düşünüyorum. Son derece tehlikeli, bir yaşam felsefesidir bu. İnsanlığın gerçek
ilerleyişi ise genelde çok daha alçakgönüllü insanların gayretleriyle
sağlanıyor. Kendisinin ve başkalarının hatasını kabullenebilen, dünyayı cennete
çevirmeye çalışmayan insanların gayretleriyle.”
MATT RIDLEY:
“Woody Allen bir keresinde şöyle
demişti: “İnsanoğlu tarihte ilk kez bu kadar ciddi bir yol ayrımında. Bir yol
umutsuzluk ve kedere gidiyor. Diğer yol soyumuzun tükenişine. Dua edelim de
akıllı seçimi yapacak kadar aklımız olsun.” Robert Heilbroner’ın çoksatar bir
kitabının sonuç kısmında: “İnancım o ki insanlığı acılı, zor ve vahim bir
gelecek bekliyor. İnsanlığın istikbaline dair beslenebilecek umutlar gerçekten
de çok ama çok cılız” İfadesi var.
Bu tehditlerin her birinin ya
yanlış alarm ya da abartı olduğuna uyanmam bir yirmi yılımı aldı. Korkunç
istikbal, hiç de yetişkinlerin bana söylediği gibi korkunç değildi. Hayat
insanların çok büyük bölümü için gittikçe daha iyiye gidiyordu. Ortalama insan
ömrü son elli yıldır günde beş saat uzuyor. Bir insanın başına gelebilecek en
büyük acı olan çocuk ölümleri ise aynı zaman diliminde üçte iki azaldı. Sıtma
ölümleri son on beş yılda inanılmaz biçimde %60 azaldı. 1970'lerden bu yana
okyanusa petrol sızıntısı kazaları %90 azaldı. Kötü giden şeylerse trafik ve
obezite. Yani bolluktan kaynaklanan sorunlar.
Şöyle bir gerçek var ki
gelişmeler genelde yavaş yavaş olur, o yüzden haberlerde yer almazlar. Kötü
haberlerse aniden olur. Haberlerde araba kazalarına yer verilir. Çocuk
ölumlerinin azalıyor olmasına yer verilmez. Ve Steve'in dediği gibi, ortalama
insan her yıl biraz daha zengin, biraz daha mutlu, biraz daha zeki, nazik,
özgür, güvende, barış içinde oluyor.
Küresel eşitsizlik azalıyor. Hem
de hızlı biçimde Neden mi? Çünkü fakir ülkelerdeki insanlar zengin
ülkelerdekine oranla daha hızlı zenginleşiyor. Şu anda Afrika olağanüstü bir
ekonomik mucize yaşıyor. Tıpkı on-yirmi yıl önceki Asya gibi. Mozambik 2008’e oranla
kişi başı %60 daha zengin. Etiyopya’nın ekonomisi yılda %10 büyümekte. İkinci
Dünya Savaşı’ndan bu yana dünya ekonomisi topu topu bir yıl küçüldü; o da
2009’da. Öyle bir durum var ki refahın yükselişi de hızlanıyor.
Peki ama tüm bu gelişmeler çevreye
verdiğimiz zarar pahasına olmuyor mu? İşin aslı, hayır. Bir ülke ne kadar
zenginse, çevre koşullarının iyiye gitmesi de o kadar olası. En büyük çevresel
sorunlar fakir ülkelerde. Nüfus artışında durum ne? Dünyanın nüfus artış hızı, yarılandı.
Yüzde ikiden yüzde bire düştü. Yirminci yüzyılda dünya nüfusu dörde katlandı,
ama yirmi birinci yüzyılda ikiye bile katlanmayacak. BM'nin tahminlerine göre
2080'lerde artış tamamen duracak. Neden mi? Savaş, salgın hastalık veya bir
zamanlar kasvetli ihtiyar Malthus'un korktuğu gibi kıtlık yüzünden değil;
refah, eğitim ve sağlık yüzünden.
Nüfus artışının yavaşlaması ve tarımda verimin artışı, dünyayı beslemeyi kolaylaştırıyor. Bugün aynı miktarda gıdayı üretmek için 50 yıl öncesine göre %68 daha az arazi gerekiyor. Bu da doğaya daha çok yer kalması demek. Ve gezegen gittikçe yeşilleniyor. Uydular, otuz yıl önceye göre %14 daha fazla bitki örtüsü olduğunu gösteriyor, özellikle de Afrika'nın Sahel bölgesi gibi kurak bölgelerde
Her kuşak bir dönüm noktasında
bulunduğunu sanır. "Geçmiş iyiydi ama gelecek karanlık" diye düşünür,
Lord Macaulay'nin 1830'da dediği gibi: “Her çağda insanlar kendi dönemlerine
kadar insanlığın ileri gittiğini fark etmiş, ama neredeyse hiç kimse sonraki
kuşakların daha da ileri gideceğini hesap edememiştir.” Seçici algımız,
geçmişin mutlu hatıralarını, geleceğinse kasvetli beklentilerini öne çıkarır.
Narsisizmin tuhaf bir türü diyebiliriz. Kendi kuşağımızın özel olduğuna inanıyor
olmalıyız; dönüm noktası tam da bizim yaşadığımıza denk gelmiş. Ama bu inanış,
zırvalıktan başka bir şey değil aslında.”
MALCOLM GLADWELL:
“Çok geçmişe gidip o zaman
koşullarından 17.yüzyıla, sonra 18. yüzyıla, 19. yüzyıla, 1950’ye, 1975’e ve
nihayet bugüne bakacak olursak işlerin sürekli iyiye doğru gitmiş olduğunu
görebiliriz. Ve bu fikre katılabiliriz. Ama bu münazara geçmişle ilgili değil,
gelecekle ilgili. İşler bu noktadan itibaren iyiye doğru gidecek mi, onunla
ilgili. Geleceğin daha iyi olacağı fikrinden naiflik akıyor. Kaldı ki
"daha iyi" ve "daha kötü" de doğru karşılaştırma sıfatları
değil.
Geleceğe baktığımızda gördüğümüz
şey, daha farklı bir dünya. Bununla ne kastediyorum? Geçenlerde bir konferansta
birkaç internet güvenlik uzmanıyla laflıyorduk. "Neyden endişe
duyuyorsun?" diye sordular. Ben de söyle dedim: İnternet korsanlarının yol
açtığı gündelik, düşük seviyeli tehditlerden. Fakat bizi asıl korkutan şey
dijital bir 11 Eylül saldırısı. Birisi veya bir ulus devlet elektrik
altyapımıza sızıp elektriği bir haftalığına kesti diyelim. Veya birisi
Kanada'nın 401 ekspres yolundaki bin tane arabanın bilgisayar sistemini
hack'leyip kazalara ve devasa trafik kilitlenmesine neden oldu. Ama terörist
saldırısında yaşanacak şoku düşünün.
"Sıradan" olarak
nitelendirebileceğimiz iklim krizleriyle başa çıkmada son yirmi beş veya elli
yılda çok daha iyi hale geldiğimiz de kesinlikle doğru. Bundan yirmi beş yıl
önce olduğu gibi kıtlık tehlikesinden korkmuyoruz. Bu türden bir çevre krizi
tehlikesi kesinlikle azalıyor, çünkü hastalığa dayanıklı ve kuraklığa dayanıklı
ekinler ürettik ve tuzdan arındırma teknolojilerini çok geliştirdik. Fakat
iklim uzmanlarının endişeleri bunlar değil zaten. Meksika'daki son kasırgaya
bakıyorlar. Bu, bugüne kadar kaydedilmiş en büyük ve en şiddetli kasırgalar
olan biriydi. Ve okyanuslardaki ısınmanın gidişatı konusundaki endişelerini
dile getiriyorlar. Ve buradan hareketle bu mega-kasırgalardan birinin daha önce
benzerlerini hiç görmediğimiz boyutlara ulaşmasından korkuyorlar.
Hastalık ve kıtlığa dayanıklı
ekinler yetiştirdik, ama bir yandan da iklim değişikliğine sebebiyet verdik, ki
bu bambaşka boyutta bir risk. Bu verdiğim örneklerin hepsi aynı şeye işaret
ediyor. Hepsi de bize bir toplum olarak yalnızca riskleri azaltmakla
kalmadığımızı, aynı zamanda risklerin doğasını değiştirdiğimizi söylüyor. Beş
yılda bu kıtlık tehlikesinden endişe etmeniz gerekmiyor artık ama geldi miydi
Miami'yi silip süpürecek bir mega kasırgadan endişe etmeniz gerekiyor.
Afrika'da cep telefonu demek,
hayatınızın on yıl önceye göre çok daha kolaylaşması demek, ama aynı zamanda
terörist grupların size zarar verme tehlikesinin de on yıl önceye göre çok daha
ciddi ve gerçek olması demek. Bana göre bu münazaranın asıl konusu şu: Yüz yüze
olduğumuz risklerin doğasında meydana gelmiş olan değişim bizi korkutmalı mı,
korkutmamalı mı? Yanıt bence aşikâr: Evet, korkutmalı.
Nükleer silah sayısının %80
azaltılmış olması sorunu çözmüyor. Hepimizi havaya uçurmak için tek bir
manyağın eline tek bir silah geçmesi yeter. Kafanıza silah dayayan biri,
“Endişe etme, kurşunların sayısını %50 azalttım,” dese, içimdeki sıkıntı uçup
gitmezdi!
Epidemiyologlara sorarsanız size
insan türünün yok olma tehlikesinden söz edeceklerdir. İnsan türünün yok olma
ihtimalinin söz konusu olmasının nedeni, bu kadar etkileşim halinde, bu kadar
iç içe geçmiş olmamız. Bu durum ölümcül bir organizmanın veya virüsün dünyaya
çok hızlı yayılmasını mümkün kılıyor. Epidemiyologlar bu olgu yüzünden çok
yakın dönemde birden fazla kez bu türden bir olaya ramak kaldığını size
söyleyeceklerdir.
Medikal teknolojide ve belli
hastalıkları tedavi etme becerilerimizde olağanüstü inanılmaz pozitif
değişimlerin yaşandığı konusu doğru. Fakat şunu gözden kaçırmamalıyız ki bu
türden yeni teknolojiler yarattığınızda, aynı zamanda yeni sosyal ve ekonomik
sorunlar yaratırsınız. Örneğin bunların bedelini nasıl ödeyeceğiz? Tıptaki bu
yeni gelişmeleri inceleyen herkesin ortak görüşü, bunların var olan
teknolojilerden beş on kat daha pahalı olacağı. Bu gerçekle yüzleşmek
zorundasınız.
Gençliğimde dinlediğim
kıyametkolikler dünyanın geleceğinin kara olduğunu söylediklerinde
yanılıyorlardı. Bana karamsarlığa kapılmamı öğütlediklerinde de yanılıyorlardı.
Fakat dünyanın kusursuz olduğunu düşündüğümüz fikrine kapılmanızı istemem.
Tabii ki öyle düşünmüyoruz. Tam zıddını düşünüyoruz. Olabilecek dünyayla -ve
doğru işleri yaptığımız takdirde daha da ileride olacak dünyayla-
kıyasladığımızda, bu dünya gerçekten bir “gözyaşı vadisi”, bir "yeis
bataklığı".
“Neşeli ol ki genç kalasın,”
demiyoruz. Ama şunu diyebiliriz: “Enseyi karartma, tutkunu kaybetme.” Savaş,
acı ve keder gelecekte yine olacak, ama geçmişte bunlar şimdikinden kat kat
fazlaydı. Gelecekte insanların hayatlarını iyileştirecek ve yaşadığımız
gezegeni sağaltacak yeni buluşların meyvelerini daha tam anlamıyla toplamaya
başlamadık bile.
Gelişim insanların büyük
çoğunluğun iyiliğine olmuştur. Gelişim özellikle yoksul insanların iyiliğine olmuştur.
Ve simdi de sırf ruhumuza ve psikolojimize yeterince eğilmiyoruz diye gelişimin
birden duracağına inanmak için hiçbir neden yok. Geleceğin parlak olacağını
düşünmek içinse her türlü neden var.”
STEVEN PINKER:
“İnsanoğlunun illüzyonlara, yanlı
düşünceye ve mantık hatalarına ne kadar kolay düşebildiğini hepimiz biliriz. Bu
zihinsel kusurlarımız bizi dünyanın kötüye gittiğine veya varoluşsal tehlikeler
altında olduğuna inanmaya iter. Zihinsel yanılgıların çaresi verilerdir.
Verilerin gösterdiği gidişatlarsa şüpheye yer bırakmıyor: insanlar ortalamada
daha uzun, daha sağlıklı, daha zengin, daha güvenli, daha özgür, daha eğitimli
ve daha barış dolu hayatlar yaşıyor.
Elbette dünyaya bekleyen büyük
zorluklar var. Bu da beni son söyleyeceğim noktaya getiriyor. İyimserlik,
kendini gerçekleştiren kehanettir; kötümserlik de öyle. Elde ettiğimiz
ilerlemeler gizemli tarihsel bir diyalektiğin veya kaçınılmaz gelişim yasasının
sonucu değildir. Sistemlerdeki kırılganlıklar ve nükleer silah artışı da dahil
olmak üzere sorunları tespit eden ve mahvolduk diye yakınmak yerine
yaratıcılıklarını kullanarak ve emek sarf ederek bu sorunları çözen insanların
emekleri sonucudur.”
ALAIN DE BOTTON:
“İnsanlar bu dünyanın sorunu ne
diye kafa patlattıklarında akıllarına daha iyi bir dünya için öneriler geliyor.
Eğitimden bahsediyorlar örneğin. Yeterince bilgili olmadığımızı, ama eğer
eğitim sistemini doğrudan oturtabilirsek işlerin yoluna gireceğini söylüyorlar.
Ama bunun sonu gelmiyor ki! Birileri de diyor ki “Ekonomiyi düzeltip açlığı
bitirirsek işler yoluna girecek”. Sonra savaşları bitirip anlaşmazlıkları
çözmeyi öneriyorlar. Ve bir de tıbba bağlanmış umutlar Tıbbi gelişmeleri belli
bir seviyenin üstüne çıkarırsak insanların çektiği pek çok acıyı
sonlandıracakmışız.
Ekonomik kalkınmanın gerçek
trajedilerinden biri, insanların maddi koşullarını iyileştirince mutlulukların
da artıracağımızı sanmış olmamız. Oysa Richard Easterlin adında bir ekonomist
bundan kırk yıl önce gelir seviyesiyle mutluluk arasındaki ilişkiyi araştırdı
ve bir toplum aşırı zengin olsa bile daha fazlasını arzulama, başkalarını
kıskanma, yüksek statü hırsı ve kaygının sürdüğünü tespit etti. Bir halkın
refah seviyesini yükselterek parasal doyuma ulaştıramazsın. Rekabet, sosyal bir
salgın hastalık. Ve çekememezlik, kıskançlık, yetersizlik gibi duygular
milyarderlerde de var. Durup bir düşünmek için bunlar yeterli olsa gerek.
Bütün dünyayı milyarder yapsak yine beklenmedik ekonomik gelişmeler, mutsuzluklar ve acılar olacaktır. Bu hedefin peşini bırakmalıyız demiyorum. Elbette peşini bırakmamalıyız ama bir 500 yıl sonra herkes diyelim ki bir İsviçreli dişçi kadar kazanıyor diye her şeyin kusursuz olacağını ummamalıyız. Aydınlama’nın büyük rüyası, eğitim sayesinde insanların önyargılarından kurtulacağı, çürümüş fikirleri ve kötü niyetleri geride bırakacağıydı. Aklın ışığı altında tüm bunlar güneşli bir günde pusun dağılması gibi yok olup gidecekti. Ne var ki hiç de öyle olmadı.
Eğitimli toplumlarda da nice
çatışmalar, savaşlar gördük. Dolayısıyla eğitim her derde deva, mucize bir ilaç
değildir. Tıp da bu açıdan eğitime benziyor. Tıp ne kadar gelişmiş olursa
olsun, göz göze gelmekten kaçışın olmadığı bir gerçek var: kendi sonumuz.
Hepimiz kendi minyatür mahşerimizle, kendi kıyametimizle yüzleşmek zorundayız.
Kalp ameliyatlarındaki ve kanser tedavilerindeki gelişmeler çok güzel elbette,
ama kendi sonumuzun kaçınılmazlığı meselesinin üstesinden gelemedik ve asla
gelemeyeceğiz.
Beş yüzyıl içinde bizim yerimizi
alacak bir başka “Homo” türü ortaya çıkabilir. Ama o artık biz olmayacağız.”
----------------------------------
Alain De Botton(1): https://www.yeniakit.com.tr/biyografi/alain-de-botton
Steven Pinker(2): https://tr.wikipedia.org/wiki/Steven_Pinker
Matt Ridley(3): https://www.idefix.com/Yazar/matt-ridley/s=752
Malcolm Gladwell(4): https://www.idefix.com/Yazar/malcolm-gladwell/s=260475
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder