28 Temmuz 2020 Salı

28 Temmuz 2020 Salı 22:30 CORONA GÜNLERİ..................................Yeşilçam

Yeşilçam dedikleri

Bugünlerde nedendir bilinmez bir "Yeşilçam şarkıları" tutkusu yaşıyorum. Sabah yürüyüşü yaparken genellikle türkü dinlerim. Çocukluğumda sabahları radyodan dinlediğim yurttan sesler, Muzaffer Akgün ve Neriman Altındağ türkülerinden olsa gerek. Nadiren Emel Sayın'dan türk sanat müziği ya da Orhan Gencebay'dan fantezi müzik vb. dinlerim. Bazı anlar canım nostalji çeker. 1960'lı 70'li yılların şarkıları benim için hala bir numaradır.

İşte Yeşilçam şarkıları da aynı dönemden hafızamda gönlümde iz bırakmış şarkılar. Belki de hayat mücadelesine erken başlamaktan tam yaşayamadığım gençlik dönemimi hatırlatıyorlar. Şimdi hem zamanım hem de müzikten lezzet alma olgunluğum var. Şu anda meselâ telefonumda "sevemedim karagözlüm" çalıyor. Bin defa dinlesem doyamam.

Yeşilçam nedir, niçin öyle denmiştir bilir misiniz?  Türk sinemasının 1950-60’lardan 80'lerin sonuna kadar belki 30 küsur sene böyle bir ismi vardı. Beyoğlu'nda, herkesin bildiği meşhur İstiklal Caddesinde şimdi pek bir kimsenin bilmediği kendi haline terk edilmiş küçük bir sokak "Yeşilçam sokağı". İşte bu sokak, bir zamanlar yıllarca Türk sinemasının kalbi, binlerce insanın ekmek kapısı, birçok ünlü yıldızın doğup büyümesine ön ayak olmuş.

Yeşilçam sokağı, 1980 öncesinde tüm film şirketlerinin yazıhanelerinin bulunduğu bir sokaktı. Adeta Türkiye’nin Hollywood’uydu. Şayet Yeşilçam olmasaydı Türk Sineması diye bir şey de olur muydu bilemiyorum. Yılda 200'ün üstünde film çekilen, repertuarında binlerce filmin yer aldığı bir üretim merkeziydi. Elbette bu dönemde bir çok piyasa filmi de yapıldı, ancak unutulmaz filmler de çıktı aynı sokaktan. Bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen hala izlemeye doyamadığımız "Yeşilçam filmleri"ydi onlar.  

Yeşilçam sinemasının 1950'li yıllarda, özellikle de 1952 yapımı ”Kanun Namına” isimli filmle başladığı kabul ediliyor. Türk sineması elbette daha önce de vardı. O kısma "Tiyatrocular dönemi" deniyor. Bazı tiyatro oyuncuları bu yeni döneme karşı çıkmışlar. Yeşilçam filmlerinde oynamayı reddetmişler. Kabul edenler de olmuş tabi ki. Bu yüzden bir ayrışma olmuş daha yolun başında. Üstelik eskiden bugünkü gibi ajans ve menajerlik sistemi olmadığı için birkaç kişi hariç dönemin tüm popüler oyuncuları yarışmalarla sinemaya kazandırılmış.   

Sektörün sıçrama yapması da başlangıçta ekonomik. 1948 yılında Belediye Gelirler Kanunu’nda, yerli filmler için %75 olan vergi, %25′e düşürülünce, para kazanma imkanını gören yapımcılar, yeşilçam sokağında yoğunlaşmışlar. Bu dönemde yerli filmlerde de hızlı bir artış var. 10 yılda 50 film çekebilen Türk sineması aynı sayıya 1 yılda ulaşıp aşmış. Bu sebeple 1950′li yıllar Yeşilçam sinemasının ilk büyük dönemi. “Yeşilçam” sokağı bu yıllarda ülkenin sinema endüstrisi haline gelmiş. Yaklaşık 30 yıl boyunca da Türk sinemasının kalbi kabul edilmiş.

Bir nevi bizim Hollywood’umuz olan Yeşilçam, Türk sinemasının en aktif olduğu yılları görmüştür. İstanbul merkezli çekilen filmler, o dönemde ülkenin her bölgesinde oynatılmakta ve salonlar dolup taşmaktaydı. Tabi ki o zamanlar hayatımızda internet yoktu, televizyon kanalları sınırlıydı ve eğlence sektörü şimdiki kadar gelişmemişti. Bu durum, sinema sektörünün gelişmesine fırsat sağlamıştı.

O günden bu yana her yeni neslin zihninde, Yeşilçam’dan bir ya da birçok sahne mutlaka iz bırakmıştır. Kuşkusuz bahçelerde, boş mahalle arsalarında açılan yazlık sinemalar artık tarihe karıştı. Televizyon sinemaları, internet de televizyonu sollayıp geçti.  Doğal olarak sinema kültürümüz de çok değişti. Yine de insan çekirdek çitleyip, kuru yemiş ve gazoz eşliğinde topluca ağladığımız, güldüğümüz o günleri özlüyor. Yeşilçam’ın en unutulmaz zamanları, tüm mahallelinin bir araya geldiği o yazlık sinemalardı.

Yeşilçam sinemasının miladı olarak kabul edilen ”Kanun Namına” film 27 Ekim 1952 tarihinde gösterime girmiş. Yönetmeni Ömer Lütfi Akad. Başrol oyuncuları Ayhan Işık ve Gülistan Deniz’di. Osman Seden tarafından gerçek bir cinayet üzerinden yola çıkılarak yazılmış. Sinemamızın uluslararası alanda ödül alan ilk filmi 1963 yapımı Susuz Yaz filmi de bir Yeşilçam dönemi ürünü. Aynı dönemde başta Kerime Nadir olmak üzere birçok yazarın kitapları filme uyarlanmış. Hülya Koçyiğit, Sadri Alışık ve Çolpan İlhan bu dalgaya öncülük eden isimler. 

Yeşilçam dönemimin bir başka ilginç ismi Sefa Önal. Yaklaşık 400 filmin senaristliğini yapmış. Aynı zamanda onlarca filmin yönetmeni. Safa Önal'ın bu alanda Guinnes Rekorlar Kitabı’na girdiği biliniyor. Yeşilçam’ın birçok filminin senaryosu ona ait. Meselâ;Tatar Ramazan, Yumurcak, Ah Güzel İstanbul, Menekşe Gözler ve Evlidir Ne Yapsa Yeridir gibi filmlerin senaryosunu o yazmış. Ayrıca; Cingöz Recai, Sezercik Yavrum Benim, Küçük Ev gibi filmlerin de yönetmenliğini yapmış.

Yeşilçam bir çok seri filmin çekimine de vesile olmuş. "Clali ibo", "Küçük hanım", "Ayşecik", "Turist Ömer" bunlardan sadece bir kaçı. İş yaptıkça 2.ncisi, 3.ncüsü yapılmış. İçlerinden seri olarak 8-10 film yapılanlar var. "Hababam Sınıfı" serisinden bahsetmeden Yeşilçam tamam olmuş olmaz. İlki 1 Nisan 1975 tarihinde gösterime girmiş. Rıfat Ilgaz’ın yazdığı romandan uyarlanan film Türk Sinema Tarihi’nin en önemli serilerinden birini başlattı.  Münir Özkul, Adile Naşit, Kemal Sunal, Tarık Akan, Halit Akçatepe gibi dev isimlerin yer aldığı serinin yönetmen koltuğunda Ertem Eğilmez vardı.

‘Sihirli perde’ olarak da tanımlanan sinemanın Türk insanının hayatına girdiği 14 Kasım 1914’ten bu yana geçen 108 yılda, Türk Sineması yaklaşık 6 binin üzerinde filme imza attı. Özellikle 1966 yılı, 239 filmle bir rekordu. Buna karşılık 31 film çekilen 1991 yılı ise sinema tarihinin en durgun yılıydı. Çoğunlukla Amerikan ve Mısır sinemasından esinlenen Yeşilçam filmleri zaman içinde kendi karakterini bulmuş ve türk halkını peyaz perdeye yansıtmıştır.


Yeşilçam anıları

Yeşilçam; filmleri, yazlık sinemaları ve ünlüleriyle akıllardadır. Buna bir de dönem şarkılarını eklemek lazım. Zamanımızın çoğunu evde geçirdiğimiz şu corona günlerinde iyi ki müzik var, iyi ki "Yeşilçam şarkıları" da var. Onlar neredeyse ezbere bildiğimiz ve hep özlemle andığımız, dinlemekten bıkmadığımız şarkılar. Kuşkusuz Yeşilçam filimlerinin ayrıca anılarımızda yer edinmiş birbirinden güzel enstrümantal müzikleri de var. Meselâ "Hababam Sınıfı, Sultan, Köprü, Aile Şerefi, Köyden İndim Şehire, Dila Hanım, Kader Bağlayınca, Devlerin Aşkı, Canım Kardeşim, Çöpçüler Kralı ve Selvi Boylum Al Yazmalım" bunlardan sadece birkaçı. Bu müzikler hepimizde o kadar yer etmiştir ki, melodiyi duyduğumuz anda o filmlerin sahneleri gelir gözlerimizin önüne.

Ancak ille de sözlü şarkılar en fazla etkilemiştir seyirciyi. Zaman TV, internet, klip vb olmayan bir dönem. O günün öne çıkan şarkıcısını ve plağını desteklemek üzere film yapılmış bolca. Şarkıcı da en güzel şarkısını o filmde okumuş. Hem o kazanmış, hem de Yeşilçam. Sinema salonları özellikle yazlık bahçeler hınca hınç dolmuş seyirciyle. Film şarkıyla bütünleşmiş, şarkı da şarkıcı da filmle. Bugün bile unutulmaz hatıralar bırakmışlar gönlümüzde. "Samanyolu, Hasretinle Yandı Gönlüm, Şarkılar Seni Söyler, Boş çerçeve, Şarmaşık gülleri, Hayat Bayram Olsa, Artık Sevmeyeceğim, Sonbahar yaprakları, Sevemedim Kara Gözlüm, Ben Seni Unutmak icin Sevmedim, Benim Gözüm Sende, Buruk Acı, Sonbahar Rüzgarları,Keloğlan, Oh Olsun" gibi pek çok şarkı var böyle unutamadığımız. Orhan Gencebay'ın, Ferdi Tayfur'un ve daha pek çok meşhur şarkıcının yaptığı filmleri saymıyorum bile.


Beyaz perdeyle ilk tanışmam 8mm’lik küçük bir makinayla duvara yansıtılan “Cilalı İbo ve Kırk Haramiler” (1964) filmiyle oldu. Daha 7-8 yaşındaydım. Kasabamızda fotoğrafçılık yapan rahmetli Bedri amca evinin salonunda mahallenin çocuklarına böyle filmler gösterirdi. Tabi ödeyecek harçlığımız varsa. Ertesi yıl ilk sinema deneyimimi yaşamıştım. O zamanlar küçük kasabamızda bile iki tane kışlık sinema vardı. Gelen filmleri megafonla sokaklarda üzerine afiş asılmış araba dolaştırarak duyuruyorlardı. Hiç sinemaya gitmemiştim. Ama etraftaki curcunaya, gidenlerin ballandıra ballandıra anlattıklarına bakıp özeniyordum. Param yoktu, üstelik sinema ailemde 'o da neymiş!' türünden mesafeli durulan bir şeydi.
Arada evden o taraflara doğru keşif yolculukları yapıyordum kısa, kısa. Sinemaya girenleri gözlüyordum imrenerek. Bir ara etraf 'Turist Ömer, Turist Ömer' diye yıkılıyor, o küçücük kasaba bu filmle çalkalanıyordu. Hava soğuk ve pusluydu. Gece değildi ama akşamın karanlığı erken çökmüş gibiydi. Dayanamadım, kendimi bir anda sinemanın önünde buldum. İnsanlar kuyruk olmuş bilet alıyorlardı. Baktım, kapıda biri durmuş biletleri yırtıp insanları içeriye alıyor. Oraya kadar sokuldum. Amacım dalgalanan kadife perde aralığından içeriye bakabilmekti. Merak ediyordum. Benim gibi birkaç çocuk daha vardı yanımda. Nasıl olduysa bir an, kalabalıkta oğlanın biri aradan kaynadı geçti içeri. Biz de yapabilir miyiz acaba ? derken bir dalgalanma daha, biz de koltuk altlarından, palto ve bacak aralarından içeri daldık.
İlk defa bir sinemaya giriyordum. Aydınlıktan zifiri bir karanlığa düşmüştüm. Yalnız arkadan, balkon tarafından fışkıran su gibi bir ışık demeti perdeye yansıyordu. Perdede bir adam; üstünde koyu gri bir gömlek, kirli keten bir pantolon, yamuk yumuk bir şapka. Önüne gelene sağ elini başında yukardan aşağı tutarak değişik bir selam veriyor. Konuşmalar, müzik, sesGözümü o beyaz perdeden alamıyordum. Etraf çok karanlıktı. El yordamıyla daha öne, daha öne doğru gittim. Sağımı solumu görmüyordum ama birileri sürekli beni iteliyordu. Sonunda sahnenin sağ tarafına yığılmış ayakta dikilen bir kalabalığın önüne kadar gitmişim.
Öyle ağzım açık seyrediyorum ki ne kadar geçti farkında değilim. Belki 10-15 dakika, belki de yarım saat. Önce ensemde bir pençe hissetim, sonra da geriye doğru çekildiğimi. Tam da Vahi Öz 'Bediaaa !' diye höykürürken yakalanmıştım. Kapıda bilet yırtan adam beni iki dakikada kaçak girdiğim kapıdan fırlatıp atmıştı. Şoktaydım. Arkamdan bağırıp çağırdıklarını anlamadım bile. O günden beri yüzünde buruk bir gülümseme, kaytan bıyıklı, garip giyimli, tuhaf selamlı “Hey yavrum heyyyyy !” diye konuşan o adamı hiç unutmadım.
Çocukluğumun henüz beyaz camın bile olmadığı altmışlı yılları. Radyolu evlerin ender olduğu bir dönem. Sinema en gözde eğlence. Akşamları gidilen ve yeşilçam filmlerinin yazlık bahçe sinemalarında ailecek, bütün kasaba hep birlikte seyredildiği yıllar. O günlerde çocukluk akşamlarımız, sinema girişinin sihirli ışıklarıyla ve en güzel şarkılarıyla renklenirdi. Gece karanlığında, makine dairesinden perdeye fışkıran ışıklarla yansırdı bir bir o dönemin yıldızları. Perdede tanıdık bir yıldız göründüğünde ise bir alkıştır kopardı bahçeden. 
Benim için filmin ne olduğu, hangi yıldızın oynadığı hiç fark etmiyordu elbette. Bu akşam bir yazlık sinemaya gidelim de, ne olursa olsundu. Akşam yemeği çabucak yensin, hazırlanılsın, yola koyulup yürünsün. Sinemaya girince de sağa-sola bakılsın, çekirdek çitlensin, yalı gazozu içilsin ve perdeye yansıyan sihirli dünya bizi alıp götürsün farklı dünyalara. 75 kuruşluk biletle renklensin hayatlarımız...Bizim kasabamız eskiden tahta sandalyeleriyle ünlüydü. Bütün kahveler, düğün yerleri, bahçeler, parklar ve de yazlık sinemalarda bu ağaç sandalyeler kullanılırdı. Yazın parkımız da güzeldi ama yazlık sinemalar da dolup dolup taşardı hani. Yaz akşamları aileler çoluk çocuk ya parka ya da bu bahçe sinemalarına giderlerdi.
Televizyonun olmadığı zamanlardan söz ediyorum tabi ki. Düğünler, nişanlar, sünnet ve kına eğlenceleri de sokakta yapılırdı. Karşıdan karşıya gerilmiş elektrik kablolarında sarkan ampuller aydınlatırdı ortamı. Tahta sandalyeler getirilirdi gündüzden at arabaları ile. Kasabamızın müzisyenleri çalar söylerlerdi ortaya. Renkli ampullerle aydınlatılan koyu yeşil çiçekli parkımızda boş masa bulunmazdı. Oralar kasabamızın sosyal hayatının ve eğlencenin belli başlı yerleriydi. Biz çocuklar için hava hoştu, yeter ki dışarıya çıkalım. İster düğün, ister park, ister sinema.
Sinema ile ilgili ikinci deneyimimi böyle güzel bir yaz akşamı yaşadım.  Yıl 1965, Temmuz ayı. İlkokul üçüncü sınıfı bitirmişim. Karnem pekiyi ile dolu. Okulda öğretmenimin göz bebeğiyim ama evin haşarısı, işe yaramazıyım. Değil karne hediyesi arada bir harçlık bile vermezler. Çok lazımsa yumurta verirler bakkala götürür satarım. Aldığım üç beş kuruş deftere kaleme gider. Bazen kalan 5-10 kuruşla doğru eski kitap satan 'topal Tahir'e giderim. Bana resimli çizgi kahraman dergileri verir, tahta sandalye üzerinde okur, sonra da koşa koşa eve dönerim.
O ara Körfezde oturan halam aile büyüklerimi ziyarete gelmiş. Yanında iki de genç görümcesi. Onlar sinemaya alışkınmışlar. Delikanlı amcam, ablasını ve genç misafirleri akşam gezmesine sinemaya götürmeyi düşünmüş. Ben de ağladım, sızladım peşlerine takıldım. Mecburen yanlarında götürdüler. Sinemanın girişi bir renk, müzik ve ışık cümbüşü halinde. Afişler göz alıcı. Yakında, pek yakında…Aşkların En Güzeli, Çöl Kanunu, Duvarların Ötesi, Gurbet Kuşları, Vurun Kahpeye, Gözleri Ömre Bedel. Her taraf renkli afişlerle donatılmış. Şimdiki program: Ayşecik Cimcime Hanım.
Film hakkında bir bilgim yok. Yalnızca Ayşeciğin çocuk olması beni heyecanlandırıyor. Bir de afişteki şapkalı, yukardan aşağı selam veren adam tanıdık. Turist Ömer bu ! Onu kışın az biraz seyretmiştim. Aaa! Şimdi o da mı var bu filmde ? Heyecanım kadar bu sefer merakım da artıyor. Amcam bilet alırken yerimde duramıyorum. Beni zor zapt ediyorlar. Nihayet içeriye giriyoruz. Perdenin önüne sıra sıra tahta sandalyeler dizilmiş.  En arkada küçük, biraz yüksekçe bir kulübe var. Önünde de ufacık bir pencere. İnsanlar çoluk çocuk oturmuşlar çekirdek çitliyorlar. Gazozcu kucağındaki kasayı tıngırdatarak arada dolaşıyor.
Dikkatim kocaman beyaz perdede. Tahta sandalye üzerinde kıpırdamadan, heyecanla bekliyorum. İkide bir 'Plopff '..' diye, 'Gazuuuz, soğuk gazuuuz !' sesler duyuyorum. Elindeki açacakla mütemadiyen gazoz açıyor adam. Nihayet müzik kesiliyor, ışıklar sönüyor. Gökyüzündeki yıldızları görüyorum, ne çoklarAniden arkadaki küçük pencereden ışık fışkırıyor beyaz perde üzerine. Üstü açık bahçe sineması perdede oynayan insanların yansımalarıyla doluyor. Önce gelecek programı seyrediyoruz. Sonra da pek yakındayı. Ben ayşeciği merak ediyorum bir de turist ömerin bu filmde ne işi olduğunu.
Yine bir sessizlik, arkadan sinema makinesinin tıkırtıları duyuluyor. Perdede 'Ayşecik Cimcime Hanım',  Zeynep Değirmencioğlu Ayşecik, Sadri Alışık Turist Ömer, Vahi Öz Ruknettin, Mualla Sürer Bedia ve bir sürü isim daha. Hah ! nihayet ayşeciği gördüm. Benden biraz daha küçük ya da benim kadar bir şey. Beyaz tenli, bukle bukle saçları var. Bir de konuşması, tam cimcime yani.
Hah ! Bu da Turist Ömer amca. Kötüler Ayşeciğin babasını öldürüyorlar. Ama o onu koruyup kolluyor.  Arkadaş gibiler. Bir de Rüknettin amca var, ikide bir 'Bediaaa!' diye sesleniyor bir teyzeye. Film bir koşturmaca, kovalamacaya dönüşüyor. En heyecanlı yerinde ışıklar yanıyor. Yine gazozcu çıkıyor meydana. İnsanlar kimi sigarasını yakıyor, kimi biten çekirdekleri yeniliyorlar girişteki satıcıdan. Ben sabırsızca ışıkların kararmasını ve perdenin canlanmasını bekliyorum. Biri gazoz uzatıyor, onu bile unutuyorum elimde. Dakikalar geçmiyor
Film yeniden başlıyor. Turist Ömer, Rüknettin, Bedia güldürüyor insanları. Ayşeciği herkes çok seviyor. Görümceler habire çekirdek çitliyor. Halam ağlıyor. Ben kötülere kızıyorum. Ama Turist Ömer'le Ayşecik de birbirlerini çok seviyorlar. Herkes mutlu ayrılıyor sinemadan. Yerler sigara izmariti, çekirdek kabuğu ve gazoz şişeleriyle dolu. Benim gözüm, çıkarken bile beyaz perdeye takılı. Orada oynayan onca insan, sesler, arabalar nerde ? Bir an Ayşecik'le Turist ömer'in bana el salladıklarını görüyorum. Ben de onlara el sallıyorum gizlice. 
Aradan tam 55 yıl geçti. Hayalimdeki o sahne hala aklımda. Sonrasında defalarca Ayşecik, Turist Ömer filmi izledim. O anı, o tadı bir daha bulamadım. Güzel bir yaz akşamı gezmesinden miydi ?, Ayşecik mi bana kendini sevdirmişti yoksa Turist Ömer'le akraba mı olmuştum ?, O akşam ne gülmüş, ne ağlamıştım. Sadece seyretmiştim. Elimdeki gazozu değil, perdedeki hayalleri içer gibi seyretmiştim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder