Manisa 1979’un alacakaranlık kuşağını yaşıyordu.
İstasyondan Hatuniye camii aksında sol taraf solcuların, sağ taraf ülkücülerin
kurtarılmış bölgeleri sayılıyordu. Üstelik bu bölünme sadece gençlerle de
ilgili değildi, o mahallelerdeki polis karakolları da aynı karanlık oyunun
parçası haline gelmişlerdi. Anlatılanlardan buralara düşen karşıt görüşlü
gençlere inanılmaz işkenceler yapıldığı kulaktan kulağa duyuluyordu.
Yılın başında Sultan camiine giden bulvarda motosiklet
üzerinde öldürülen iki gençle ilgili olay henüz unutulmamıştı. Zirai donatım
Bölge Müdürlüğü tren istasyonunun sol tarafında Devlet Hastanesinin hemen
arkasındaydı. Burası muhit olarak solcuların hakimiyetinde biliniyordu. Eylül
ayına geldiğimizde kaldığım apartman dairesine yaz tatilinden dönen öğrenciler
gelmeye başlamıştı. Mecburen kalacak ev arayışına girmiştim. Biraz da işe yakın
olsun diye civarda bakıyordum. Ancak kira pahalı olmasın derken ancak tek
odalı, gecekondu tipi bir ev bulabilmiştim.
Yanımda kalmak üzere kız kardeşimin trenle beraberinde
getirdiği birkaç eşya ile o kırık dökük eve girdik. Hafta sonuydu. Bazı zaruri
ihtiyaçlarımızı çarşıdan pazardan aldık. Durumumuz gerçekten acınacak haldeydi.
Neredeyse hiçbir şeyimiz yoktu. Ev de zaten tek bir oda ve tuvaletten ibaretti.
Ne mutfak ne de lavabosu vardı. Bir köşesinde hem mutfak hem de banyo olarak
kullanabileceğimiz beton şap atılmış küçük bir alan ayrılmıştı bunun için.
Zeminle aynı seviyedeydi ve atık su hafif bir meyille duvardaki delikten dışarı
akıyordu. Ev kerpiçten yapılmış, kireç sıvalı eğri büğrü tek katlı bir yer
eviydi. İlk gece yere serdiğimiz birkaç minder üzerinde yorgun argın
uyuduk.
İşten geldiğimde kardeşimin temizlik yapıp, o tek
odayı ve birkaç parça eşyayı kendince yerleştirdiğini gördüm. Tek tüp üzerinde
ve alüminyum bir tencere ile yemek de yapmıştı. Kilim üzerine bir sofra bezi
serdi ve oturup bir sini üzerinde yemeğimizi yedik. Çay da yaptı sonra. Manisa
henüz sıcaktı. Havalar soğuyunca bir teneke soba alabileceğimizi, biraz da odun
kömür gerekeceğini konuştuk. Bu arada fırsat buldukça düğünden sonra asıl
oturacağımız kiralık evi arayabilirdik.
Ev caddeye açılan dar eğri büğrü bir sokak
üzerindeydi. Gecenin bir yarısı dışarıdan gelen sesler üzerine uyandık.
Koşturmacalar, ayak sesleri ve konuşmalar duyuyorduk. Hatta bir ara grup
pencerenin önünde durup birbiriyle tartıştı. Kardeşim korkmuştu, ışığı
yakmamasını söyledim. İşitebildiğimiz ve anlayabildiğimiz kadar aralarında bir
kahve baskınından söz ediyordu. Kahveyi taramışlar sonra da kendi bölgelerine
kaçmışlardı. Polisin peşlerinde olduğunu söyleyen birilerine baskın sesli olanı
korkmamaları gerektiğini, öbür mahalledeki polisin bu bölgeye giremeyeceğini
söylüyordu. Üzerlerindeki silahları saklamak üzere önden gönderdiler sonra da
dağılıp uzaklaştılar aceleyle.
Perdemiz tam olarak pencereyi kapatamıyordu bile.
Kenarından gölgeler halindeki kişileri görüyor, konuşmalarını duyuyor ancak
yattığımız yerden kıpırdayamıyorduk. Sabaha kadar uyuyamadık tabi ki. Özellikle
kız kardeşim çok korkmuştu, onu teskin etmeye çalıştım uzun süre. Sabah
kahvaltı bile yapmadan şehir merkezine yakın bir semtte oturan polis akrabamıza
götürüp bıraktım onu. O korkunun üzerine bütün gün o evde yalnız
kalamazdı.
İşe gittiğimde memurların aralarındaki konuşmalara
kulak kabarttım. Bizim başımıza gelenlere benzer şeyler anlattılar
birbirlerine. Herkes karamsar, umutsuz ve ürkekti. Ne olacaktı bu memleketin
hali böyle ?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder