Sancılı günler
Acı bir kaza
Haberi Tv haberlerinde duydum. Sakarya Üniversitesi
öğrencilerini taşıyan bir otobüs kaza
yapmış. 14 ölü, 25 yaralı. Gerçekten çok acı bir haberdi. Bir gezi otobüsüymüş.
Olay hafta sonu Karacabey kavşağında meydana gelmiş. Ertesi günün gecesi bir
telefon aldım. Sakarya Üniversitesinden çok eski, öğrencilik zamanımdan bir
arkadaşım arıyordu.
Kazada yaralanan öğrenciler Bursa Üniversitesi Tıp
Fakültesinde tedavi görüyorlarmış. İçlerinde birkaçının durumu da ciddi imiş.
"İlgilenebilir misin ?" diyordu, "Yarın biz de geleceğiz".
Hemen fakülteye gittim. Yaralılardan 7 si ayaktan
tedavi görüp taburcu olmuşlar. İkisi ameliyat edilmiş yoğun bakımdaymış. 16'sı
da özel odalara alınmışlar, tedavi altındaymışlar. Onlarda endişe edecek bir
durum yokmuş. Sabah ziyaret edebileceğimi söylediler. Yurda döndüm ama sabah
ilk işim yine hemen hastaneye gitmek olmuştu. Bu defa hem doktorlarıyla
konuştum, hem de odalarını tek tek dolaştım. Bazılarının ailelerinden gelenler
vardı yanlarında. "Geçmiş olsun, inşallah iyi olacaklar" dedim,
teselli etmeye çalıştım kendimce. İhtiyacı olan birkaçının isteğine yardımcı
olmak üzere çıktım yanlarından.
İkindi üzeri penceremden yurda doğru gelen bir
konvoy olduğunu görünce, hemen önce kapıya haber verdim, geliyorlardı. Bende
tam merdivenlere çıkmıştım ki arabalar birbiri peşi sıra yurda girip idare
binasının önünde durdular. En öndeki makam aracından inen uzun boylu koyu
giysili kişi rektörmüş. Yanındaki ise telefon eden arkadaşım.
Arkadaşım beni tanıştırdı, ben de
"hoşgeldiniz" deyip acılarını paylaştım. Diğer araçlardan inenler de
gelmişlerdi. Baktım ki gelenler arasından üniversite gençliğim zamanından
ağabey dediğim üç tanıdık sima daha var. Arkadaşım ve onlar şimdi Sakarya
Üniversitesinde doçentmişler. Üniversite geçen yıl kurulmuş. Kurucu rektör de Prof.Dr.Ramazan Evren.
Hastaneden geliyorlarmış. Kalabalık heyeti makam
odamda bir saate yakın ağırladık. Tabi ki cenazeler nerelere gitmiş, ne zaman
defnedileceklermiş, kim hangi cenazeye katılsın filan gibi şeyler konuşuyorlar.
Bu yüzden yemeğe kalın teklifimi "gitmeliyiz" diyerek kabul
etmediler. Yaralılarla ilgilendiğim için de bana teşekkür ediyorlardı. Benden
istekleri şuydu; Acaba ilgilenmeye devam edebilir miydim ?
"Tabi ki" dedim "Ne demek". Bu
vaadimin daha sonraki hayatım için ne kadar önemli bir söz olduğunu nereden
bilebilirdim ki.
Böbrek sancım iki üç yılda bir beni yoklardı.
Çalışıyordum ama sancı tekrarladığında dayanılacak gibi değildi. İğne vurdurup
eve gitmem lazımdı. Fakat o gün makamda çok önemli misafirlerim vardı. Mit'ten, Jandarmadan, emniyetten, valilikten ve rektörlükten
ziyaretçilerdi bunlar. Bursa'da faaliyet gösteren terör örgütlerini ve kampüsü
etkileyebilecek son eylemlerini konuşuyorduk. Telefon çaldı.
Arayan Genel Müdürdü. Pat diye "Yurtta
sakallılar çoğalmış, ne yapıyorsun sen orda ?" diye bağırdı bana. O
bağırıp çağırmaya devam ediyor bense "Anlayamadım ? Sakallılar mı ? Nasıl
yani.." deyip duruyordum. Böbrek sancım birden artmıştı. Sustum. O kaba
saba konuşmayı sürdürüyordu. Ne dediğini anlamaya, bu arada da kafamı toplamaya
çalışıyordum. Sonunda kastını anladım. Benim belli bir grubu kolladığımı söylüyordu düpedüz. Kızmıştım. Misafirler
dikkatle telefon görüşmemi izliyorlardı. Ancak, sabrım taşmış, kopmamasına
çalıştığım ip birdenbire kopuvermişti.
"Sayın Genel Müdürüm burası 5000 kişilik bir
yurt, sakallısı da var punku da, başörtülüsü de var mini eteklisi de"
dedim yüksek sesle. Şaşırmıştı, aynı ses tonuyla devam ettim. "Şayet taraf
tutmuş olsaydım bütün gruplar böyle bir arada olabilir miydi ? Kastettiğiniz grubu
kollasaydım diğer gruplar beni bir saniye burada tutarlar mıydı ? Burada
tek başıma barışı, huzuru sağlamaya çalışıyorum. Hem de kimsenin burnu
kanamadan, herkesin katkısıyla."
Genel Müdür "Şimdi Müdür bey, oradan devamlı şikayet alıyorum. Böyle olmaz !" diye bir seviye alttan üsteledi yeniden. Artık
saatin zembereği boşanmıştı sözümü sakınmadım ben de.
"Sayın Genel Müdür, beni
buraya gönderirken bir çok söz verdiniz. Ben sözümü tuttum ama siz hiçbirini
yerine getirmediniz. Alanım olmamasına rağmen, memleketimin bu köşesinde adeta
yirmi yıl öncesinde kalmış olayların yeniden yaşanmasına razı olmadım. Bu güne kadar da elimden geleni yaptım. Önemli
ölçüde huzur ve güven sağlandı. Dahası yurtta pek çok iyileşme ve gelişme de sağladık. Bütün bunlara karşılık bu davranışınızı hak etmediğimizi düşünüyorum. Asıl olmaması
gereken şey bu işte !" Bir an hem odada hem telefonda bir sessizlik oldu.
Telefondaki ses aniden bir şey fark etmiş gibi kısa ve tok bir sesle
sordu "Kim var orada ? Senin yanında kim var ?"
Etrafıma baktım, merakla yüzüme bakıyorlardı.
Farkında değilim ama, sanırım adamın kaba ve yüksek frekanslı sesini onlar da ta başından beri dinlemişlerdi.
Bir an tereddüt ettim. Herhalde yanımda öğrenci ya da personel olduğunu sanmış
olmalıydı. Böyle diklenmemin sebebi ona göre ancak hava atmak olabilirdi çünkü.
Oysa durum tamamen farklıydı. Misafirlerim buradaki durumu en iyi bilen
kişilerdi. Taraf olmak değil, tam tersi bitaraf olarak yaptıklarımı an be an
yaşamış ve takip etmişlerdi. Şahitlerimdiler yani, devam etmeye karar verdim.
"Yanımda Bursa ilinin güvenlikle ilgili en üst
düzeyde yetkilileri var. Mit'ten, Jandarmadan, emniyetten, valilikten ve
rektörlükten arkadaşlar. Bu konuştuklarımızı da duydular. Onlar şahidimdir ki
burada son bir yılda pek çok güzel şey yaptık, olmaz denilenleri başardık. Ama
hiç desteğiniz olmamasına rağmen, beni asla yapmadığım bir şeyle suçluyorsunuz.
O zaman ben bir yıllık sözümü tuttum. Siz de tutun ve beni bırakın !"
Son cümlemi söylerken aslında erken olmasına rağmen Sakarya Üniversitesine gidebileceğimi söylemek istemiştim.
Telefon şak diye yüzüme kapandı. Görüşme bitmişti.
Bir süre hareketsiz kaldım. O kadar dalmışım ki misafirler ayaklanıp vedalaşmak
üzere ellerini uzatınca kendime gelebildim. Durum gerçekten travmatikti. İş
konuşmanın imkanı kalmamış, onlarda kalkıp gitmeyi ve beni yalnız bırakmayı
tercih etmişlerdi. Birkaçının teselli babında omuzuma vurduklarını
hatırlıyorum.
Onları yolcu edemedim. Bir süre oturdum kaldım
yerimde. Artık kopmuştu, bir süredir gerilip duran pamuk ipliğine bağlı
ilişkiler bu olayla sona ermişti. Gitmeliydim, daha burada eskisi gibi görev
yapmama imkan yoktu. Yine sancım tutmuştu, iğne vurunmalıydım. Ayağa kalkıp
odamı kapattım ve sağlık odasına doğru yürüdüm.
Ertesi sabah tarih 17 Nisan 1993'tü. Fakültede
doktora görünmüş ve 10 gün rapor almıştım. Düşüncem ilaçlarımı kullanıp evde
istirahat etmekti. Bir taraftan artan sancılarım, diğer taraftan Genel Müdürle
yaptığım o telefon görüşmesi. Bende moral diye bir şey kalmamıştı zaten. Böyle
çalışamazdım.
Odama döndüğümde acı haberi duydum. Özal ölmüştü.
Türkiye'nin tonton başbakanı, 8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat etmişti.
Birden karar verdim, Ankara'ya gidecektim. Cenaze törenine, hiç değilse namaza ben de
katılmalıydım.
Raporlu olmama rağmen Cenaze namazının kılınacağı
gün Ankara'ya gittim. Bir gün evvel Özal'ın naaşı 20 Nisan Salı günü Gülhane
Askeri Tıp Akademisi'nden alınarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde hazırlanan
katafalka yerleştirilmişti. Burada saygı geçişi sabaha kadar aralıksız sürmüş,
erkeği kadını, yaşlısı ve genciyle binlerce kişi gözyaşları içinde Özal için
Fatiha okumuştu. Naaş, 21 Nisan Çarşamba günü saat 10.30'da TBMM'deki
katafalktan alınarak, büyük bir devlet töreniyle Kocatepe Camii'ne
götürülecekti.
Cenaze korteji görülecek şeydi. Büyük bir halk
kalabalığı "Sivil Cumhurbaşkanı", "Demokrat Cumhurbaşkanı",
"Dindar Cumhurbaşkanı" pankartları ve tekbir sesleri ile arkasından
yürüyor, yol kenarında birikmiş pek çok insan da hıçkırık ve gözyaşları içinde
onu uğurluyorlardı.
Sonunda Genç Harbiyelilerin çektiği top arabası
Atatürk Bulvarı, Sıhhiye ve Mithat Paşa Caddesi'ni takiben Kocatepe Camii'ne
ulaştı ve cenaze musalla taşına kondu. Bu arada sadece Kocatepe Camii'nden değil,
bütün Türkiye minarelerinden yanık selalar yükseliyordu. Cenaze namazı öğleyi takiben Diyanet İşleri Başkanı
tarafından kıldırıldı. Sonra da özel bir uçakla İstanbul'a nakledilmek
üzere Esenboğa Havaalanı'na götürüldü.
İstanbul'daki cenaze töreni ise daha muhteşemdi.
Kanal 6 Televizyonu zaten sürekli canlı yayındaydı. Diğer televizyonlar da
Ankara ve İstanbul'daki cenaze törenlerini naklen verdiler.
Onu sevmiştik. Gerçekten tabuları yıkarak,
Türkiye'ye biçilmiş, değişmez denilen kaderi değiştirmiş bir adamdı. Gerek
başbakan gerekse Cumhurbaşkanlığında, onun deyimiyle müthiş bir transformasyon
geçirmişti ülkemiz. Adeta çağ atlamıştık. O milletin adamıydı, milletini
yepyeni yeni ufuklara taşımıştı. Allah rahmet eylesin.
Büyük tartışma
Gelmişken Genel Müdürle görüşmek istiyordum. Çünkü
Bursa'dan ayrılmadan bir gün önce Sakarya Üniversitesinin Genel Müdürlüğe bir
muvafakat yazısı gönderdiğini telefon edip bildirmişlerdi. Bir an evvel gelmem
için de acele ediyorlardı. Takip edip yazıyı elden almalıydım. Zaten artık
ciddi biçimde Bursa'dan ayrılmayı düşünüyordum.
Baktım odada Personel Daire Başkanı da var. Belli ki şahit olarak görevlendirilmiş. Görüşme hayli gergin bir ortamda başladı. Başkalarının
yanında ona söylediklerim için kızgındı. Kendi söylediklerini ise çoktan unutmuştu. Önce kendimi savunmaya çalıştım. Ama kendisini suçlamamaya çalışıyordum.
Olan olmuştu. Zaten artık bu kurumda kalmak da istemiyordum. İlaveten raporlu olduğumu,
tedavimin devam ettiğini de bilhassa belirttim. Niyetim ortamı yumuşatıp sözü muvafakat yazıma
getirmekti.
Baktım, hakarete varan söz ve tavırla üstüme üstüme
geliyor. Zaten rahatsızım, elim ayağım titriyor. Kendimi kaybetmişim "Ben
bu kurumda Daire Başkanlığı yaptım. Ayrıca yüksek lisansımı bile bu alanda
vermeyi düşünecek kadar bağlıydım. Ancak, beni hiçbir tecrübem olmadığı halde bir ateşin içine attınız. Hatırlayın gönderirken bir yıl için demiştiniz değil mi ? Güya ailemin
düzenini bozmayacaktınız. Her türlü desteği vermeye de söz vermiştiniz. Peki ne
yaptınız ? Kayda değer hiçbir destek vermediğiniz gibi ailemi de lojmandan
çıkmaya zorladınız. Buna rağmen ben sözümü tuttum. Bir yıl içinde yurtta huzur
ve güven sağlandı. Hayat normale döndü. Ama böyle devam eder mi bilemem. Çünkü ben
artık yokum. Madem siz de memnun değilsiniz, lütfen muvafakatimi verin,
gideyim."
Bu sözleri beklemiyordu. İri yarı bir adamdı, kalktı
üzerime yürüdü. Adeta ağzından köpükler saçıyordu "Vermiyorum ! Seni de
açığa aldım. Hadi bakalım". Personel daire başkanına "Derhal gereğini
yap. Adama bak be ! Genel Müdüre kafa tutuyor." Oysa benim kafam
zonkluyor, ellerim titriyordu. Ağzım kurumuş, belimdeki sancı yeniden
nüksetmişti. Artık daha fazla ayakta kalamayacaktım. O an artık benim de beynim
dönmüştü "Ne yaparsan yap ! Ben gidiyorum" dedim, arkamı dönüp
çıkarken. Kapıyı çok fazla sert örttüğümü, adeta çarptığımı hatırlıyorum.
Dışardaki sekreterlerin şakın bakışları altında
oradan nasıl çıktım, merdivenleri nasıl indim bilmiyorum. Ancak dışarda, ateş gibi yanan yüzümde serin bir hava hissettiğimde ne yaptığımı
anlayabilmiştim. Açığa alınmanın sonuçları oldukça ciddiydi. Üstelik muvafakat
almam da tehlikeye girmişti.
Birden arkadan iki kişi gelip beni koltukladılar. Yarısı havada yarısı yerde uçar gibi yeniden merdivenlerden çıkmıştık. "Durun ! Ne yapıyorsunuz ?" demeye
kalmadan beni yine makama hem de ite kaka soktular. Bu kez çok yumuşak bir tavırla
konuşuyordu. "Evladım, sen benimle nasıl böyle konuşursun. Ben
senin Genel Müdürünüm" dedi oturmamı işaret ederken. Oturup oturmamakta
tereddüt ediyordum. "Bak sana bir hikaye anlatayım" dedi kendisi
makamına oturarak. Ben hala ayaktaydım. Bakalım ne anlatacaktı ?
"Zamanın birinde yöre beyinin oğlu bir göçebe
kıza aşık olmuş. Babasını sıkıştırıyormuş istemesi için. Adamsa oralı
değilmiş olmayacak bu işe. Ama oğlan da gün gün eriyormuş sevdasından.
Sonunda dayanamayıp vezirlerine "Ne yapalım ağalar ? deyin bakalım"
demiş çaresizce. Çünkü bir göçerle akraba olmayı yediremezmiş kendine.
"Kızı alalım" demiş içlerinden biri. Ben hallederim. Kızın babasına
gitmiş "Bak bey kızını alacak, ver de kurtul" demiş yüksek perdeden.
Kızın babası "Olmaz !" demiş sadece. Omuzlarını silkip dönüp gitmiş yoluna.
Vezir de kalakalmış öylece. Gelip durumu beye iletmiş çaresiz. Bey de çok kızmış tabi.
Diğer vezir araya girmiş "Beyim demiş bu usulünü bilememiş, ben hemen
yarın gider usulünce isterim kızı. Merak etmeyin siz". Hakikaten gitmiş, kızın
babasına "Allahın emri, peygamberin kavliyle kızını bizim beyin oğluna
istiyoruz" demiş en tatlı dille. Adam yine başını, kaşlarını yukarı
kaldırıp, ağzıyla "Çık…Çık !"
etmiş te dönüp gidivermiş. İkinci vezir de kös kös gitmiş beye durumu
anlatmış. Bey iyice köpürmüş, bağırmış çağırmış. Üçüncü vezir bir kenarda kıs
kıs gülüyormuş. "Sen ne gülersin be !" demiş bey hiddetle. O da
"tamam bey, ben anladım. Siz kızı aldık bilin" demiş kurnazca. Ertesi
günü babasını huzura getirtip "Lan eşoğlu eşek, niye vermezsin kızı
?" demiş gırtlağına çökerek. Adamcağız bir yandan yakasını kurtarmaya
çalışıyor, öbür yandan da laf yetiştirmeye çalışıyormuş. "Tamam, tamam. Peki. Ama bana böyle demediler ki !"
Genel müdür kendi anlattığı hikayeye katıla katıla
gülüyordu. Bense hikayenin onun için hiç de gülünecek bir tarafı olmadığını
düşünüyordum. Sonra birden sinirlerim gevşedi, bana da bir gülme geldi. Hikaye tam da onun durumunu anlatıyordu aslında. O gülüyor, ben gülüyordum. Merak edip içeriye giren daire başkanı da bu garip duruma şaşkın şaşkın bakıyordu.
Neyse. Sonunda bu işin artık yürümeyeceğini ikimiz
de anlamıştık. Açığa alınmaktan kurtulmuş, bir çeşit helalleşmiş ve muvafakat
sözü almış olarak çıkmıştım aynı kapıdan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder