İsrâ, Kudüs ve Mirac
Bu gece Recep ayının 27. gecesi.
Yani kültürümüzde Miraç kandili olarak bilinen ve İslam inancında mübarek sayılan bir gece. Üç aylar içindeki ikinci
ışıklı zaman duraklarından biri.
Biz müslümanlar bu gecede peygamberimiz Hz.
Muhammed'in, (s.a.v) Mekke´deki Mescid-i Haram´dan, Kudüs´teki Mescid-i Aksa´ya
götürüldüğüne, oradan da Cebrail'in bile giremediği Sidretül Münteha'yı geçerek
Allah katına ulaştığına inanırız. İşte bu gece yürüyüşüne
"isra", göğe çıkışa da "miraç" denilmiş.
Mescidi Aksa bilindiği üzere
Mekke döneminde Müslümanların ilk kıblesiydi. Tefsir alimlerinden Kasımi'ye
göre Mescidi Aksa'nın ismindeki "Aksa” kelimesi "en uzak"
anlamındaymış. Mekke'ye olan uzaklığından dolayı böyle
adlandırılmış. Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de Mescidi Aksa'dan adıyla
söz ediyor [1]
ve etrafının mübarek kılındığını bildiriyor.
"Kulunu, kendisine birtakım
ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram'dan çevresini mübarek
kıldığımız Mescidi Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır,
görendir." (İsra, 17/1)
Bu âyet aynı zamanda isrâ olayının,
yani Resulullah (s.a.v)'ın gece vakti Mescidi Aksa'ya kadar yürütülmesinin
kesin delili kabul ediliyor. Göklere
yükseltilmesi yani Miraç olayına ise Necm suresinin ilk âyetleri delil
sayılmakta.
"Şimdi siz onun gördüğü
üzerinde kendisiyle tartışıyor musunuz? Andolsun ki, o onu bir başka kez daha
inişte gördü. Sidretu'l-Munteha'nın yanında. Barınma (Me'va) cenneti onun
yanındadır. O zaman (o gördüğünde) Sidre'yi kaplayan kaplıyordu. Göz kaymadı ve
(sınırı) aşmadı da. Andolsun ki o Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını
gördü." (Necm, 53/12-18)
Sabah olunca Resulullah (s.a.v),
olanları ve gördüklerini kavmine anlatıyor. Bunun üzerine kendisini daha çok
yalanlamaya ve sıkıştırmaya başlıyorlar. Mesela kendilerine Mescidi Aksa'yı
anlatmasını istiyorlar. Allah da onu
gözünün önüne getiriyor ve o da orada gördüğü belli başlı şeyleri
anlatıyor. Ama bu durum onların nefretlerini daha da artırıyor ve asla kabul
etmeye yanaşmıyorlar.
Dahası hemen koşup alay ederek Hz.
Ebu Bekir'e (r.a.) arkadaşının bir önceki gece göklere yükseltildiği haberini
veriyorlar. Amaçları, bir tereddüt ve çatlak oluşturmak tabi ki. Ancak o
"Bunu eğer o söylediyse doğrudur. Sizin hayret ettiğiniz de bir şey mi?
Göklerden kendisine vahiy geldiğini haber verdiğinde de ben ona
inanıyorum" diyor. İslam tarihinde müthiş bir iman ve güven örneği olarak anlatılır bu olay. Zaten kendisine de bu yüzden "Sıddık" denilmiş ya.
İslam tarihinde İsrâ ve mirac, ilâhi bir mucize olduğu kadar Yüce Allah'ın
son nebisine, sevgili peygamberimize de bir mükâfatı olarak görülüyor.
Zira, Resulullah (s.a.s.) Mekke'deki
tebliğ vazifesinden dolayı müşrikler tarafından çok eziyet görmüştü. Onunla
birlikte inananlar tam üç yıl süren ablukada açlık ve mahrumiyetle
cezalandırılmıştılar. Ardından amcası Ebu Tâlib'in, kısa süre sonra da mü'minlerin
annesi Hz. Hatice (r.anha)'nin kaybı peşpeşe gelmişti. Bu yıllara onun için hüzün yılları deniliyor.
İşte bütün bu sıkıntılardan
sonra, isra ve miraç hadisesi onu Rabbine yaklaştırarak mükafatlandırmış olmalı.
Çektiği bütün sıkıntılar, içine düştüğü üzüntüler, zorluklar ve yorgunlukları
unutturacak bir hoşnutluk hali gibiydi. Çünkü, son peygamber olarak isrâ ve mirac gecesinde
karşılaştığı manzaralar, gördüğü âyetler ve kendisine karşı yapılan muamele
onun Allah katında ne büyük bir değere sahip olduğunu ortaya koymuştu.
Böylesine büyük bir mucize bütün gelmiş geçmiş peygamberler içinde sadece ona
özel bir durumdu.
Şehid Seyyid Kutub mirac olayı
hakkında şunları söylüyor: "İlâhi gücün ve peygamberlik mertebesinin ne
demek olduğunu biraz idrâk edebilenler bu olayda bir gariplik görmezler.
İnsanoğlunun sahip olduğu güç sınırlıdır... Ama insanoğlu için zor, kolay veya
imkânsız görünen şeylerin hepsi ilâhi gücün önünde aynıdır. Hepsi aynı
kolaylıkla gerçekleştirilir. İnsanın miracı anlayabilmesi için önce kendi
nefsinde imâni bir yükselişi gerçekleştirmesi gerekir. Bunu gerçekleştirdiği
zaman elde edeceği feraset ve basiret onun kâinata bakarak ilâhi gücü
anlamasına ve bu güce sahip olan yüce yaratıcının vahiyle desteklediği bir
insanın asla yalan söyleyemeyeceğini kavramasına yardımcı olur."
Evet. Hz. Ebu Bekir (r.a.)
Resulullah (s.a.v.)'in vahiy ve mirac konusunda bildirdiklerinin doğruluğundan
şüphe etmiyordu. Çünkü o kendi nefsinde imân miracını gerçekleştirmiş bir sadıktı. Kendi
nefsinde iman miracı gerçekleştirenin önünden de bütün şüphe ve tereddütler kalkmış oluyor. Ama nefsinde bu miracı gerçekleştiremeyen kimsenin zihni madde
dünyasına takılı kalacağından aynı teslimiyeti, aynı feraseti
gösterememesi de çok doğal.
Müslüman olarak bizlerin elbette
ki başta namaz hediyesi olmak üzere isra ve
mirac olayından çıkaracağımız pek çok şey var. Mesela, Allah Resulü (s.a.s.)
kendisine gösterilenleri: 'Acaba insanlar akla yatkın bulurlar mı? Kabul
ederler mi?' gibi tereddütlere kapılarak insanlara açıklamamazlık
etmemiş. Miraca yükseltildiği gecenin sabahında başından geçenleri insanlara
anlatmış.
İnsanlar akla yatkın bulsalar da bulmasalar da gerçeğin kendisi zaten gerçektir. Demek ki, eğer bilinmesi gerekiyorsa, bir sır değilse ve açıklanması maslahata
aykırı değilse mutlaka açıklanmalı.
Mirac kelime olarak
"yükselme, yücelme" anlamına geliyor. Bu anlamda, mü'minin imanıyla
yücelmesi onun için bir mirac oluyor. Bu mertebe, elbette ki islâm'ın insana kazandırdığı ahlâki ve imâni değerlerle donanmak, İslâm'ın
güzelliklerini kendinde toplayabilmekle mümkün. Bu yüzden miraca önce kalple
hazırlanmak gerekiyor. Onu yaşamak isteyen her mü'minin kalbini iman ve hikmet
sırlarına aykırı kirlerden arındırması, temizlemesi lazım.
Allah Resulü (s.a.s.) bir hadisi
şerifinde: "Namaz mü'minin miracıdır" buyurmuş. Ancak namazın
gerçekten bir mirac olabilmesi için mü'minin adeta Allah'ı görüyormuşçasına [2] ibadet
etmesi gerekiyor. İşte bu ruh ve hisle kılınan namaz gerçekten mü'min için bir
mirac olabilir. O zaman mü'min günde beş kere miraca yani Allah'ın katına yükselme
mutluluğuna erişir. Günde beş kere miraca yükselebilen mü'minden de iyilikten
başka bir şey beklenmez herhalde.
Kendi hayatlarında mirac
gerçekleştirebilenler, isra ve mirac ruhunu bir hayat şuuru edinebilenler
"iman kardeşliği"nin [3]getirdiği
sorumluluğun da farkındadırlar.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in, Miraç Kandili dolayısıyla Kudüs’e yaptığı ziyaret bu nedenle oldukça anlamlı. Filistin Din İşleri ve Evkaf Bakanı Şeyh Yusuf Edais’in resmi daveti üzerine dün Filistin’e giden Görmez, TİKA Başkanlığının Kudüs’te düzenlediği iftar programına da katılmış.
Görmez, ziyaretinin devamında yaptığı resmi görüşmelerin yanı sıra Sabah ve Cuma namazlarını Mescid-i Aksa’da kılarak örnek bir davranış sergilemiş.
Görmez'in Kudüs ve Mescid-i Aksa ziyareti iman kardeşliğimizi bir kez daha hatırlattı bütün dünyaya. Yayınlamış olduğu Miraç Kandili mesajında yer verdiği görüşlere tüm kalbimizle katılıyoruz: “Eşref-i mahlukat olmanın bilinciyle daha ferasetli bir bakış, daha merhametli bir lisan, daha güzel bir ahlâk, daha ümitvâr bir yürek, daha huzurlu bir dünya için dualarımızı miraca gönderelim.”
İsra ve Miraç hadisesine konu
olan Kudüs eskiden beri peygamberler şehri ve o ümmetlerin de kıblesi olarak
biliniyor. Belki de Hz. Muhammed (s.a.v)’in bütün gelmiş geçmiş peygamberlerin
son varisi olduğunu göstermek için seçilmişti.
Allah
dileseydi, şüphesiz onu Mekke'den de göklere yükseltebilirdi. Ancak İsra ve Mirac
olayında Hz. Peygamber (s.a.v)'e refakat eden Cebrâil (a.s.)'in onu önce
Kudüs'e getirmesi sonra göklere yükseltmesi bu şehrin taşıdığı mana ve önem
dolayısıylaydı. Demek ki, Yüce Allah son peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m)'in Kudüs'ü
ziyaret etmesini ve bu peygamberler şehrindeki ilâhi âyetlere şahit olmasını
dilemişti.
Kudüs kurulduğu günden bu yana
vahyi, ilahi tebliği ve peygamberlik müessesesini temsil etmiş mübarek bir mekan. Çok sayıda
peygamber hayatlarının en azından bir bölümünü bu kadim şehirde geçirmiş.
Tarihi
kaynaklardan, tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerden ve hadislerde verilen
bilgilerden Mescidi Aksa'nın ilk şeklinin Hz. Süleyman (a.s.) tarafından
yaptırıldığı anlaşılıyor.Ancak, Mescidi Aksa'nın Hz. Zekeriya
zamanındaki şekli bile Hz. Süleyman (a.s.)'ın inşa etmiş olduğu mabedin aynısı
değildi. [4]

Bu nedenle müslümanlar için en kutsal ikinci
mekan [5] özelliği taşıyor. Aslında, genel
olarak Mescid-i Aksa denildiğinde ilk akla gelen yapı üzerindeki altın kubbeli
yapı oluyor. Çünkü Kubbetüs Sahra bugün Mescid-i Aksa ile bütünleşmiş durumda. Ancak
Mescid-i Aksa tepenin üzerindeki yerleşkenin tamamına verilen bir isim. Kubbetüs
Sahra bu yerleşke içindeki yapılardan sadece biri.
Yapının tam karşısında El Aksa
camisi var. Müslümanlar kutsal kabul ettikleri muallak taşı üzerine
Kubbetüs Sahra'yı inşaa etmişler. Muallak taşı da müslümanların Hz. Muhammed'in s.a.v) miraca yükseldiğine inandıkları tapınak tepesinin merkezindeki kaya
parçası oluyor.
Onu Yahudiler de kutsal kabul ediyorlar ve başlangıç kayası diye
adlandırıyorlar. Onlara göre de Kudüs mabedi bu kaya
üzerindedir. Çünkü, Muallak Taşının bulunduğu tepe
üzerinde eskiden Kudüs Tapınağı varmış.
Müslümanlara göre ise mevcut yapılar
Süleyman peygamber döneminde inşaa edilen yapıların devamı niteliğinde. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v)’in,
asırlardır peygamberlerin kıblegâhı olan Kudüs’e uğradıktan sonra, Miraç’ta
namaz hediyesini alması sebepsiz değil.
Miracınız kutlu, ibadetleriniz makbul, dualarınız kabul olsun inşallah. Ama, isra ve mirac mucizesinde seçilen mübarek belde Kudüs'ü ve garip Mescidi Aksa'yı da düşünmeden geçmeyin. Acılı, mahpus, en tabi özgürlükleri bile kısıtlanan Filistin'li kardeşlerinizi de unutmayın...
[1] Kur'an-ı
Kerim'in bazı yerlerinde de bu mescidden ismi anılmaksızın söz edilmektedir. "Bunun
üzerine (Zekeriya a.s.) mescidden kavminin karşısına çıkıp onlara: "Sabah
ve akşam tesbih edin" diye işaret etti." (Meryem suresi 11. Ayet) "Rabbi
onu (Meryem'i) güzel bir kabulle kabul etti; güzel bir şekilde yetiştirip
büyüttü ve onun bakımını Zekeriyya'nın yükümlülüğüne verdi. Zekeriyya ne zaman
onun bulunduğu mabede girse yanında yiyecek bulurdu. "Ey Meryem! Bu sana
nereden geliyor?" derdi. O da: "Allah'ın katındandır. Şüphesiz Allah
dilediğine hesapsız rızık verir" derdi." (Ali İmran suresi, 37. Ayet)
"Onun (Zekeriyya (a.s.)'ın) mihrabda namaz kılmakta olduğu sırada melekler
kendisine, "Allah sana, Allah katından olan Kelime'yi doğrulayıcı, efendi,
kendine hakim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdelemektedir"
diye seslendiler." (Ali İmran suresi, 39. Ayet) Bu ayetlerde sözü edilen
ma'bed, mihrap ve mekan Mescidi Aksa'dır.
[2] Nitekim
Resulullah (s.a.s.) bu hususa da bir başka hadisi şerifinde şöyle işaret
ediyor: "İhsân, Allah'a adeta O'nu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen
her ne kadar O'nu görmüyorsan da O seni görüyor."
[3] Hadisi
şerif: "Mü'minlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve
birbirlerine acımadaki örnekleri adeta bir beden örneğidir. Onun bir organı
rahatsız olduğunda diğer organları da uykusuzluk ve ateşle ona katılır"
[4] Aynı şey
Kabe için de söz konusudur. Bugünkü Kabe de Hz. İbrahim (a.s.)'in inşa ettiği
Kabe değildir. Ama o bina orada Allah'a kulluk görevinin yerine getirilmesi
konusunda belirlenen bir işaret, bir toplanma noktasıdır. Yani Kur'an-ı
Kerim'in ifadesiyle Allah'ın şe'airindendir. Mekke müşrikleri de Kabe'ye sahip
çıkıyorlardı ama onu inşa ediliş amacına ters bir şekilde, içini putlarla
doldurarak kullanıyorlardı.
[5] Buhari
ve İbnu Mace'nin nakletmiş olduğu bir hadisi şerifte Ebu Zer (r.a.)'in şöyle
dediği bildirilmiştir: "Resulullah (a.s.)'a, yeryüzüne konulmuş olan ilk
mescidin hangisi olduğunu sordum. "Mescidi Haram" diye buyurdu.
"Sonra hangisi?" dedim. "Mescidi Aksa" diye buyurdu.
"İkisi arasındaki süre ne kadardır?" diye sordum. Şöyle buyurdu:
"Kırk yıl. Sonra bütün yeryüzü senin için mesciddir. Nerede namaz vaktine
girersen orada namaz kıl." (Buhari, Kitabu Ehadisi'l-Enbiya, 60/40; İbnu
Mace, Kitabu'l-Mesacid ve'l-Cemaat, 4/7)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder