Ankara'yı didiklemek (4)
Konumuz yerli yersiz, haklı haksız siyasetin, politikacıların dolayısıyla da ‘Ankara’ nın
çekiştirilmesi. Biz bu dedikodu çeşidine halk tabiriyle “didiklemek” dedik.
Didiklemek
TDK sözlüğüne göre; çekiştirerek veya ısırarak parçalamak, gagalamak anlamına
geliyor.
İnsan yırtıcı bir kuş olmadığına göre bu kavramı çağrıştıran şey bu
tür davranışların genellikle huzursuzluk vermek ve sıkıntıya sokmak amaçlı olmasından
kaynaklanıyor.
Tabi burada kastedilen şeyin eleştirmek manasında “didik
didik etmek” olmadığını da belirtmeliyim. Çünkü bu halde olay “Bir yerin veya
bir şeyin içindeki eşyayı karıştırarak aramak, araştırmak” haline dönüşmüş oluyor.
Politik bir atışmanın, gıybet ya da
gevezeliğin bir konuyu bütün ayrıntılarıyla gözden geçirmek, iyice araştırmak
ve varsa sonuçları eleştirmekle ilgisinin olmadığını herkes bilir.
Ünlü yazarımız H. Rahmi Gürpınar bu kelimeyi ‘Öfkesinin
şiddetinden hep kendi kendini didikledi” şeklinde kullanmış. Demek ki, insanoğlu
bu davranışı bazen kendi kendini harap etmek, üzmek için bile gösterebiliyor. Bu
sebeple, konumuzu oluşturan “didikleme” davranışı hafifçe dokunmak, ya da gıdıklamaktan
daha çok bir kimseyi üzmek ve rahatsız etmek üzere onun tırmalanması şeklinde
anlaşılmalı. Zira maalesef bazı insanlar muhalifliği herkesi, her şeyi
tırmalamak zannediyorlar. Böyle olunca, ciddi bir kamu hizmeti olan siyaseti, dolayısıyla
bu faaliyetin odak noktası olan Ankara’yı savunmak da bize düşüyor.

İyi niyetli makul biri böyle tuzak bir soruya
normalde önce bu emrivakiyi boşa çıkararak cevap vermeli değil mi ? Madem konu
Davutoğlu, öncesini bulaştırmaya, sonrası hakkında da gölgeli konuşmaya ne
lüzum var.
Yok, öyle değil. Meğer ropörtaj veren genç
yazarımız muhatabının beklediğinden daha fazlasını vermeye teşne imiş.
İlgili-ilgisiz, doğru-yanlış bir çok yargısını yine peş peşe sıralıyor:
"Kütahya’nın AK Parti’li belediye başkanı, “Haziran seçimlerine lidersiz
giriyoruz” dedi. Yani, Davutoğlu’nu hiçe sayıyor. Cumhurbaşkanı, bakanlar
kuruluna başkanlık etti. Davutoğlu’nun suratı asıktı. Birçok insan, Erdoğan’a
âşık. Davutoğlu ne yapsın? Araya giremiyor."
Bu "Âşık" lafı ropörtajı yapan gazeteciyi
de şaşırtıyor. Fırsatı kaçırır mı ? Hemen manşetini atıyor tabi: "Birçok
insan, Erdoğan’a âşık, Davutoğlu hiçe sayılıyor !"
Yetmiyor, hazır pası almışken, magaziner şık bir
gol için üstüne üstüne gidiyor yazarımızın: "Âşık mı ?" Cevap, tam da
istediği gibi, fütursuz: "Âşık, evet. İşadamları “Erdoğan’a aşığım”
diyorlar. “Erdoğan’a zaafım var” diyen üstatların gözleri doluyor. “O’na
dokunmak ibadettir” diyen vekiller, “O bizim için ikinci peygamber gibi” diyen
il başkanları gördük. Erdoğan sürekli ekranlarda, gazetelerde, afişlerde; evde,
işte, her yerde göründüğü için bu aşklar hiç küllenmiyor. Her dem taze. O,
sadece bir politikacı değil aynı zamanda en büyük star. Bilimsel tezleri,
keşifleri, mimari konusundaki öncülüğü, şairliğiyle de beğeni topluyor."
Pes vallahi ! Ben buraya kadar hala o genç yazarımızın
belki de mağdur edilmiş, itilmiş bir muhalif olduğunu düşünüyordum.
Eleştirilerinin içinde gerçekten işe yarar şeyler olabilirdi, özenle onları
arıyordum. Çünkü dışlanmışlığın getirdiği bir psikolojiyle tepkili olabilirdi.
Anlaşılabilir bir durumdu bu. Hala özünde bir samimiyetin var olması lazımdı.

Hele hele "Aşk" ile "Nefret"'in aynı kökenli ve aklı baştan alan his yoğunlukları oldukları dikkate alınırsa.
Şu sözlere bir bakınız: "Âşık olunan, zaafiyet gösterilen,
haşa peygamberliği ileri sürülen; Bilimsel tezleri, keşifleri, mimari
konusundaki öncülüğü, şairliğiyle de beğeni toplayan bir star o !" Ağzından böyle sözler çıkan birinin "aşık" mı olduğu, yoksa "nefret" mi ettiği tam olarak anlaşılamayabilir. Biri "love" yazmış, diğeri gelmiş onu "hate" yapmış. Ne fark eder ki, ikisi de aşırılığın, akıl dışılığın dik alası. Bizim gibi, dışardan bakan biri için bu tür sözler tam bir saçmalık, başka bir şey değil.
Birini sevmeyebilirsiniz, karşı olabilirsiniz, gayet
tabi ki onu eleştirebilirsiniz de. Ancak bunlar düpedüz iftira niteliğinde.
Muhalif olmanın ötesine geçmiş; alay, nefret, haset ve düşmanlık hisleriyle
dolu. Bu sözlere karşı durmak bana düşmez elbette, dava açacak ben değilim.
Ancak, bu saldırıda sadece Erdoğan'ın değil onu seven, lider olduğunu düşünen,
ona oy vermiş milyonların da hakarete uğradığını düşünüyorum. Bu yüzden ben
bile bu kadarına pes diyor ve imalarını reddediyorum.
Sadece bir şey söylemek isterim. Karşılaştırmak
doğru değil biliyorum, fakat bu reddedişimin daha iyi anlaşılması için uç bir
örnek vereceğim. Misal; Bu ülkede Atatürk'ü seven, onu yücelten, her konuda
önder kabul eden milyonlar var değil mi ? Aralarında bu sevgi ve bağlılıkta çok
ileri gidenler, yazılarında, şiirlerinde, söylem ve davranışlarında ona
insanüstü sıfatlar izafe edenler de var mı, var. O zaman, şayet birileri çıkıp
bundan dolayı Atatürk'ü suçlasa, onu eleştirse haksızlık olmaz mı ? Kendisi
böyle söylemediği, öyle olmadığı halde bu iki taraflı yanlıştan, saldırıdan onu
sevenler incinmez mi ?
Özellikle 17-25 Aralık operasyonlarının ardından
bir hırsızlık edebiyatıdır aldı yürüdü. Bir taraf yolsuzluk, hırsızlık ve
rüşvet gibi kavramları hiçbir özen göstermeden ve birbirine karıştırarak mermi
gibi kullanıyor. Diğer taraf savunmada kalarak, darbe suçlaması yapıyor ve
yargının vereceği kararın beklenmesi gerektiğini söylüyor. Bir anda ortalık
öyle bir toz duman oldu ki, kim doğru kim yanlış seçilemez oldu. Böyle bir
ortamda ne yargı kararlarına, ne politikacı sözlerine, ne ağır abi yazarların yorumlarına,
ne de meclis iradesine güvenemez olduk.
Bu arada sahneye çıkan bazı ilahiyat profesörleri
ve diyanet de sıçrayan çamurdan nasiplerini aldılar. Nasıl olsa lafın kantarı
kaçmıştı bir kez. Onlara da “Din adına hırsızlık, cinayet ve köleliği
savunuyorlar” yaftası asılıverdi kolayca.
Prof.Hayrettin Karaman, nafile bir çabayla
yolsuzluk ile hırsızlığın aynı şeyler olmadığını yazdı. Bu kavramların laik-seküler
sistemler (Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler) ile Türk Ceza Kanunu ve İslam
hukukundaki tariflerini hatırlattı. “Yolsuzluk da ayıp, günah ve suç olduğu
halde tarifi ve hükmü bakımından hırsızlık değildir, hukuki sonuçları ve cezası
farklıdır” dedi. Sonuç olarak ona göre “Yolsuzluk başka hırsızlık başkaydı.”
Ancak ne var ki, söylediği şeyler yüzde yüz doğru
olsa bile -ki doğrudur- ona kulak verilmeyecek bir ortam vardı meydanda.
Muhalifler yazılan senaryoyu benimsediler, borsacılık deyimiyle onu satın
aldılar. Hatta pompalanan bu algıya inandılar da. Ne yargı kararına ne de islam
fıkıhçısı bir bilim adamına kulak verecek durumda değildiler.
11 Aralık’ta yolsuzluğa hırsızlık denemeyeceğini
yazan İslam Hukuku profesörü Karaman, tepkiler üzerine daha sonraki bir
yazısında hala yolsuzluk ile hırsızlığın hukuki sonuçlarının ve cezasının
farklı olduğunu açıklamaya çalışıyordu. Hüküm verilmeden hırsız ve yolsuz
demenin “yalan”, “iftira” ve “günah” olacağını kimse duymak istemiyordu. Dolayısıyla
yolsuzluk yapan kişiye hırsız demek kolay ve normal sayıldı.
Hoca istediği kadar “Ben asla yolsuzluğa ve bunun
bir çeşidi olan rüşvete fetva vermedim ve veremem” desin onu dinleyen olmadı. Dahası
adamın ne Erdoğan hocalığı kaldı, ne de partizanlığı. Politikacısından yazarına, kahvedeki
vatandaşından evdeki muhabbete kadar birçok insan "hırsızlar !"
demenin şehvetini aklı selime tercih etmiş durumdaydı.
Böyle durumlarda nedense normal zamanda
ilgilenilmeyen, uymak için değil cephane yapmak için yararlanılabilecek bir
sürü şey araştırılıp bulunuyor. Mesela bulunan şeylerden biri Diyanet'in Alo
Fetva Hattından bir hüküm: “Rüşvet almak, irtikab, haksız kazanç, yolsuzluk
yapmak hırsızlıktır ve haramdır.”
Yetmemiş, Kuran-ı Kerim'in Nisa Süresi 29. Ayeti
delil getirilmiş hırsızlık ithamına: "Ey iman edenler! Mallarınızı
aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle
olursa başka. Kendinizi helak etmeyin."
Araya Dücane Cündioğlu gibi zaman zaman
hatırlananlar da attıkları tweetlerle girmişler: "Kamuoyu siyasîlerin
kişisel ahlaka değil, kamusal âdaba riayet edip etmediğiyle ilgilenir.
Hırsızlık bireysel, yolsuzluk kamusal suçtur."
Şimdi, bu argümanlardan kimsenin şu sonucu
çıkardığını sanmıyorum: “devlet işinde rüşvet almak, irtikab, haksız kazanç ve
zimmet gibi kamu malının batıl yollarla yenmesi tabi ki bir tür
yolsuzluktur.
Bunlar, yani hırsızlık
dahil hepsi helak edici suç ve günah olarak vasıflandırılmış şeyler. Ama rüşvet
alan birine hırsız diyemeyeceğimiz gibi, hırsıza da sen haksız kazanç
sağlıyorsun diye kibar davranamayız.
Zimmet bir hırsızlıktır, ancak haksız kazanç daha farklı
bir alan. Lafa geldiğinde gelişigüzel sarf edilen sözler, iş ciddileştiğinde
iğreti durur. Hırsızlık daha özel ve bireysel bir suç türü iken, yolsuzluk daha
çok kamusal alana özgü ve içinde bir çok suçu barındıran genel bir kavram.
Amaan…ne o öyle ? Yok öyleymiş, yok böyle; kısaca
"hırsız" deriz olur biter değil mi ? Nasıl olsa vur abalıya zamanı.
Normal zamanda sade vatandaşın bazı suçluların linç edilmesi örneğinde olduğu
gibi birdenbire kurt adam haline dönüşmesine benziyor bu. Ayrıca tahlil
edilmesi gereken bir haleti ruhiye !
Öyle görünüyor ki genç yazarımız da bu rüzgara
kapılmış. "İlahiyat Uzmanı Profesör Hayettin Karaman’ın 'Yolsuzluk,
hırsızlık değildir' açıklamasına katılıyor musunuz?" diye soruyorlar.
Verdiği cevap "Yolsuzluk, hırsızlığın en ileri aşamasıdır" oluyor.

Fakat yetmiyor, Müslüman Alimler Birliği Başkanı
Yusuf el-Kardavi'ye de sataşıyor. Güya, Aralık 2012’de, Suriye’de
entelektüellerin ve sivillerin öldürülmesi yönünde fetva vermiş. “Masum iseler
zaten cennete giderler” demiş. Doğru olup olmadığını bilmiyorum. Bir islam
aliminin katliam çağrısı yapacağına asla ihtimal vermem. Ancak, anlaşılıyor ki
genç yazarımız gezi eylemleri sırasında “Tayyip Erdoğan’ı protesto etmek
haramdır” dediği için zaten Kardavi’yi kafasında bitirmiş. Ona göre Kardavi ve
Karaman saygın alimler değil, çünkü ikisi de din adına hırsızlık, cinayet ve köleliği
savunuyorlar (!)

Hırsızlık, cinayet ve kölelik savunulacak şeyler mi ? Üstelik din
adına…Akıl tutulsa bile, ağızdan çıkanı kulaklar duymalı. Lafın nereye
gittiğine dikkat etmek lazım. Suçlamak, itham etmek, saygısızlık bu kadar kolay
mı ?
Politika konuşma, siyaset yapma işidir. Aralarındaki farka özen göstererek düşünce açıklamak, eleştirmek doğal bir hak. Doğrudur, yanlıştır bunlar karşılıklı tartışılabilir. Bunun sonucu politikacılar için sandıkta, siyaset erbabı için de mührün sahibi olmakla ölçülüyor. Duyduğum her söze inanmam, alınmam da. Politikanın/siyasetin tabiatında bu var deyip geçerim.
Ancak, söz belli bir muhataba olmaktan çıkıp genellendiğinde, ya da inanca, düşünceye, kurumlara, şahsiyetlere, oy verenlere sataşmaya geldiğinde dayanamam. Öylelerine haddini bildirmek, "politik alanda kal, boyunu aşan her şeye karışma !" demek gerektiğine inanırım.
Böyleleri için söyleyecek sözüm şudur: "Oğlum bak git ! Çöplüğünde istediğin kadar eşelen, debelen ama bana, sevdiklerime, değerlerime ve ülkeme bulaşma !"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder