29 Nisan 2015 Çarşamba

225 29 Nisan 2015 Çarşamba 15:30 ANKARA HASTALIKLARI...........Ankara'yı didiklemek (4)

Ankara'yı didiklemek (4)


Konumuz yerli yersiz, haklı haksız siyasetin, politikacıların dolayısıyla da ‘Ankara’ nın çekiştirilmesi. Biz bu dedikodu çeşidine halk tabiriyle “didiklemek” dedik. 

Didiklemek TDK sözlüğüne göre; çekiştirerek veya ısırarak parçalamak, gagalamak anlamına geliyor. 

İnsan yırtıcı bir kuş olmadığına göre bu kavramı çağrıştıran şey bu tür davranışların genellikle huzursuzluk vermek ve sıkıntıya sokmak amaçlı olmasından kaynaklanıyor.

Tabi burada kastedilen şeyin eleştirmek manasında “didik didik etmek” olmadığını da belirtmeliyim. Çünkü bu halde olay “Bir yerin veya bir şeyin içindeki eşyayı karıştırarak aramak, araştırmak” haline dönüşmüş oluyor.  Politik bir atışmanın, gıybet ya da gevezeliğin bir konuyu bütün ayrıntılarıyla gözden geçirmek, iyice araştırmak ve varsa sonuçları eleştirmekle ilgisinin olmadığını herkes bilir.

Ünlü yazarımız H. Rahmi Gürpınar bu kelimeyi ‘Öfkesinin şiddetinden hep kendi kendini didikledi” şeklinde kullanmış. Demek ki, insanoğlu bu davranışı bazen kendi kendini harap etmek, üzmek için bile gösterebiliyor. Bu sebeple, konumuzu oluşturan “didikleme” davranışı hafifçe dokunmak, ya da gıdıklamaktan daha çok bir kimseyi üzmek ve rahatsız etmek üzere onun tırmalanması şeklinde anlaşılmalı. Zira maalesef bazı insanlar muhalifliği herkesi, her şeyi tırmalamak zannediyorlar. Böyle olunca, ciddi bir kamu hizmeti olan siyaseti, dolayısıyla bu faaliyetin odak noktası olan Ankara’yı savunmak da bize düşüyor.

Bakınız soru gayet açık. Ne diyor ? "Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun daha demokratik bir üslup getireceğini düşünüyor musunuz?" Daha baştan 1-0 peşin hükümle konuya girmiş. Yani, "Davutoğlu öncesi antidemokratiktir" diyerek konuya girmiş. Kuzu postuna bürünmüş kurt hemen ardından da "Davutoğlu'nda olsa olsa bir üslup farklılığı olur/mu ?" şeklinde bu yargısını karşısındakine onaylatmaya çalışıyor.

İyi niyetli makul biri böyle tuzak bir soruya normalde önce bu emrivakiyi boşa çıkararak cevap vermeli değil mi ? Madem konu Davutoğlu, öncesini bulaştırmaya, sonrası hakkında da gölgeli konuşmaya ne lüzum var.

Yok, öyle değil. Meğer ropörtaj veren genç yazarımız muhatabının beklediğinden daha fazlasını vermeye teşne imiş. İlgili-ilgisiz, doğru-yanlış bir çok yargısını yine peş peşe sıralıyor: "Kütahya’nın AK Parti’li belediye başkanı, “Haziran seçimlerine lidersiz giriyoruz” dedi. Yani, Davutoğlu’nu hiçe sayıyor. Cumhurbaşkanı, bakanlar kuruluna başkanlık etti. Davutoğlu’nun suratı asıktı. Birçok insan, Erdoğan’a âşık. Davutoğlu ne yapsın? Araya giremiyor."

Bu "Âşık" lafı ropörtajı yapan gazeteciyi de şaşırtıyor. Fırsatı kaçırır mı ? Hemen manşetini atıyor tabi: "Birçok insan, Erdoğan’a âşık, Davutoğlu hiçe sayılıyor !"

Yetmiyor, hazır pası almışken, magaziner şık bir gol için üstüne üstüne gidiyor yazarımızın: "Âşık mı ?" Cevap, tam da istediği gibi, fütursuz: "Âşık, evet. İşadamları “Erdoğan’a aşığım” diyorlar. “Erdoğan’a zaafım var” diyen üstatların gözleri doluyor. “O’na dokunmak ibadettir” diyen vekiller, “O bizim için ikinci peygamber gibi” diyen il başkanları gördük. Erdoğan sürekli ekranlarda, gazetelerde, afişlerde; evde, işte, her yerde göründüğü için bu aşklar hiç küllenmiyor. Her dem taze. O, sadece bir politikacı değil aynı zamanda en büyük star. Bilimsel tezleri, keşifleri, mimari konusundaki öncülüğü, şairliğiyle de beğeni topluyor."

Pes vallahi ! Ben buraya kadar hala o genç yazarımızın belki de mağdur edilmiş, itilmiş bir muhalif olduğunu düşünüyordum. Eleştirilerinin içinde gerçekten işe yarar şeyler olabilirdi, özenle onları arıyordum. Çünkü dışlanmışlığın getirdiği bir psikolojiyle tepkili olabilirdi. Anlaşılabilir bir durumdu bu. Hala özünde bir samimiyetin var olması lazımdı.

Ancak, yukarıdaki sözler müthiş bir "Erdoğan düşmanlığı" içinde olduğunu gösterdi. Kırgınlık, sitem başka, nefret çok daha başka bir şey. Eğer birinde nefret varsa, genellikle ağzından çıkanları kulakları duymaz. Yalnızca tırmaladığı -yani didiklediği- için de genellikle sözlerine itibar edilmez.

Hele hele "Aşk" ile "Nefret"'in aynı kökenli ve aklı baştan alan his yoğunlukları oldukları dikkate alınırsa. 

Şu sözlere bir bakınız: "Âşık olunan, zaafiyet gösterilen, haşa peygamberliği ileri sürülen; Bilimsel tezleri, keşifleri, mimari konusundaki öncülüğü, şairliğiyle de beğeni toplayan bir star o !" Ağzından böyle sözler çıkan birinin "aşık" mı olduğu, yoksa "nefret" mi ettiği tam olarak anlaşılamayabilir. Biri "love" yazmış, diğeri gelmiş onu "hate" yapmış. Ne fark eder ki, ikisi de aşırılığın, akıl dışılığın dik alası. Bizim gibi, dışardan bakan biri için bu tür sözler tam bir saçmalık, başka bir şey değil. 

Birini sevmeyebilirsiniz, karşı olabilirsiniz, gayet tabi ki onu eleştirebilirsiniz de. Ancak bunlar düpedüz iftira niteliğinde. Muhalif olmanın ötesine geçmiş; alay, nefret, haset ve düşmanlık hisleriyle dolu. Bu sözlere karşı durmak bana düşmez elbette, dava açacak ben değilim. Ancak, bu saldırıda sadece Erdoğan'ın değil onu seven, lider olduğunu düşünen, ona oy vermiş milyonların da hakarete uğradığını düşünüyorum. Bu yüzden ben bile bu kadarına pes diyor ve imalarını reddediyorum.

Sadece bir şey söylemek isterim. Karşılaştırmak doğru değil biliyorum, fakat bu reddedişimin daha iyi anlaşılması için uç bir örnek vereceğim. Misal; Bu ülkede Atatürk'ü seven, onu yücelten, her konuda önder kabul eden milyonlar var değil mi ? Aralarında bu sevgi ve bağlılıkta çok ileri gidenler, yazılarında, şiirlerinde, söylem ve davranışlarında ona insanüstü sıfatlar izafe edenler de var mı, var. O zaman, şayet birileri çıkıp bundan dolayı Atatürk'ü suçlasa, onu eleştirse haksızlık olmaz mı ? Kendisi böyle söylemediği, öyle olmadığı halde bu iki taraflı yanlıştan, saldırıdan onu sevenler incinmez mi ?

Özellikle 17-25 Aralık operasyonlarının ardından bir hırsızlık edebiyatıdır aldı yürüdü. Bir taraf yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet gibi kavramları hiçbir özen göstermeden ve birbirine karıştırarak mermi gibi kullanıyor. Diğer taraf savunmada kalarak, darbe suçlaması yapıyor ve yargının vereceği kararın beklenmesi gerektiğini söylüyor. Bir anda ortalık öyle bir toz duman oldu ki, kim doğru kim yanlış seçilemez oldu. Böyle bir ortamda ne yargı kararlarına, ne politikacı sözlerine, ne ağır abi yazarların yorumlarına, ne de meclis iradesine güvenemez olduk.

Bu arada sahneye çıkan bazı ilahiyat profesörleri ve diyanet de sıçrayan çamurdan nasiplerini aldılar. Nasıl olsa lafın kantarı kaçmıştı bir kez. Onlara da “Din adına hırsızlık, cinayet ve köleliği savunuyorlar” yaftası asılıverdi kolayca.

Prof.Hayrettin Karaman, nafile bir çabayla yolsuzluk ile hırsızlığın aynı şeyler olmadığını yazdı. Bu kavramların laik-seküler sistemler (Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler) ile Türk Ceza Kanunu ve İslam hukukundaki tariflerini hatırlattı. “Yolsuzluk da ayıp, günah ve suç olduğu halde tarifi ve hükmü bakımından hırsızlık değildir, hukuki sonuçları ve cezası farklıdır” dedi. Sonuç olarak ona göre “Yolsuzluk başka hırsızlık başkaydı.”  

Ancak ne var ki, söylediği şeyler yüzde yüz doğru olsa bile -ki doğrudur- ona kulak verilmeyecek bir ortam vardı meydanda. Muhalifler yazılan senaryoyu benimsediler, borsacılık deyimiyle onu satın aldılar. Hatta pompalanan bu algıya inandılar da. Ne yargı kararına ne de islam fıkıhçısı bir bilim adamına kulak verecek durumda değildiler.

11 Aralık’ta yolsuzluğa hırsızlık denemeyeceğini yazan İslam Hukuku profesörü Karaman, tepkiler üzerine daha sonraki bir yazısında hala yolsuzluk ile hırsızlığın hukuki sonuçlarının ve cezasının farklı olduğunu açıklamaya çalışıyordu. Hüküm verilmeden hırsız ve yolsuz demenin “yalan”, “iftira” ve “günah” olacağını kimse duymak istemiyordu. Dolayısıyla yolsuzluk yapan kişiye hırsız demek kolay ve normal sayıldı.

Hoca istediği kadar “Ben asla yolsuzluğa ve bunun bir çeşidi olan rüşvete fetva vermedim ve veremem” desin onu dinleyen olmadı. Dahası adamın ne Erdoğan hocalığı kaldı, ne de partizanlığı.  Politikacısından yazarına, kahvedeki vatandaşından evdeki muhabbete kadar birçok insan "hırsızlar !" demenin şehvetini aklı selime tercih etmiş durumdaydı.

Böyle durumlarda nedense normal zamanda ilgilenilmeyen, uymak için değil cephane yapmak için yararlanılabilecek bir sürü şey araştırılıp bulunuyor. Mesela bulunan şeylerden biri Diyanet'in Alo Fetva Hattından bir hüküm: “Rüşvet almak, irtikab, haksız kazanç, yolsuzluk yapmak hırsızlıktır ve haramdır.”

Yetmemiş, Kuran-ı Kerim'in Nisa Süresi 29. Ayeti delil getirilmiş hırsızlık ithamına: "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helak etmeyin."

Araya Dücane Cündioğlu gibi zaman zaman hatırlananlar da attıkları tweetlerle girmişler: "Kamuoyu siyasîlerin kişisel ahlaka değil, kamusal âdaba riayet edip etmediğiyle ilgilenir. Hırsızlık bireysel, yolsuzluk kamusal suçtur."

Şimdi, bu argümanlardan kimsenin şu sonucu çıkardığını sanmıyorum: “devlet işinde rüşvet almak, irtikab, haksız kazanç ve zimmet gibi kamu malının batıl yollarla yenmesi tabi ki bir tür yolsuzluktur.  

Bunlar, yani hırsızlık dahil hepsi helak edici suç ve günah olarak vasıflandırılmış şeyler. Ama rüşvet alan birine hırsız diyemeyeceğimiz gibi, hırsıza da sen haksız kazanç sağlıyorsun diye kibar davranamayız.

Zimmet bir hırsızlıktır, ancak haksız kazanç daha farklı bir alan. Lafa geldiğinde gelişigüzel sarf edilen sözler, iş ciddileştiğinde iğreti durur. Hırsızlık daha özel ve bireysel bir suç türü iken, yolsuzluk daha çok kamusal alana özgü ve içinde bir çok suçu barındıran genel bir kavram.

Amaan…ne o öyle ? Yok öyleymiş, yok böyle; kısaca "hırsız" deriz olur biter değil mi ? Nasıl olsa vur abalıya zamanı. Normal zamanda sade vatandaşın bazı suçluların linç edilmesi örneğinde olduğu gibi birdenbire kurt adam haline dönüşmesine benziyor bu. Ayrıca tahlil edilmesi gereken bir haleti ruhiye !

Öyle görünüyor ki genç yazarımız da bu rüzgara kapılmış. "İlahiyat Uzmanı Profesör Hayettin Karaman’ın 'Yolsuzluk, hırsızlık değildir' açıklamasına katılıyor musunuz?" diye soruyorlar. Verdiği cevap "Yolsuzluk, hırsızlığın en ileri aşamasıdır" oluyor.

Söylediği şey, 'Yolsuzluk, hırsızlık değildir' in bir başka şekli aslında. Aynı şey değil anlamında. Fakat 'Hırsızlığın büyüğüne yolsuzluk denir' gibi söylüyor. Çünkü, muhalifliğin sarhoş edici kriz halini yaşıyor. Kelime ve kavramların anlamının, hukukun ne dediğinin, dini hükümlerin ne söylediğinin arayışında değil. Böyle bir insana gerçeklerden ve insaftan söz etmenin hiçbir yararı yok. Asıl işi kelimeler olan bir aydının düştüğü hal bu !

Fakat yetmiyor, Müslüman Alimler Birliği Başkanı Yusuf el-Kardavi'ye de sataşıyor. Güya, Aralık 2012’de, Suriye’de entelektüellerin ve sivillerin öldürülmesi yönünde fetva vermiş. “Masum iseler zaten cennete giderler” demiş. Doğru olup olmadığını bilmiyorum. Bir islam aliminin katliam çağrısı yapacağına asla ihtimal vermem. Ancak, anlaşılıyor ki genç yazarımız gezi eylemleri sırasında “Tayyip Erdoğan’ı protesto etmek haramdır” dediği için zaten Kardavi’yi kafasında bitirmiş. Ona göre Kardavi ve Karaman saygın alimler değil, çünkü ikisi de din adına hırsızlık, cinayet ve köleliği savunuyorlar (!)

Cümleyi böyle odun gibi çıkarmak aydın bir yazarın ağzına yakışmamış. Din adına hırsızlık, cinayet ve köleliği savunmak ? Bu ithamın gerçekten hoşgörü gösterilecek bir tarafı yok. Değil bir alim, normal bir müslüman bile bu kelimelerin yan yana gelmesine razı olmaz. Tepki gösterir, reddeder. 

Hırsızlık, cinayet ve kölelik savunulacak şeyler mi ? Üstelik din adına…Akıl tutulsa bile, ağızdan çıkanı kulaklar duymalı. Lafın nereye gittiğine dikkat etmek lazım. Suçlamak, itham etmek, saygısızlık bu kadar kolay mı ?

Politika konuşma, siyaset yapma işidir. Aralarındaki farka özen göstererek düşünce açıklamak, eleştirmek doğal bir hak. Doğrudur, yanlıştır bunlar karşılıklı tartışılabilir. Bunun sonucu politikacılar için sandıkta, siyaset erbabı için de mührün sahibi olmakla ölçülüyor. Duyduğum her söze inanmam, alınmam da. Politikanın/siyasetin tabiatında bu var deyip geçerim.

Ancak, söz belli bir muhataba olmaktan çıkıp genellendiğinde, ya da inanca, düşünceye, kurumlara, şahsiyetlere, oy verenlere sataşmaya geldiğinde dayanamam. Öylelerine haddini bildirmek, "politik alanda kal, boyunu aşan her şeye karışma !" demek gerektiğine inanırım. 

Böyleleri için söyleyecek sözüm şudur: "Oğlum bak git ! Çöplüğünde istediğin kadar eşelen, debelen ama bana, sevdiklerime, değerlerime ve ülkeme bulaşma !" 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder