Anlaşılması zor bir milletiz
Açız diye konuşan, sürekli şikayet halinde olanların katları arabaları yazlıkları var. Ceplerinde de en az 3-4 farklı bankadan alınmış kredi kartı taşıyorlar. Gelirinden fazla borçlananlar tıkandıklarında kabahati kendinde değil hep başkalarında arıyor. Akaryakıt fiyatlarının arttığından şikayet edenler dünyada olup bitenlerden, petrolün küresel bazda sürekli pahalılandığından haberleri yok mu? Sürekli araba değiştirerek model ve marka yükseltenler o arabaların suyla mı çalıştığını zannediyor?
İşsizim
diyenler iş ve maaş beğenmiyor. Kahvehanelerde, cafelerde vakit öldürenler
"iş var gelir misin?" diyenlere "ne işi, kaç para
vereceksin?" karşılığını veriyorlar. Hala ana baba parası yiyenler,
elindeki avucundakini har vurup harman savuruyorlar ama emeğiyle kazanmanın
yolunu bilmiyorlar. Çok para kazanmak, iyi yaşamak isteyenler herhangi bir işin
erbabı olmayı akıllarına bile getirmiyor.
Patronunu,
müdürünü, belediye başkanını, ülkeyi yönetenleri kolayca yerden yere vuranlar
kendileri eleştirilince neden heyheyleniveriyorlar? O öyle olmaz, bu böyle
yapılmaz diyenler acaba masanın öbür tarafına geçip herhangi bir şeyi doğru
dürüst yapmışlar mı? Çile çekmeden, emek vermeden, zahmete girip başarmadan
zorda olanların hali anlaşılabilir mi acaba? İnsanları isyana, kavgaya,
savaşmaya çağıranlar kendileri işbaşında olsalar buna tölerans
gösterebilecekler mi?
Toplumumuzda
anlaşılamayan sadece böyle alt katlardaki olumsuz tipler değil tabi ki.
Madalyonun öteki yüzü de var. Kamyonla para kazanıp oluk gibi para harcayanlar
evinin kirasını nasıl ödeyeceğini düşüm düşüm düşünenleri aklına getiriyor mu?
İnternetten alışveriş edenler, her akşam en pahalı restoranlarda yemek yiyenler
evine ekmek almakta zorlananları bir an için bile olsa kendileriyle kıyas
ederler mi acaba?
Adı politika
ya da siyaset her neyse, onunla meşgul olanlar sadece kendi propagandalarını
yapmak yerine bir an için bile olsa kendileri susup vatandaşın ne düşündüğüne,
ne hissettiğine neden kulak vermezler? İcraat yapmayı fotoğraf çektirmek
zannedenler insanları aptal mı zannediyor? Muhalefet ederken işkembeyi kübradan
atıp tutanlar yarın bir gün iş başa
gelince söylediklerini nasıl unutturacaklar? Hangi yalancı çoban emin olmayı
başarabilmiş ki?
Patron
işçisinin, müdür elemanının yerine kendisini koyabiliyor mu bizim ülkemizde?
Onun da bir insan olduğunu, ihtiyaçları, özençleri olduğunu bilen anlayan ne
kadar "adam gibi adam" var aramızda. Empati yapabiliyor mu
"bab-ı devlette" çalışan memur karşısına gelen vatandaş üzerinden?
Görebiliyor mu onun gözüyle kendisini? Neticede dedesi, babası Anadolunun bir
köyünden çıkıp gelmiş büyük şehire, okumuş, kazanmış, değişmiş yıllar içinde.
Nasıl oluyor da geldiği yeri "taşralı, cahil, geri kafalı"
görebiliyor?
Anlamıyorum,
anlayamıyorum.
Tuhaf, itici ve garip
Normalde devlet binalarının ana girişleri gösterişli olur. Ne var ki devlet hizmet binalarında vatandaş ana kapıdan değil, yan yada arka kapıdan içeri alınırlar. Gösterişli ön kapılar daima o binanın üst yöneticisine ya da daha büyük makam sahiplerinin giriş çıkışı için kullanılır. Tuhaf bir durumdur bu. Adeta vatandaşa haddini bildirir, patronun kim olduğunu hatırlatır. Oradan sokulurlar ki binayı kirletmesinler. Güvenlik sorunu çıkarmasınlar.
Bu durum;
adliye, hastane, valilik, bakanlık, Rektörlük, Başkanlık ya da müdürlük, adı ne
olursa olsun hepsinde benzer şekilde tekrarlanır. Ana kapılar vatandaşa, yani halka yasaktır.
Hatta o binanın çalışanları dahi buraları kullanamazlar. Sadece belirli makam
sahiplerine açıktır. Geri kalanlar küçük, gösterişsiz ve daha bakımsız kapılara
yönlendirilirler. Devlet hiyerarşisinde en üstten en aşağıya kadar bu davranış
araya kopya kağıdı konulmuş gibi aynen tekrarlanır.
Aslında bu
uygulama genellikle binanın mimari açıdan düşünüldüğü ve yapıldığının aksine
sonradan gelişmiştir. Ev hanımlarının evin salonunu daima gelen misafir için
kapalı tutması gibi idareciler de ana girişleri halka yasaklar ve onlara yan
yada arka kapıyı gösterirler. Güvenlik, temizlik, görüntü hassasiyeti ya da
başka bir gerekçe daima vardır. Sadece bize, bizim ülkemize de has değildir.
Ama nerede ve hangi sebeple yapılırsa yapılsın bu görüntü tuhaf ve düşündürücü
değil mi?
Konunun
mutlaka mimari, tarihi, idari ve kültürel kökenleri var. Meselâ, mimari açıdan
çok şık bir projenin aslında o binanın ne için yapıldığını, hizmet işlevini
ikinci üçüncü plana atmış olması oldukça garip. Sırf bu yüzden yepyeni binalar
hizmete alındıktan hemen sonra birçok tadilata uğramıyor mu? Bölünüyor,
eklemeler yapılıyor ve bir süre sonra projeden çok farklı bir bina ortaya
çıkmıyor mu?
Yıllarca
İdari Mali İşler yöneticiliği yapmış biri olarak binanın güvenliğinin
sağlanması, temizliğinin korunması ve içerdeki dolaşımın kontrol edilmesi
amacıyla böyle tedbirler çok gördüm, yaşadım. Ama o konulara odaklanan biri
gerçekten de işinin üstüne çıkamıyor. Bunu düşünmesi gerekenler tabi ki en
baştan aşağıya kadar üst yöneticiler. Uygulamanın aslında ne anlama geldiğini
düşünmesi gerekenler onlar. Özellikle de "vatandaş memnuniyeti"
etiketi altında böyle bir davranış gerçekten de traji-komik.
Devlet
dediğimiz şey de nihayetinde insanlarla şekil ve nitelik kazanıyor. Vatandaşına
arka kapıyı gösteren zihniyet binalara da devlete de "esas olan
biziz" mesajı vermiş oluyor. Ya da bu yaklaşımla inşa edilen devasa
hükümet binaları halka hiç de sempatik gelmiyor. Çünkü oralarda kendilerini
baskı altında, daha ezik ve küçük görüyorlar. Bir tür "yumurta mı
tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar" tekerlemesiyle ifade edilebilecek bir
durum.
Ama, tuhaf, itici, anlaşılması zor ve garip bir uygulama.
Tuhaflıklar dünyası
Türkçede "Bekara karı boşamak kolaydır" şeklinde bir söz var. Bekâr ve daha önce herhangi bir evlilik geçirmemiş biri karısını hemen boşayıvereceğini zanneder. O hamlıkla da uluorta ileri geri konuşur. Neden? Çünkü evliliği ve evlilik hayatının sorumluluklarını bilmeyen birine eşinin bir yanlış hareketi veya kusuru olursa onu hemen boşayabileceğini düşünmek kolay gelir. Nihayetinde sırtında taşıdığı bir "küfesi" yani sorumluluğu yoktur.
Bunun gibi
meselâ, hayatında daha önce hiç bir işte çalışmamış insan da iş
sorumluluklarını ve çalışma hayatının zorluklarını bilmez, bilemez. İşi hafife alması, sürekli yanlış karar ve
seçimler yapması da bu yüzdendir. O işin
yabancısı olmak en başta doğru değerlendirmeler yapmayı zorlaştırır. Halbuki
deneyimli, işi bilen kişi daha tedbirli ve dikkatli hareket eder. Bunun gibi aynı
durumda olmayan veya başından benzer bir dert geçmemiş kişi de başkasını
anlayamaz. O yüzden vereceği her türlü öğüt de teselli de etkili olmaz.
"Eşekten düşenin halini eşekten düşen anlar" denmesi boşuna değildir.
Amerika'ya
kızabiliriz, teröristleri desteklediği her karanlık operasyonda parmağı olduğu
için hakkında söylenebiliriz de. Ancak şayet bir diplomatsanız elinizde
doğruluğundan emin olduğunuz bilgiler olsa bile bu kadar açık konuşamazsınız.
Neticede "Diplomatik" olmanız ve konuşabilmeyi sürdürmeniz gerekir.
Siyaset yapan devlet adamları için de bu kural geçerlidir. Ağzınıza geleni
söylemek saygınlığınıza da ülke çıkarlarına da uygun düşmez. İlk bakışta tuhaf
gelebilir ama içerde hararetli tartışmaların yapıldığı bir müzakereden
çıktıktan sonra bile tarafların dışarda saygılı, dengeli ve edepli konuşmaları
bilenler için şaşırtıcı değildir.
Meclis
kürsüsündeki hararetli konuşmalara, sataşmalara, hatta gerginliklere rağmen vekillerin
kuliste çay kahve içip "birbirlerine saygılar sunarak" sohbet
etmeleri belki tuhaf gelebilir ama yanlış değildir. Örneğin kürsüde konuşurken
mangalda kül bırakmayan bir politikacı hükümete geldiğinde aynı tavrını
sürdüremez. Sözlerinin hesaplı, vaadlerinin dayanaklı olması gerekir. Çünkü,
masanın önü ile arkası çok farklıdır. Devlet adamı olmak "işkembeden
atma" yeri değildir. Dahası artık başkaları eleştirecek o ise savunmada
kalacaktır.
Bir de
olması gereken doğrular var, uygulamada yapılabilir olanlar. Doğruyu bilmek,
söylemek başka şeydir onu uygulamaya koymak çok daha farklı şey. Bu ilk bakışta
herkese ters gelebilir. Doğru ise neden yapılmıyor, doğru değil ise neden
söyleniyor? Tuhaf bir olgudur bu. Sonuçta "Ama…" ile başlayan reel
durumlar daima öne geçer. Doğru olanın kaybolup gitmesine kimse razı olmaz.
Yine de tuhaf bir şekilde farklı şeyler, biçimler revaçtadır.
Bize
"oku da adam ol!" dendi büyüklerimiz tarafından. Biz de evlatlarımıza
torunlarımıza aşağı yukarı aynı öğüdü veriyoruz. "Yüksek tahsil yap,
işinde gücünde doğru dürüst çalış!" Öğrenim görmenin, çalışkanlığın iş
hayatında en önde gelen değerler olduğunu söylüyoruz. Peki, gerçekte öyle mi?
Hayır! Bugün pek çok insan öğrenim gördüğü alanın dışında çalışıyor. Doğru
dürüst olmak ve çalışkanlık değerlendirilmek için en başta gelen ölçüler değil.
Hatta bazen gereğinden "fazla bilmek" dezavantaj bile olabiliyor.
Tuhaf, kabullenilmesi güç ama gerçek bu.
Meselâ iş
hayatında "insan ilişkileri" kariyer ya da liyakatten çok daha fazla
işe yarıyor. Zıplatıcı ilişkiler ve çekim alanı olan güçlere dayanmak
çalışkanlıktan daha kazançlı. O zaman büyüklerimiz de biz de hata mı ettik?
Okumak, doğru dürüst olmak ve çalışmak yanlış mı? Elbette ki hayır. Bu şuna
benziyor. Trafik kuralları herkes için var, doğru ve kalmalı. Ancak, trafikte
şeritler arasında sekiz çizerek ilerleyen, yerine göre emniyet şeridini dahi
kullanan biri diğerlerine göre daha becerikli sayılabiliyor. Fırsatını bulsak
belki biz de yapabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder