18 Eylül 2015 Cuma

248 19 Eylül 2015 Cumartesi 01:00 GEZİ REHBERİ............................Bozcaada gezisi

Bozcaada gezisi

Kışları Ankara'da, yazları körfezdeyiz. Havası suyu, yeşili mavisi, denizi dağı, meyvesi sebzesi, zeytini peyniri bol buraların. Ayvalık'tan Küçükkuyu'ya kadar da oldukça renkli ve zengin bir bölge. Ayrıca çevrede çok sayıda gezilecek görülecek yer var. 

Yat turlarına katılarak ya da otobüs minübüs arası araçlarla günübirlik gezintiler için alternatif bol. Sadece kazdağlarında, denizi gören eteklerinde ve arka yüzünde  bile sayısız güzellik saklı. Gökçeada ve Bozcaada da bu bölgeye yakın yerlerden. Bozcaada  günübirlik, Gökçeada ise bir gece kalmalı gezilebiliyor.

Bozcaada'ya benim ikinci gidişim, İlki 2009 yazındaydı, kızım, damadım, torunum ve oğlumla gitmiştik. Aradan altı yıl geçmiş. Bu kez eşimle günübirlik bir tura katıldık.

Turumuz Burhaniye Ören, Orjan ve Akçay'dan katılan 23 kişilik bir  gruptu. Zefira turizmin aracı ile seyahat ettik. Beraberliğimiz rehberimiz turizm bölümü öğrencisi Emine eşliğinde sabah saat 06.20'den akşam saat 20.45'e kadar sürdü. Burhaniye Bozcaada mesafesi 126 Km imiş. Adaya ulaşmamız ise 2 saat 25 dakika sürdü. Bunun yarım saati zaten Geyikli-Bozcaada arasında sefer yapan arabalı vapurda geçti.

Çanakkale iline bağlı bir ilçe olan Bozcaada, Gökçeada ve Marmara adasından sonra Türkiye'nin üçüncü büyük adasıymış. Yüzölçümü 40 km² kadar, Çanakkale anakarasına uzaklığı ise 6 km imiş. 

Nüfusunun 2.500 dolayında olduğunu, yazları bu sayının günübirlik turlar hariç birkaç katına kadar çıktığını söylediler.

Ulaşım Çanakkale Geyikli beldesinden arabalı vapur seferleriyle yapılıyor. Ayrıca adaya Çanakkale merkezden de deniz otobüsü seferleri var.

İlk vapurla sabah saatlerinde -dokuz gibi- adaya ulaştık. Programımızda; öğleye kadar bir bağ işletmesi, akvaryum koyu, Ayazma şapeli ve Ayazma plajı var. Denize girme ve öğle yemeğinden sonra ilk durak rüzgar gülleri. Ardından rum mahallesi gezilecek. Daha sonra sıra kalenin gezilmesi ve türk mahallesine geliyor. Yaklaşık saat 16.30'dan 17.45'e kadar da serbest zamanımız olacak. Bu süre içinde isteyenler ada çarşısında alışveriş yapabilecek, isteyenler de kahve, çay bahçesi ya da pastanelerde vakit geçirebilecekler.

Bozcaada' nın ilk adı Lefkofris imiş. Bu adın nereden geldiği bilinmiyor. Ama Latince'de anlamı beyaz-yılan, beyaz-kaş manasına geliyormuş. Sonra da adaya Tenedos denilmiş. Mitolojik bir hikayesi var.

Bizans yönetimi sırasında Venedik ve Cenevizliler, ticari faaliyetleri nedeniyle ada üzerinde bir rekabet içindeymişler

1377'de Bizans İmparatoru, askeri yardım karşılığında adayı Venedik'e vermiş. Vermiş ama bu defa da Ceneviz'lerin buna tepkisiyle aralarında çatışma başlamış. Sonunda bu didişmeden yorulan iki devlet 1381'de Torino'da bir antlaşma yaparak adayı boşaltmaya ve tarafsız bırakılmasına karar vermişler.

Bu yüzden ada uzun süre boş kalmış. Fatih Sultan Mehmet döneminde 1455 yılında Gökçeada ile birlikte fethedilen ada, Osmanlı donanmasının ikmal üssü, özellikle de buğday ambarı olarak kullanılmış. Bunun üzerine Venedikliler yeniden adaya sahiplenmeye kalkmışlar ama 1464'te Mahmut Paşa, adayı tekrar Osmanlı ülkesine katmış.

16. yüzyılda Bozcaada, Piri Reis haritalarında şimdiki ismiyle yer almış. Sonrasında bugüne kadar hep “Bozcaada” olarak isimlendirilmiş. (1)

Bozcaada Çanakkale Savaşı'nda işgalciler tarafından lojistik destek için kullanılmış. Bu dönemde müttefik kuvvetler adada savaş uçakları için üç pist yapmış ve askerlerini burada tedavi edip dinlendirmişler.

Bozcaada nihayet 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti'ne bırakılmış. Türkler, adayı aynı yılın 20 Eylül günü teslim almış ve Bozcaada belediyesi de bu tarihin hemen ardından kurulmuş.

Ayazma yolunda ilk durağımız bir bağ evi-işletmesi.  Bozcaada geçmişinden bu yana üzümü, bağları ve şarabıyla meşhur. Bu yüzden adanın büyük kısmı bağlarla kaplı. Eylül ayı içerisinde "Bağbozumu" şenlikleri yapılıyor. Bu yılki festival 4-6 Eylül'de yapılmış.

Altı yıl önce geldiğimde işletmeler mahzenlerini gezdiriyor ve isteyenlere tadım yaptırıyorlardı. Anladığım kadar gelenler tadıyor fakat almıyormuş. Zaten yeni alkol yasası gereği ziyaretçiler içeri alınmıyorlar. Ayrıca tatmak isteyenler de para ödemek zorunda.

Biz gezdiğimiz işletmenin etrafını çevreleyen üzüm bağlarıyla ve şarap dışındaki diğer ürünleriyle ilgileniyoruz. Adanın meşhur domates reçelini biliyordum da gelincik çiçeğinden yapılanı duymamıştım. Küçük şişelerde satılıyorlar. 10 lira, 15 lira ama normal reçellere göre pahalı. Sırf hatıra, biraz da yöre ürünü diyerekten biraz kurutulmuş üzüm ve bir tane de gelincik reçeli alıyoruz.

Bu arada çevredeki bağlarda üzerinde kurumuş kalmış üzümler dikkatimizi çekiyor. Soruyoruz: "Neden toplanmamış bunlar ?" Cevap ülkemizin genelindeki bir sorunu yineliyor. Toplayacak insan yok, gençler artık bunlarla ilgilenmiyor. Yeni satın alanlar da kimdir, ne amaçla almış belli değil. Artık bir çok bağ bu vaziyette, bakımsız ve terkedilmiş. Eşim yolda giderken bakımlı, düzgün ve yemyeşil olanlarla arada bir rastladığımız ota toprağa karışmış olanlarına bakarak: "Ne demişler, bakarsan bağ bakmazsan dağ olur. Ne kadar doğru bir söz. Yazık !" dedi üzülerek.

İlk fotoğraf Akvaryum koyunda çekildi. Gerçekten akvaryum gibi karanın içine sokulmuş masmavi küçücük bir koy. Yol orada dik bir kayalığın üzerinden kıvrılarak ilerliyor. Manzara nefis.

Rehberimizin dediğine göre burada bir dilek kayası varmış ve fotoğraflar iyi çıkıyormuş. İnsanlar sırayla oturup resim çekiniyor. Sıra bize geldiğinde kayanın üzerine oturduk, oturduk ama karşımızda rüzgar, ardımızda kayalık biraz stres yaptık. Tabi hanımınki korkudan, benimkisi şapkanın uçup gitmesinden. Bu arada iyi gülmüşüz, Emine de bu anı yakalayıvermiş. Neyse, fotoğraf çekildi, ben rüzgarda şapkayı kaptırmadım, hanıma da bir şey olmadı.

Sonuç güzel, gerçekten burası iyi fotoğraf veriyormuş.

Ayazma Plajına doğru giderken sağ tarafta ulu çınarlar altında eski bir çeşme ve küçük Ayazma şapeli (bazılarına göre manastır) var. Adanın güney kısmında. Burada çift oluklu tarihi bir çeşme, 8 yaşlı çınar ağacı, küçük bir şapel ve 2 tane tek katlı yapı bulunuyor.

Yunanca "hagiasme" kelimesinden gelen Ayazma, kutsal su anlamına geliyor. Zaten Türkiye’nin birçok bölgesinde doğal su kaynaklarının olduğu yerlerin de bu isimle anıldığını biliyoruz.  Şapel'se bizim mescidlere karşılık gelen küçük ibadet yerleri. Vaktiyle adada 35 şapel varmış, şimdi bir tane kalmış.

Sadece özel günlerde ibadete açılıp, senede bir gün ayazma şenliklerinde ayin yapılırmış. Onun dışında kapalı. 26 Temmuz’da kutlanan Rumların Aya Paraskevi günü şapelin ibadete açıldığı günlerden birisiymiş. Kalabalık bir grubun Ayazma’da toplanıp eğlendiği bu güne halk arasında Ayazma Panayırı deniyormuş.

Gördüğümüz kadar bahçesi düzenlenmiş, etraf tahta sandalye ve masalarla dolu. Susurlukluyuz ya özellikle tahta masa ve sandalyeler dikkatimizi çekiyor. Soruyoruz: tercih edenler için adada kır düğünleri burada yapılıyormuş.

Rehberimizin anlattığına göre burası Rum azize Aya Paraskevi adına yapılmış ve onun adını taşıyor. Sadece İstanbul’da bu azize adına kurulmuş 5 kilise varmış.

Romalı zengin bir ailenin kızı olan Paraskevi, tüm aile fertlerini kaybedince Hristiyanlığı kabul edip kendini dine adamış. Tüm varlığını ise fakir halka dağıtmış ve Roma'da Hristiyanlığı yaymaya çalışanlardan biri olmuş. Bunu duyan İmparator Paraskevi'yi tutuklatmış ve çeşitli işkencelerle öldürtmüş. Bu arada yaşanan bazı olağanüstü olaylar din için ölen bakire Paraskevi'nini azize olarak kabul edilmesine yol açmış. Bu hikaye de inananların tarih boyunca yaşadıkları zulüm ve acılardan yalnızca birisi. Onu bu şekilde işkenceyle öldürenlerin bugün adı sanı unutuldu, ama azize Paraskevi unutulmuyor. Adına yapılmış kilise, manastır ve şapellerle hala insanların gönlünde yaşıyor.

Burası aynı zamanda asırlık çınar ağaçlarının oluşturduğu gölgelik alanı ve sürekli akan çeşmesi ile piknik yapanların tercih ettiği yerlerden biriymiş. Şimdi mevsim yaz. Zaten adada su kaynakları kısıtlı. Bu yüzden çeşmenin suyu akmıyor ama aktığında içenlerin adada kaldığına inanılırmış.

Saat 11 sularında denize girip yemek yiyeceğimiz plaja geliyoruz. Ayazma plajı özellikle ince taneli, altın sarısı kumu, etrafındaki restoran ve kafeler nedeniyle kesinlikle adanın bir numaralı plajıymış. Ayazma plajının dışında hemen yanında yer alan Sulubahçe ve devamındaki Habbele Plajı ve Akvaryum ayrıca tercih edilebilecek yerlerden.

Deniz gerçekten güzelmiş. Özellikle de billur gibi tertemiz, ılık suyu ve yumuşak kumları çok hoş. Bu güne kadar böyle güzel denize girmemiştim. Koreli restoranın duşu, wc'si ve kabinleri de fena değildi.

Yemek için söylediğimiz ızgara çupralar da güzeldi. Yanında salata ve kavun içeren menü 25 lira. Eh, böyle bir yerde özellikle de balık için çok da pahalı sayılmaz.

Yemek üstüne çay kahve muhabbet derken saat  14 oluyor. Yeniden yola çıkıyoruz.

Bu seferki durağımız batı burnunda yer alan rüzgar gülleri. Bizim için uygun değildi ama gündüze son noktayı koymak için Batı Burnu’nu ziyaret etmek bir gelenek haline gelmiş adada. Çünkü bu mevkii, özellikle gün batımında olağanüstü bir manzara içinde olurmuş. Akşam saatlerinde çarşı içinden kalkan dolmuşlar, adeta bir ada turu fırsatı sunuyor, yol boyunca sunulan enfes görüntülerden sonra rüzgâr gülleri mevkiinde alınan keyif gün batımı ile doruğa çıkıyormuş.

Anlaşıldığı kadar Bozcaada Türkiye'nin Rüzgâr Enerjisi üretimi yapılan ilk ve sayılı yerlerinden. 2000 yılında yapılan 17 adet Rüzgar gülü Bozcaada’nın en batı ucunda yer alan Polente fenerinin yanına kadar uzanıyor. Bu türbinlerden  sadece bir tanesi bile adanın tüm enerji ihtiyacını karşılamaya yetiyormuş. Kalan enerji ise Turizme zarar vermemek amacıyla yeraltı kablolarıyla ve deniz altından anakaraya gönderiliyormuş.

Polente Feneri 1861 yılında yapılmış.  Fener ve Rüzgar gülleri batı burnunda gündüz saatinde bile o kadar güzel bir görüntü veriyor ki gerçekten görülmeye değerler. Keşke bir gün doğumunu veya gün batımını buradan izleyebilseydik. Bu doğal güzelliik ve etrafında bulunan Gökçeada, Seddülbahir, Mehmetçik, Kumkale ve Kefalos fenerleri ile Polente Fenerinin selamlaşması ne kadar güzel olurdu kim bilir.

Bozcaada köyü olmayan küçük bir ilçe. Bir tarafında rum mahallesi diğer tarafında islam mahallesi var. Bu nedenle adada faal durumda iki cami ve bir kilise bulunuyor.

Mübadelede istisna tutulmasına rağmen rumlar adada duramamışlar. Azınlığı yıldıran unsurlar arasında 6-7 Eylül Olayları, Kıbrıs Sorunu, toprakların düşük bedelle kamulaştırılması, Yunanistan’daki Türk azınlığın mülkiyet hakları neden gösterilerek karşılıklılık ilkesi kapsamında Türkiye vatandaşı Rumların gayrimenkul edinmesinin zorlaştırılması gibi sebepler ileri sürülüyor.

Şimdi sadece birkaç aile, hepsi hepsi 20-30 kişiymişler. Onları da artık bizden ayıramazsınız diyorlar. Hele hele eski rum evlerinin olduğu sokakları görmek gerek. Adeta birer tablo gibiler. Zevkle boyanmış rengarenk küçük otantik evler, taş sokaklar, yeşilin her tonu ve çiçekler... Küçük mahallenin her sokağı şaşırtacak kadar nefis manzaralar sunuyor. Bakmaya doyamıyorsunuz.

Evler ve çiçekler…Burada bu iş adeta bir sanat olmuş. Bazı noktalar gerçekten üzerinde düşünülmüş, emek ve para harcanmış olduğunu gösteriyor. Zaten evlerin bir bölümü pansiyon, cafe ya da sanat atölyesi vb.olarak değerlendirilmiş. Kuşkusuz bu özeni ve çabayı gösterenler insanlar gelsin, görsün diye yapmışlar. Arada bir fotoğraf çekmeyin levhası görsek de bu rengarenk ev ve çiçek konsepti adanın turizm gelirinin ana kaynağı durumunda. Bütün bu güzellikler bunun için sergileniyor.

Bazen iki eski bot içine dikilmiş çiçek gibi sevimli-muzip hoşluklara da rastlanıyor tabi. Ama eminim bizim gibi bütün ziyaretçiler orada bir sergi geziyormuşçasına zevk alarak dolaşıyorlar.

Artık mahalleden çıkmak üzereyiz. Sıra kalenin gezilmesine geldi. Çınaraltı kahvesine doğru yürürken komple restoran haline getirilmiş birkaç sokaktan geçiyoruz.  Sokak boydan boya tahta sandalye ve masalarla kaplı. Turizm sektörü adada böyle ilginçliklere neden olmuş. Bizim geçtiğimiz vakitte bombtular. Ama pırıl pırıl mavi beyaz boya ve örtülerle akşam hizmetine hazırlar. Sokağı yeşil bir tünel gibi asma çardağı kaplamış, taş sokakta beyaz, mavi ve yeşilin bütün tonları var. Göz alıcı, çok hoş bir görüntü.

Tam mahalle bitti derken birdenbire karşımıza rengarenk çiçeklerle bezeli, pencereleri  ferforje demir minik tek katlı bir ev daha çıkıyor. Böyle estetik ve güzelliğe can mı dayanır. Haydi son bir hatıra fotoğrafı daha deyip kaldırım üzerindeki kahverengi tahta sandalye üzerinde poz veriyoruz.

Çınaraltı kahvesine gitmeden evvel küçük bir pasta kurabiye evinin önünde duruyoruz. Kavala kurabiyesi ve sakızlı kurabiye ikram ediyorlar. Ben zaten kavala kurabiyesi severim, bulmuşken alacağım.

Bir de buralarda nedense adı sakızlı olan her ürünü tatmak isterim. Sakızlı kahve, sakızlı muhallebi, sakızlı dondurma…Bunların hepsini buralarda severim. Zaten başka yerde pek nadir bulunurlar. Ayvalıkta, Cundada, Edremitte, Akçayda da var. Özellikle Ayvalıkta Perşembe pazarının sonundaki çardaklı kahveler sokağında küçük bir fırında pişen sakızlı kurabiyeler favorimdir.

Pasta evinin sahipleri çamlıhemşinlilermiş. 87'de adaya gelip kalmışlar. Malum onlar dededen toruna pastacıdırlar. Bakalım burada kavala kurabiyesini ve sakızlı kurabiyeyi nasıl yapmışlar ? Merak ediyorum. Yalnız bu arada kilosu 40 lira, bayağı pahalıymış. Biraz ondan biraz bundan tadımlık yarım kilo paketletip alıyorum yine de.

Çınaraltı kahvesi grubun dağılma ve toplanma mekanı. Kimimiz kaleye, kimi alışverişe gidiyor. Bazıları da bu serin ve otantik mekanda dinlenme molasında. Biz sakızlı bir orta kahve içip kalkıyoruz. Daha yorulmadık, gezmeye devam edeceğiz.

İstikamet Bozcaada kalesi. Kalenin rum mahallesine bakan kuzey doğu tarafı gerçekten çok etkileyici idi. Sanırım Türkiye’nin en iyi korunmuş kalelerinden biri.  Ancak ilk olarak ne zaman, kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor. Fenikeliler, Cenevizler ve  Venedikliler tarafından kullanılan kale, bugünkü görünümünü Fatih Sultan Mehmet döneminde var olan kalıntılar üzerine tekrar inşa edilmesiyle almış.

Venedik- Osmanlı arasında süren mücadeleler sırasında uğradığı tahribatlar sonrası, Köprülü Mehmed Paşa döneminde büyük bir onarımdan geçmiş (1657). II. Mahmut zamanında ise neredeyse yeniden inşa edilerek bugüne kadar bu görünümü korunmuş (1815).

Adanın kuzeydoğu ucuna, kayalıklar üzerine inşa edilmiş kalenin etrafı zamanında suyla dolu olan bir hendekle çevriliymiş. Bu nedenle bir zamanlar asmalı bir kapıyla girilirken şimdi sabit bir köprü üzerinden giriliyor kaleye. Yine bir zamanlar içerisinde Türk ahalinin yaşadığı iki caminin olduğu kale içi, şimdi neredeyse bomboş. Sadece festival zamanlarında verilen konserlerle hareketleniyormuş.

Kaleden sonra adanın iki camiinden büyük olanına yöneliyoruz. Adanın islam mahallesinde yer alan Alaybey camisi ve Köprülü Mehmet Paşa camileri Osmanlı zamanından, şöhretli paşalardan kalma. Defalarca onarım görmüşler ama ayaktalar. Abdest alıp geciken öğle namazını kılıyoruz. Grup rehberimiz ve bazı aileler de tuvalet ihtiyacı için oradalar.

Alaybey Cami’nin kitabesi günümüze kadar ulaşmadığı için tam olarak hangi tarihte ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmiyormuş. 1700 lü yıllarda kırmızı kesme taştan yapılmış. Bir kaynakta Miralay Ahmet Ağa Camisinden bahsedilmesi sebebiyle caminin Miralay Ahmet Bey tarafından yaptırıldığı sanılmaktaymış. Bu duruma göre belki de Alaybey ismi buradan geliyor. Sonuçta cami günümüzde de halen kullanılmakta. Avlusunda Osmanlı sadrazamı Halil Hamit Paşa ya ait küçük bir hazire bulunuyor.

Caminin imamı Şaban hocaya bir arkadaşın selamını iletiyoruz. Bir çay içmek için ısrar ediyor. Alaybey caminin karşısı çarşı, içinde çay bahçeleri var. Sıralı küçük küçük sergilerde adaya özgü reçel, hediyelik eşya vb şeyler satılıyor. Almak için domates reçeli ve yaş üzüm bakıyoruz. Fakat dolaşmamıza rağmen uygununu bulamıyoruz. Küçücük bir domates reçeli şişesi 15 lira. Üzümün kilosu 5 lira beş kiloluk küçük kasalarda satıyorlar. Hediyesi 25 lira!...

Dükkanlar daha pahalı. Zaten her işletme meşhur bir ürünü sahiplenmiş durumda. Mesela sakızlı muhallebi, dondurmalı supangle ve buzlu gelincik şerbetini hep bir arada bulmak kolay olmuyor. Ama sonunda arayıp Alaybey caminin hemen sol tarafında eski kahvede buluyoruz. Gelincik şerbetini ilk defa içiyorum. Hanım şerbetin her türlüsünü sevmez, ama ben beğendim.

Bu şirin kasaba önceden ortasından geçen bir dere ile Rum ve Türk mahallesi olarak iki mahalleye ayrılmış. Günümüzde bu ayrım yok elbette fakat mahalleler Rum yada Türk mahallesi yapıları itibariyle anlaşılabiliyor. Eşimle birlikte bu kez Türk mahallesi olarak adlandırılan islam yurdundayız.

Önce adanın ikinci camisi halk arasında Yalı Camii olarak bilinen Köprülü Mehmet Paşa camiine giriyoruz. Venedikliler döneminde yıkıldığı tahmin edilen Mıhçı Camii, daha sonra Köprülü Mehmet Paşa  tarafından 1655’de  yeni baştan yaptırılarak  onun adını almış. Bir kitabesi yok. Zaman içinde geçirdiği tamirlerle şimdiki şeklini almış. En son 2006 yılında restore edilerek yeniden ibadete açılmış.

İkindi namazımızı da burada kıldıktan sonra mahallenin sokaklarında dolaşmaya devam ediyoruz. Daha ilk bakışta ortamın kendine has özelliklerini görebiliyorsunuz. Ahşap evleri ve kıvrımlı dar sokaklarıyla kendine özgü bir hava var burda. Buradaki evler de bakımlı ve temiz. Sokaklarında rum mahallesinde olduğu kadar çiçek olmasa da yeşillik eksik değil. Otantik dar sokaklarda yürürken kendimizi bir eski zaman tablosunun içindeymişiz gibi hissettik.

Türk mahallesi Rum mahallesine göre turistik mekan bakımından zayıf olsa da günümüzde pansiyon ve otellerin sayısı artmaya başlamış. Bazı evler yine otel, motel, restoran vb. işletmelere dönüşmüş durumda.

Adanın bu tarafından sahile yönelindiğinde balık lokantalarıyla çevrili küçük bir balıkçı barınağına çıkılıyor. Manzara beyaz ve mavinin sıcak birlikteliğiyle donanmış. Gördüğümüz açı burada fotoğraf çekilmeli denecek güzellikte.

Troya savaşlarından Osmanlı dönemine kadar ada her zaman önemli bir liman olmuş. Ada halkı geçimini eskiden üzüm, şarap üretimi ve balıkçılıkla kazanırmış. 1990'lı yıllardan itibaren turizm geliri diğerlerini geride bırakmış.

Balıkçı barınağından ilerde sağ tarafta küçük bir mezarlık görünüyor. Biz oraya gidemedik ama hikayesini dinledik.

Limana hakim küçük bir tepe üzerinde yatıyor Aburga Ahmet Dede çevresindeki 10 yoldaşıyla.

Rivayet o ki; Çanakkale Boğazı çıkışında bir gemi fırtınaya yakalanıyor. Battı, batacak. Yan yatıyor. Geminin yatmakta olan tarafında beyaz sakallı bir ihtiyar kişi beliriyor. Bir omuz darbesiyle gemiyi önce batmaktan kurtarıyor. Ancak, gemi Bozcaada önlerinde kayalara çarparak batıyor. Bu arada beyaz sakallı ihtiyar da dayanamayarak ölüyor. Ölmeden önce şu anda yattığı tepeyi göstererek "beni oraya gömün" diyor.

Geminin kaburgalarından tutup batmaktan kurtardığı için midir, yoksa gemi kalıntısı uzunca bir süre yattığı burnun önünde kaldığı için midir bilinmez, ihtiyarın adı "Kaburga Ahmet Dede"ye çıkıyor. Sonra gel zaman, git zaman adı Aburga Ahmet Dede oluyor. İşte hikaye bu.

Yine anlatıldığına göre denize çıkacak Bozcaadalılar uzun zaman ermiş olduğuna inandıkları bu kişinin kabrini ziyaret etmeden adadan ayrılmazlarmış.

Biz de artık adadan ayrılmak üzereyiz. Kalenin iskele kenarındaki güney surları önünde dolaşarak bize verilen saatin dolmasını bekliyoruz.

İşte sabah bizi getiren, saat 18.00'de de götürecek olan arabalı vapur göründü. Yanaşıyor. 

İskeleden Bozcaada şehir girişine bakıyorum. Akşam güneşi palmiye ağacı yapraklarında kırılarak hoş bir görüntü vermiş. Sanki bir veda hüznü gibi görünüyor bana.  Fotoğrafını çekiyorum bu görüntünün. Aynı zamanda Bozcaada çıkışının.

Biraz sonra bekleyen kalabalık vapura yöneliyor. Araçlar sırayla vapura alınıyorlar. Biz de biniyoruz. Gitme vakti geldi. Adada henüz güneş batmadı, ama biz gitmek zorundayız. Zira araçlar rezervasyonlu hareket ediyorlar ve bundan sonraki 20'de. Geyikliden sonra da en az bir buçuk saat yolumuz var.

Bozcaada’ya ulaşım Gestaş tarafından, arabalı vapurlar ile sağlanıyor. Bozcaada ile Geyikli Feribot İskelesi arasındaki 4 mil mesafe var. Bu uzaklık ortalama yarım saatte alınıyor. Yaz sezonunda iki feribot karşılıklı çalışıyor, saat başı yapılan seferler, kışın günde üçe kadar iniyormuş.

Adadan ayrılıyoruz. Geyikliye doğru yol alırken kalenin denizden son bir fotoğrafını daha alıyorum. Ada gittikçe ardımızda küçülüyor. Bir daha ne zaman geliriz Allah bilir. Hoşça kal Bozcaada, elveda rüzgar gülleri, nur içinde yat azize Aya Paraskevi, Allahaısmarladık Aburga Ahmet Dede
----------------------------
(1) Adaya ne zamandan itibaren Bozcaada denilmeye başlandığı bilinmiyor. Ama adaya ilk defa bu adın Türk denizciler tarafından söylendiği sanılmakta. Yalnız, Piri Reis eserinde, adanın en yüksek sivri bir boz tepesi - bu gün Göztepe denmektedir- olduğunu, onun üzerinden denizin 40 mil mesafesinin kontrol edilebildiğini, aynı şekilde denizden de o mesafe içinde gemilerin, adanın alâmeti olan boz tepeyi fark edebildiklerini ifade ediyor. İşte bu sebeple Türk denizcilerin adaya Boz Ada veya Bozcaada dedikleri sanılıyor. Gerçekten adaya karşıdan bakıldığında boz bir şekil göze çarpıyor. Ayrıca karşıdan bir bohçayı andırdığı için Bohçaada denildiği de olmuş. Bu yüzden bazı kayıtlarda adanın ismi böyle geçiyormuş.  Nitekim, adadaki Alaybey Câmii haziresinde bulunan iki mezar kitâbesi ile Aburga Ahmed Dede mezarlığında bulunan diğer bir mezar kitâbesi üzerinde ada ismi Bohçaada olarak görünüyor. Sonuç olarak türklerin ilk dönemlerde adayı Bohçaada şeklinde andıkları, zamanla Bozcaada adının ağırlık kazandığı düşünülüyor.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder