Edremit, Kalkım, Balya turu
Bu yıl kazdağlarının kuzey doğu tarafını görmek istedik. Zaten Balya'yı da hiç görmemiştim. Ayrıca, Edremit Yenice yolundan daha önce gidenler oraların çok güzel olduğundan bahsetmişlerdi.
Suyun ve piknik yerlerinin bol olduğu bir yöne gidecektik. Bu yüzden arabamızın bagajına yiyeceklerimizi, piknik malzememizi doldurduk. Umudumuz bol sulu, yeşil ağaçların gölgelediği en güzel yeri bulup ailece orada piknik yapabilmekti.
Yolumuzun Edremit Kalkım bölümü 74 kilometrelik, 1 saat 51 dakika sürüyormuş. Kalkım Balya arası ise yaklaşık 57 dakikalık bir yol, 48,7 km imiş. Balya'dan Edremit arası ise 65,6 km, 1 saat sürecekmiş. Yani yaklaşık 4 saat sürecek toplam 188 kilometrelik bir daire çizecektik.
Edremit,
adını verdiği Edremit Körfezi ile Kaz Dağları arasında
denizden 6 km içerde kurulu Balıkesir'e bağlı eski bir ilçe. Batısında Ege
Denizi ve Ayvacık ilçesi, kuzeyde Bayramiç ve Yenice ilçeleri, Doğuda Havran
güneyde Burhaniye ilçesi, kuzeyinde Kazdağı, Eybek Dağı ve Gürgen Dağı ile
çevrili. İlçenin iskelesi durumundaki Akçay Beldesi şehre 9 Km uzaklıkta.
Edremit İlçesi eski, köklü ve zengin bir ilçe, ama her şeyden önce bir zeytin
memleketi.
Tarihçilere göre Edremit M.Ö.1443 yılında kurulmuş. Eski kaynaklarda
Adramyteion olarak geçiyormuş. İlk çağlardan beri yöredeki en önemli yerleşim
yeri. Pers kıral Darius ve Makedon Büyük İskender de gelmiş. Romalılardan sonra
Karesi Beyliğinin gemilerine liman olmuş. Osmanlı döneminde donanmanın önemli
tersanesi buradaymış. Yöre insanları önceleri Akdenizde korsan olarak, daha
sonra da Osmanlı donanmasında önemli görevler üstlenmişler. Tunus Beylerbeyi
Salih Reis bunlardan birisi.
İlk
Kuvay-ı Milliye yörelerden. Başta Şehit Kaymakam Hamdi
bey ve bazı eşraf komiteler kurarak işgal kuvvetleri ile çatışmışlar. Nihayet
dokuz Eylül 1922 de Yunanlılardan kurtarılmış.

Arada zeytinlikler arasına gizlenmiş güzel köyler var.Karşımızda açık mavi bir gökyüzü, ufukta koyu lacivert siluetiyle yükseltiler halinde sıralanmış kazdağları görünüyor.
Edremit'ten 14 km. gittiğimizde ilk piknik alanına ulaşıyoruz. Talim Alanı denilen bu mevki halka açık piknik yeri olarak düzenlenmiş. Kazdağlarının
eteklerinde, bir çam ormanı içinde yer alan bu mesire
yeri piknikçilere lazım olabilecek asgari donanıma sahip. Yani çeşmeleri,
mangal düzenekleri, çocuk oyun yerleri, masaları, Wc'si ve park edilebilen
geniş alanıyla tam bir profesyonel.
Edremit ve Akçay'a yakın konumuyla yaz kış
hizmet verebilen bir alan. Çıplak zemini ne kadar yoğun kullanıldığının açık göstergesi.Bu bölgede Kazdağlarının eşsiz güzelliklerini yaşamak isteyenlerin gözde mekanları arasında. Ancak, bizim daha iyisini bulma umudumuz var, durmuyoruz.
Birkaç kilometre sonra bir dağ sitesi görüyoruz. Biz onunla meşgul yorum yaparken sol tarafta bir yer fark ediyoruz. Yüz metre sonra dönüp yakından görmek için iniyoruz. Planımızda böyle bir yer yok ama bir çay içip devam ederiz diye düşünüyoruz. Ancak, Kaz
dağlı Gülsüm ananın yeri bizi mest ediyor. Oğlak göveci bir harika, gözlemeleri, ayranı, çayı, hizmeti hepsi güzel. Yaklaşık bir saatimizi orada bir çam ağacının altında kurulu, şark köşesi tadında ahşap sedirde geçiriyoruz.
Gülsüm Ana, Balıkesir
Edremit Çamcı köyünden altmış yaşın üstünde ilginç bir kadın. 12 yıl öncesinde
elinde bir sepet gözleme yaparak başlamış. Bugün Edremit Kalkım yolu üzerinde
Hanlara yakın Çobançeşme
mevkiindeki iki dönümlük yerinde, ulu çam ağaçları altında tamamen ahşap dağ
evi görünümlü bir işletmede hizmet veriyor. Güleryüz, huzur ve lezzetin önemli
bir durağı haline gelmiş.
Doğal ürünler, 15 çeşit köy kahvaltısı, gözleme, kuru fasulye, pilav, saç
Kavurma ve göveçte oğlak farklı ve muhteşem lezzetler. Ayrıca buradan
Edremit körfezi çok farklı bir manzaradan
izlenebiliyor. Özellikle asırlık ulu çam ağacını görmenizi ve dallarında kurulu salıncakta çocuklarınızı sallamanızı öneririz.
Rakımdan dolayı hava temiz, nemsiz ve aşağıya göre 8-10 derece
daha serin. Otantik köşklerde kendinizi evinizde hissedebileceğiniz bir ortam. Kahvaltı 20 liraymış, diğer fiyatlar da uygun. Son olarak yediğimiz taze çilek ve sıcak pidelerden sonra artık gönlümüzü de bırakarak, oraya bir kez daha gitme arzusuyla ayrılıyoruz.
Hanlar mevkii Gülsüm anadan 5-6 Edremit’ten 25 km, Akçay'a 35 km mesafede. Ulu çınar ve çam ağaçlarının gölgesi altında, serin havada piknik yapılabilecek geniş bir alan. Çeşmelerinden devamlı akan buz gibi suları, masaları, mangal yerleri ve WC'leriyle aileniz ve çocuklarınızla iyi vakit geçirilebilecek bir
yere benziyor. Orman içinde bol ve soğuk suyu, serin ve temiz havası, çevresindeki lokanta ve kafelerle Talimalanından daha güzel geldi bize. Fakat orada da durmuyoruz.
Bu yol sürprizlerle dolu. Hanlar’dan
sonra 10 km ilerde bu defa bir Milli Park Dinlenme Tesislerinden geçiyoruz. Burada tel kafesle çevrili büyük
bir alanda Geyik Çiftliği
varmış. Koruma altındaki
bölgede geyik üretiliyormuş. Bölge av
meraklılarının, doğa
yürüyüşü yapanların gözde yerlerinden olmalı. Ama, biz burada da durmuyor, yola devam ediyoruz.

Gerçekten de dağdan aşağıya inilen son 40 km'de sağlı sollu o kadar çeşme var ki. Her dönüşümüzde "Burda da var..., Aa bak ! bu daha güzel..., Şurda iki tane birden yapılmış..., Aynı çeşmede üç..., Şunda da beş musluk birden akıyor !.." derken mesafeler tükeniveriyor.
Her çeşmede hayır sahibinin adı var. Kimi eski, kimi de yeni. Bu yörenin insanı dağın bol, bereketli ve serin sularını hayra dönüştürmekte yarışmış adeta. Belli ki bayağı eskilere dayanan bir yol bu. Öyle anlaşılıyor ki, atla, arabayla yolculuk edenlerin yanmaması için ne mümkünse yapılmış.

Suyun bulunabildiği her yol kenarına, insanların gelip gittiği, hayvanların su içeceği yerlere
yapılmışlar. Başlarına hayır sahipleri yazılmış, bazılarının ismi silinmiş, sahipli sahipsiz,
isimli isimsiz çeşmeler...
İnsanımızın hayır konusundaki su gibi temiz niyeti; çeşit çeşit, büyüğü küçüğü, sadesi süslüsüyle taşlara şekil vermiş. Şiirlere, şarkılara konu olmuş çeşmeler. ‘Köprüler yaptırdım, gelip
geçmeye / Çeşmeler yaptırdım, suyun içmeye’ türküsünde olduğu gibi, sazın tellerinde dile gelmiş.
Bütün canlıların emrinde, biteviye gece gündüz akıyorlar. İnsanın dostu,
börtü böceğin kuşun hatta en yaban canlının bile dostu onlar. Kimisinin suyu bol,
kimisinin az, bazıları kurumuş.
F. Nafiz ÇAMLIBEL'in ”Çoban Çeşmesi” adlı şiirinde bahsettiği gibi sessiz, yalnız kendi şırıltısı ile yaşayan çeşmeler…'Derinden derine ırmaklar ağlar/ Uzaktan uzağa çoban çeşmesi / Ey suyun sesinden
anlayan bağlar / Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi ?'

Tam girişte şaha kalkmış bir Agon (ata binen sporcu) heykeli var. Nüfusu 2300 civarındaymış. Yerleşim yeri olarak güneyinde
Kazdağları, kuzeyinde Asar Dağı olmak üzere yoğun bir ormanlık alanda kurulmuş.
Yeniceyle birlikte Kalkım yöresinin eski ismi Agonya olarak
geçiyormuş.
Yörenin tarihi yaklaşık olarak M.Ö 3000 yıllarına dayanıyormuş.
Uzun süre Truva’ya bağlı olarak kalmış. Daha sonra Perslerin, Büyük İskender
devrinde de Bergama Krallığının hakimiyetinde olmuş. Agonya Kapısı olarak
bilinen Kayatepe Köprüsü Büyük İskender'den kalma ve halen ayaktaymış. Lidyalılar
zamanında işlenen demir curufların bulunduğu yerde, bugün Kalkımın büyük bir mahallesi
kuruluymuş.
Kalkım
kasabası, yaklaşık 1301 yılında Karasi Beyi tarafından türk topraklarına
katılmış. Daha sonra Osmanlılara bağlanmış ve önemli bir yerleşim merkezi olmuş.
Osmanlı zamanında burada çevre mahkemelerine bakan kadı vekilleri (Naipler)
oturduğundan “NAİPLİ” adını almış.
93
Harbi olarak bilinen1877-1878 Osmanlı – Rus Harbinden sonra balkanlardan ve doğudan göç etmek zorunda
kalmış muhacirler bu bölgede ikamet ettirilmiş. Önemli bir kavşak noktasında bulunmasından dolayı 1. Dünya Harbinde Fransızlar, Yunanlılar ve İngilizler
tarafından işgal edilmiş. 1978 yılında nahiye olmuş ve 1977 seçimleriyle de fiilen belediye hizmetleri
başlamış. Bunlar, Kalkım hakkında internetten edindiğimiz bilgiler.
Bu arada saatimiz 17:30'u gösteriyor. Tekrar dönüp piknik yapmak, ya da Balya'ya doğru yolumuza devam etme konusunda bir tereddüt geçiriyoruz. Kalkımda, yolu sorduğumuz bir kişi üç köy sonra sağa sapıp Balya'ya gidebileceğimizi söyleyince nedense tercihimiz devam etme yönünde oluyor.
O köylerden biri olan Hamdibey köyü; İnternette
“sırtını Kazdağları’na yaslamış, yüzünü Güneş’e dönmüş Büyük Agonya Ovası içinde yer alan güzel bir beldemizdir’ diye
geçiyor.
Kurtuluş Savaşı yıllarında; Yenice ve yöresinde çetelere karşı büyük
bir mücadele veren, Edremit Kaymakamı Hamdi Bey, Anzavur
Çeteleri tarafından bu yörede yakalanıp, Biga’ya kadar bir atın ardına bağlanıp
sürüklenmesiyle şehit olmuş. Bu yüzden Milli Mücadelede, büyük yararlık
göstermesiyle tanınan Hamdi Bey’in adı daha önce Koyuneli olan bu beldemize verilmiş. Elinde silahıyla köydeki Hamdi bey anıtı da bu hatırayı yaşatmaktaymış. Bizse, hemen anıtın yakınındaki bir çeşmeden tatlı su alıp yolumuza devam ediyoruz.
Tercihimiz Balya'dan dolaşarak Edremit'e dönmek olsa da artık hafiften acıkmaya da başlıyoruz. Ama yolda o kadar bol çeşme gördük ki, önümüzde daha da olacağından neredeyse eminiz.
Artık etrafımızdaki arazi değişti. Çeşmeler de o kadar sık görülmüyor. Gördüklerimizin de ya suyu akmıyor, ya da oturmaya müsait değil. Nasılsa buluruz diye sorun etmiyoruz.
Nihayet bir tanesinin hem suyu akıyor hem de araba park edecek, yemek yenebilecek düzlük bir alanı var, duruyoruz. Hemen karpuz kavunu bol su dolu yalağına koyuyorum. Amacım, biz mangalı yapıp yiyinceye kadar su onları soğutur. Bu arada fark ediyorum ki arabadan inen diğerleri durumdan pek memnun değiller gibi.
"Sorun ne ?" diyorum, yerdeki hayvan pisliklerini gösteriyorlar. Bana göre, bir köy çeşmesinin, üstelik üç tane ardarda yalağı bulunan böyle bir çeşmenin en önemli ziyaretçileri hayvanlardır. Su içen hayvanların da geride bırakabilecekleri başka ne olabilir ki ? Ama ailem öyle düşünmüyor, koku, görüntü ve bolca sinek onları rahatsız etmiş anlaşılan. Ne de olsa şehir insanları onlar. Benim gibi köyde doğup büyümemişler.
Tabi ki de onların dediği oluyor. Tekrar karpuz kavunu alıp poşetlerine koyuyorum ve arabaya binip yola çıkıyoruz. Artık, bizim piknik bir sonraki çeşmeye kalıyor. Ama, o bir sonraki çeşme bir daha hiç karşımıza çıkmıyor nedense. Yol kıvrılıp uzadıkça, gözlerimiz umutsuzlukla daha ilerlerde karşımıza çıkıverecek bol sulu, etrafı yeşil, gölgeli çeşmeye kilitleniyor adeta. Fakat, km'ler geçiyor, zaman ilerliyor o çeşme bir türlü karşımıza çıkmıyor.
Meşe ağaçlarının hakim olduğu, yer yer de çınar ağaçlarının yoğunlaştığı oldukça engebeli bir bölgede ilerliyoruz. Bazen Ormanlık çam alanlarla da karşılaşıyoruz. Bu arada ağaçların yolun iki tarafından da yükselip oluşturduğu ağaç tünelleri olağanüstü.
Balya'ya doğru gittiğimiz yol eski Balıkesir-Çanakkale yolu. Balya, bu yolun Çanakkale'ye 170, Balıkesir'e 52 km mesafesinde kalıyor. İlçenin doğusunda Balıkesir, batısında Yenice, kuzeyinde Manyas ve Gönen, güneyinde ise İvrindi ve Havran ilçeleri var. Yaklaşık rakımı 150 metre olan dik yamaçlı derin vadilerle ayrılmış dağlık bir arazide kurulmuş.
Balya’da tarihin ilk dönemlerinden bu yana, başta çinko ve kurşun olmak üzere, manganez ve linyit madenleri işletilmiş. Bu nedenle de sürekli bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını öğrendim. Romalılar döneminde de bu kurşun madenleri işletilmeye devam ediyor. Bu yüzden o zamanki adının “Ergastêrion” (maden işliği) olduğu kayıtlara geçmiş.
Balya madenlerinin işletilmesi Osmanlı İmparatorluğu zamanında da sürdürülmüş. İlçe topraklarında bulunan simli kurşun madeni 1940 tarihine kadar ilçenin temel ekonomik kaynağı imiş. Ancak, o yıl artık rezervlerinin azalması sebebiyle üretimi durdurulmuş.
Balya adının, 1650 yıllarında burada Kadılık yaptığı rivayet edilen “Bali Bey”den mi yoksa Yunanca Palaia ("eski") tabirinden mi geldiği tartışmalı görünüyor. 1910 yılında ilçe olmuş. 1920 yılında Yunan işgaline uğrayan yöre, bir taraftan Yunan askerleri ile öbür yandan Anzavur Ahmet Çetesi ve Gavur İmamla savaşmak zorunda kalmış.
Biz öyle yol kenarında uygun çeşme bakıp, yanımızdan hızla akıp giden manzara denizini seyrederken karşımıza aniden Balya çıkıveriyor. Ama, gerçekten çok güzel bir görüntü, durup fotoğrafını çekiyorum.
Balya maden ve fabrikaların kapatılmadığı zamanlarda Küçük İstanbul Lakabını edinecek kadar çok gelişmiş bir ilçeymiş. Ancak o günlerden bugüne sadece Fransızlardan 100 yıllık bir maden ve yakınındaki hastane kalmış. Halen 1900 nüfuslu çok küçük bir ilçe.
Edremit istikametinde saatlerimiz 19:45'i gösterirken güneş batıyor. Bir umut, Havran'a yakın bir tesiste piknik yapabilirmiyiz acaba diye yolun karşı tarafına geçip soruyoruz: "Burada mangal yapabilirmiyiz ?" Aldığımız cevap "Hayır, bu yıl mangal işini kaldırdık. İsterseniz 10 km geride bir işletmemiz daha var. Orada yapabilirsiniz."
Nihayet bir tanesinin hem suyu akıyor hem de araba park edecek, yemek yenebilecek düzlük bir alanı var, duruyoruz. Hemen karpuz kavunu bol su dolu yalağına koyuyorum. Amacım, biz mangalı yapıp yiyinceye kadar su onları soğutur. Bu arada fark ediyorum ki arabadan inen diğerleri durumdan pek memnun değiller gibi.
"Sorun ne ?" diyorum, yerdeki hayvan pisliklerini gösteriyorlar. Bana göre, bir köy çeşmesinin, üstelik üç tane ardarda yalağı bulunan böyle bir çeşmenin en önemli ziyaretçileri hayvanlardır. Su içen hayvanların da geride bırakabilecekleri başka ne olabilir ki ? Ama ailem öyle düşünmüyor, koku, görüntü ve bolca sinek onları rahatsız etmiş anlaşılan. Ne de olsa şehir insanları onlar. Benim gibi köyde doğup büyümemişler.
Tabi ki de onların dediği oluyor. Tekrar karpuz kavunu alıp poşetlerine koyuyorum ve arabaya binip yola çıkıyoruz. Artık, bizim piknik bir sonraki çeşmeye kalıyor. Ama, o bir sonraki çeşme bir daha hiç karşımıza çıkmıyor nedense. Yol kıvrılıp uzadıkça, gözlerimiz umutsuzlukla daha ilerlerde karşımıza çıkıverecek bol sulu, etrafı yeşil, gölgeli çeşmeye kilitleniyor adeta. Fakat, km'ler geçiyor, zaman ilerliyor o çeşme bir türlü karşımıza çıkmıyor.

Balya'ya doğru gittiğimiz yol eski Balıkesir-Çanakkale yolu. Balya, bu yolun Çanakkale'ye 170, Balıkesir'e 52 km mesafesinde kalıyor. İlçenin doğusunda Balıkesir, batısında Yenice, kuzeyinde Manyas ve Gönen, güneyinde ise İvrindi ve Havran ilçeleri var. Yaklaşık rakımı 150 metre olan dik yamaçlı derin vadilerle ayrılmış dağlık bir arazide kurulmuş.
Balya’da tarihin ilk dönemlerinden bu yana, başta çinko ve kurşun olmak üzere, manganez ve linyit madenleri işletilmiş. Bu nedenle de sürekli bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını öğrendim. Romalılar döneminde de bu kurşun madenleri işletilmeye devam ediyor. Bu yüzden o zamanki adının “Ergastêrion” (maden işliği) olduğu kayıtlara geçmiş.
Balya madenlerinin işletilmesi Osmanlı İmparatorluğu zamanında da sürdürülmüş. İlçe topraklarında bulunan simli kurşun madeni 1940 tarihine kadar ilçenin temel ekonomik kaynağı imiş. Ancak, o yıl artık rezervlerinin azalması sebebiyle üretimi durdurulmuş.

Balya maden ve fabrikaların kapatılmadığı zamanlarda Küçük İstanbul Lakabını edinecek kadar çok gelişmiş bir ilçeymiş. Ancak o günlerden bugüne sadece Fransızlardan 100 yıllık bir maden ve yakınındaki hastane kalmış. Halen 1900 nüfuslu çok küçük bir ilçe.
Balya'dan geçerken saatime bakıyorum, 19:15'i gösteriyor. Artık bir çeşme başında piknik yapma umudumuz kalmadı. Dönüşümüzü düşünüyorum. Önümüzde daha bir saatlik 65-70 km daha yolumuz var. Karnımız da iyice acıktı. Oyalanmamalı, bir an evvel dönmeye bakmalıyız.
Çıkışta kızarmaya başlamış böğürtlenler için arabayı durduruyorum. Eşim çok sever, belki biraz bulurum da moralimiz düzelir diye, o da olmuyor. Böğürtlenler daha olgunlaşmamış. Belki bir hafta on gün sonra yenilebilirler. Bir avuç böğürtlen kimseyi memnun etmiyor tabi. Herkes bir an evvel dönmenin derdinde.
Çaresiz tekrar yola koyuluyoruz. Talihsizlik; Balya yolu genişletme çalışmaları nedeniyle yer yer stabilize durumda. Beyaz bir toz bulutu içinde ilerliyoruz. Artık, Balıkesir Edremit yoluna doğru, baş aşağı iniyoruz.

Bu cevap aç ve yorgun bedenimizi biraz daha üzüyor. Havran yolunda orası mı olsun, burası mı derken öğreniyoruz ki bu havalide Akçay Kızılkeçili ya da Zeytinli Pınarbaşı'ndan daha yakın piknik yeri yok. O da hem uzun yol, hem de masraflı.
Anlaşılıyor ki, biz bu pikniği yapamayacağız. En iyisi eve gidip karnımızı doyurmak. Bu fikir herkesin aklına yatıyor. Biraz da kendimizi haklı çıkarıyoruz: "Gülsüm ananın yerinde güzelce karnımızı doyurduk.Bir günde iki masrafa gerek yok. Bu günlük pikniğimiz o oldu. Biz öyle düşünmemiştik ama nasip böyleymiş. Eve gitmek en iyisi."
20:30 dolayında eve geliyoruz. Gezimize katılmayan iki delikanlı oğlumuz kızımız da evdeler. Acıkmışız ya, hep birlikte işe koyuluyoruz. Kimimiz mangala etleri döşüyor, kimimiz salata yapıyor, kimimiz karpuz kavun kesiyor, kimimiz de masayı hazırlıyor. Böylece çarçabuk mükellef bir sofra çıkıyor meydana. Sonra da hep birlikte afiyetle yiyoruz yemeğimizi. Çayımızı içerken gezimizin yorumları yapılıyor tok karnına:
"Turumuz güzeldi. Yorgunluğumuz sadece gördüğümüz manzaralara bile değdi. Kaldı ki, Gülsüm ananın yeri bir harikaydı. Oraya bir kez daha bu defa kahvaltı için gitmek lazım. Yolda ne kadar da çok çeşme vardı. Sadece onları görmek, fotoğraflarını çekip avuç avuç soğuk su içmek için bile yeniden gidilebilir. Hanlar mevkii de piknik yapmak için en uygun yer..."
Günün esprisi ise şöyle oluyor: "Neredeyse 200 kilometre yol yaptık. Ama, evimizden daha güzel piknik yeri, daha lezzetli ve ucuz yemek bulamadık. Karnımız yine evimizde doydu..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder