Kantinde pankart
Bir Pazar günüydü
Bursa'ya Pazar alışverişine gidecektik. Bu aynı zamanda ailece birlikte olma ve Bursa'da gezme fırsatıydı. Her hafta sonu bir servis minibüsünü bu işe tahsis edilmişti.
Böylece lojmanda kalanlar haftalık ihtiyaçlarını görebiliyor, birkaç saat de olsa kampüsün stres yoğun havasından kurtulup, nefes alabiliyorlardı.
Önden
çıkmış spor salonu tarafından yurdun giriş kapısına doğru yürüyordum. Üzerimde
bir deri mont, kazak, ayağımda da kot pantolon vardı. Servis minibüsü yanında
arkamdan gelecek eşim ve çocuklarımı bekleyecek, sonra da binip gidecektik.
Kantini geçtim, her zamanki gibi kalabalık görünüyordu. Giriş kapısına bakan nöbetçi memur odasının önüne geldiğimde içerde oturan yönetim memuruna selam vermek istedim.
Kantini geçtim, her zamanki gibi kalabalık görünüyordu. Giriş kapısına bakan nöbetçi memur odasının önüne geldiğimde içerde oturan yönetim memuruna selam vermek istedim.
Bu
odayı yeni hizmete açmıştık. Kapısında beyaz üstüne kırmızı "Nöbetçi
Memur" yazısı ışıl ışıl yanıyordu. Nöbetçi memurluğu şimdi hem giriş
kapısına, hem de kantine hakim bir noktada konumlandırılmıştı. Bu oda aynı
zamanda yurt kampüsünün orta kısmında ve idarenin güney doğu köşesindeydi. Yani
yeri olabilecek en iyi noktadaydı.
Daha
önce böyle bir hizmet noktası olmadığı gibi, çoğu zaman nöbetçi memurun nerede
olduğu da bilinmiyordu. Oysa mesai saatleri dışında beşbin kişilik koskoca yurt
bir tane nöbetçi memura kalıyordu. Yurdun sürekli olayla, kavgayla, gerginlikle
geçen yaşamı düşünüldüğünde bu durum gerçekten traji komik bir durumdu. İşte bu
yüzden radikal bir seçimle idarenin o yöndeki boş bir odasını nöbetçi memurluk
yapmıştım. Özellikle akşamları ve gece boyu yanan ışığı nöbetçi memurun orada
olduğunu gösteriyordu. Sembolik olarak idare 24 saat orada ve hazırdı. Öğrenci
kitlesi üzerindeki bu algı, yapmak istediklerimize de çok uygundu.
Sembolik
bile olsa, attığımız böyle her adım zaten beni heyecanlandırmaya yetiyordu. Bu
yıl hizmette açtığımız bu oda ise beni özellikle gururlandırmıştı. Her fırsatta
önünden geçiyor, yanan ışığını görmeyi seviyor, içinde oturan memura selam
verip ona destek olmayı önemsiyordum. İşte oraya doğru yürürken yine bunları
düşünmüştüm. Doğrusu biraz sonra olacaklar aklımın ucundan bile geçmemişti.
"Na'ber Bülent ?" İçeri girmeden kapıdan öylesine sordum. Hava güzel, keyfim yerindeydi. Yönetim memuru toparlanıp kapıya çıktı. Ondan herhangi bir cevap beklemiyordum aslında. "İyiyim, sağolun" filan da yeterdi. Ama verdiği cevap tatil günümü zehir edecekti.
"Yine
pankart açtılar müdürüm !"
Dondum kaldım. O birkaç saniye içinde kafamdan binlerce düşünce geçti.
"Ya, nerden çıktı şimdi bu ?, Her zamanki halleri, amaan boşver, Olur mu canım, görmezden gelemem. Öyle mi ? Peki, sen niye oturuyorsun burada ? Kaldırtsana ?, Kolaysa sen kaldırt, Buranın müdürü sen değil misin ?, Bunu hep yapıyorlar zaten, jandarmaya mı haber vermeli ?, Ne yapmalıyım ?, Şimdi bir kere bunu söyledi, duymasan olmaz, duysan ne yapacaksın ?"
Soluklanmak,
biraz zaman kazanmak istedim herhalde, yine öylesine sordum; "Nerde
açmışlar, kim açmış, Jandarmaya haber verdin mi ?"
"Kantinde
müdürüm, alt katta müdürüm. Sol grup işte müdürüm. Jandarmaya haber vereyim mi
müdürüm?" Memur yüzüme bakıyor, tekrar edip duruyordu.
"Müdürüm...müdürüm...müdürüm..."
Kelime o kadar vurgulanmıştı ki yankısını adeta beynimde hissediyordum. O an
sanki ateş bastı, iki çift göz yüzüme dikilmiş bekliyordu, bir cevap
vermeliydim. Zaman dolmuş, top yine bana dönmüştü. Ama bu sefer durum çok daha
ciddiydi. Geçip gidemezdim, vereceğim
cevap benim için artık "olmak ya da olmamak" meselesi olmuştu.
Nasıl
oldu bilmiyorum, birden ağzımdan şunlar çıktı: "Ben kantine gidiyorum,
jandarmaya haber ver, bir bekçiyle beraber arkamdan gelin !"
Yüzümü
kantine çevirdim, kalabalık dışarıya taşmıştı. İçerisi tam görünmüyordu,
yürümeye başladım. Artık ne tatil günü, ne pazar alışverişi hiçbirisi aklımda
yoktu. Orada boyalı bir bez vardı ve benim için bir varlık yokluk sorunu haline
gelmişti.
Ağır ağır yürümeye, bu arada düşünmeye çalışıyordum: "Ne yapmalıyım, ne söylemeliyim, saldırırlar mı ? Acaba Jandarma yetişebilecek mi ?" Bir taraftan da hafiften öfkelenmiştim hani. Yurtta yaptığımız onca şeyden, onca diyalogdan, sağladığımız barış ortamından sonra neydi yani bu ? Üstelik yeni bir dönemin başında "biz varız, buranın efesi biziz, ilke, barış, müdür filan tanımayız" demek değil miydi bu hareket ? Düzeldiğini zannetttiğimiz şeyler yoksa hayal miydi ? Onca çaba, iyiniyet, yaklaşım boşuna mıydı ?
Ağır ağır yürümeye, bu arada düşünmeye çalışıyordum: "Ne yapmalıyım, ne söylemeliyim, saldırırlar mı ? Acaba Jandarma yetişebilecek mi ?" Bir taraftan da hafiften öfkelenmiştim hani. Yurtta yaptığımız onca şeyden, onca diyalogdan, sağladığımız barış ortamından sonra neydi yani bu ? Üstelik yeni bir dönemin başında "biz varız, buranın efesi biziz, ilke, barış, müdür filan tanımayız" demek değil miydi bu hareket ? Düzeldiğini zannetttiğimiz şeyler yoksa hayal miydi ? Onca çaba, iyiniyet, yaklaşım boşuna mıydı ?
Dışardaki öğrenci kalabalığının arasından geçerken oturan gruplarda bir hareketlenme hissettim. Ama yürümeye devam ettim, kantine odaklanmıştım, aklım biraz sonra olacaklardaydı.
Garip
ama hissettiğim şey korku değildi.
Düşüncelerim nasıl o pankartı oradan kaldırtacağımla ilgiliyse, kalbim
de nasıl olup ta o gençlerle konuşabileceğimle ilgiliydi.
Hem bu tür yasa dışı eylemlere müsaade edilmemeli, hem de kurmaya çalıştığımız diyalog köprüsü yıkılmamalıydı.
Hem bu tür yasa dışı eylemlere müsaade edilmemeli, hem de kurmaya çalıştığımız diyalog köprüsü yıkılmamalıydı.
Bu
sorun kazasız belasız atlatılmalı, ben değil asıl yurttaki huzur ve güven yara
almamalıydı. Yoksa bu yolda harcadığımız çabalara yazık olurdu. İzlediğim yol
zaten kılıç üstünde ve riskliydi. Genel Müdürlük, Bölge Müdürlüğü, valilik,
Jandarma, MİT hepsi zaten başarılı olunacağına şüpheyle bakıyorlardı. Kabul
ediyorum alışılmış bir yöntem değildi. Zor bir yolu seçmiştim. Ama gençleri
dikkate almayan, onlara dayanmayan bir çözüm kalıcı olamazdı. Buna inanıyordum.
O yüzden bu olayı halledemezsem bir daha bu yurtta müdürlük yapamazdım. Endişem
buydu.
Kantin
giriş kapısına geldiğimde içerdeki kalabalıktan bir kez daha ürktüm. Durup
baktım. Üst kata çıkan iki merdiven arasında bir pankart gerilmiş, önünde bir
masa, kitaplar ve etrafında parkalı elleri ceplerinde kızlı erkekli bir grup
genç. Gayri ihtiyari arkama baktım beti benzi atmış yönetim memuru ve koşup
geldiği için göğsü körük gibi inip kalkan bekçi hemen arkamdaydılar.
Gene
istemsiz bir cümle çıktı ağzımdan "Jandarmaya haber verdiniz mi ?"
Sadece başını sallayan, iri iri açılmış gözlerle bana bakan yönetim memuruna
acıdım. "siz burada bekleyin" deyip pankart çevresinde toplanmış
kalabalığa doğru yürüdüm.
Tanıdığım birkaç yüz gördüm, beni birbirlerine gösteriyorlardı. Hatta iki öğrenci gülümseyerek yanıma geldiler "Hoşgeldiniz hocam, nasılsınız ? Bir çay içer misiniz ?"
Onlara ne söyledim hatırlamıyorum, pankarta doğru yürümeye devam ettim. Bu çocuklar işte böyle bir ortamda yaşıyorlardı.
Tuhaf
bir cesaret gelmişti sanki. Elimi montumun iç cebine attım, kimliğim oradaydı.
Artık pankartın önündeydim ve tüm grubun gözleri üzerimdeydi. Birkaçı bana
doğru geldiler. Adeta pankartla arama girmişlerdi ve hiç de misafirperver
değildiler. Onları tanımıyordum kimliğimi çıkarttım ve "Ben bu yurdun
müdürüyüm. Sizi tanıyabilir miyim, öğrencim misiniz ?" dedim.
Bir
anda önüme doluştular. Her biri ayrı konuşuyordu; "Siz polis misiniz
?", "Niye kimlik
gösterecekmişiz, göstermeyin arkadaşlar !", "Siz ne hakla bunu
istiyorsunuz ?" Bu arada etrafımı da çevirmişlerdi. Elimdeki kimlik
kartımı kaldırarak onlardan daha yüksek sesle konuştum. "Gençler ! Bakın
ben yurt müdürü olarak size kendi kimliğimi gösteriyorum. Bu pankart yasa
dışıdır. Kaldırmanız için sizinle konuşmaya geldim. Ama önce konuştuğum
kişilerin bu yurdun öğrencisi olduğunu görmem lazım. Yurdun içinde herkesin
kimliğini isteme hakkım ve yetkim var. Sizler üniversite öğrencilerisiniz,
lütfen bana kimliklerinizi gösterin."
Kalabalıktan
bir uğultu yükseldi. Önümdeki grup daha da hareketlendi. Aralarında sıkıştığımı
hissetim. Her kafadan bir ses çıkıyor, el kol hareketleri artıyor, etrafımdaki
çember gittikçe büyüyordu.
Anlamıştım
ki bu şartlarda sesimi işittirmek ve konuşmak imkansızdı. Üstelik durumum
gittikçe daha tehlikeli bir hal alıyordu. Kaynaşma sırasında bir an sol
tarafımda bir boşluk oldu, oradan sıyrılıp merdivenlere doğru hamle ettim.
Birkaç basamak çıktım, arkaya dönüp baktığımda durumun vahameti daha iyi
görülüyordu.
Merdivenlerin
önü miting alanı gibiydi. En başta kırmızı sarı pankart, etrafımda bağırıp çağıran,
ellerini kollarını sallayıp duran öfkeli bir grup ve bizi seyreden diğerleri.
Kimisi hala masalarında, kimisi sandalyelerinden yarı kalkmış, gitmeli mi
kalmalı mı kararsızlığında. Çoğu ayakta ne olacak bakalım diye seyreden
yüzlerce genç.
"Gençler ! Bakın, bu yasadışı pankartı kaldırmanız gerekiyor. Yurt müdürü olarak bunun için kendi öğrencilerimle konuşmaya gelmiştim. Ancak sizleri tanımıyorum. Kimliklerinizi de göstermediniz. Bu şekilde konuşabilmemiz imkansız.
Sizi uyarıyorum, lütfen bu yurdun öğrencisi olmayan kişiler derhal burayı terk etsin. Pankartınızı da indirin. Biraz sonra jandarma gelecek. Kötü şeyler olsun istemiyorum. Lütfen arkadaşlar ! rica ediyorum."
Sesim
beni bile şaşırtacak kadar yüksek sesle çıkıyor. Yoksa, kantinde bir anlık sessizlik mi olmuştu tam hatırlamıyorum. Sadece karşımda
öfkeli bir grup, arkada daha fazlasıyla meraklı bakışlar görüyorum. Ben
bitirince öndeki gruptan farklı sesler yükseliyor, bana doğru sallanan el kol hareketleri görüyorum. Kimisi bana laf
yetiştiriyor, kimisi tedirgin, kimisi de kalabalığı bana karşı kışkırtmakla
meşgul. Arkama bakıyorum, yemek salonu olan üst kattan gençler, hatta aşçılar
merdiven başına birikmiş merakla olacakları izliyorlar. Sanki çekilsem
kalabalık merdivenlerden aşağıya akıp gidiverecek.
Tekrar
aşağıya dönüyorum. Propaganda sloganlara dönüşmüş durumda: "Bu bizim
demokratik hakkımız", "Yurt bizimdir, faşist idare istemiyoruz",
"Arkadaşlar, devrimci mücadelemize katılın", "Yaşasın
demokratik, devrimci mücadelemiz !" Neredeyse etraftaki meraklı kalabalığı
kollarından çekiştirip önüme yığmaya çalışıyorlar.
O
anda kafamda bir ışık yanıyor. Artık ben de seyirciye hitap etmeye karar
veriyorum: "Arkadaşlar ! Ben bu
gençlerle konuşmaya geldim. Ancak görüyorum ki bu mümkün değil. Bu pankart suç,
kaldırılması lazım. Üstelik bu arkadaşlar da yurt öğrencisi değil. Biraz sonra
Jandarma gelecek, sizlere bir zarar gelsin istemiyorum. Bu yüzden şu an
itibariyle kantini kapatıyorum. Lütfen herkes dışarı çıksın!.."
Sözlerim
biter bitmez beni de şaşırtan bir şey
oluyor. Hem yukardan, hem aşağıdan yüzlerce genç giriş kapısına akıyor adeta.
Bir dakika içinde koca kantin boşalıveriyor. Geriye oraya buraya koşturup
çıkanları geri döndürmeye çalışan küçük bir grup kalıyor. Başaramayınca bana
doğru geliyorlar. Söylediklerinin hiçbirisini artık anlayamıyorum. İtiş
kakışlarına da aldırmıyorum. Bastırmaya çalıştığım heyecanım had safhada. Bir
an evvel buradan çıkmam lazım.
Merdivenlerden inip çıkış kapısına yöneliyorum. Kapıya geldiğimde gördüğüm manzara beni daha da şaşırtıyor. Kantini boşaltan gençler kapıya 20 metre mesafede adeta bir tribün oluşturmuşlar. Anlaşılan hem korkuyorlar, hem de ne olacağını görmek istiyorlar. Etrafımda kalan 6-7 kişilik grupla kantinden çıkıyorum. Bir taraftan bana sataşıyor, bağırıp çağırıyor, öbür yandan kalabalığa propaganda yapmaya çalışıyorlar. Manzara çok garip, sanki ortada bir sahne var da seyirci pür dikkat ona kilitlenmiş gibi.
Artık zor ayakta duruyorum. Kalbim ağzımda, bacaklarım titriyor. Giriş kapısına doğru bakıyorum birkaç Jandarma cemsesi yurda girmek üzere. Nöbetçi memurluk tarafındaki bir tümseğin üzerinde de birkaç yönetim memuru ve bekçi görüyorum. Merakla ne yaptığımı seyrediyorlar.
Son takatimle seyirci kalabalığına sesleniyorum: "Sevgili gençler ! Çağrıma uyduğunuz için teşekkür ederim. Şimdi bu arkadaşlarımdan da rica ediyorum. Yaptığınız eylem yasadışıdır, suçtur.
Yurdun huzur ve güvenliğini bozacak bu gibi hareketlere göz yummayacağız. Bakın jandarma da gelmiş durumda. Lütfen bu pankartı astığınız gibi kendiniz kaldırın. Size söz veriyorum, benimle konuşmak isterseniz yarın sabah saat 10'da odamda olacağım.
Yurdun huzurunu bozan bu gibi hareketleri protesto ediyorum. O pankart kaldırılana kadar da buradan ayrılmayacağım."
Başım dönüyor, sanki yavaş yavaş bir gayya kuyusuna çekiliyorum. Etrafımda bulanık bir girdap oluşuyor, dönüyor... dönüyor...
Kalabalıktan önce tek tek, sonra da hep bir ağızdan, giderek tonu artan bir tepki yükseliyor: "Pankart da istemiyoruz, sizi de !, Müdür haklı, yeter artık ya ! defolun gidin. Yuhhh !, Ne bu be ! Bıktık artık, kavga gürültü istemiyoruz."
Ardından bu tepki bir türkünün sözleriyle slogana dönüşüveriyor; "Müdür bizim yurt bizim, çatlasın kaynanası !"
Gözlerim
açık ama etrafım sanki gece gibi. Bu arada aniden çevremin
kalabalıklaştığını hissediyorum. Yukarıya doğru havalanıyorum sanki. Düşüyorum sanıp, tutunmaya çalışıyorum. Ellerim bir sürü insanın ellerine,
omuzlarına değiyor. Kulaklarımın dibinde
gök gürültüsü gibi bir ses. Zorluyorum, görmek için.
Yukardan bulanık bir görüntü; etrafımda yüzlerce genç ve galiba ben onların omuzlarındayım. Bacağıma, belime, koluma uzanmış onlarca el. Düşmemeye, tutunmaya çalışıyorum. Bağırıyorlar "En büyük müdür bizim müdür, başka büyük yok !"

Uykuyla uyanıklık, rüyayla gerçek arasında böyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Dalgalanan bir insan denizinin ortasındayım. Etrafımda büyük bir kalabalık, havada yüzlerce el kol. Nihayet gün ağarıyor gibi etrafım yavaş yavaş aydınlanıyor.
Gözlerim kalabalık arasında Kemal'i, Selim'i, Süleyman'ı seçiyor. Görüyorum, yüzleri gülüyor, elleri de havada sürekli bağırıyorlar.
Alkış, tezahürat gırla. Çevreme bakıyorum, küçük tepede nöbetçi yönetim memuru ve bekçileri fark ediyorum. Onların da yüzü gülüyor, galiba onlar da alkışlıyorlar. Jandarma idarenin kantine bakan tarafında vaziyet almış, onları da görüyorum.
Rahatlıyorum, komutanın da bana doğru geldiğini görüyorum. "Geçmiş olsun müdürüm" diyor. Onun da yüzü aydınlık. "Çok şükür !" diyorum, "Çok şükür kimseye bir şey olmadan bitti" diye cevaplıyorum onu. Gençler etrafımda, herkes elini uzatmış, ben de uzatıyorum. Arkamdan bir ses "Müdürüm kantin açılacak mı ?" Herhalde İlhami'ydi soran, arkamı dönmeden karşılık veriyorum "Açtım gitti !"
Arkamdan bir kahkaha ve alkış sesi patlıyor. Kantinden idareye doğru dizilmiş öğrenci koridorundan, uzanan elleri sıka sıka ilerliyoruz komutanla. İdare merdivenlerine geldiğimizde bu defa komutan soruyor "İyi misiniz ? bugün burada kalmamızı ister misiniz ?"
Merdivenlerde iki müdür yardımcımla karşılaşıyoruz, lojmanlarda kaldıkları için merak edip gelmişler. Nöbetçi memur ve diğer üç yönetim memuru da arkamızdan yetişiyorlar. Derin bir nefes alıyorum, herkesin duyacağı şekilde "İyiyim" diyorum, "bu raundu da kazandık, yarına Allah kerim, gel birlikte sıcak bir çay kahve içelim."
Herkes mutlu ve rahatlamış görünüyor, içeriye giriyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder