Sinemanın unutulmazları
sinemanın
unutulmaz filmleri. O filmlerden hafızalarımızda kalanlar. Düşündürdükleri..
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Çöl Melikesi ( Legend Of The Lost)
Yapım: 1957 - ABD ,
İtalya
Yönetmen: Henry Hathaway
Süre: 109 Dak.
Oyuncular: John Wayne, Sophia Loren, Rossano Brazzi,
Kurt Kasznar, Sonia Moser, Angela Portaluri, Ibrahim El Hadish
Senaryo : Ben Hecht , Robert Presnell Jr.
Türler: Macera, Dram
Film Özeti
Babasının bıraktığı günlükleri okuyarak, yaşadığı
maceraları dinleyerek büyüyen Paul Bonnard (Rossano Brazzi); hem sahra çölünde
kaybolan babasının kemiklerini bulmak için, hem de günlüklerinde yazılan
gizemli definelerle dolu kayıp şehir Ophir'i bulmak için yola koyulur.
Bunun için Afrika'ya, yani Timbaktu'ya gider. Amacı
Sahra çölünden, kimsenin geçmeyi aklının ucundan bile geçirmediği, bir yerden
gitmektir.
Bunun için de Sahra Çölü'nü avucunun içi gibi bilen
bir rehber olan Amerikalı Joe January (John Wayne) ile yolları kesişir. Uzun
zamandır bu bölgede yaşayan Joe’yu istemeye istemeyede olsa işe alır.
İki adam yola çıktıklarında, Paul’un daha önce hapise
girmekten kurtardığı, Timbaktu'da başta hırsızlık olmak üzere, bilimum kötü
işlere bulaşmış, Dita isimli kadın tarafından takip edilirler. Daha sonra ekibe
o da dahil olur. iki adam bir kadın Sahra Çölü´nde tehlikelerle dolu bir
maceraya sürüklenirler. Grup, zorlu bir yolculuktan sonra kayıp şehrin
kalıntılarına ulaşırlar…
Bu arada iç hesaplaşmalar da yaşanmaktadır. Ancak
babanın başına gelen oğlunun da başına gelecektir.
Bir ara Dita rolündeki Sophia Loren sorar: 'Tanrı
önceki kötülükleri affeder. Peki iyi bir adam kötülük yapsa onu da affeder mi
?’
Ben-Hur
Yönetmen:
William Wyler
Oyuncular:
Charlton Heston, Stephen Boyd, Jack Hawkins
Tür:
Epik, Macera, Dram
Ülke: ABD
Ben-Hur, Yönetmeni William Wyler olan 1959 tarihli
unutulmaz bir sinema filmi. Başrollerde, Judah Ben-Hur rolüyle Charlton Heston
ve Messala rolüyle Stephen Boyd var. Film MGM65mm ismi verilen bir camera ile
2.76:1 sinemaskop formatında çekilmiştir
William Wyler çok önemli bir yönetmen olmasına rağmen
bu film kariyerinde yönetmenliğini yaptığı en prodüksiyonlu eserdir. Gerçekten
Ben-Hur 3 saat 32 dakikalık süresiyle dönemine göre gerçekten de muhteşem bir
filmdir.
Konu özeti:
Milattan önce 26 yılında yaşayan Ben-Hur, Kudüs’te
yaşayan varlıklı bir prens ve tüccardır. Çocukluk arkadaşı Romalı Messala
görüşmedikleri yıllar boyunca yüksek kademeli bir Roma hakimi olmuştur.
Kudüs’ten uzak kaldığı uzun yıllardan sonra buraya Roma ordusunun komutanı
olarak döner.
Messala, Yahudilerin özgürlüğü için mücadele eden
çocukluk arkadaşı Ben-Hur’dan, Romalıları eleştiren yahudileri teşhis etmesi
istenir. Ancak Ben-Hur kabul etmez. Karşı karşıya gelen iki çocukluk arkadaşı
artık farklı cephelerdedirler.
Film, aslında Lewis Wallace'nin romanı 'Ben-Hur: A
Tale of the Christ'in en ünlü ve en başarılı sinema uyarlamasıdır. Sinema
tarihinin klasik eserlerinden biri olan bu epik film Akademi Ödülleri’nde onbir
dalda Oscar ödülü kazanmıştır. 2011 yılına kadar bu sayıyı sadece 1997'de
Titanic ve 2003'te The Return of the King filmleri yenileyebilmiştir
Ben-Hur, 2004 yılında Amerika Birleşik Devletleri
Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak
önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza
edilmesine karar verilmiştir.
Hristiyanlığın hikayesi olarak bilinen ve Hz. İsa’nın
hayatını, Ben-Hur ile Messala’nın çekişmesi etrafında şekillendirerek 212
dakikalık epik bir sinemasal deneyim sunan film, kısa sürede kült mertebesine
erişmiştir.
Film, büyük bir hız ve güçle dünyayı saran putperest
roma döneminde Kudüste doğan bir mücadele ve inanç öyküsü. Görsel açıdan
mükemmel, konu yoğunluğu ve seriliğine rağmen izleyiciyi yormayışı onu tam
manasıyla bir başyapıta dönüştürmüş. Diyaloglar bakımından oldukca ağır ve
doyurucu, arenadaki yarış sahneleri ise aksiyon açısından mükemmel.
Hikâye ilk kez Lew Wallace tarafından, 1880'de roman
olarak kaleme alınmıştır. Ben-Hur, romanda tam adı Judah Ben-Hur olan kurgusal
bir karakterdir. Hikâyeye göre Ben-Hur Yahudi bir aristokratken, İmparator
Tiberius döneminde, Romalı arkadaşı Messala'nın ihaneti ile köleleştirilir. Bu
andan sonra hayatı büyük bir maceranın içine geçecektir. Bu arada maceranın az
gözüken ama Ben-Hur'u en derinden etkileyen figürü ise İsa'dır. Zira Ben-Hur
İsa'nın çarmıha gerilişine de şahit olmuştur.
Hristiyanlık ağırlıklı bir atmosfere sahip olan
hikâye, başarılı bir roman olduktan sonra defalarca sinema filmlerine, tiyatro
ve radyo oyunlarına adapte edilmiştir.
Ben-Hur (roman) 1880 tarihli Lewis Wallace romanı,
Ben-Hur - 1899 Broadway oyunu, Ben-Hur (1907 film) - 1907 tarihli sessiz film,
Ben-Hur (1925 film) - 1925 tarihli sessiz film, Ben-Hur (1959 film) - 1959
tarihli film, Ben-Hur (2010 film) - 2010 tarihli mini dizi ve son olarak
Ben-Hur (film, 2016) - 2016 tarihli film.
-----------------
(*) Gerçekte ABD İç Savaşı'nda Kuzey Orduları
komutanlığını yapan ünlü bir general ve edebi deha olan 'Ben-Hur: A Tale of the
Christ'in yazarı Lew Wallace, önceleri ateist olarak biliniyormuş. İki yıl
boyunca Wallace, Avrupa ve Amerika kütüphanelerinden eğitim ve bilgi alarak,
Hristiyanlığı sonsuza dek yok edecek bilgileri araştırmış. Ama yazmayı
planladığı kitabının ikinci bölümündeyken, birden kendini İsa'ya diz çökmüş
halde ağlarak seslenir halde bulmuş :"Rabbim ve Tanrım." Sonrasında
yazdığı Ben Hur isimli kitap, Mesih'in zamanına ilişkin şu ana dek yazılmış en
ünlü İngilizce romanlardan biri oldu.
(**) Lewis Wallace'ın bizimle de ilginç bir ilişkisi
var. Kendisi II. Abdülhamid zamanında, 1882 yılında ABD'nin İstanbul'daki
Osmanlı İmparatorluğu elçiliğine getirilmiş. (“Memaliki Müctemian Amerikan
Devleti Sefiri Kebiri”).
Wallace, adet olduğu üzere, yeni Amerikan elçisi
olarak sultanın huzuruna davet edilir. Ziyaret 3 ya da 4 Eylül 1881 tarihinde
gerçekleşir. Wallace, hadiseyi anlatan Grosvenor’u ve o günlerde İstanbul’u
ziyaret etmekte olan Amerikan Kongresi üyesi S. S. Cox’u da yanına alarak
Dolmabahçe Sarayına gider. Fakat asıl huzura kabul edilişi burada değil, Yıldız
Köşkü’nde olacaktır.
Burada Plevne kahramanı Osman Paşa, hariciye nazırı
Asım Paşa, Osman Bey ve Münir Paşa hazır beklemektedir. Biraz sonra Wallace ve
yanındakiler Sultanın huzuruna alınır. Mütercimler aracılığıyla takdimler
yapılır. Abdülhamid, Wallace’ı yeni görevinden dolayı tebrik ettikten sonra ona
Amerika hakkında çeşitli sorular sorar. Bu “olağan” ziyaretten sonra Wallace,
Abdülhamid’e “Amerikan halkının temsilcisi olarak Yüce Sultan’ın elini sıkmak
istiyorum” der. Fakat mütercimler, bu talebin İstanbul’un diplomatik
geleneklerine aykırı olduğunu bildiği için, dahası bunun Sultan’a karşı bir
hakaret olabileceği korkusuyla, Wallace’in bu talebini tercüme etmek
istemezler. Asım Paşa da olaya vakıf olur ve bunun uygun bir şey olmadığını
söyler.
Bu sırada Abdülhamid “Neler oluyor? Ne
konuşuyorsunuz?” der. Bunun üzerine durum kendisine izah edilir. Abdülhamid,
hiçbir öfke ve şaşkınlık alameti göstermeden bir iki adım atar ve Wallace ile
el sıkışır. Wallace’ın hayat hikâyesini yazan bir yazara göre böylece altı
asırlık saltanat tarihinde ilk defa bir sultan, bir “gavur” ile el sıkışmış
olur!
Bu hadiseden sonra Abdülhamid, Wallace ile diplomatik
normların ötesinde bir dostluk geliştirir. Wallace, Abdülhamid’in bu teveccühü
sayesinde, Sultan’ı pek çok kere ziyaret eder. Bir keresinde Abdülhamid Wallace
için “Amerikalı doğru adamdır” ifadesini kullanır.
Abdülhamid’in bu iltifatının arkasında Wallace’a
duyduğu kişisel yakınlığın yanı sıra, o dönemde Amerika’yla ilişkilerini iyi
tutma arzusunun olduğuna şüphe yok. Mısır ve Balkanlar meselesinden dolayı
İngiltere ve Fransa’ya karşı büyük bir diplomatik savaş yürüten Osmanlı
yönetimi, Amerika’nın tarafsız tutumundan hayli memnundur.
Abdülhamid bu dönemde Amerikan iç politikasını da
yakından takip etmektedir. Wallace’la görüşmelerinde Amerika hakkında ondan
sürekli bilgi alır.
Kendisi Cumhuriyetçi olan Wallace, 1885 yılında
Demokrat Parti adayı Grover Cleveland başkan seçilince, geleneğe uyarak,
İstanbul’daki elçilik görevinden istifa eder. Abdülhamid, Wallace’a
“Ülkenizdeki seçimler umduğumuz gibi sonuçlanmadı” der ve onun İstanbul’da elçi
olarak kalmaya devam etmesini istediğini söyler. Fakat mevcut geleneği
aşamayacağını belirten Wallace, birkaç ay sonra memleketi Indiana’ya geri
döner.
Wallace ile Sultan Abdülhamid arasındaki bu yakın
ilişki, Wallace’ın hatıralarına göre ilginç anekdotlarla dolu. Wallace,
İstanbul’da göreve başladıktan birkaç ay sonra Abdülhamid’e, Ben Hur romanının
imzalı bir nüshasını takdim eder. Sultan, kitabı memnuniyetle kabul eder ve
Türkçeye tercüme edilmesini, zira kitabı okumak istediğini söyler. Ben Hur’un
alt başlığının “Hz. İsa’nın Hikâyesi” olduğunu hatırlayacak olursak, böylesine
dini içerikli bir kitabı Wallace’ın Osmanlı Sultanına takdim etmekte bir beis
görmediğini söylemek mümkün.
Wallace’ın hatıralarında zikredilen en ilginç
hadiselerden biri de, Abdülhamid’in Wallace’ı yanına bir görevli olarak almak
istemesi. Wallace’ın, Demokrat parti adayının başkan olmasından sonra istifa
mektubunu göndermesi üzerine Abdülhamid ona “Ülkenize olan hizmetinizi
tamamladıktan sonra neden gelip benim hizmetime girmiyorsunuz?” der ve “Sizi
Paris veya Londra’ya elçi olarak atarım” diye ilave eder. Wallace’a göre
Sultan, bu teklifinde samimi ve ciddidir.
Wallace bu teklifin kendisini sonsuz derecede
şereflendirdiğini fakat bu görevi kabul etmesinin mümkün olmadığını kibar bir
dille söyler ve Sultan’dan özür diler. Ancak Wallace, Abdülhamid’in bu
olağandışı iltifatına kayıtsız kalmaz. Sultan’a, kendi ülkesi Amerika’da hizmet
edebileceğini söylemiştir.
Lew Wallace, Amerika’ya döndükten sonra askeri-siyasi
kariyeriyle edebi kimliğini bir arada götürmeye çalışır. Fakat bir müddet sonra
kendini siyasi hayattan büyük ölçüde çeker ve tekrar kitapların dünyasına
dalar. Nihai gayesi, kendisine kültür dünyasında önemli bir yer kazandıran Ben
Hur misali büyük bir roman yazmaktır.
Wallace yeni büyük bir eser yazma idealini, 1893
yılında yayınladığı Hindistan’ın Prensi ya da Konstantiniyye Neden Düştü (The
Prince of India or Why Constantinople Fell) adlı tarihi romanıyla
gerçekleştirir. Fakat bu roman, aynı zamanda Wallace’ın Sultan Abdülhamid’e
olan minnet borcunu ödeme arzusunun bir tezahürüdür. Roman, kendine has
kurgusal ve hayali yapısı içerisinde aslında Osmanlı hanedanını
anlatmaktadır.
Wallace kitabında Amerikan okuyucusuna hem edebi bir
metin sunar hem de onları Osmanlı ve Osmanlılar konusunda eğitmeye çalışır.
Kitabın konu edindiği olayların geçtiği 15. yüzyılda Batı’da
şövalyelik/fütüvvet ruhunun ölmek üzere olduğunu, oysa aynı dönemde bu
geleneğin Doğu’da zirveye ulaştığını hatırlatır. Çünkü, 'Hindistan’ın Prensi'
adlı eseri, bu geleneğe önemli atıflar içermektedir.
Wallace, Türkiye’deki resmi görevini yürütürken bu
kitabı için tarihi ve kültürel malzeme topladığını ve Abdülhamid’in özel
izniyle İstanbul’daki bazı arşivleri kullandığını ifade ediyor.
Wallace, Abdülhamid’e yazdığı 14 Ocak 1890 tarihli
mektubunda, Hindistan’ın Prensi kitabının müjdesini verir ve Sultan’ın uygun
görmesi halinde kitabı ona ithaf etmek istediğini söyler. Wallace’a göre “bu
kitabın hulasası, Hristiyanların Baba dediği, el-Fatiha suresinde Rahman ve
Rahim isimleriyle öylesine güzel bir şekilde tasvir edilen Tanrı’nın, herkesin
anlayabileceği bir fikir, yeryüzündeki bütün insanların ibadet ederek etrafında
birleşebileceği bir inanç” olduğunu göstermektir.
Daha sonra Amerika’daki siyasi gelişmeler nedeniyle
Sultan’a bir roman ithaf etmenin uygunsuz bir davranış olacağını düşünen
Wallace, Hindistan’ın Prensi’ni Abdülhamid’e ithaf etmekten vazgeçmiş, ancak
bütün insanların tek Tanrı inancı etrafında toplanabileceği fikri, onun
üzerinde özellikle hayatının sonlarına doğru derin bir etki bırakmıştır.
Zira Wallace’ın otobiyografisinin ikinci cildini,
kocasının vefatından bir yıl sonra tamamlayarak yayınlayan Bayan Wallace,
eşinin 1905 yılında hayata gözlerini kapadığını söyler ve bin küsür sayfalık
eseri “O, yeni dünyayı, evrensel dini, Bir olan Allah’ı buldu” cümlesiyle
hitama erdirir.
Wallace’ın Abdülhamid’e olan minnet borcunu ödeme
gayreti, Amerika’da yaptığı çeşitli konuşmalarda görülür. Amerikan
misyonerlerinin Türkiye’deki faaliyetlerinin ve hassaten Ermeni meselesinin
Amerikan kamuoyunun gündeminde olduğu 1890’lı yıllarda Wallace çeşitli konuşma
ve beyanatlarında soykırım iddialarının asılsız olduğunu söylemiş ve Osmanlı
Sultanı’nın “asil, kibar, nazik, düşünceli ve saygıdeğer bir yönetici”
olduğunda ısrar etmiştir.
New York Times gazetesinin 2 Haziran 1895 tarihli
nüshasında çıkan bir haberde (s.4), Wallace’ın “Osmanlı müdafaası” ile
Türkiye’deki misyonerlerin ve Ermenilerin baskı ve soykırım iddiaları
karşılaştırılır. New York Times muhabiri “Şimdi kime inanmak lazım?” diye sorar
ve asıl doğru raporun, Türkiye’deki dindaşlarından geldiğini söyler. Wallace’ın
İstanbul’dayken Türkiye’deki Amerikan-Protestan misyonerleriyle belli bir
ilişkisinin olduğunu biliyoruz. Fakat Wallace’ın özellikle Ermeni iddiaları
karsısındaki tutumu, misyonerlerin bu faaliyetlerinden kendisinin de nispeten
rahatsız olduğunu gösteriyor.
Wallace’ın Ermeni iddialarına karşı Osmanlı yönetimini
savunması bu hadiseyle sınırlı değil. 1890’larin sonlarına doğru Abdülhamid’e
olan yakınlığı artık alenen bilinen Wallace, yaptığı her konuşmada Ermeni
dinleyiciler tarafından şiddetle tenkit edilir. Boston Ermenileri, 20 Nisan
1900 günü ortak bir bildiriyle Wallace’ı kınar. Wallace’ın Chicago’da yaptığı
bir konuşma sırasında gerginlik iyice artar ve konuşma yarım kalır. Fakat
Wallace geri adım atmaz.
21 Eylül 1900 tarihinde Washington’da yaptığı bir
konuşmada Abdülhamid’i savunmaya devam eder. “Zannediyorum ki Türkiye’nin
Sultanı’nı bütün Amerikalılardan daha iyi tanıyorum” diye söze başlayan Wallace
konuşmasına şöyle devam eder: “(Sultan) doğru bir insandır ve onun bir vaadini
bir defa bile olsun yerine getirmediğini görmedim … Türkiye’deki Hristiyanlar,
Sultan’ın koruması altındadır ve O’nun koruması olmadan orada kalamazlar.
Türkiye’de yaklaşık 3 milyon Yunan ve 4 milyon Ermeni Hristiyan bulunmaktadır
ve Sultan onların hepsini kendi tabası addeder. Onlar olmasa Türk devleti
yıkılır, zira bu (Hristiyanlar) ticaret ehlidir. Türk, bir savaşçıdır. Fakat
yakılan tek bir Hristiyan kilisesi ve yıkılan bir misyoner evi yoktur ki Sultan
onu yeniden inşa etmesin. Bunun böyle olduğunu biliyorum. Abdülhamid bilgili
bir insan ve saygın bir diplomattır. Böyle olmasa, Osmanlı İmparatorluğu
şimdiye çoktan paramparça olmuştu; çünkü Avrupa’daki herkes ona karşıdır. O,
(bu Avrupa güçlerinin) birlik halinde hareket etmesine mani oluyor ve böylece
tahtını muhafaza ediyor.”
Wallace’ın bu “Osmanlı müdafaası”, sadece
Abdülhamid’le sınırlı değil. Wallace, 10 Şubat 1887’de Brooklyn Müzik
Akademisi’nde yaptığı bir konuşmada Türkiye’den ve Türklerden büyük övgüyle
bahseder. “Türkiye’de sarhoş bir Türk’e hiçbir zaman rastlamadım” der ve ekler:
“Türkler son derece kibar ve dindar insanlardır”.
Wallace konuşmasında haremle ilgili hikâyelerin birer
hayal ürünü olduğunu, çok kadınla evliliğin yaygın olmadığını, kimsenin
bakabileceğinden daha fazla kadınla evlenmesine izin verilmediğini, kadınların
evlerinde mahpus olduklarına dair düşüncenin yanlış olduğunu anlatır.
Wallace’ın ölümüne kadar bu düşüncelerinden geri adım attığına dair bir ize
rastlamıyoruz.
Lew Wallace, İslam-Batı ve Osmanlı-Amerika
ilişkilerinde küçük bir yere sahip. Fakat bu küçük ayrıntılar, figürler,
olaylar, tarihi doğru anlamamız için vazgeçilmez bir değere sahip. İslam ve
Batı kelimelerinin gittikçe katılaştığı ve kategorik hale geldiği günümüzde, bu
iki dünyanın tarihi serüvenini şekillendiren ayrıntılara daha fazla dikkat
etmemiz gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder