29 Ocak 2018 Pazartesi

06 Ocak 2018 Cumartesi 10:30 SİNEMA YAZILARI................................Sinemanın unutulmazları


Sinemanın unutulmazları

sinemanın unutulmaz filmleri. O filmlerden hafızalarımızda kalanlar. Düşündürdükleri..

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


Çöl Melikesi ( Legend Of The Lost)

Yapım: 1957 - ABD , İtalya
Yönetmen: Henry Hathaway
Süre: 109 Dak.
Oyuncular: John Wayne, Sophia Loren, Rossano Brazzi, Kurt Kasznar, Sonia Moser, Angela Portaluri, Ibrahim El Hadish
Senaryo : Ben Hecht , Robert Presnell Jr.
Türler: Macera, Dram

Film Özeti

Babasının bıraktığı günlükleri okuyarak, yaşadığı maceraları dinleyerek büyüyen Paul Bonnard (Rossano Brazzi); hem sahra çölünde kaybolan babasının kemiklerini bulmak için, hem de günlüklerinde yazılan gizemli definelerle dolu kayıp şehir Ophir'i bulmak için yola koyulur. 

Bunun için Afrika'ya, yani Timbaktu'ya gider. Amacı Sahra çölünden, kimsenin geçmeyi aklının ucundan bile geçirmediği, bir yerden gitmektir. 

Bunun için de Sahra Çölü'nü avucunun içi gibi bilen bir rehber olan Amerikalı Joe January (John Wayne) ile yolları kesişir. Uzun zamandır bu bölgede yaşayan Joe’yu istemeye istemeyede olsa işe alır. 

İki adam yola çıktıklarında, Paul’un daha önce hapise girmekten kurtardığı, Timbaktu'da başta hırsızlık olmak üzere, bilimum kötü işlere bulaşmış, Dita isimli kadın tarafından takip edilirler. Daha sonra ekibe o da dahil olur. iki adam bir kadın Sahra Çölü´nde tehlikelerle dolu bir maceraya sürüklenirler. Grup, zorlu bir yolculuktan sonra kayıp şehrin kalıntılarına ulaşırlar…

Bu arada iç hesaplaşmalar da yaşanmaktadır. Ancak babanın başına gelen oğlunun da başına gelecektir. 

Bir ara Dita rolündeki Sophia Loren sorar: 'Tanrı önceki kötülükleri affeder. Peki iyi bir adam kötülük yapsa onu da affeder mi ?’

Ben-Hur


Yönetmen: William Wyler
Oyuncular: Charlton Heston, Stephen Boyd, Jack Hawkins 
Tür: Epik, Macera, Dram
Ülke: ABD

Ben-Hur, Yönetmeni William Wyler olan 1959 tarihli unutulmaz bir sinema filmi. Başrollerde, Judah Ben-Hur rolüyle Charlton Heston ve Messala rolüyle Stephen Boyd var. Film MGM65mm ismi verilen bir camera ile 2.76:1 sinemaskop formatında çekilmiştir

William Wyler çok önemli bir yönetmen olmasına rağmen bu film kariyerinde yönetmenliğini yaptığı en prodüksiyonlu eserdir. Gerçekten Ben-Hur 3 saat 32 dakikalık süresiyle dönemine göre gerçekten de muhteşem bir filmdir. 

Konu özeti: 
Milattan önce 26 yılında yaşayan Ben-Hur, Kudüs’te yaşayan varlıklı bir prens ve tüccardır. Çocukluk arkadaşı Romalı Messala görüşmedikleri yıllar boyunca yüksek kademeli bir Roma hakimi olmuştur. Kudüs’ten uzak kaldığı uzun yıllardan sonra buraya Roma ordusunun komutanı olarak döner. 

Messala, Yahudilerin özgürlüğü için mücadele eden çocukluk arkadaşı Ben-Hur’dan, Romalıları eleştiren yahudileri teşhis etmesi istenir. Ancak Ben-Hur kabul etmez. Karşı karşıya gelen iki çocukluk arkadaşı artık farklı cephelerdedirler. 

Film, aslında Lewis Wallace'nin romanı 'Ben-Hur: A Tale of the Christ'in en ünlü ve en başarılı sinema uyarlamasıdır. Sinema tarihinin klasik eserlerinden biri olan bu epik film Akademi Ödülleri’nde onbir dalda Oscar ödülü kazanmıştır. 2011 yılına kadar bu sayıyı sadece 1997'de Titanic ve 2003'te The Return of the King filmleri yenileyebilmiştir

Ben-Hur, 2004 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.

Hristiyanlığın hikayesi olarak bilinen ve Hz. İsa’nın hayatını, Ben-Hur ile Messala’nın çekişmesi etrafında şekillendirerek 212 dakikalık epik bir sinemasal deneyim sunan film, kısa sürede kült mertebesine erişmiştir. 

Film, büyük bir hız ve güçle dünyayı saran putperest roma döneminde Kudüste doğan bir mücadele ve inanç öyküsü. Görsel açıdan mükemmel, konu yoğunluğu ve seriliğine rağmen izleyiciyi yormayışı onu tam manasıyla bir başyapıta dönüştürmüş. Diyaloglar bakımından oldukca ağır ve doyurucu, arenadaki yarış sahneleri ise aksiyon açısından mükemmel.

Hikâye ilk kez Lew Wallace tarafından, 1880'de roman olarak kaleme alınmıştır. Ben-Hur, romanda tam adı Judah Ben-Hur olan kurgusal bir karakterdir. Hikâyeye göre Ben-Hur Yahudi bir aristokratken, İmparator Tiberius döneminde, Romalı arkadaşı Messala'nın ihaneti ile köleleştirilir. Bu andan sonra hayatı büyük bir maceranın içine geçecektir. Bu arada maceranın az gözüken ama Ben-Hur'u en derinden etkileyen figürü ise İsa'dır. Zira Ben-Hur İsa'nın çarmıha gerilişine de şahit olmuştur. 

Hristiyanlık ağırlıklı bir atmosfere sahip olan hikâye, başarılı bir roman olduktan sonra defalarca sinema filmlerine, tiyatro ve radyo oyunlarına adapte edilmiştir.

Ben-Hur (roman) 1880 tarihli Lewis Wallace romanı, Ben-Hur - 1899 Broadway oyunu, Ben-Hur (1907 film) - 1907 tarihli sessiz film, Ben-Hur (1925 film) - 1925 tarihli sessiz film, Ben-Hur (1959 film) - 1959 tarihli film, Ben-Hur (2010 film) - 2010 tarihli mini dizi ve son olarak Ben-Hur (film, 2016) - 2016 tarihli film.

-----------------
(*) Gerçekte ABD İç Savaşı'nda Kuzey Orduları komutanlığını yapan ünlü bir general ve edebi deha olan 'Ben-Hur: A Tale of the Christ'in yazarı Lew Wallace, önceleri ateist olarak biliniyormuş. İki yıl boyunca Wallace, Avrupa ve Amerika kütüphanelerinden eğitim ve bilgi alarak, Hristiyanlığı sonsuza dek yok edecek bilgileri araştırmış. Ama yazmayı planladığı kitabının ikinci bölümündeyken, birden kendini İsa'ya diz çökmüş halde ağlarak seslenir halde bulmuş :"Rabbim ve Tanrım." Sonrasında yazdığı Ben Hur isimli kitap, Mesih'in zamanına ilişkin şu ana dek yazılmış en ünlü İngilizce romanlardan biri oldu. 

(**) Lewis Wallace'ın bizimle de ilginç bir ilişkisi var. Kendisi II. Abdülhamid zamanında, 1882 yılında ABD'nin İstanbul'daki Osmanlı İmparatorluğu elçiliğine getirilmiş. (“Memaliki Müctemian Amerikan Devleti Sefiri Kebiri”).

Wallace, adet olduğu üzere, yeni Amerikan elçisi olarak sultanın huzuruna davet edilir. Ziyaret 3 ya da 4 Eylül 1881 tarihinde gerçekleşir. Wallace, hadiseyi anlatan Grosvenor’u ve o günlerde İstanbul’u ziyaret etmekte olan Amerikan Kongresi üyesi S. S. Cox’u da yanına alarak Dolmabahçe Sarayına gider. Fakat asıl huzura kabul edilişi burada değil, Yıldız Köşkü’nde olacaktır. 

Burada Plevne kahramanı Osman Paşa, hariciye nazırı Asım Paşa, Osman Bey ve Münir Paşa hazır beklemektedir. Biraz sonra Wallace ve yanındakiler Sultanın huzuruna alınır. Mütercimler aracılığıyla takdimler yapılır. Abdülhamid, Wallace’ı yeni görevinden dolayı tebrik ettikten sonra ona Amerika hakkında çeşitli sorular sorar. Bu “olağan” ziyaretten sonra Wallace, Abdülhamid’e “Amerikan halkının temsilcisi olarak Yüce Sultan’ın elini sıkmak istiyorum” der. Fakat mütercimler, bu talebin İstanbul’un diplomatik geleneklerine aykırı olduğunu bildiği için, dahası bunun Sultan’a karşı bir hakaret olabileceği korkusuyla, Wallace’in bu talebini tercüme etmek istemezler. Asım Paşa da olaya vakıf olur ve bunun uygun bir şey olmadığını söyler.

Bu sırada Abdülhamid “Neler oluyor? Ne konuşuyorsunuz?” der. Bunun üzerine durum kendisine izah edilir. Abdülhamid, hiçbir öfke ve şaşkınlık alameti göstermeden bir iki adım atar ve Wallace ile el sıkışır. Wallace’ın hayat hikâyesini yazan bir yazara göre böylece altı asırlık saltanat tarihinde ilk defa bir sultan, bir “gavur” ile el sıkışmış olur!

Bu hadiseden sonra Abdülhamid, Wallace ile diplomatik normların ötesinde bir dostluk geliştirir. Wallace, Abdülhamid’in bu teveccühü sayesinde, Sultan’ı pek çok kere ziyaret eder. Bir keresinde Abdülhamid Wallace için “Amerikalı doğru adamdır” ifadesini kullanır. 

Abdülhamid’in bu iltifatının arkasında Wallace’a duyduğu kişisel yakınlığın yanı sıra, o dönemde Amerika’yla ilişkilerini iyi tutma arzusunun olduğuna şüphe yok. Mısır ve Balkanlar meselesinden dolayı İngiltere ve Fransa’ya karşı büyük bir diplomatik savaş yürüten Osmanlı yönetimi, Amerika’nın tarafsız tutumundan hayli memnundur.

Abdülhamid bu dönemde Amerikan iç politikasını da yakından takip etmektedir. Wallace’la görüşmelerinde Amerika hakkında ondan sürekli bilgi alır. 

Kendisi Cumhuriyetçi olan Wallace, 1885 yılında Demokrat Parti adayı Grover Cleveland başkan seçilince, geleneğe uyarak, İstanbul’daki elçilik görevinden istifa eder. Abdülhamid, Wallace’a “Ülkenizdeki seçimler umduğumuz gibi sonuçlanmadı” der ve onun İstanbul’da elçi olarak kalmaya devam etmesini istediğini söyler. Fakat mevcut geleneği aşamayacağını belirten Wallace, birkaç ay sonra memleketi Indiana’ya geri döner.

Wallace ile Sultan Abdülhamid arasındaki bu yakın ilişki, Wallace’ın hatıralarına göre ilginç anekdotlarla dolu. Wallace, İstanbul’da göreve başladıktan birkaç ay sonra Abdülhamid’e, Ben Hur romanının imzalı bir nüshasını takdim eder. Sultan, kitabı memnuniyetle kabul eder ve Türkçeye tercüme edilmesini, zira kitabı okumak istediğini söyler. Ben Hur’un alt başlığının “Hz. İsa’nın Hikâyesi” olduğunu hatırlayacak olursak, böylesine dini içerikli bir kitabı Wallace’ın Osmanlı Sultanına takdim etmekte bir beis görmediğini söylemek mümkün.

Wallace’ın hatıralarında zikredilen en ilginç hadiselerden biri de, Abdülhamid’in Wallace’ı yanına bir görevli olarak almak istemesi. Wallace’ın, Demokrat parti adayının başkan olmasından sonra istifa mektubunu göndermesi üzerine Abdülhamid ona “Ülkenize olan hizmetinizi tamamladıktan sonra neden gelip benim hizmetime girmiyorsunuz?” der ve “Sizi Paris veya Londra’ya elçi olarak atarım” diye ilave eder. Wallace’a göre Sultan, bu teklifinde samimi ve ciddidir. 

Wallace bu teklifin kendisini sonsuz derecede şereflendirdiğini fakat bu görevi kabul etmesinin mümkün olmadığını kibar bir dille söyler ve Sultan’dan özür diler. Ancak Wallace, Abdülhamid’in bu olağandışı iltifatına kayıtsız kalmaz. Sultan’a, kendi ülkesi Amerika’da hizmet edebileceğini söylemiştir.

Lew Wallace, Amerika’ya döndükten sonra askeri-siyasi kariyeriyle edebi kimliğini bir arada götürmeye çalışır. Fakat bir müddet sonra kendini siyasi hayattan büyük ölçüde çeker ve tekrar kitapların dünyasına dalar. Nihai gayesi, kendisine kültür dünyasında önemli bir yer kazandıran Ben Hur misali büyük bir roman yazmaktır. 

Wallace yeni büyük bir eser yazma idealini, 1893 yılında yayınladığı Hindistan’ın Prensi ya da Konstantiniyye Neden Düştü (The Prince of India or Why Constantinople Fell) adlı tarihi romanıyla gerçekleştirir. Fakat bu roman, aynı zamanda Wallace’ın Sultan Abdülhamid’e olan minnet borcunu ödeme arzusunun bir tezahürüdür. Roman, kendine has kurgusal ve hayali yapısı içerisinde aslında Osmanlı hanedanını anlatmaktadır. 

Wallace kitabında Amerikan okuyucusuna hem edebi bir metin sunar hem de onları Osmanlı ve Osmanlılar konusunda eğitmeye çalışır. Kitabın konu edindiği olayların geçtiği 15. yüzyılda Batı’da şövalyelik/fütüvvet ruhunun ölmek üzere olduğunu, oysa aynı dönemde bu geleneğin Doğu’da zirveye ulaştığını hatırlatır. Çünkü, 'Hindistan’ın Prensi' adlı eseri, bu geleneğe önemli atıflar içermektedir. 

Wallace, Türkiye’deki resmi görevini yürütürken bu kitabı için tarihi ve kültürel malzeme topladığını ve Abdülhamid’in özel izniyle İstanbul’daki bazı arşivleri kullandığını ifade ediyor. 

Wallace, Abdülhamid’e yazdığı 14 Ocak 1890 tarihli mektubunda, Hindistan’ın Prensi kitabının müjdesini verir ve Sultan’ın uygun görmesi halinde kitabı ona ithaf etmek istediğini söyler. Wallace’a göre “bu kitabın hulasası, Hristiyanların Baba dediği, el-Fatiha suresinde Rahman ve Rahim isimleriyle öylesine güzel bir şekilde tasvir edilen Tanrı’nın, herkesin anlayabileceği bir fikir, yeryüzündeki bütün insanların ibadet ederek etrafında birleşebileceği bir inanç” olduğunu göstermektir.

Daha sonra Amerika’daki siyasi gelişmeler nedeniyle Sultan’a bir roman ithaf etmenin uygunsuz bir davranış olacağını düşünen Wallace, Hindistan’ın Prensi’ni Abdülhamid’e ithaf etmekten vazgeçmiş, ancak bütün insanların tek Tanrı inancı etrafında toplanabileceği fikri, onun üzerinde özellikle hayatının sonlarına doğru derin bir etki bırakmıştır. 

Zira Wallace’ın otobiyografisinin ikinci cildini, kocasının vefatından bir yıl sonra tamamlayarak yayınlayan Bayan Wallace, eşinin 1905 yılında hayata gözlerini kapadığını söyler ve bin küsür sayfalık eseri “O, yeni dünyayı, evrensel dini, Bir olan Allah’ı buldu” cümlesiyle hitama erdirir.

Wallace’ın Abdülhamid’e olan minnet borcunu ödeme gayreti, Amerika’da yaptığı çeşitli konuşmalarda görülür. Amerikan misyonerlerinin Türkiye’deki faaliyetlerinin ve hassaten Ermeni meselesinin Amerikan kamuoyunun gündeminde olduğu 1890’lı yıllarda Wallace çeşitli konuşma ve beyanatlarında soykırım iddialarının asılsız olduğunu söylemiş ve Osmanlı Sultanı’nın “asil, kibar, nazik, düşünceli ve saygıdeğer bir yönetici” olduğunda ısrar etmiştir.

New York Times gazetesinin 2 Haziran 1895 tarihli nüshasında çıkan bir haberde (s.4), Wallace’ın “Osmanlı müdafaası” ile Türkiye’deki misyonerlerin ve Ermenilerin baskı ve soykırım iddiaları karşılaştırılır. New York Times muhabiri “Şimdi kime inanmak lazım?” diye sorar ve asıl doğru raporun, Türkiye’deki dindaşlarından geldiğini söyler. Wallace’ın İstanbul’dayken Türkiye’deki Amerikan-Protestan misyonerleriyle belli bir ilişkisinin olduğunu biliyoruz. Fakat Wallace’ın özellikle Ermeni iddiaları karsısındaki tutumu, misyonerlerin bu faaliyetlerinden kendisinin de nispeten rahatsız olduğunu gösteriyor.

Wallace’ın Ermeni iddialarına karşı Osmanlı yönetimini savunması bu hadiseyle sınırlı değil. 1890’larin sonlarına doğru Abdülhamid’e olan yakınlığı artık alenen bilinen Wallace, yaptığı her konuşmada Ermeni dinleyiciler tarafından şiddetle tenkit edilir. Boston Ermenileri, 20 Nisan 1900 günü ortak bir bildiriyle Wallace’ı kınar. Wallace’ın Chicago’da yaptığı bir konuşma sırasında gerginlik iyice artar ve konuşma yarım kalır. Fakat Wallace geri adım atmaz. 

21 Eylül 1900 tarihinde Washington’da yaptığı bir konuşmada Abdülhamid’i savunmaya devam eder. “Zannediyorum ki Türkiye’nin Sultanı’nı bütün Amerikalılardan daha iyi tanıyorum” diye söze başlayan Wallace konuşmasına şöyle devam eder: “(Sultan) doğru bir insandır ve onun bir vaadini bir defa bile olsun yerine getirmediğini görmedim … Türkiye’deki Hristiyanlar, Sultan’ın koruması altındadır ve O’nun koruması olmadan orada kalamazlar. Türkiye’de yaklaşık 3 milyon Yunan ve 4 milyon Ermeni Hristiyan bulunmaktadır ve Sultan onların hepsini kendi tabası addeder. Onlar olmasa Türk devleti yıkılır, zira bu (Hristiyanlar) ticaret ehlidir. Türk, bir savaşçıdır. Fakat yakılan tek bir Hristiyan kilisesi ve yıkılan bir misyoner evi yoktur ki Sultan onu yeniden inşa etmesin. Bunun böyle olduğunu biliyorum. Abdülhamid bilgili bir insan ve saygın bir diplomattır. Böyle olmasa, Osmanlı İmparatorluğu şimdiye çoktan paramparça olmuştu; çünkü Avrupa’daki herkes ona karşıdır. O, (bu Avrupa güçlerinin) birlik halinde hareket etmesine mani oluyor ve böylece tahtını muhafaza ediyor.”

Wallace’ın bu “Osmanlı müdafaası”, sadece Abdülhamid’le sınırlı değil. Wallace, 10 Şubat 1887’de Brooklyn Müzik Akademisi’nde yaptığı bir konuşmada Türkiye’den ve Türklerden büyük övgüyle bahseder. “Türkiye’de sarhoş bir Türk’e hiçbir zaman rastlamadım” der ve ekler: “Türkler son derece kibar ve dindar insanlardır”. 

Wallace konuşmasında haremle ilgili hikâyelerin birer hayal ürünü olduğunu, çok kadınla evliliğin yaygın olmadığını, kimsenin bakabileceğinden daha fazla kadınla evlenmesine izin verilmediğini, kadınların evlerinde mahpus olduklarına dair düşüncenin yanlış olduğunu anlatır. Wallace’ın ölümüne kadar bu düşüncelerinden geri adım attığına dair bir ize rastlamıyoruz.

Lew Wallace, İslam-Batı ve Osmanlı-Amerika ilişkilerinde küçük bir yere sahip. Fakat bu küçük ayrıntılar, figürler, olaylar, tarihi doğru anlamamız için vazgeçilmez bir değere sahip. İslam ve Batı kelimelerinin gittikçe katılaştığı ve kategorik hale geldiği günümüzde, bu iki dünyanın tarihi serüvenini şekillendiren ayrıntılara daha fazla dikkat etmemiz gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder