Osmancık
Tam 35 sene önce okumuştum Tarık Buğra’nın “Osmancık”
adlı romanını. Ötüken Kitabevinin yayınlarından 1983 yılı ilk baskısıydı. İstanbul’da
Yönetmen arkadaşım Mesut Uçakan’ın evinde misafir kaldığımız bir gece görmüş
okumak istemiştim. O da sağolsun vermişti; bundan güzel bir sinema filmi
hikayesi çıkar diye. Eve döner dönmez 370 sayfalık kitabı soluksuz okumuştum. O
güne kadar etkilendiğim sayılı romanlardan biriydi.
İkinci okuduğumda kararımı vermiştim bile. Bu
senaryoyu ben yazmalıydım. 1985 şartlarında pelür kağıda daktilo ile kendime
göre bir taslak senaryo yazdım. Her sayfasında, her satırında hayran olduğum
karakterler, olaylar, ifadeler vardı. Her biri adeta “beni atlama, beni de yaz,
beni de..” diye ısrar ediyorlardı. Gerçekten de onlara kıymak çok zordu.
Henüz yazdığım senaryoyu Mesut’a veremeden 1986’da rahmetli
Yücak Çakmaklı’nın TRT için “Kuruluş” dizisini çektiğini öğrenmiştim. 1988’de biten
12 bölümün tamamının en sadık izleyicilerindendim. O tarihte TRT hala bizim
için önemliydi. Ama kitabı iki defa okumuş, üstelik satır satır senaryoya
uyarlamaya çalışmış biri olarak benim izlemem çok daha farklıydı tabi ki.
Yıllar sonra yazdığım senaryoyu Mesut’a gösterdiğimde
o bile gösterdiğim performansa hayret etmişti. Hatta ona bir hayalimden de söz
etmiştim. “Osmanlı Şehzadeleri” üzerine uzun soluklu bir televizyon dizisi projesi.
Bana göre Osmanlı tarihi, özellikle de şehzadeler boyutu hikaye açısından
bitmez tükenmez bir hazine gibiydi. Üstelik tarih padişahlara odaklandığından daha
gölgede kalan şehzadeler üzerine çok ilginç hikayeler çıkabilirdi.
Mesut iflah olmaz “sinema yapma” saplantısı yüzünden benim
bu hayalime ilgi göstermedi elbette. Ancak son yıllarda yapılan televizyon
yapımlarının bu alanda gösterdiği başarı benim haklılığımı teyid etti. Bana
göre de henüz o hazinenin ancak bir kısmını ele alabildiler. Tüm Osmanlı tarihi
ve şehzade yaşanmışlıkları öyle bir hazine ki kapağı bile açılamamış
sayılabilir.
1918 Akşehir doğumlu yazar benim için o kapağı açabilen
ve gördüğü ışığı hakkıyla yansıtabilen bir kalemdi. İstanbul Üniversitesi Tıp,
Hukuk ve Edebiyat Fakültelerinde ikişer üçer yıl okuyup sonra vazgeçen, Akşehir’de
gazete çıkaran, sonra İstanbul’da Milliyet, Yeni İstanbul, Haber ve Tercüman
gazetelerinde fıkralar yazıp sanat sayfaları düzenleyen bir mücadele adamıydı. Haftalık
Yol dergisini çıkardı. “Oğlumuz” hikayesi ile Cumhuriyet gazetesinin hikaye
yarışmasında ikincilik kazandı. Çınaraltı dergisinde hikayeleri yayınlandı.
Sonra da roman yazmaya başladı. İşte “Osmancık” güzel Türkçesi, derin tipleri,
şiirli üslubuyla Türk tiyatro ve roman yazarlarının başında yer alan Tarık
BUĞRA’ydı o yazar. Onu 1994 yılında Rabbine uğurladık.
Yazar Osmancık romanında çok sade bir dil kullanmış,
anlaşılmayan kelimelerden kaçınmış. Romanda yöresel ağzı bozmaması kullanılan
sade dili bozmamış aksine romana akıcılık ve cazibe kazandırıyor. Ayrıca Şeyh
Ede Balı gibi büyük bir insanın okuyucuyu alıp başka dünyalara götüren sözleri
insanı kitaba iyice bağlamakta.
ROMANIN
ÖZETİ:
Domaniç temmuzlarından birinde, Sivrikaya’ da
Osmancık, Ede Balı ile karşılaşır. Gökte ay ve yıldızlar… Osmancık, yıldızlara
bakarak “dünya ne kadar büyük!”
diyor. Osmancık’ı gizliden gizliye takip eden Ede Balı: “Dünya’yı bize büyük gösteren
bizim küçüklüğümüz oğul! Hırsımız, sabırsızlığımız, bencilliğimiz. Önce bu
yüzden küçülüyor sonra da Dünya’yı çok büyük görüyoruz, der ve ilave eder:
dünya bir ömür için, bir TEK İNSAN için büyüktür. Bir soy için değil; bir soyun
benimseyeceği, bir soya benimsetilecek bir amaç, bir inanç, bir ülkü için
değil!”
Osmancık’ın kafası ve ruhu altüst olmuştur. Öfkelenir,
Ede Balı’ ya saygıda kusur eder. Ertuğrul Gazi, oğluna “Ede Balı’ ya sakın karşı gelme;
bana karşı gel, ona gelme. Ede Balı soyumuzun ışığıdır” diye tembih
eder. Osmancık, Ede Balı’nın tekkesine gittiği bir gün Malhun Hâtun’u görür ve
ona âşık olur. Töresince istetir. Ede Balı kızını vermez: Halleri müsavi değil,
diye… Bundan sonra Osmancık için değişim ve arayış dönemi başlar.
Yine tekkeye misafir olduğu bir gün, rüyasında Ede
Balı’nın göğsünden çıkan bir ayın kendi göğsüne girdiğini, sonra bir çınar
ağacı şeklinde dünyaya dal budak saldığını görür. Dört yana rahmet ve nur
yağdıran bir çınar ağacıdır. Rüyanın tabirine göre, bu ay Malhun Hâtun, bu
çınar ağacı ise Osmancık’ın kuracağı devlettir. Osmancık artık değişmektedir.
Kılıcını, yayını, topuzunu kendisi için değil, soyu sopu için, soyunun amacı
için kullanmaktadır. Sonunda Ede Balı kızını Osmancık’a verir. Sade bir törenle
evlenirler. Osmancık, artık yaşlanmış ola babası Ertuğrul Gazi’nin yerine beğ
seçilir.
Osman Beğ, ilk iş olarak civardaki Türk boylarını
birleştirir. Kendi buyruğunda ve hepsinin rızalarını alarak… Domaniç ve civarı
dar gelmeye başlamıştır. Her gün yeni topraklar alınır, kaleler düşürülür yeni
gelenler, tâ Orta Asya’dan ve daha yakın yerlerden gelenler, bu topraklara
yerleştirilir. Savaş, akın, ganimetin paylaşılması, yerleşme biçimi, doğumlar,
evlenmeler, dostluk ve düşmanlıklar her şey bir düzene bağlanmıştır.
Herkes nefsini ve bencilliğini yok etmiştir;
başkalarını, soylarının geleceğini düşünmektedirler. Pazar yerlerinin emniyeti
sağlanmıştır. Yöredeki herkes ( Rumlar dahil; Osman Beğ’ e tâbi olan herkes)
hayatından, ırzından, malından emindir. Bu günlerde Osman Beğ’ in anası, ardından
da 90 yaşındaki Ertuğrul Gazi vefat ederler. Orhan dünyaya gelir.
Bütün bu olup bitenler sırasında Osman Beğ’ in önemli
meselelerinden birisi amcası Dündar Beğ’ dir. Dündar Beğ, ağabeyi Ertuğrul
Gazi’den sonra beğliğin kendisinin hakkı olduğunu düşünür, Osman Beğ’ i kıskanır
ve bozgunculuk ediyor. Osman Beğ, saygısını bir an bile ihmal etmeden, amcasını
uyarıyor. Hatta bir gün Dündar Beğ’e: “Elin
öperim amuca, dizin öperim amuca. De ki davarın güdeyim, odunun kırayım amuca.
Amma ko ki beğliğime eller taş atsın ki beğliğimi korumam zor olmasın. Ben
bunda akıl isterim, rey isterim, ışık isterim. Yanılırsam doğruyu isterim. Ben
bunda takaza istemem, dokunç istemem, kakınç istemem demiştir.”
Dündar Beğ aldırmaz, bildiğince devam eder. Düşman
üstüne ılgar eden savaşçıları geri çağırır. Osman Beğ, bir yay darbesiyle
amcası Dündar Beğ’ i düşürür.
Osman Beğ’ in ikinci oğlu Alaeddin dünyaya gelir.
Mihail Kosses Müslüman olur. Töreye bağlılık şuuru, zayıfa yardım fazileti, din
uğrunda göz kırpmadan ölüme gitme heyecanı Mihail’ i Abdullah yapmıştır.
İnegöl, Yarhisar, Aydos, Bilecik, İznik kaleleri alınır.
Zaman, geçip gitmektedir; Osman Beğ’ e rağmen… Alaeddin bile at bitmektedir
artık. Orhan Beğ, Yarhisar tekfürünün kızı Holofira ile evlenir. Holofira’nın
rızası, arzusu, isteği ve aşkı ile… Osman Beğ, gelininin adını Nilüfer olarak
değiştirir. Müslüman olan Nilüfer, Osman Beğ’ e torunlar, Orhan Beğ’ e oğullar
verecektir; Murad’ ı verecektir…
Selçuklu Sultanı, bir fermanla Osman Beğ’ in hanlığını
tebasına duyurur. Artık Cuma namazlarında hutbe Osman Han adına okunmaktadır.
Şeyh Ede Balı rahmet-i rahmân’a kavuşur. Orhan yavaş
yavaş pişmekte, olgunlaşmaktadır. Hem gazada hem yönetimde. Osman Gazi Hân’ın
etrafı boşalıyor. Baba dostları, yola beraber çıktığı yoldaşları birer birer
âhirete intikal ediyorlar. Malhun Hâtun da vefat ediyor. Osman Gazi Hân, hasta
yatağında, iki aydır yatmaktadır. Kulakları nal seslerinde, Bursa’nın fetih
müjdesini bekliyor.
Derken ,müjdelerin hası, nal sesleri… Sungur dışarı fırlıyor ve göz açıp kapayıncaya kadar da geri dönüyor. Nefes nefesedir: “Gözün aydın Hânım! Bursa bizimdir!” Osmancık, Osman Beğ, Osman gazi Hân; babası Ertuğrul Gazi’ye, şeyhi ve kayınpederi Ede Balı’ ya, kendinden önce giden baba dostlarına, yoldaşlarına ve Zümrüdü Ankası Malhun Hâtun’a mülâki olmak için gözlerini yumuyor. Mesut ve huzurlu…
---------------------------------------
(*) Kaynak: https://www.bilgicik.com/yazi/osmancik-tarik-bugra-roman-kitap-ozeti/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder