ŞAHİDİM!
Kur'an büyük bir hikmet kaynağı. Her seferinde daha önce dikkatimi
çekmeyen, üzerinde düşünemediğim bazı olağanüstü ayetler (işaretler) görüyorum.
Bugün dinlediğim Rûm Suresi 41.ayet de bunlardan biri oldu. Bugünlerde
yaşamakta olduğumuz sıra dışı olaylar, küresel krizler, acımasız katliamlar ve
neredeyse dünya çapında yaşanan altüst oluş ile bir bağlantısı var gibi geldi
bu ayetin.
Ayetin meali şöyle:
"İnsanların
kendi işledikleri sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır.
Vazgeçmeleri için Allah, yaptıklarının bazı kötü sonuçlarını dünyada onlara
tattıracaktır." (Rûm Suresi,
30/41)
Gerçekten de bu yeryüzü, üzerindeki sayısız nimetler ve güzellikler insan
olarak bizlere emanet değil mi? Peki, bir emanete, nasıl riâyet edilebilir? En
azından onu, aslını, değerini korumak gerekmez mi? Elbette. Ama insanoğlu ne
yaptı? Kendi eliyle yeryüzünün tabii dengesini ifsad etti.
Sözde refah ve gelişmeler haddinden fazla çevre sorunu üretti. Ekolojik
dengeyi bozdu. Toprak, su ve hava kirlendi ve zehirlendi. Nice hayvan ve bitki
türleri yok olup gitti. Temizlik yerini kirliliğe bıraktı. Bu bozulmalar
genetik oynamalara, mutasyonlara bile yol açtı. Bütün bunlara bir de insandaki
ve sosyal hayattaki bozulmalar da eklenince insanın, Allah'ın emanetini
yeterince koruyamadığı ortada.
Peki, bu emaneti korumamanın, yaratıcının insan ve çevresini donattığı
değerleri dikkate almamanın bir faturası var mı? İşte Rûm Suresi 41.ayet bu
soruyu çok çarpıcı şekilde cevaplıyor. Ayette, yeryüzünün bu şekilde
bozulmasına sebeb olan insanın, bunun acı sonuçlarının bir kısmını dünyada
tadacağına, asıl cezasının ise ahirette olacağına işaret ediliyor.
İnsanın kendi ellleriyle yapıp ettikleri sonucu yeryüzünde ortaya çıkan
bu bozulma ve sonuçlarına Kur'anda asırlarca önce işaret edilmiş olması ne
kadar ilginç değil mi?
Bu gün Ramazanın 8.nci günü. Yapılan ibadetlerin makbul, edilen duaların
kabul edilmesini diliyorum. Şahsen ben bol bol af dilediğim, çevreyi
gözlediğim, muhasebe ettiğim bu gün ve gecelerde bu ayeti bol bol düşüneceğim.
Sevâd-ı cürm ile kesmem ümîdi nûr-ı
rahmetten/Hicâb-ı zulmeti bir lâhzâda tenvîr eder meh-tâb
(Suçlarım yüzünden umut kesmem rahmet ışığından, Gecenin karanlığını, bir
anda aydınlatıverir ay ışığı.)
Hâmî-i Âmidî, BİLGELİKLER DİVANI, 190
Belki tarihte şu 100 yıl içinde yaşananlar kadar yoğun, hızlı ve
şaşırtıcı şeyler yaşanmadı. Hem acıların en katmerlisini hem de refahın uç
noktalarını gördük, görüyoruz.
Teknoloji ve bilimin ulaştığı nokta
adeta baş döndürücü. Sadece bizde değil dünyanın her yerinde geçmişte sahip
olunan değerler birer birer silinip kayboldular. Cebimizde paramız, evimiz
arabamız var. Yokluk bilmiyoruz. Ancak maddi iklimlerimiz değişirken tıpkı
buzullar gibi insanlığımız da her geçen gün çözülüp erimekte.
Kim derdi ki bize çağdaş uygarlık dersi
veren batı dünyası bu kadar bencil, vahşi ve zalim olabilecek. Vekalet
savaşlarıyla ezip çiğnedikleri ülkelerde her gün yüzlerce masum can verirken
kılları kıpırdamayacak. Savaşla, terörle, açlık ve hastalıkla ölen insanlara
sinek kadar değer verilmeyecek. Can havliyle yurtlarını terk eden mültecilere
gaz bombası, silah ve sopayla saldırılacak.
İnsan hakları, uluslararası hukuk ve
çağdaş normlar açıkça çiğnenecek. Kendi elleriyle silahlandırıp diktatör
yaptıkları ülkelerin yönetimlerini göz göre göre devirip sonra da terör
bataklığına dönüşen o toprakları bu defa da sizi kurtaralım, demokrasi
getirelim diye yeniden kana boyayacaklar.
Kendi kurdukları BM, AB ve NATO gibi
kuruluşların yine kendileri tarafından yozlaştırılmaları hangi gelişme ile
açıklanabilir? Kimyasal silahı yasaklayan bir kafa her yıl yüzbinlerce insanın
ölümüne yol açan konvansiyonel silahlar için neden aynı hassasiyeti göstermez?
Sebep o silahları üretip devlet yada terörist, haklı ya da haksız hiçbir ayrım
gözetmeden satmaları olmasın?
Her yıl dünyada savaş, terör, açlık,
kuraklık, sefalet ve hastalıktan kırılan yüzbinlerce insan can taşımıyor mu?
Neden ufacık bir virüs ya da perişan mülteciler kapılarına dayandığında
ortalığı ayağa kaldırırlar?
Bundan sonra kim hangi 'uygar ölçüyle'
başkalarını kandırabilir ki?
Bütün
maddi silah ve para ellerinde. Akan onca kan, gözyaşı ve yaşanan acılara rağmen
daha fazla silah satmak, daha fazla petrol ve güç uğruna dünyanın gözüne soka
soka her türlü melaneti işliyorlar. Her taşın altında, her yerde ve her ortamda
onların parmakları var. Afganistanda, Yemende, Irakta, Mısırda, Libyada,
Suriyede, Filistinde olup bitenlerin mesulü onlar. Asyada, Afrikada, Güney
Amerikada ve Avrupada karıştırmadıkları ülke, bulandırmadıkları su kalmadı.
Savaştırarak da kazanıyorlar, barıştırarak da, darbelerde de kazanıyorlar,
sözde demokrasilerinde de. Devletlerle de kazanıyorlar, teröristlerle de.
Şu
ana kadar görüp bildiğimiz, anladıkları tek şeyin 'daha fazla güç' olduğu.
Oysa, onlarla baş edebilmenin başka bir yolu daha var sahip olamadıkları.
'Allah!..' Herkesin bir hesabı, tuzağı olabilir, ama onun da var. Onun hesabı
yanılmaz, tuzağı bozulmaz. O bize şöyle söylüyor: "İnanıyorsanız
güçlüsünüz ve zafer sizindir!"
Bugün 'emekçi kadınlar günü' ymüş. İşin
aslı tarihte bir grup kadının vahşiçe kurşunlanmasına dayanıyor. O utanç verici
olayı bile dünyaya dayatıp çılgın tüketim ekonomisine odun yapanlar da maalesef
onlar.
Gerçekten de tarihin en ilginç bir
dönemini yaşıyor ve şahid oluyoruz. Bir tarih yaşanıyor ve biz de hep birlikte o tarihin şahitleriyiz.
Ülkemiz herşeye rağmen bugün bu
garipliklerin ortasında adeta bir 'hak ve adelet' anıtı gibi. Ne kadar saldırsalar,
hangi fırıldağı çevirseler yıkamıyorlar. Sadece ekonomisi ile, savunması ile
değil insanlığı ile de hala ayakta. Hem büyümeye devam ediyor, hem de dünyanın
bütün mazlumlarının gönlünde devleşiyor.
Rabbimize hamd olsun. Böyle çalkantılı
bir zamanda tam vaktinde hükümet sistemimizi dönüştürdük. Siyasi istikrarı,
güveni ve huzurumuzu koruduk. Başımızda güzel, cesur, hak ve adalet aşığı,
bizden biri, imanlı bir lider var. Biz ona ve ülkemize duacıyız, o da milletine
sevdalı.
Onun zamanında şanlı afrin, gazi idlib
müdafaası gibi zaferler sıradan hale geldi. Artık harp meydanlarında
kazandıklarımız masalarda kaybedilmiyor.
Kimsenin karşısında boynumuz bükük
değil. Aksine uzun boylu adamlarımızı gururla, iftiharla ve duayla izliyoruz
her gün. Kim ne derse desin, kim karnında ne şişirirse şişirsin gerçek bu. Bize
de ne mutlu ki bu günleri gördük. Bir tarih yazılıyor, biz de o tarihin canlı
şahitleriyiz.
Rabbim her türlü kazadan, beladan,
şerden ve hasetten muhafaza eylesin. Askerimizin, devlet adamlarımızın,
milletimizin ayağına taş değmesin.
İş,
şeytanla mücadele ederken donanmamız gereken iyilik güçlerini keşfedebilmek.
Keşfedip de 'Allah için' ayağa kalkabilmek. Kim demiş bilmiyorum ama doğru
söylemiş: “Bu yolda yanlışları önlemenin yolu; ‘Doğruları’ çoğaltmaktır.” Rahmetli
Abdurrahim Karakoç da aynı şeyi ama yüreğinden şiir diliyle söylüyor:
Gölgesinde otur amma/Yaprak
senden incinmesin.
Temizlen de gir mezara/Toprak senden
incinmesin.
Yollar uzun, yollar ince/Yol kısalır aşk
gelince
Yat kurban ol İsmail’ce/Bıçak senden
incinmesin.
Burdayım de ararlarsa/Doğru söyle sorarlarsa
Tabutuna sararlarsa/Bayrak senden
incinmesin.
İl göçsün göçtüğün vakit/Yol yansın
geçtiğin vakit
Suyundan içtiğin vakit/Kaynak senden incinmesin.
Toz konmasın sakın sana/Hakkı geçer halkın
sana
Gücenmesin yakın sana/Uzak senden
incinmesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder