Yilmaz Yalcın, Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
Yilmaz Yalcın, Çocuk albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
Yilmaz Yalcın, Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
23 Mayıs 2018
Yilmaz Yalcın, Görsel düşünceler albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
23 Mayıs 2018
Yilmaz Yalcın, Gazete yazıları albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
23 Mayıs 2018
bulunduğu ülke coğrafyasıyla ve tarihiyle birlikte şekillenmiştir. Kimliği dünya haritasındaki konumuyla algılanır ve ifade edilir.
Biz bu coğrafyada bin yıldır bir o yana bir bu yana savaşıp durmuşuz. Bin yıldır içte ve dışta düşmanımız hiç eksik olmamış. Bin yıldır moğol ve haçlı sürüleriyle, emperyal avrupalılar, arap ve iranlılarla uğraşıp durmuşuz. Yetmemiş içerdeki isyanlarla, fitnelerle boğuşmuşuz. Beka sorunumuz hiç bitmemiş, şehitlerimizin sonu gelmemiş.
Bin yıldır Anadolu topraklarındayız. Burası bizim ana vatanımız. Ama, Filistin de bizim, Kafkasya da. Balkanlar da bizim Mezopotamya da. Onlarla kader birliğimiz, yol arkadaşlığımız, kan ve iman kardeşliğimiz var. Hatta bizim ufkumuz o kadar geniş ki dünyanın neresinde kardeşimiz varsa orası bizim de yüreğimizin bir parçası. Gönül coğrafyalarımız. Bu yüzden deriz ki; Mekke Medine ne kadar kutsalsa bizim için Kudüs de öyledir. Bosna'da, Buhara da Bağdat da Şam da İstanbul kadar sevgilidir bizim için. Oralardaki acılar da içimizi dağlar, en az Anadolu’da yaşadıklarımız kadar.
Bu kadim topraklar hem Selçukluya hem Osmanlıya mezar olmuş. Üç kıtadan Müslüman kardeşimiz bizimle birlikte burada kan ve iz bırakmıştır. Anadolu’nun her adımı, her yöresi onca savaş sefer görmüştür bu güne kadar. Çevremizle birlikte her karış islam toprağı adeta kan ve gözyaşıyla yoğrulmuştur. Halen de bu mücadele devam etmektedir. Her seferinde kurulan kapanlardan kurtulmuşuz, üzerimize atılmak istenen ağları yırtıp atmışız, fakat hala acıların ardı arkası gelmemiştir.
Bu topraklar Nuh tufanından beri insanlığın harman yeri olmuş. Ekilmiş, biçilmiş, savrulmuş kıyasıya. Biz bugünümüzü biliyoruz. Etrafımızdaki terör ve savaş kıskacı canımızı acıtıyor. Bütün kan içici vampirler üzerimize salınmış sanıyoruz. Ağlaya ağlaya anaların gözünde yaş kalmadı, şehitsiz köyümüz yerimiz yok.
Ama, moğol belası da bu coğrafyada taş üstüne taş, gövde üstünde baş bırakmamıştı. Haçlı sürüleri talan etmişti kaç kez bu canım memleketleri. İşte yine ayaktayız, her saldırıya onca acı ve badireye rağmen buradayız. Bizim ulu bir çınar gibi duruşumuz Bosna’ya da yetmektedir, Kudüs’e de. Bu coğrafyadaki nöbetimiz sade bize değil, bütün mazlumlara, tüm İslam ümmetine gölge olmaktadır. Bizim böyle bir kaderimiz var ve bu sancağın nöbeti ilelebet sürecektir. Siz tam 65 sene Mescid i Aksâ'da nöbet tutan Iğdırlı Hasan onbaşının adını duydunuz mu ? Ben de bilmiyordum. Ta ki gazeteci Murat Bardakçı’nın babası İlhan Bardakçı’nın Kudüs'te yaşadığı oldukça hüzünlü bir hatırayı okuyana kadar.
İlhan Bardakçı 1972 senesinde genç bir gazeteci iken Türkiye’den bazı siyasiler ve iş adamları ile birlikte resmi bir ziyaret için İsrail’e gidiyor. Ziyaretin dördüncü günü heyete tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başlıyorlar.
Kafile olarak Mescid-i Aksâ’ya gidiliyor. Genç gazeteci heyecanlı. Asırlık merdivenlerden yukarı, üstteki avluya çıkıyorlar. Yavuz Sultan Selim Han ve koca Osmanlı ordusu Kudüs’e gelince bu avluda on iki bin şamdan mum ışığında yatsı namazını kılmış. Bu yüzden adı ‘on iki bin şamdanlı avlu’.
Avlunun kenarında biri dikkatini çekiyor İlhan Bardakçı’nın. Doksan yaşlarında, üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması olan bir adam. Üniformasının her yanı yama içinde. Hatta bazı yamaların tekrar tekrar yamalandığı görülüyor. Orada öyle ayakta bekliyor, hafif kamburu olmasa dimdik duracak kadar heybetli. Çok yaşlı olmasına rağmen iki metreye yakın boyu ile oldukça vakur görünüyor. Şaşırıyor genç gazeteci; ‘Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neden dikilip duruyor ?’ diyor içinden.
Dayanamayıp soruyor: "......Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler, ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler, delinin teki herhalde......" diyor rehber. İkna olmuyor, bu yaşta bu sıcakta sebepsiz beklenmez diye düşünüyor. Yaşlı adam genç gazetecinin yanına yaklaştığını fark ediyor ama kımıldamıyor bile. ‘Selamün aleyküm baba !’ deyince başını biraz çevirip duraklıyor ve çatallanmış titrek bir sesle “Aleyküm selam oğul” diyor. ‘Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?’ Yaşlı adamın dudakları kıpırdıyor ama sesi çıkmıyor. Nihayet “Ben...Ben…” diyebiliyor titreyen bir sesle.
Sonrası bir asker tekmili gibi dökülüyor ağzından. "Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.” Sesinde titreme kalmıyor, dimdik durup tekrarlıyor: "Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım.”
“Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nde İngiliz’e yenildi. Geri çekilmek elzem oldu. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gitti. İngiliz, Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık” diyor. “Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bir ben kaldım buralarda. Koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan !” diyor. Alnından akan ter, gözyaşlarına karışıyor bu arada.
Bu hüzünlü ama gurur verici hikayeyi bütün teferruatıyla anlatmak isterdim. Ama bu sütun buna el vermiyor. Zaten Iğdırlı Hasan Onbaşı’nın Kudüs nöbetini, bizim için manasını bu kadarıyla bile anlamış olmalısınız. Herkesin meczup diye baktığı bu yaşlı çınar 1982 yılına kadar nöbetine devam emiş. Bir gün Türkiye’ye ondan tek cümlelik bir telgraf gelmiş: “Mescid-i Aksa’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün öldü.”
Soruyorum size, bir ömür boyu Mescidi Aksâ’da nöbet tutan şu Osmanlı Askeri bize her şeyi anlatmıyor mu ? Geçmişimizi anlamak için Yemen’de, Galiçya’da, Kafkasya’da, Balkanlarda, Çanakkale’de, Kût'ul Amâre ve Trablusgarp’ta tutulan nöbetlerin manasını bilmek gerekiyor.
Bugün Arakan’da, Afganistan’da, Başika’da, İdlib’de, Afrinde ve Filistin’de, Kudüs’te olan biteni ve geleceğimizi anlamak için de…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder