21 Mayıs 2024 Salı

21 Mayıs 2024 Salı TORUNLARIMA MEKTUPLAR..............................ANILAR; 21 Mayıs


Yilmaz Yalcın

Kınamızı yaktık. Nikahımıza bekliyoruz.

21 Mayıs Cumartesi saat 14.00 Salon Mydonose, Çetin Emeç Bulvarı No: 75/2 Toyota Plaza kat 2 Öveçler/ANKARA





Yilmaz Yalcın
, Hilal & Ümit albümüne yeni bir fotoğraf ekledi. 22 Mayıs 2016

AÇIK TEŞEKKÜR
Nikah törenimize bizzat gelerek bizi yalnız bırakmayan, arayıp tebrik eden, telgraf gönderen, dua eden, SMS, e-posta ve face mesajlarıyla sevincimizi paylaşan, bu sayfada iyi dileklerini esirgemeyen bütün akraba, yakın, dost ve arkadaşlarımıza teşekkür ederiz.
Allah herkese evladının mürüvvettini görmeyi nasip etsin.
Genç kardeşlerimize de böyle hayırlı kısmetler, güzel günler ve mutluluklar diliyoruz.

230 21 Mayıs 2015 Perşembe 13:45 NE DÜŞÜNÜYORUM..................Kadın penceresinden bir tartışma

Kadın penceresinden bir tartışma


Uygarlık düzeyini, kadının konumuyla eş tutmuş bir yazarımız. Bir entelektüel için kadın haklarına sık vurgu yapmak elbette takdir edilecek bir davranış. Çünkü, ülkemizde "kadın" ve “kadın odaklı sorunlar” hala önemli meselelerimizden.  Ama, insaf etmeli; ‘Uygarlığın düzeyi, kadının konumundan belli olur’ sözü de pek iddialı bir cümle.

Ayrıca, bildiğim kadar uygarlık sadece bir ölçüte sığdırılamayacak kadar derin ve kapsamlı bir konu. Teşbihte hata olmaz derler, muhtemelen kadının önemini vurgulamak için biraz abartmış olmalı.

Uygarlık kelimesi dilimizde bizim medeniyet diye bildiğimiz kavramın karşılığı olarak kullanılıyor. Medeniyet; kültür, sanat, refah, gelişmişlik, ileri teknoloji, mimari, büyük insanlar, evrensel eserler, özgün değerler ve daha birçok kriterden oluşan son derece zengin bir oluşum. Uygarlık düzeyini erkek ya da kadın meselesiyle ölçmeye kalkmak sadece hata olmaz, aynı zamanda bizi dar bir alana hapseder. Bu kavramın bazılarının dünyasında sadece bir ölçüte bağlanabilen basit bir kelime olduğuna inanmıyorum.

Kaldı ki, yazarımızın lafı getirip bağladığı yer uygarlığı neden bu kadar sığ anladığını açıklıyor aslında. Zira, verdiği örnek, dünyasının medya ile sınırlı olduğunu gösteriyor: "Türkiye’de tüm iyi kadın yazarlar medyadan kovuldu. Yürürlükteki gaddar maçoluğun bedelini hepimiz ağır ödüyoruz. Şefkatli, nazik, yumuşak bir ses yok artık medyada."

Maçoluğun bu ülkede geçerini biliriz de "yürürlükte" kelimesiyle onu siyasal alana taşımak biraz garibime gitti. Üstelik "gaddarlık" tamlamasıyla.

Merak ettim, medyada konumunu kaybeden yalnızca kadın yazarlar mı ? Ekonomik ya da güç dengeleri sebebiyle işini kaybeden onlarca erkek çalışanın bir kıymeti yok mu o uygarlıkta (!) acaba ? Bu arada kullanılan "kovulma" fiilini de oldukça sarsıcı bulduğumu söylemeliyim. Açıkça taammüden haksızlık suçlaması var. İşini kaybeden kadın yazarların hükümet baskısıyla kovulduklarını ima ediyor. 

Bu iddia ne kadar doğru bilmiyorum. Ancak, bu konuda kafamda oldukça fazla soru var. Bu işte hükümetin gerçekten dahli olmuş mudur ? Malum ya, uçan kuştan hükümeti sorumlu tutmak, her fırsatta onu didiklemek entelektüel dünyada oldukça revaçta. Yalancı çoban hikayesini bilirsiniz. Medyada o kadar aslı astarı olmayan balonlar uçuruluyor ki, gün geliyor sürüye gerçekten kurt gelse, çobanın feryadına kimse aldırmıyor.

Yine de merak ettim, olmuşsa, sadece kadın oldukları için mi kovulmuşlar (!) acaba ? Ayrıca, kadın sadece "şefkatli, nazik ve yumuşak bir ses" olduğu için mi gerekli onların dünyasında ? Bu sözlerde mantık yok, tutarlılık yok. Gerçek olup olmadığı belli olmayan bir temel üzerine her yanı çürük bir algı inşa edilmeye çalışılıyor. Hayatı sadece kadın penceresinden göremeyiz. Üstelik kadını şefkat, nezaket ve yumuşaklık kavramlarına hapsetmek büyük haksızlık. Özetle, bu sözlerin neresi doğru ki inanalım.

Yine de bu meselenin önemini birilerinin yorum hatalarına kurban etmeyelim. Konu salt medya alanına hapsedilmeyecek kadar önemli ve derin. Bunun için en başta "medyanın ötesinde, genel bir kadın sorunumuz olduğunu" kabul etmekle başlayabiliriz. Bir sonraki aşamada meselenin tek taraflı değil çift taraflı olduğunu görebilmek gerekiyor.

5 Aralık gibi, 8 Mart gibi bazı özel günlerin sembolik katkılarını görmezlikten gelemeyiz. Ancak, konunun derinliği, kapsamı ve hassasiyeti daha fazla çaba ve samimiyet gerektiriyor. Bugün çalışma arkadaşı, öğretmen, doktor, sanatçı, yazar, milletvekili, iş ve bilim insanı gibi hayatın bir çok alanında var olan kadın sadece “eşitlik” ya da “şiddet” gibi konuların öznesi olarak hatırlanmamalı. İnsanlığın tarihi kadar eski anne, eş, kız evlat ve sevgili olarak değerini unutmadığımız gibi. Ne demek istediğimi anladığınızı sanıyorum.

"Deha" sözcüğü için yorum yapamam ama "Türkiye, kadınların enerjisinden ve sezgi gücünden" daha fazla yararlanmalı. Bu doğru. Kadınların “başını örtmesi" ya da "başını açması” sorunu on yıllarımızı aldı. Ama nedense bu konuda hiç de "centilmen olamayanlar" daha çok kendisini çağdaş ve uygar görenlerden çıktı. Hala da artçı sarsıntıları bilhassa "çağdaş" hemcinslerinin dişleri arasından çıkan "tısss !" lamalarla devam ediyor. 

Sayın yazarın, bu konuda illa ki öteki (!) taraftan olumsuz örnekler verme çabasını anlıyorum. Bülent Arınç “Kadınlar gülmesin” demiş. Onu tanırım. İyi konuşur, arada ağzından ters köşe laflar da çıkar. Ama hatırlayalım, 2003-2007 yılları daha dün gibi, eşinin başörtüsünden dolayı başına gelmedik kalmamıştı. Meclis başkanıydı ama başörtülü eşiyle yanyana olamıyordu. 

O haldeyken bile "haklısınız, kadın evinde otursun, çıkmasın" dememişti. Ama yine de medya bu ülkede "bir metrelik" bez lafını onun aleyhinde kullanabilme becerisini (!) gösterecek kadar pişkindi. Haksızlık yapmayalım. Bu talihsiz iki kelime de aynı medyanın bir sürü laf arasında çımbızla seçerek altını habire doldurup durduğu magazin başlıklarıymış gibi geliyor bana. Biri bir laf atıyor ortaya, diğeri ona dayalı haber yapıyor, diğeri yorumluyor, bir başkası evirip çevirip onu yeniden kullanıyor. Geçmişte böyle o kadar çok  yalan dolan haberler ürettiler ki, duyduğumuz her söze ihtiyatla yaklaşmak onlara göre beri yanda alışkanlık oldu artık. 
 
Yazarlarımız, sanatçılarımız bu toplumun dili, kalemi, beyni ve gönlü gibidir. Onları izler, okur, kulak veririz. Biz sıkça kulansak da, kötü sözü onlara yakıştıramayız. Çünkü, kelimeler onların ağzından çıkınca da pek sert, pek sivri ve yaralayıcı olabiliyor. "Yüz binlerce kadını diri diri gömdük aslında. İş yok, gelir yok, umut yok…" cümlesi de böyle işte.

Unutmamalısın ki, Türkiyede işsizlik sadece  kadınlara özgü bir şey değil. Yüzbinlerce, milyonlarca genç adam da aynı durumda. Bu yolda çaba gösteriliyor biliyorsun. Ancak herşey birbirine bağlı tasarruf-yatırım-ihracat-vergi-eğitim ve buna benzer daha bir sürü şey.

Sana rakam da verebilirim, durumun en azından 2003'ten öncesinden daha iyi olduğuna dair. Ancak, söz konusu olan "insan" rakam değil. İşsizliğin nasıl bir acı olduğunu bu ülkedeki her aile ve her insan çok iyi bilir. Daha daha iyisini arayan okumuş ama vasıfsız işsiz meselesine ise hiç girmeyelim.

Elbette onlar da vardı, ancak "28 Şubat sürecinin de tek mağduru kadınlar" olmadı. Kadın erkek binlerce insan acı çekti. İtildi, kakıldı, sürüldü, süründürüldü. Bunların içinde çekiştirdiğin siyasiler de vardı. Merve Kavakçı görünen bir isimdi ama Erbakan'a, Erdoğan'a yapılanlar daha mı az gaddarcaydı sence. 

Sadece 28 şubatı değil, 27 mayısları, 12 eylülleri ve benzeri darbe süreçlerinin aktörü, destekçisi, yaltakçısı olanları unutmadık. Seni gaza getirenlere dikkat et. Onlar sinip saklandıkları deliklerde fırsat kolluyorlar. Sen zeki bir adamsın, yılanla yol arkadaşlığı edenin başına geleni de bilirsin mutlaka.

Sözlerinin devamında "islamcı erkekler" diyorsun. Ak partinin bu sıfatı kullanmadan iktidara geldiğini kabul et. Bunu ona giydirenler kasıtla bu algının üzerinden çalışıyorlar. Derdim yeni bir islamcılık tartışması açmak değil elbette. Önemli bir bölümünün 60'lı 70'li yıllarda revaçta olan o kökenden geldikleri doğru. Ancak, yola çıkarken "dini parti" olmaz, "demokrasi bir araçtır", "Laik olan Devlettir, insan değil"  gibi  farklı söylemlerle başardıklarını hatırlatmalıyım.

Şimdi onlar siyasal hayatımızın merkezinde. Daha önce kitleleri olan Adalet Partisinin, Doğru Yol Partisinin, Anavatan Partisinin, Refah Partisi ve bir çok diğer politik damarı çatılarında toplayabildiler. Başarı da bu değil midir ? Türkiye’nin %51’inin İslamcı olduğunu söylemiyorsun değil mi ? Üstelik onların da yarısının da kadın olduğu konusunda seni uyarmalıyım. 
Ülkemizdeki "kadınların diplomasız, işsiz, yapayalnız" oldukları iddian son derece desteksiz bir atış.  Özellikle kadınları hedef alan olumsuz yasal değişiklikler mi gördün ? Üniversitelerden mi kovuldular ? Kamu kurumlarında çalışmaları mı engellendi ?

Neyi ima ettiğim çok açık. Bütün bunlar 2003 öncesi vardı, şimdi yok. Femin okuyucularına sempatik gelme kaygısıyla şunu demek istiyorsan o başka. Bu insanların genel profili (yani Türkiyenin yüzde ellisinin) ataerkil bir kültür yapısına ve erkek öncelikli bir karaktere sahiptir. Bu doğru olabilir. Yine de Türkiye eski Türkiye değil, değişiyor, farklılaşıyor ve gelişiyor.

Yeni Türkiye'de kadının ağırlığı daha fazla olacak bunu görebiliyorum. Bir aydın ve yazar olarak bu alanda senin de çabana ve ürünlerine ihtiyacımız var. Ama, bunu kötü bir politikacı gibi etrafına sataşarak yapamazsın.

‘Gerçek İslam bu değil’ ülkemizde bolca kullanılan bir hüküm. Bunda tarihi, köklü bir sünni geçmişin etkisi var elbette. Anadolu, selçuklusuyla osmanlısıyla bu coğrafyada hakim bir kültür ve medeniyet oluşturdu. Cumhuriyet de ister istemez bu mirasın izleri üzerinde yükseldi.

Biz ‘Türkiye müslümanlığı’ diyebileceğimiz bir islam devraldık, onu biliyor öyle de yaşıyoruz. Başka islam coğrafyalarındaki müslümanlığı tanıdığımız söylenemez.  Diğerleri de aynı bizim gibi kendi kültürel miraslarından beslenen İslam'ı ‘gerçek’ olarak görüyor olabilirler. Başkalarına ayar verirken bu gerçeği de göz ardı etmememiz gerekir diye düşünüyorum. 

İşte bizdeki bu genel bakış açısının genç yazarımızın dilinde ulaştığı hüküm: "Şu anda dünyada birbirine en uzak insanlar, İslamcı teröristler ile barışçı, medeni, demokrat Müslümanlardır." Yani, Türkiye dünyada var olduğunu kabul ettiği ‘İslamcı terörizm’ dışında ‘barışçı, medeni, demokrat Müslümanlığı’ temsil ediyor. Bu ayrım ve nitelendirmede ciddi sorunlar olsa da başta terörizmi reddetmek ve demokrasiye sahip çıkma noktasında haklı.

Ancak, demokratlığı sadece kendisine yakıştıran, islamcıların demokrat olamayacağına hükmetmiş bir kafa var karşısında. Soru da zaten bu önyargıyı açık açık gösteriyor: "İslamcılar demokratlığı benimseyebilir mi ?"

Genç yazarımız ‘Demokratlığı’ geniş açıdan yeniden tanımlayarak bir manevra yapıyor karşılığında. "Demokratlık, ötekinin yaşam hakkına, söz hakkına saygı göstermektir. Eşitlikçi olmaktır. Çoğulculuktur. Müzakereden, kuvvetler ayrılığından, serbest seçimlerden yana olmaktır. Kendine güvenmektir. Tüm toplumsal süreçlerde barışçı dengeler kurmaktır…Dindar, liberal veya sosyalist olabilirsiniz. Bununla birlikte demokrat olabilirsiniz. Yani barışçı ve özgürlükçü olursunuz."

Epey doğru ve kapsamlı bir yorum bu. Ama bu tanımlamanın soruyu yönelten zihniyeti ikna ettiğini göremiyoruz. Zira, biraz sonra ağzından çıkan "Ama…"lar  bunu gösteriyor.

Yine de genç yazarımız demokratlığa ortak olma çabasında ısrarlı: "Türkiye’de dindarlar zaten tüm kazanımlarını demokrasiye borçlu" diyerek bitiriyor sözlerini.  Ama işte, karşısındaki aldığı pası illa gole çevirmeye kararlı, soruyor: "AKP, 2002’de ‘Müslüman demokratız’ diyordu. Bugün aynı çizgide mi?"

Genç yazarımız biraz önce tutunmaya çalıştığı pozisyonda sarsılıyor. Galiba en kolayı suçlayıp "o yaptı" diye başkalarını harcayıvermek. Nasıl olsa didiklenecek ortak bir hedef var ortada.

Yalnız, kendisini de büsbütün açık düşürmeyecek bir diyalektikle yapıyor bunu. "AK Parti iktidarı, bu ülkenin dindar çocuklarının; eşitlikçi, özgürlükçü, demokrat ve çalışkan olduklarını gösterme fırsatıydı. Ne yazık ki bu fırsat heba edildi. ‘Kötünün iyisi’ olmaya rıza göstermek utanç verici. Dindarlar, muhalefetteyken son derece demokrattı. Şimdi, yalnızca bileğine kelepçe takılanlar ‘demokrasi’ diyor."

Karşısındaki zalim. Üstüne üstüne gidiyor genç yazarımızın. "Siz tam olarak neyi ümit ediyordunuz?" Edasında müthiş bir gizli kibir var. Hani ‘Siz nasıl demokrat olabilirsiniz ki ?’ tavrındaki küçümseyen tavır. Bu defa "Ne bekliyordunuz ki ?" şeklinde suratını ekşiterek sıkıştırıyor.

Genç yazarımız düştüğü kuyuda çırpınıyor. Söylediği sözler o yüzden oldukça yüksek seviyeden ve çok romantik. "Batı, bizim sanatsal, derinlikli inanç değerlerimize; İslam dünyası ise demokratlığımıza ilgi duyacaktı. Tüm gezegene faydamız dokunacaktı."

Bu sözler başlangıçta AK parti iktidarına destek veren, kendine göre renkli rüyalar görmüş ancak daha sonra  yine kendisi hayal kırıklığı yaşamış birini açığa çıkarıyor. Tam da ‘sen ne bekliyordun ki’ diyenlerin istediği şey. Ah keşke karşısındakinin gözlerinde ‘yok canım daha neler’ diyen zehirli ışıltıları fark edebilseydi.

Ben öyle düşünmüyorum tabi ki. Sanatsal zenginliğimiz, derinlikli inanç değerlerimiz, demokratlığımız ve tüm insanlığa yararlı olma çabamız bize ait ülküler. Bu toprakların dindar çocuklarının dünden daha fazla eşitlikçi, özgürlükçü ve demokrat olduklarını biliyorum. Herkesten fazla çalışkan olduklarını da. Yürüyüşlerini bu ülkenin tarihinde gelmiş geçmiş en uzun soluklu politik harekete dönüştürdüler. Açtıkları demokrasi kulvarında adeta rakipsizler, kendileriyle yarışıyorlar.

Ama kabul edelim, genç yazarımızda olduğu gibi beklenti çok yüksek. İyinin ve güzelinse sınırı yok. Bu nedenle bana göre onlar ‘kötünün iyisi’ değil, ‘iyinin kötüsü’ durumundalar. Böyle olması da yadırganacak bir şey değil. Her zaman daha iyiye ve güzele giden yolun açık olması gerek. Birileri yorulursa ya da tökezlerse bayrağı devralacak yeteri kadar iyilik erleri var arkalarında. Buna yazdıklarını severek okuduğumuz genç yazarımız da dahil.

Yilmaz Yalcın

Nikah masası...Hilal ve Ümit'in nikahından kareler

Yilmaz Yalcın



BİZE DİDAR GEREK DÜNYA GEREKMEZ

Bize didar gerek dünya gerekmez
Bize mânâ gerek dâvâ gerekmez

Bize Kadir gecesidir bu gece
Ko seher olmasın seher gerekmez

Bize aşk şerbetinden sun a saki
Bize uçmaklarda Kevser gerekmez

Badyalarda dolu dolu içelim biz
Biz esrik olmazız humar gerekmez

Yunus esriyiben düştü sokakta
Çağırır Taptuk' una âr gerekmez

YUNUS EMRE

Yilmaz Yalcın


Sâye saldı ehl-i îman üstüne
Hamdülillah geldi mâh-ı ramazan
Doğdu ol nur ehl-i irfân üstüne
Hamdülillah geldi mâh-ı ramazan

Bağlayıp şeytanı bende vurdular
Cümleten ağyârı hakk’a sürdüler
Ehl-i hakk ol ayda hakk’ı gördüler
Hamdülillah geldi mâh-ı ramazan
Ehl-i cürmün hak gözü yaşın siler
Ağlayanlar şâd olur daim güler
Şerbet-i gufrân içerler âsiler
Hamdülillah geldi mâh-ı ramazan

Kıl teravihi safâlar bula gör
Et tesâbihi vefâlar bula gör
Zikr-ü tâat nuru ile dola gör
Hamdülillah geldi mâh-ı ramazan

Kalbi jeng-i mâsivadan eyle ağ
Bu vücudun zenbin andan kıl ferağ
Hakkıyâ nur-ı hudâ’dan yak çerağ
Hamdülillah geldi mâh-ı ramazan

İsmail Hakkı Bursevî 

21 Mayıs 2018 Pazartesi 16:30 ANKARA HASTALIKLARI.............Alman vakıfları

Alman vakıfları

Geçen gün bir tv kanalı İstanbul'un Cihangir semtinde insanlarla ayak üstü konuşuyordu. Biraz izledim.

Bir vatandaş aynen şunları söyledi: "Burası Cihangir. Eskiden buraları Alman vakıfları karıştırırdı. Gezi olaylarının arkasında hep onlar vardı. Şimdi kontrol altındalar. Cihangir de eski cihangir değil artık. Biz her şeyin farkındayız."

Görüyor musunuz ? Vatandaş işi çözmüş. Bu vakıflar yıllardır ülkede cirit atmışlar, her fırıldağı çevirmişler. Acaba Ankara neredeymiş bu güne kadar ? 

Kamuoyu bu vakıfları biraz Bergama köylülerinin direnişinden, biraz Hasankeyf'ten, biraz da HES'lere olan itirazlardan biliyor. Son olarak 2002'de öldürülen Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu'nun çalışmalarından duymuştuk. 

Hablemitoğlu, Türkiye'deki gizli Alman faaliyetleri üzerine ciddi araştırmalar yapan önemli bir bilim insanıydı. Bir çalışması da Alman gizli servisi BND'nin Türkiye'deki faaliyetleri üzerineydi. 

BND'nin Alman vakıfları üzerinden PKK ve birçok yıkıcı ve bölücü örgüt ve derneklere finansal kaynak sağladığını dile getiriyordu.

Anlaşıldığı kadar Alman NGO'larının Türkiye'deki ilk sıçrama noktası Beyrut merkezli Morgenlaendische Gesellschaft'a bağlı Orient Institut'un İstanbul Şubesi ve Goethe Enstitüsü 

Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıf ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BND'nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçe'den karşılanan 'taşeron' NGO'lar.

Almanya'nın en büyük partilerinden biri olan Hıristiyan Demokratik Birliği-CDU Konrad Adenauer Vakfı'na, Yeşiller ise Heinrich Böll Vakfı'na sahip.

Aynı şekilde, Sosyal Demokrat Parti-SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı, Hür Demokrat Parti-FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı da aynı statü içindeki vakıflar.

2008 yılı Ekim ayında TBMM olarak Almanya'ya resmi bir ziyaret yapılmıştı. Heyette bir başkan vekili, idare amiri, katip üye ve bazı milletvekilleri vardı. Biz meclis yönetici ve uzmanları olarak heyete dahildik.

Berlin'de Alman parlamentosunu ziyaret ettik, genel sekreter bize bir öğle yemeği verdi. Alman parlamenterlerin bir komisyon toplantısına katıldık. 

Sonraki günlerde bazı sendika ve vakıflara götürdüler bizi. Götürdükleri vakıflardan biri Hristiyan Demokratların CDU Konrad Adenauer Vakfı ile Sosyal Demokrat Partinin SPD Friedrich Ebert Vakfı'ydı.

Gözlemim şu oldu; Adamlar ülkemiz hakkında oldukça hazırlıklıydılar ve bizimle çok ilgiliydiler. 

Sorularımız oldu, bunları bizim kan damarlarımızdaymış gibi ustalıkla cevaplandırdılar. 

Çok da rahat ve kendilerinden emin görünüyorlardı. O zaman bu vakıfların Türkiye'de eli kolu olduğuna kesinlikle emin olmuştum.

Devlet işi çok garip. Haini, provokatörü, ajanı biliyorsun ama gereğini yapamıyorsun, siyaset icabı el sıkışıyorsun. Üstelik birlikte yiyor içiyor, karşılıklı iltifatlarda bulunuyorsun. 

Dahası da var, bu 'kimin eli kimin cebinde oyunu' büyük devlet olmanın da tabii icabı görülüyor. Bile bile bu virüsler seni zehirliyor, altını oyuyor, sense mukabil bir şey yapacaksan kırk kere düşünüyorsun.

Aradan zaman geçti 2013 yılı Mayıs ayı sonlarında birdenbire gezi olayları başladı. Bir ay içinde o hale geldi ki neredeyse hükümeti devirmekten söz etmeye başlamışlardı. Neyse ki Başbakan R.Tayyip Erdoğan cesaretle kalkışmayı göğüslemiş ve inisiyatif göstererek başkaldırı önlenmişti.

Aradan beş sene daha geçti. Ne olup da birkaç ağacın sözde türk baharına dönüştürüldüğü üzerinde çok kafa yoruldu, çok konuşuldu ve yazıldı. 

Bugün artık biliyoruz ki bu kalkışmanın ardında bizim şer odakları dediğimiz güçler vardı. Onların yurt içindeki ortakları vardı. Bir türlü seçimle işbaşına gelemeyen ama fırsattan istifade etmek isteyen bazı partiler bu olayları kendi çıkarları için kullanmaya kalkışmışlardı. Protestocular sadece onların birer maşasıydılar o kadar.

Kuşkusuz bugün maskesi düşen ve kontrol altına alınan yabancı vakıflar Almanya'nın emperyal geçmişinin bir uzantısı. Bu güne kadar Türkiye'nin kendi yörüngesinde kalması için üst aklın truva atları olarak son derece etkili oldular.

Cihangir'deki durum hakikatse hükümetin bu odaklara karşı sessiz ama etkili bir tavır aldığı anlaşılıyor. İnşallah öyledir. Belki de Almanya'nın son yıllarda bize karşı huysuzluğu bu gibi tedbirlerden dolayıdır kimbilir. Ama onların bir başka şekilde, başka yollardan ellerinden geleni yapacaklarını da unutmamalı. Üstelik bu namert faaliyetler sadece Almanya cenahından gelmiyor. Bunun İsrail'i var, ABD'si var, İngiltere'si Fransa'sı var. Ve daha bir sürü şer kaynağı…

Dileriz Ankara, yaşadıklarının derin tecrübesiyle her daim uyanık, ferasetli ve akıllı olur. Bu hastalıklara karşı etkili mücadeleyi günlük anlayışlarla değil, hiç sonu gelmeyecek bir dirayetle sürdürür.

Yilmaz Yalcın


Gül pembe akşamlarda,
iftarı beklerken gülüm.
O suskun sofralarda,
bir sessizliktir çöker.
Dua gibidir ördüğüm,
naif bir hal; o anlarda
Oruç beni benden çözer. 


Yilmaz Yalcın

21 Mayıs 2019


Bu aya hürmet gerek
Nimete şükür gerek
Mübarek Ramazan’da
Hakk’a ibadet gerek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder