23 Mart 2024 Cumartesi

24 Mart 2024 Pazar TORUNLARIMA MEKTUPLAR.............................ANILAR; 24 Mart

220 24 Mart 2015 Salı 06:02 ANKARA HASTALIKLARI......................Ankara'yı didiklemek (2)

Ankara'yı didiklemek (2)

Charlie Hebdo dergisinde peygamber efendimiz Hz. Muhammed (sav) karikatürünün yayınlanması ve dergiye yapılan 7 Ocak saldırısı ile ilgili olarak size iki kişinin tepkisini aktaracağım. 

İlki genç bir yazarımızdan. Şöyle diyor: "Bu karikatürlerden hiç hoşlanmadım. Bunlar inanca saygısızlık; cinayet ise büyük bir suçtur." Naif ama net ifadeler bunlar. Bir tarafı "inanca saygısızlık", diğer tarafı da "cinayetle" suçlamış. 

Diğeri Cumhurbaşkanımız Erdoğan'dan. O da şöyle demiş: “İnsanları karikatür çizdiler diye katletmek nasıl terörse, peygamberi resmetmek de en az o kadar terördür”

Bu iki beyanın birbirinden ne farkı var ? İkisi de hem karikatürlere hem o bahane ile gerçekleşen cinayetlere olan tepkilerini kendi pozisyonlarından, yuvarlamadan oldukça açık dile getirmişler. Ki bu tavır şeksiz şüphesiz ülkemizdeki ortalama her müslümanın gösterdiğine inandığım bir tavır. 

Fark yok mu, var. Nedir ? Cumhurbaşkanımız her ikisini de sert bir üslupla terör olarak niteliyor. Teröre vurgu yapıyor. Yazarımızsa daha çok kötülüğün bulaşıp yayılması üzerinde durmuş. "Bu karikatürlerden hiç hoşlanmıyorum. Fakat cinayetler, o karikatürleri tüm dünyaya yaydı" diyor. 

Artık, milyonlarca insanın, Hz. Muhammed denilince bu karikatürü hatırlıyor olması ne derece doğrudur bilemem. Ancak, karikatür ve cinayetlerin iki büyük yanlış olarak birlikte anılacakları kesin. 

Şimdi düşünelim biri devlet adamı, temsil makamında, diğeri yazar; sanatçı duyarlığında. Bunun böyle olması gayet doğal değil mi ? Ya da bir an için şöyle bakalım. Aynı sözleri diğeri söylemiş olsaydı acaba ne düşünürdük ?  Cumhurbaşkanını oldukça diplomatik ve yumuşak, yazarımızı ise radikal ve ateşli bulmaz mıydık ?

Herkes kendi haleti ruhiyesini yaşar ve yansıtır. Cumhurbaşkanı aslında küresel çapta teröre vurgu yapıyor ve en sert biçimde kınıyor. Malum, çağımız terörün çok çeşitli biçimlerini yaşayıp gördüğümüz hastalıklı bir kaos dönemi içinde.  Kimi masum sivil, kadın ve çocukları havadan uçakla bombalayıp cibilliyetini gösteriyor, kimi vücuduna bomba sarıp patlatarak çaresizliğini. 

Ülkeleri, doğal kaynaklarını ve insanlarını ekonomik dünya düzeni adı altında soyup soğana çevirenler nasıl bir eşkiyalık içindeler dersiniz ? Ya da ellerindeki medya imkanlarıyla pireyi deve yapan, ancak dünyanın gözü önünde açlık, kan ve zulme karşı üç maymunları oynayanlar nasıl bir üçkağıtçı türü acaba ? 

Çevirdikleri fırıldaklar yüzünden islam dünyasında her gün yüzlerce ölüme sebep olanlar, afrikadaki açlık, sefalet ve kanın baş müsebbibi olanlar, BM güvenlik konseyini beş ahpap çavuş tiyatrosuna çevirenler nasıl bir "cinayet" suçu işlemekteler ? 

Cumhurbaşkanımız Charlie Hebdo dergisine temsil ettiği karanlık güçlerin tetikçilerinden biri olarak "terörist" nitelendirmesi yapmış, az bile. Bütün dünyaya, Birleşmiş Milletler örgütüne ve Güvenlik konseyine "Dünya beşten büyüktür" hatırlatması yapıyor. Sen misin ezber bozan, sen misin kafa tutan; ne diktatörlüğü kaldı adamın ne de yalnızlığı. Sen ve Ku Klux Klan taifen neredeyse-değil-açık açık benim inancımı toptan "terörist" olarak nitelendireceksin, ben sana "kral çıplak" diyemiyeceğim, öyle mi ?  Yok öyle şey !


Hiçbir Türkiye müslümanı, hiçbir dergiye saldırılmasını ve çizer katliamını "oh olsun !" diyerek karşılamaz. Bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek olduğuna inanır. Allah emridir; insan öldürmek ve cinayet büyük suçtur inancımızda. 

Ancak bu meselede bile Ankara'yı didikleme şehvetine yenik düşülebiliyor. Nedense laf eğrilip çevrilerek; cumhurbaşkanımızın "Karikatüristlere çokça dava açtığına, kitapların bombalardan tehlikeli olabileceğini söylediğine ve Bakara makara densizliğine ses çıkarmadığına" getirilebiliyor. Buradan da o "peygamber karikatürüne kızmaya hakkı yok" diye çiziliveriyor. 

Ses çıkarmadığını, tepki göstermediğini nereden biliyorsun ? Şu anda o bahsettiğin adamın -adından bile söz etmek istemiyorum- siyasi hayatı bitti. Elinin altında, bir anlamda sorumluluğu altındaki biriydi. Mutlaka gereğini yapmış olmalı. Ne söylediğini, ne yaptığını dünya aleme duyuracak değil ya.  Tavrını ondan yana koyan milyonlarca insan bu şekilde bekler ve inanırEn azından ben böyle düşünüyorum. 

Doğru, Cumhurbaşkanımızın kendine özgü ilginç bir bakış açısı var. Söylemleri, yaptıkları ezber bozuyor. Ancak, unutmayalım bunun için seçildi zaten, milyonların onayıyla ve -hadi bazıları hoşlanmasa da yineleyelim- %51'le nihayetlenen demokratik bir mücadele sonucunda. 

Bire bir her eleştirene benzemesi mi gerekiyor ? Onu her fırsatta didiklemeye çalışanlar önce dönüp kendilerine bakmalılar. Neden % 51 onlar olamadı ? 

Neden iki insandan -biraz da olsa- fazlası sandıkta onun için oy kullandı ? Onda ne buldular, ne düşündüler de onu desteklediler ? Ondan ne bekliyor olabilirler ?

Genç yazarımız biraz ferasetli olabilseydi soruların kasıtlı, tahrik edici ve kurgulanmış olduğunu görebilirdi:

"Suudi Arabistan Kralı’nın ölümünden ötürü Türkiye’de yas ilan edilmesini nasıl karşıladınız?" "Kâbe çevresindeki gökdelenler neden hakaret olarak algılanmıyor?" "Dindarlık bugün çok farklı anlamlara gelebiliyor, neden böyle?"Ekonomide de mi dini kullanıyorlar?" "Neden dindar aydınlar bu duruma ses çıkarmıyor?"

Bunlar açık bir kışkırtma ve art niyetli sorular. Ama maalesef verilen cevaplar da zembereği boşanmış gibi ardarda bu tuzağa düşüyor:

"Peygamber karikatürüne kızıyorsan, Kabe’ye hakaret edenin, Peygamber’in sokağını yıkanın yasını niye tutuyorsun? Zorba bir milyarderin ölümünden sana ne?" "İstanbul silueti, mimari ve tarihî bir Müslüman imzasıdır. Bu imzayı tahrif eden zihniyetten ne beklersin?" "Din adına konuşanların yüzde 99’u ‘stratejik yalan’ söylüyor." "Siyasal İslam gibi, bir de ticari İslam var. Hatta, ticari İslam, siyasal İslam’ı kapsıyor." "Yandaş yazarın da ifade özgürlüğü yok!"

Söylediklerinin içinde doğru şeyler yok mu ? Var, olmaz olur mu. Mesela "Arabistan Kralı, Kâbe’nin çevresini 50’ye yakın gökdelenle kuşattı. En az 300 sene o gökdelenler Kabe’ye tepeden bakacak!.." "Kral, Peygamber’in doğduğu sokağı, rezidans yapmak için tahrip etti." "Dindarlık çok çeşitli, rengarenk olabilir. ..Biri kefen satar, öbürü şov yapar, bir başkası laga lugayla, zırıltıyla kafamızı şişirir. Ağzını açıp “Dinimiz…” diyerek, tertemiz insanları yıllarca kandırıp hayatları zehirleyen din tacirlerinden iğreniyorum."

Ama inanın aklından çok öfkesini açığa vurması dikkati dağıtıyor. Dilini otomatik bir tüfek gibi kullanıyor. Hedef gözetmeksizin saldırması ve saçmalamaları benim gibi pekçok mutedil insanın dahi tepesini attıracak boyutta:

"Milyarlarca Müslüman, kıble diye gökdelenlere yöneliyor! " "İslamcılara ait büyük şirketlerin çoğu Ponzi Tezgahı’yla ortaya çıkmıştır. Tek fark, reklam sloganı: “İslamî!” "Bugün, muktedir  yandaşı bir yazarın, doğruyu söyleme, riyasız konuşma lüksü yok! Desteklediğin kimse iktidarda ve senin eleştiri, ifade özgürlüğün yok?!"

Bütün bu cümleler (doğru-yanlış-eksik-kasıtlı) mitralyöz namlusundan çıkan mermiler gibi etrafa saçılmış. Son derece yaralayıcı ve itici. Pek çok hassasiyet ve doğruyu gölgede bırakıyor. 

Anlaşılan yazarımız doğruyu söyleme ve riyasız konuşma vazifesini/hakkını kullandığını zannediyor. Ancak bu söylem, birileri için saldırıp durdukları muhkem surdan koparılan taşlar anlamına geliyor olmasın ? 

Her seferinde aşamayıp yüzgeri döndükleri surlar onlara başka çeşit taktikler düşündürüyor olabilir mi ? Bu olayda genç yazarımız gibilerinin şahsında açılan gediklerin hissettirdiği tamah ve şehveti görebiliyorum ben.

Neden böyleyiz ? Bu ülkenin bir medya mensubuna bakın ki; "Başbakan Davutoğlu, Charlie Hebdo katliamından hemen sonra, “İslam barış dinidir” dedi. İnandırıcı oldu mu ?" diyebiliyor. Konuyu Davutoğlu ve güncel politika üzerinden kurcalama cinliğini bir yana bırakalım, İslam'ın barış demek olduğunu nasıl bilmez ? Biliyorsa, bunu ilk defa Davutoğlu söylemiş gibi bir cümle kurmasını nasıl anlamalıyız ? Hele de "inandırıcı olmak" fiili ortadayken.

Bu her yanı çarpık cümlenin neresini ele alalım ki ? Önce Charlie Hebdo katliamından bahis açarak  hükümete yükleniyor. Başbakan “İslam barış dinidir" demiş de inandırıcı mıymış ? Sonra bir çırpıda dört ögeyi; katliam, Başbakan, İslam, barış ve inandırıcılık kelimelerini peşpeşe kullanıp aklınca tersten bir algı oluşturmaya çalışıyor. Aslında söylemek istediği şu "Charlie Hebdo katliamı İslam adına yapıldı. Zaten bu müslümanlar böyledir. Hükümet ve Başbakan da onlardan. İslam barış dinidir dese ne olur demese ne olur. İnanmazlar ki."

Bu mu yani ? Politika adına, eleştiri adına, yıpratmak adına "İslamı" bile didiklemektir bu. En hafif tabirle ayıptır, günahtır. Saldırıyı görmek ve cevabını vermek gerekirdi. 

Heyhat ! Genç yazarımız nasılsa kucağa düşmüş ya, gaza gelmiş bir defa. Ya da senaryo öyle yazılmış belli ki. Açmış ağzını yummuş gözünü; daha ağır, daha tahrip edici şeyler söylemiş: "Nasıl inandırıcı olabilir ki? Bugün öldürülen her 10 Müslümandan dokuzunu Müslümanlar öldürüyor. 5,5 milyar gayrimüslimin katledilmesi ve 1,5 milyar Müslüman’ın şehit olması gerektiğine inanan radikaller var. Herkes ölsün istiyor adamlar. İslam denilince akla katliam ve hırsızlık geliyor."

Düşmanın attığı taş yaralamıyor da, dostun elinden çıkan gül bile insanı öldürebiliyor. İşte örneği ! "Öldürülen her 10 Müslümanın dokuzunu müslümanlar öldürüyormuş. Radikaller bütün dünyayı kana boyamak isterlermiş. Böylece tüm dünyayı katledecek ve şehit olacaklarmış. Herkes ölmeliymiş. Zaten İslam deyince akla katliam ve hırsızlık gelirmiş." İstatistik yapmış mübarek. Hoca gibi "Hiç mi hırsızın kabahati yok ?" diyeceğim ama o zarif nüktenin bile bu tarrakadan incineceğinden korkarım.

Bütün bu sözlerin; İslam coğrafyasında dinmeyen acılar, sönmeyen ateş ve oluk oluk akan kan nedeniyle söylenmiş olmasını ne kadar isterdim. Ancak, nedense bu tarzı Filistin'de, Gazze'de çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden binlerce masumu katleden İsrailin "Teröristleri öldürdük"  şeklindeki yavuz hırsızlığına benzettim. A sevgili kardeşim ! Charlie Hebdo'dan girip, Başbakanın inandırıcı olmamasını bulaştırıp, sonunda İslamı ve bütün müslümanları suçlu ilan eden bu konuşma sence haddini aşmadı mı ? Bu nasıl bir ruh dünyası, nasıl bir gaflet böyle ? Basiretin mi bağlandı ? Maksadın bu olmasa bile, bizim için incitici birileri için de sevindirici olmadın mı ?

Şimdi düşünüyorum da. Evet, söylenmesi gereken pek çok şey var. Doğru, susulmamalı. Doğrular rahatsız edici olsa da söylenmeli ve yazılmalı. Ankara asla tabu ya da dokunulmaz değil. 

Ancak, doğruyu söyleme adına eleştiri ve ifade özgürlüğünün böyle tahrip edici bir biçimde kullanılması da doğru mu ? Dahası, ağzınla kuş tutsan hiç bir şekilde seni tam olarak benimsemeyecek ve kabullenmeyecek insanların tuzağına düşmek doğru mu ? 

Tarihte sonu pişmanlık olan böylesi pek çok örnek bulmak mümkün, tabi istenirse. Meselâ Sultan Abdulhamid'in Ermeni Komitacıları suikastinde öldürülememesi nedeniyle şair Tevfik Fikret pek üzülmüş ve "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde “ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! / attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!" diyebilmişti.

Ancak, gelen gideni aratmış, Yıldız yağmasını yapan İttihat ve Terakki'ye bu defa meşhur "han-ı yağma" [1] şiirinde “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” diyerek saydırmıştı.

O dönemin çoğu muhalifi gibi maalesef Mehmet Akif de pişman olanlar arasındaydı: Bunu bir şiirinde “Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi? / Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi./ Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş: / Semer değilmiş o rahmetlinin ki devletmiş!“ sözlerinden anlıyoruz. 

Feylâsof Rıza Tevfik de zamanında Abdülhamid'e karşı çıkanlardan. Hatta kendi ifadesiyle bizzat 31 Mart komplosunu tertipleyenlerden biri. Sonraları o da İttihatçılardan yaka silkmiş. Önce “Ve İlâllahi'l müştekâ” adlı şiirinde niyetini temize çıkarmaya çalışmış: “Benim niyyetimde yoktu taksirim / Takdire uygundu rey ve tedbirim.”

Ancak yetmemiş, seneler sonra Sultan Abdülhamid'den özür dileyen "Sultan Abdülhamid Han'in Ruhâniyetinden Istimdat” adlı bir şiir[2] daha yazmış. Rıza Tevfik’in hastane yatağında da şunları söylediği nakledilir:

"Ben bu şiiri Türk milletine hakaret kasdıyla değil, tamamıyla aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamid Han'a edilen iftiraları tespit gayesiyle yazdım. 31 Mart vakasını tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen büyük hükümdar, bu isnadla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef tutulmuştur. 31 Mart'ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım. 31 Mart'ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulak kabartsın." [3]

Günün modasına, baskın rüzgarlarına kapılmanın, enini sonunu düşünmeden başkalarının hoşuna gidecek şeyler söylemenin dayanılmaz hafifliği bu olmalı. Hatırlayalım feylozof Rıza Tevfik de diğerleri de zamanında Abdülhamit Hana 'Kızıl Sultan' diyenlerle beraberdi. Ama sonra...

Gördüğünüz gibi Ankara'nın kendi hastalıkları kadar, onun didiklenmesinin perde arkasındaki hastalıklar da  ilgi çekici. Hangi sebeplerle bilinmez karnı oldukça şişmiş birinin hınçla kusarak midesini boşaltması gibi mesela. Bu konuyu yazmaya devam edeceğiz.


[1] Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır / Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır! / Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir / Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir! / Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say / Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay; / Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay... Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar / Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar. / Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütüşu kanlı lokmalar...Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını / Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini. / Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! / Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, / Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapışçanak çanak...Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
[2]Sultan İkinci Abdülhamid'in aleyhinde faaliyet gösterenlerin elebaşçılarından biri olan feylâsof Rıza Tevfik, devlet elden gidince korkunç pişmanlığını dile getiren, "Sultan Abdülhamid Han'ın Ruhâniyetinden İstimdat" adlı mersiyesinde şöyle feryad ediyor:
Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han? / Feryâdım varır mı bârigâhına? / Ölüm uykusundan bir lâhza uyan, / Şu nankör............ bak günâhına.
Târihler ismini andığı zaman, / Sana hak verecek, ey koca Sultan; / Bizdik utanmadan iftira atan, / Asrın en siyâsî Padişâhına.
'Pâdişah hem zâlim, hem deli' dedik, / İhtilâle kıyam etmeli dedik; / Şeytan ne dediyse, biz 'beli' dedik; / Çalıştık fitnenin intibahına.
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz, / Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz. / Sade deli değil, edepsizmişiz. / Tükürdük atalar kıblegâhına.
Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena, / Bir sürü türedi, girdi meydana. / Nerden çıktı bunca veled-i zinâ? / Yuh olsun bunların ham ervâhına!
Bunlar halkı didik didik ettiler, / Katliâma kadar sürüp gittiler. / Saçak öpmeyenler, secde ettiler. / .................. pis külâhına.
Haddi yok, açlıkla derde girenin, / Sehpâ-yı kazâya boyun verenin. / Lânetle anılan cebâbirenin / Bu, rahmet okuttu en küstâhına.
Çok kişiye şimdi vatan mezardır, / Herkesin belâdan nasîbi vardır, / Selâmetle eren pek bahtiyardır, / Harab büldânışen sabahına.
Milliyet dâvâsı fıska büründü, / Ridâ-yı diyânet yerde süründü, / Türkün ruhu zorla âsi göründü, / Hem Peygamberine, hem Allâh'ına.
Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin / Âhiretten bile himmet eylersin, / Çok çekti şu millet murada ersin / Şefâat kışâhım mededhâhına.
[3]Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları

Yilmaz Yalcın
, Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

24 Mart 2015 


Olmaz ya !

Mermi yerine gül atsa her bir silah,

Olmasa ağyar, kalmasa hiç ah.

Akmasa gözyaşım, dinse giderek;

Yine de kanar mıydı, cansız bu yürek.


De ki !

Gül mü kırmızıdır yoksa al kan mı ?

Onu vuran kim ? Dil yaresi var mı ?

Hangi hoyrat yolmuş, bu nazenin çiçeği;

Gönlümün dibacesi, kalbimin son dileği.



Yilmaz Yalcın
, Bahadır Cüneyt Yalçın albümüne yeni bir fotoğraf ekledi. 

24 Mart 2017


Bahadır Cüneyt Yalçın’ın yeni romanı “Eski Karım Uzaya Gidiyor” April Yayınları etiketiyle yayımlandı.

Şener devrik bir komedyen. Eski karısı Hale ikinci çocuklarına hamileyken Fransız bir astronota âşık olmuş.
Tirineş gezegeninden gelen, ev arkadaşı Zvay-E’nin başı belada. Rögar kapağı açık, paslı bıçak pusuda. Tam bu sırada, çok zengin bir kabzımal sürpriz teklifiyle çıkageliyor.
Nejat Uygur ile Atilla Arcan’ın huysuz ve tatlı hayaletleri, en güzel espri Ece Güneş, dijital dost Micus, dağcı Zeynep, Madagaskar tavuğu…
İşte gidiyoruz.
“Çadırımın üstü gümüş vitray. Züğürdüm, bir hırka, bir kaykay. Çadırımın üstü krom karamel. Öpmeden giderim, sen düşüme gel.”
Bahadır Cüneyt Yalçın zekâ ve mizah dolu bir romanla yeniden huzurlarınızda.
Her cümlesi havai fişek, her sayfası icat kıyamet.
“Sizin olmayan bir şeyi sevdiniz mi hiç? Ne güzeldir o sevmek.”
Bahadır Cüneyt Yalçın Ot’ta yazıyor, efsanevi Afili Filintalar’ın üyelerinden. "Mütevazı Bir İntikam" ve "Hep Lunapark" adlı romanlarıyla büyük beğeni kazandı, geniş bir okur kitlesi var. Yeni romanı April Yayıncılık etiketiyle bu hafta raflarda.
Super Haber'den Sayım Çınar, Bahadır Cüneyt Yalçın’la yeni romanı "Eski Karım Uzaya Gidiyor"u, ve yazarlık serüvenini konuştu.

Yilmaz Yalcın
Divan şiiri I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi. 

24 Mart 2018 


Gazel

Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i hümâ imiş
İklîm-i hüsne anun içün pâdişâ imiş
(Sevgilinin siyah saçları, hüma kuşunun kanadının talih bağışlayan gölgesi imiş. Onun için o güzellik ülkesinin sultanı imiş.)

n

Bir secde ile kıldı ruh-ı âfıtâbı zer
Hâk-i cenâb-ı dûst ‘aceb kîmyâ imiş
(Bir secde etmekle güneş gibi güzel yüzü altına dönüştü
Sevgilinin çevresinin toprağı nasıl bir kimya imiş)
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
(Yüksek sesini bu aleme Davut gibi sal. Çünkü bu gök kubbede baki kalan ancak hoş bir seda imiş.)
Görmez cihânı gözlerümüz yâri görmese
Mir’ât-ı hüsni var ise âlem-nümâ imiş
(Gözlerimiz sevgiliyi görmezse dünyayı görmez olur. Onun güzelliğinin aynası varsa dünya görünür olur.)
Zülfün esîri Bâkî-i bî-çâre dûstum
Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş
(Bu biçare Baki zülfünün esiridir sevdiğim, Bela kemendinin esaretinin bir tiryakisi imiş.)
Bâkî (*)
------------------------
(*) 1526 yılında İstanbul’da doğan Bâki’nin asıl ismi Mahmud Abdülbâki’dir. Aslında fakir bir ailenin çocuğu idi, babası müezzinlik yapıyordu.
Çocukluğunda saraç çıraklığı yapmıştır. Eğitime, ilme olan büyük tutkusu fark edilmeye başlanınca ailesi medreseye devam etmesine izin vermiştir, zira başlarda medreseye kaçak, ailesinden gizli gitmekteydi.
Gayretleri ile iyi bir eğitim görmüş, dönemin ünlü müderrislerinden ders almıştır. Eğitimi boyunca şiire olan ilgisi giderek artmış ve güçlü kaleminin ünü de yavaşça yayılmaya başlamıştır.
Eğitimini tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik yapmıştır. Kanuni Sultan Süleyman tarafından İstanbul’a getirtilen şair hayatı boyunca çeşitli dönemlerde devlet hizmetinde bulundu, kadılık, kazaskerlik gibi makamlarda görev yaptı. 1600 yılında, İstanbul’da öldü.
Bâki'nin özellikle Kanunî Sultan Süleyman ile yakın ilişkileri olmuş, padişah sık sık kendisine iltifat etmiştir.
Daha sonra 2. Selim ve 3. Murat zamanlarında da hem saraydan hem halktan büyük bir itibar ve ilgi görmüştür.
Vefatından önce bu kadar ilgi ve alâka gören sanatçı sayısı azdır, o ise vefat etmeden “Sultanüş’şuâra” yani “Şairlerin Sultanı” diye anılmaya başlamıştır.

Yilmaz Yalcın
 profil resmini güncelledi.

180125_16:20 Ankara Gölbaşı Toki evimizde 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder