Yilmaz Yalcın, Yüreğimin sesi-I- albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
20 Mart 2018
Bir güzel adamdı…
20 Mart 2019
Haydin kardeşler !
Seçimlere iki haftadan az bir zaman kaldı. Kendine özgü bir heyecan ve dalgalanmalar yaşıyoruz. Ama bu halimiz tarihte yaşanan önemli günlerimizi unutturmamalı. Mesela Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı şiirin 12 Mart 1921 tarihinde TBMM'de yapılan oylama sonucu İstiklal Marşı olarak kabul edilmesinin üzerinden 98 yıl geçti. O günlerde büyük şairimiz, verilen 500 liralık ödülü "Ben bu şiiri para için yazmadım" diyerek Türk ordusuna bağışlamış, İstiklal Marşı'nı kitabı Safahat'a niçin koydurmadığı sorulduğunda da "O benim değil, milletimindir" cevabını vermişti.
Evet, İstiklal Marşı aynı zamanda muhteşem bir şiirdir ve büyük şairimizin dediği gibi o artık ilelebet bu topraklarda yaşayan bizlere, hiç bir ayrım gözetmeksizin hepimize aittir. Mehmet Akif’in böyle bir başka destansı şiiri de ‘Çanakkale Şehitlerine’ yazılmıştır. Mehmet Akif Çanakkale Savaşlarını görmedi. Ama onun için en muhteşem abideyi zaferden sonra yazdığı bu muhteşem şiiriyle o dikmiştir.
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: / İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... / O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor / Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Evet, biz bugün bu topraklarda başı dik, özgür ve müreffeh yaşıyorsak öpülesi o pak alınlar sayesinde. Bu hafta aynı zamanda 18 Mart Çanakkale zaferimizin de 104. Yıldönümü. 1915 yılında bu milletin kahramanlığıyla adeta destanlaştığı savaşlardan biri daha yaşanmıştı Çanakkale cephelerinde. Büyük imkânsızlıklar içinde verilen bu çetin mücadele, istiklâlimiz ve hürriyetimiz için gerektiğinde neler yapabileceğimizi bütün dünyaya bir kez daha göstermiştik.
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? / En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya / Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…/ Kahraman o orduyu seyret ki, bu tehdide güler!
Birinci Dünya Savaşı İtilâf Devletleri denilen; İngiltere, Fransa ve Rusya ile, İttifak Devletleri dediğimiz Almanya, Avusturya ve İtalya'nın birbirleriyle savaşmasıyla başlamıştı. Almanya'ya saldırabilmesi için Rusya'nın silah ve cephaneye ihtiyacı vardı. Bunun için Boğazlar yoluyla Rusya'nın İngiliz ve Fransız kuvvetleriyle birleşmesi gerekiyordu. İşte bu yüzden Osmanlı Devleti harbe sokuldu ve boğazları geçmek üzere itilâf Devletlerine ait bir donanma ile Çanakkale'den saldırdılar.
Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! / Nerde-gösterdiği vahşetle "bu: bir Avrupalı"
Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi / Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer / Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında, / Osrtralya'yla beraber bakıyorsun; Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk. / Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına; / Döktü karnındaki esrarı! Hayasızcasına.
Ama, 18 Martta tabyalarda kahramanca çarpışan Türk kuvvetleri karşısında büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu sefer Gelibolu yarımadasının çeşitli yerlerine kuvvetler çıkararak karadan İstanbul'a yürümeyi denediler. Ne yapsalar, sayısız hücumlar Türk süngüsü karşısında eriyip gidiyordu. Son olarak ani ve büyük bir taarruzla Anafartalar ve Aruburnu’na yüklendiler. Fakat, burada da benzeri görülmemiş bir müdafaa ile durduruldular. Neticede bizi bu cephelerde yenemeyeceklerini anlayan düşman bölgeyi terk ederek çekilmek mecburiyetinde kaldı.
Öteden saikalar parçalıyor afakı; / Beriden zelzeleler kaldırıyor a'makı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; / Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, / Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer / O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,/ Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,/ Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,/ Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.
Çanakkale bizim kahraman bir millet oluşumuzun ispatı ve özetidir. Yüzbinlerce şehit verdiğimiz bu savaşın bütün Anadolu'yu etkilemesi, bu savaşa doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden hasılı Osmanlı yurdunun dört bucağından binlerce gönüllü askerin gitmesindendi. Meselâ ‘Çanakkale İçinde Aynalı Çarsı’ türküsü de ölüme giden bu yüreği yanık kınalı koç yiğitlerin içli ağıtı olmuştur. Onlar 'Çanakkale İçinde Aynalı Çarsı / Ana Ben Gidiyom Düşmana Karsı / Of Gençliğim Eyvah ' diye analarına sızı, Anadolu’ya silinmez bir iz bırakarak gitmiştiler.
Bu türkü milletimizin hafızasında derin izler bırakmış büyük bir savaşın türküsüdür. Çanakkale, büyük imkânsızlıklara rağmen kahramanlığın destanlaştığı bir mücadeledir. Yüzbinlerce şehit verdiğimiz bu savaşta; Anadolu´nun doğusundan, batısından, kuzeyinden, güneyinden, yurdun dört tarafından gönüllü gelmiş 350 bin genç toprağa gömülmüş, adeta bir nesil yok olmuş ama yine de düşmana geçit verilmemiştir.
Farkında mısınız bilmem ama, bu gün de karşımızdaki müstevliler aynı. Coğrafyamızda türlü iblislikle Müslüman kanı dökenler de onlar, para, petrol ve doğal kaynaklarımızı uzun zehirli hortumlarıyla biteviye emenler de. Kardeşi kardeşe düşürenler de onlar, silah satıp semirenler de. İçerden türlü çeşit hain besleyenler de onlar, terör var deyip taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayanlar da. Kadın, yaşlı, çocuk demeden katledenler de onlar, vatanlarından kopup selamet arayan masum insanları Akdeniz’in serin sularında boğanlar da. İnsan hakları, demokrasi, çağdaşlık diyen de onlar, darbelere, idamlara ve zulme göz yumanlar da.
Haydin kardeşler ! Şimdi önümüzde seçimler var, karşımızda da büyük küçük bütün şeytanlar. Beka sorunu var mı, yokmunun zamanı değil. Güçlü olmak gerek, düşman ancak zordan anlıyor. Gün birlik günü, zaman Çanakkale ruhuyla davranma zamanı. İnşallah öyle oy vereceğiz ki, her attığımız oy ebabil kuşu taşları gibi yağsın üstlerine. Bizi vatanımızda boğmaya çalışan, arkamızda bin bir fırıldak çeviren, muhteris ve zalim tiranlar çiçek hastalığına tutulmuş gibi delik deşik olsunlar. Yeni Zelanda’da, Mısır’da, Filistin’de, Yemen’de, Suriye’de ve dünyanın masum ve mazlum tüm coğrafyalarında yükselen ‘Ah !..’ sesleri afat olup çöksün üzerlerine.
Ey şehitler ! Arkanızdan boy veren bu millet ne Çanakkale'yi, ne Diyarbakır'ı ne İstanbul’u, ne de Girne’yi vermeyecek. Bayrağı inmeyecek, ezanı dinmeyecek. Egemenliğini ve namusunu çiğnetmeyecek. Ne Bosna'yı, ne Musul'u, ne Kudüs’ü, ne de Kırım Akmescit’i unutmayacak. Bunu sizden öğrenmiştik. Mekânınız cennet olsun.
Yilmaz Yalcın, Kutlu günler albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.
20 Mart 2020
Cuma günündeyiz. Bu gün kutlu bir gündür, övülmüştür ve mü'minlerin devletinin işaretidir. Hutbeyi dinlemek bu nedenle özellikle vurgulanmıştır.
Ancak cuma kılmanın şartları da var. Bunlardan bazıları meselâ; özgür olmak, hastalık, can ve mal emniyeti gibi şeylerdir. Bu sebepten ilk defa namazı evde kılacağız.
İnşallah Cuma günü yapılan duaların kabul edildiği de rivayet edilmiş. O halde "Rabbim bu virüs belasını da en kısa zamanda üzerimizden gidersin, sağlık ve selamet üzere olalım" duasıyla ona yöneliyorum.
Genelde cuma kutlaması yapmam. Sadece evlatlarımla mesajlaşırım. Sanal dünyada yeteri kadar kutlama oluyor zaten. Gördüğümde de kalben 'Amin' derim o kadar. Farz değil, vacip değil, sünnet değil. İnsanların bu gibi vesilelerle birbirleriyle iletişim kurmaları, iyilik ve güzellik dilemeleri kötü bir şey değil. Ancak bazen işin suyunun suyunu çıkardığımızı da düşünmüyor değilim. Demin gözüme ilişti biri sosyal medyada "Cuma mesajları da karantinaya alınmış gibi kesildi" demiş, birileri de kahkahayla gülmüş. Onlar kalplerindekini açığa vurmuşlar. Meselem onlarla değil.
Genelde cuma kutlaması yapmam. Sadece evlatlarımla mesajlaşırım. Sanal dünyada yeteri kadar kutlama oluyor zaten. Gördüğümde de kalben 'Amin' derim o kadar. Farz değil, vacip değil, sünnet değil. İnsanların bu gibi vesilelerle birbirleriyle iletişim kurmaları, iyilik ve güzellik dilemeleri kötü bir şey değil. Ancak bazen işin suyunun suyunu çıkardığımızı da düşünmüyor değilim.
20 Mart 2022 Pazar 22:30 GÖRECELİ....................................................İmaj-makyaj meselesi
Zaman imaj devri diyorlar. İmaj, bir şeyin görünüşünü değiştirmek demek. Bu yönde adeta bir sektör oluşmuş durumda. Toplum önündeki sanatçılara, siyasilere hatta tüketilen ürünlere uygulanan bu yöntem reklam sektörüyle de iç içe çalışıyor. Kozmetik ürünleri, imaj koçluğu, fotoğraf sanatı ve iletişim teknikleri bu işte yoğunlukla kullanılıyor. Amaç, onu talep eden insan algılarını yönlendirmek ve tercihlerini etkilemek.
Neticede objenin özünde bir değişiklik söz konusu değil. Sadece ona yeni bir görünüm kazandırılıyor o kadar. İşin aslının gerçeğin allanıp pullanarak yeniden sunulması olduğu aşikar. Yani aldatmanın, yalanın bir tür parlatılmış şekli. Baktığımızda içi başka dışı başka bir şey görüyoruz. Bu yüzden yorumlar da farklı oluyor tabi ki. Göreceli bir durum.
İnsanın makyajlanması da öyle. Yüzü güzelleştirmek için boyanması, bakımla iyi görüntü sağlanması yanıltıcı bir durum. Örneğin bir kadının makyajlı haliyle sabah uyanıp elini yüzünü yıkadığı zamanki hali birbirinden çok farklı olabiliyor. Ama geçmişten bu yana süregelen bir alışkanlıktan söz ediyoruz. Özellikle kadınlar için olmazsa olmaz bir şey. Erkekler için de "bakımlı olmak" bir tür makyaj sayılabilir. Hani "Alan razı satan razı" diye bir deyim var ya işte tam da onun gibi kabullenilmiş bir aldatmaca bu. Göreceliliğe örnek sayılabilir.
Bu uygulama tiyatro ya da sinemada geçerli profesyonel bir meslek. Rolün gerektirdiği belli bir tipi oluşturmak için yapılıyor. Vücutta bazı düzeltmeler ya da oyuncunun yüzü boyanmak suretiyle istenilen değişme bu suretle mümkün. Sanatçı makyajı ve rol yeteneği ile seyirciye farklı bir karakter sunuyor. Bu yüzden oyuncuların "binbir suratlı" görünümü oyuncunun gerçek yüzünü görmemizi engelliyor. Bu da bir tür görecelilik.
Reklamı yapılan bir ürünün ya da hizmetin gerçekte sunulduğu gibi olmadığını hep biliriz. Biliriz de yine de üfürülen o rüzgara, üretilen sun'i parlaklığa kapılıveririz işte. Aslında ortaya çıkan sanal algının imaj koçu, reklamcısı başka, pazarlamacısı başka, üreticisi başkadır. Patronu başka, üst yöneticisi başka, alttakiler daha da başkadır. Aradakiler hepten alakasız, hele de müşteriyle yüz yüze olanlar ise bambaşkadırlar.
Onlara bakarsanız ne parlatılan yeni imajın, ne parıltılı makyajın, ne de her yerde karşınıza çıkan sloganların aldığınız ürün ya da hizmetle ilgisini kuramazsınız. Bazen sinirlenir, çok kere de kendinizi kötü hissedersiniz. Ama yine de çarklar döner, reklamlar devam eder. Kızdırsa da göreceli dünyanın yalancılığına yapacak bir şey yoktur.
Dedik ya zaman imaj çağı, yaşananlar göreceli yalan dünyası olmuş bir defa. İş o kadar paraya dökülmüş ki siyasiler, sosyal oluşumlar ve devlet kurumları bile bu çarkın içindeler. Partiler "rüzgar oluşturma kampanyaları" yaparlar. Siyasiler "onları pazarlayan profesyonel danışmanlarla" çalışır.
Bakanlıklar, kamu kurumları hizmet görünüşlerini, yeni projelerini böyle bir yaklaşımla dizayn ederler. Hatta devletlerin bile dışardaki imajlarını düzeltmek üzere lobi şirketleri tutması olağandır. Bu iş yukardan aşağıya öyle bir sirayet eder ki neredeyse yalan olmayan bir şey kalmaz. Görecelilik artık istisna olmaktan çıkmış normal bir şey haline gelmiştir.
Bizdeki muhalefet baştan aşağı böyle bir proje. İmaj üstüne imaj, makyaj üstüne makyaj deniyorlar. Olmadı bir daha, o da olmadı bir başkası daha...Bakarsanız "her şey güzel olacak!" Nasıl? Orası biraz gölgeli, meçhul. Afedersiniz vaadleri "bekara karı boşamak kolay" sözünü hatırlatıyor. İstanbul'a, Ankara'ya, İzmir'e bakıp ne yapıp, ne yapmadıklarını görüyoruz ama üfledikleri rüzgara bakılırsa sanki ellerinde Alaaddinin sihirli lambası var. Biraz ovalayınca "herşey güzel olacak!" İnananlara bir şey diyemem, göreceli bir durum.
Bu hal öyle yaygın ki her an her yerde karşımıza çıkabiliyor. Meselâ öyle büyük büyük lafların edildiği bir devlet kurumuna gittiğinizde karşılaştığınız memur arkasındaki afişe rağmen sanki sabah tersinden kalkmış gibi davranmıyor mu? Bırakın devlet dairesini memuru, bir banka elemanı ya da teknik servis görevlisi bile kurumunun reklamlarına, yeni imajına tam ters davranışlarda bulunmuyor mu? O zaman gördüğünüze mi inanacaksınız, duyduklarınıza mı?
Direk değil ama o dünyadan bu günlerde sinirimi bozan bir başka örnek daha vereyim. Son zamanlarda "Halkımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz!" sözünü bol bol işitiyoruz değil mi? Hani o "bedelini ödeyecekler" lafları hepimize umut olmamış mıydı? Peki ne oldu? Adım atmaya korkar olduk, elimizi attığımız her ürün zamlı, aldığımız her hizmet can yakmakta. Hatta her hafta üst üste katlanıyor fiyatlar.
Ticaret bakanı nerede? Arada sırada çıkıp "ihracat rekoru kırdık" diyen adamı kastediyorum. Ona sormak isterdim: "Göstermelik denetimlerin bana ulaşmıyor. Şu bedelini ödeyecek dediklerinize ne oldu acaba?" O ürün hala varmı bilmiyorum ama bir zamanlar hayli meşhur olmuş bir reklamı hatırlıyorum. "Hoop, ezdin oni, ezdin oni!" Sayın bakan, sen sözünü yerine getirinceye kadar şu pahalılık denilen şey bizi ezip geçti bile, haberin olsun.
Göreceliliğin canı cehenneme, doğruyu duymak, gerçeği görmek istiyorum. Varsın makyajsız olsun, ama dosdoğru olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder