1 Kasım 2020 Pazar

01 Kasım 2020 pazar 21:30 CORONA GÜNLERİ....................................Karabasan yılı

Deprem gerçeği 

2020 yılı ne yazık ki felaketlerle devam ediyor. Sel taşkınları, toprak kaymaları, çığ düşmesi, büyük yangınlar ve depremler. Bütün bunlara Marttan bu yana üstümüze çöken coronavirüs belasını da ekleyecek olursak gerçekten çok zor bir yıl geçiriyoruz. 


Terörle mücadele, Kuzey Irak, Suriye ve Libya'daki varlığımız devam ediyor. Doğu Akdenizdeki hak ve hukukumuzu müdafaa çabamız bizi Yunanistan ve Fransa'yla karşı karşıya getirmiş durumda. Yetmedi Ermenistan'ın Azerbaycan'a saldırması kuzey doğuda bir mesele daha açtı başımıza. Uluslararası ekonomik ve siyasi saldırıları saymıyorum bile.    


Dün İzmir’de meydana gelen deprem bu yıl ülkemizdeki büyüklüğü 5’in üzerindeki 11.nci sarsıntı. Türkiye özellikle 17 Ağustos 1999’daki depremden sonra bu konuya oldukça hassas. Her sarsıntı beklenen Marmara depremini hatırlatıp yürekleri hoplatıyor. Gerçekten de Türkiye o anı hiç unutamadı. O zaman merkez üssü Gölcük olan 7,4 büyüklüğündeki bir depremle sarsılmış büyük bir yıkım yaşamıştık.

 

Aradan 21 yıl geçti. Türkiye o gün yüzleştiği deprem gerçeğini neredeyse her ay bir kere daha hatırlıyor. Aslında topraklarının yüzde 92’si fay hatları üzerinde bulunan Türkiye’de, her yıl irili ufaklı binlerce sarsıntı yaşanıyor. Sadece 2019’da 23 bin 481 deprem meydana gelmiş. 2020’de bu güne kadar kaydedilen deprem sayısı ise neredeyse 22 bin civarında.  

 

Hatırlayalım ilk büyük deprem yılın ilk ayında meydana gelmişti. 24 Ocak’ta 6,8 büyüklüğünde Merkez üssü Elazığ-Sivrice olan, Elazığ’ın yanı sıra Malatya’yı da etkileyen bir depremdi. O gün 41 kişiyi yitirmiştik.

 

Şubat’ın 18’inde Manisa-Kırkağaç’ta meydana gelen 5,2’lik depremde korkulan olmadı ama 23 Şubat’ta İran’ın Hoy kentinde meydana gelen 5,9 büyüklüğündeki deprem Van’ın Başkale ilçesi  köylerinde yıkıma yol açmıştı. O depremde de 10 kişi can vermişti.

 

Mart ayı daha sakindi. En önemli sarsıntı 19 Mart’ta Elazığ-Sivrice’de meydana gelen 5 büyüklüğündeki depremdi. Nisan ayında kaydedilen en önemli deprem ise Van’ın Tuşba ilçesinde 4,7 büyüklüğünde gerçekleşti.

 

2 Mayıs’ta Akdeniz’de meydana gelen 6,4 büyüklüğündeki deprem korku yarattı. Merkez üssü Girit açıkları olan depreme en yakın yerleşim yeri Datça’ydı. Neyse ki Datça ve civarında deprem nedeniyle herhangi bir hasar oluşmadı.

 

28 Haziran’da Akdeniz’de, Muğla civarında meydana gelen depremin büyüklüğü 5,2 olarak ölçüldü. Ancak bu depremde de herhangi bir can veya mal kaybı olmadı. 16 Temmuz’da İzmir Körfezi civarında meydana gelen depremin büyüklüğü ise 4,5 olarak açıklandı. Can ve mal kaybına sebep olmayan deprem İzmir’in yanı sıra çevre illerde de hissedilmişti.

 

Malatya-Pütürge’de 4 Ağustos’ta meydana gelen 5,2 büyüklüğündeki deprem korkuya neden oldu. Ancak depremde can kaybı olmaması herkesi rahatlattı. Takip eden ayda İstanbul 26 Eylülde Silivri açıklarında meydana gelen 5,7 büyüklüğünde bir depremin şokunu yaşadı.

 

Bu kez 30 Ekim itibariyle Ege Denizi'nde Seferihisar açıklarında meydana gelen 6.6 büyüklüğündeki bir deprem İzmir'i vurdu. Şimdiye kadar açıklanan rakamlara göre İzmir'de 17 binada yıkıma neden olan depremde 37 kişi öldü ve 885 kişi yaralandı. Daha enkaz altında 100 civarında insan olduğu belirtiliyor. İnşallah sağ kurtulurlar. Ölenlere Allahtan rahmet, yaralılara da acil şifa diliyorum.  


Yüreklerdeki deprem


Bu ülke bir deprem coğrafyası. Yılda 20 binin üstünde yer hareketleri oluyor. Topraklarımızda döneminin en parlak şehirleri iken deprem nedeniyle yıkılmış, harap olmuş, terk edilmiş onlarca antik kent kalıntısı var. Arkeoloji sayesinde tarihin en görkemli eserleri toprağa gömülmüş vaziyette bulunup gün ışığına çıkarılıyor.


Bazen onları gezerken geçmiş zamanda olmuş bir deprem anını, canhıraş feryatları, devrinin en yüksek medeniyetine ulaşmış şehirlerin ağır taş bloklar altına gömülüşünü görür gibi oluyorum. 


İnsan her zaman insandı. Gençti, çocuktu, yaşlıydı, kadındı ve senin benim gibi can taşıyordu. Çocukları taş duvarlar altında kalan annelerin, annelerini babalarını depremde kaybeden çocukların, ailesini taş toprak altından cansız çıkaran babaların da acısı şimdikinden farklı değildi. Ölüm ister bir apartman katında, ister bir duvar dibinde, ister yarılan toprak ya da yükselen dalgalarla gelsin, hepsi aynı.


İlk depremi fark ederek yaşadığımda henüz 7-8 yaşındaydım. Deprem 6 Ekim 1964 tarihinde, saat 16:35 sıralarında olmuş. Ben o anda bir çocuk parkında oynuyordum. Salıncaktan düştüğümde hatırladığım şey o salıncağın demir ayaklarının gözlerimin önünde gidip geldiğiydi. Ellerim ve dizlerimin üzerine kapaklanmış çalkalanan bir dünyada bayılır gibi olmuştum. Henüz deprem diye bir şeyi ne duymuş ne yaşamıştım. 


Çok sonraları o depremin 7.0 büyüklüğünde olduğunu öğrendim. Manyas, Mustafakemalpaşa, Gönen, Susurluk, Karacabey ve Bandırma ilçelerini etkilemiş. Manyas Gölü'nün güneyinde ve Marmara Denizi’nin güney kıyılarında alüvyal düzlüklerde kurulmuş olan yerleşim yerlerini içine alan oldukça geniş bir alanda hasar yapmış. Yıkıcı bir depremmiş, ancak ana şoktan 1 dakika 23 saniye önce meydana gelen şiddetli bir öncü deprem nedeniyle halk dışarı çıkmış ve can kaybı az olmuş. 


Sarsıntı geçtiğinde korku içinde eve koşmuştum. Evde gördüğüm manzara beni daha da korkutmuştu. Herkes bahçeye çıkmış, sakinleştirilemeyen halamın başındaydılar. Öğrendim ki halam sarsıntı sırasında kapıya koşarken babaannemin arkada takılıp düştüğünü görüp öldü sanmış. Korku ve panikten herkes başında olduğu halde ağlama nöbetinden çıkamıyormuş. İşte o zaman çocuk aklımla depremin en başta bir korku ve ölüm sebebi olduğunu anlamıştım.


O günden bu yana ne zaman bir deprem olsa herkes yıkılan binalar, mahvolan eşyalar, hasar gören evleri konuşurken ben depremi yaşamış insanların iç dünyalarındaki fay kırılmalarını düşünürüm. Hiç hesap etmediği anda bir kaç saniyelik kıyamette ölüp gidenlerin, sağ kurtulsa da yitirdiklerinin acısını yüreğinde hissedenlerin, o korkuyu paniği aynel yakin yaşayanların yerine koyarım kendimi. Yüreğim boydan boya yırtılır, yanar da yanar. 


Son İzmir depremi de öyle oldu. Televizyonlar yıkılmış binalardaki kurtarma çalışmalarından ilginç hikayeler çıkarmaya çalışıyor. Bilim adamları, deprem bilimciler, yer bilimciler vs. konuşuyorlar da konuşuyorlar. Kurtarma ekipleri cansiperhane acaba bir kişiyi daha canlı kurtarabilir miyiz diye uğraşıyor. Yetkililer "yaraları saracağız" gayretindeler. Yine ölümler, yaralılar, kurtarılanlar, ulaşılmaya çalışılanlar ve o tonlarca enkazın altından canlı çıkabilenler sayılarla ifade ediliyor. Bu arada "Mucize" kelimesi hadsizce, bol bol ve tüketilircesine kullanılıyor. 


Kurtarma çalışmalarını yakından görmek için toplanmış kalabalıkları anlamaya çalışıyorum. Bir deprem anında yolların açık olması hayati önemde olmasına rağmen araçlarıyla trafiği tıkayan insanların amaçlarını çözmek benim için çok zor. Şöyle düşünmeye çalışıyorum: Bu insanlar o enkazın altında yakınları olanlar. Gayrı ihtiyari haberi duyduğunda oraya ulaşmaya çalışan, yakınlarını merak eden onlar için endişe edenler olmalı. 


Elbet böyle felaketlerde devletin çalışır durumda olması gerekiyor. Yardım bekleyen insanlara bir an önce ve lüzumunca el uzatılmasından daha tabi ne olabilir? Herkesin, her kurumun görevini ifa ettiğinden kuşkum yok. Ancak hiç birisi deprem anının korkusunu, bıraktığı acı ve travmayı silemiyor. Yüreklerdeki deprem binaların yıkılmasından, malın eşyanın hasar görmesinden çok daha derin ve iz bırakıcı. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder