3 Ocak 2015 Cumartesi

209 03 Ocak 2015 Cumartesi 22:08 KAYIP DEFTER'den...................Pamukkale turu

Pamukkale turu


Tur otobüsü
Belki de ciddi ilk ve son gezimiz Denizli Pamukkale oldu. Yabancı öğrenciler ülkemize nasip olmuş bir doğal güzelliği, kendi alanında dünyada tek Pamukkale travertenlerini rmek istemişler. Dahası, merak edip, kendi aralarında organize olmuşlardı. Anladığım kadarıyla bizim sosyal faaliyetler sorumlusu yönetim memurumuz da da işin içindeymiş. 

Bir gece konaklamalı iki günlük uzun ve yorucu bir gezi olacağı için başta ben gönülsüzdüm. Ancak, o kadar istekli ve kararlıydılar ki dışında da kalamadım.

Ancak, bir şartım vardı; giderken Bursa-Balıkesir-Burhaniye-İzmir-Aydın yolunu kullanacaktık. Geceyi Denizli'de geçirip dönüşümüz Afyon-Eskişehir istikametinden olacaktı. Niyetim birkaç parça ev eşyasını yazlığa bırakabilmekti. Olur dediler, hazırlığımızı yapıp Cumartesi sabah erken saatte iki otobüs yola çıktık. Bu defa eşim ve üç çocuğum da bizimle geliyorlardı.

Kahvaltımızı Susurlukta yaptık. Otobüs yolcuları çoğunlukla uyuyordu. Saat dokuz gibi Burhaniye Orjan'a vardık. Biz otobüsün bagajına yerleştirdiğimiz birkaç parça ev eşyasını indirirken gençler deniz kenarına doğru küçük bir gezi yapıp uyandılar. Ayvalığa doğru yola koyulduğumuzda gençler artık iyice uyanmış etrafı seyrediyorlardı.

Yolda birkaç kez durup ekmek, domates, biber, salatalık gibi şeyler aldık. Öğle vakti yaklaşıyordu ve karnımız acıkacaktı. Uygun bir yer bulmalıydık, hem yemek hem de denize girip eğlenebilmek için. Gençler Burhaniye'den beri denizi göre göre, canları deniz istemeye başlamıştı. Bana otobüsün arka tarafından haber yollayıp duruyorlardı. Şoförlerle kısa bir müzakereden sonra rotayı Foça'ya doğru kırdık. Bir plaj ve tatil yerini gözümüze kestirip araçlarımızı park ettik. Saat 13.00, tam öğle yemeği zamanıydı.

Bir işletmeci koşup geldi yanımıza. İlgi iltifat gırla. 90 kişi yemek yiyeceğiz sanıyordu. Biraz sonra biz zerzevatı çıkarıp çeşme başında yıkamaya başlayınca suratı asıldı. Ardından, oraya oturmayın, şunu yapmayın, böyle etmeyin uyarıları gelmeye başladı. Kalabalıktık ve karnımız açtı. Hemen orada bulduğumuz bir düzlüğe çöküp; peynir, domates, salatalık ve yeşil biberden oluşan ekmek arası yemeğe saldırdık. 

Taze ve güzelmiş, bir kasa salatalık kısa zamanda tükeniverdi. Yemeğini bitiren çeşmeye yapışıyordu. O ne ? Su kesik ! Anladık ki vatandaş kendisinden alışveriş yapılmayınca suyu kesivermiş. Biraz ağız dalaşı oldu, ama sonuç nafile. Çaresiz arabalara atlayıp boş bir deniz kenarı bulduk. Bir büfeden de kasayla su aldık. Bazıları su içip yediklerini hazmetti, isteyenler de denize girmeyi seçtiler.

Otobüs İzmire doğru hareket ettiğinde artık içerde şarkı türkü gırgır şamata gırla gidiyordu. Ben arada otobüs değiştiriyordum. Her iki otobüste de bulunmamı ve aralarında görmek istiyorlardı. Ben de elverdiğince onları memnun ediyordum. İzmiri, Aydını geçtik, birkaç saat arayla mola verip ihtiyaçlar gideriliyor, tekrar yola koyuluyorduk. Akşam yemeği için Denizli'ye geç kalmamamız lazımdı. Nihayet saatler 18'i gösterirken Denizli karşıda gözüktü.  

Denizli
Denizli, ilk görünümü ile gelişmiş bir il izlenimi veriyordu. Daha önceden kalacağımız yeri ayarlamıştık. Nihayet Denizli Öğrenci Yurdunu bulup otobüslerden indik. Yemeğimiz hazırmış. Öncelikle çantalar odalara taşındı. El yüz yıkandı. Görevli yönetim memurları ellerinde liste öğrencilerin odalara yerleşimine nezaret ediyorlardı. Herkesin indiğinden emin olduktan sonra masalara oturduk. 

Yurt Müdürü, yardımcısı ve iki personeli de bize eşlik ediyordu. Çay, kahve, sohbet muhabbet derken saat 22.00'yi buldu. Müdür beye teşekkür edip vedalaştık. Ardından yarın da yorulacağız diyerek dağılmadan herkesi yatmaya gönderdim. Onlar çekilince biz de odamıza çekilip uyuduk.

Sabah kahvaltısı yine Denizli Öğrenci Yurdundandı. Saat 10 gibi Pamukkale istikametine koyulduğumuzda yol boyu gördüğümüz bu modern şehir hakkında, çok daha olumlu düşüncelere sahip olmuştuk. Denizli’nin biraz dışında, Laodicia antik kentinin tabelası bizi uyardı. Hemen dümeni oraya kırdık ve önce orayı gezdik.

Laodikeia kentinin adı antik kaynaklarda daha çok “Lykos'un kıyısındaki Laodikeia” şeklinde geçiyormuş. MÖ. 261-263 yılları arasında II. Antiokhos tarafından kurulmuş ve kente Antiokhos'un karısı Laodike'nin adı verilmiş. Zamanında Anadolu'nun en önemli ve ünlü kentlerinden biriymiş. Romalılar da Laodikeia'ya özel bir önem vermişler.  Laodikeia halkının da katkılarıyla kentte çok sayıda anıtsal yapı yapılmış. Küçük Asyanın 7 ünlü kilisesinden biri de bu kentte imiş. Ancak, MS. 60 yılında meydana gelen çok büyük bir deprem kenti yerle bir etmiş.

Hedefimiz Pamukkaleydi, yolumuza devam ettik. Denizli’den 20 km. sonra, Menderes Ovası’nın ortasında bembeyaz bir tepe göründü. İşte Pamukkale ve bir yamacın tepesinde kurulu antik Hierapolis şehri !

 Pamukkale
Turizmimizin gözbebeği, katıksız beyazlığı ve travertenlerin pamuksu yüzeylerinden ötürü Pamukkale adı verilen tabiat harikası. Yarım ay şeklindeki yamaçların ortasındaki beyaz göletler oldukça güzel bir manzara oluşturuyorlardı. Termal sular, Pamukkale yamaçlarından bir kanal ile toplanıp, bu havuzlara yönlendirilmişti.

Kısa bir yürüyüşten sonra, suyun akışının kesildiği noktada durduk. Bir görevli, travertenlere girecek olanları uyararak ayakkabı yada terliklerin çıkarılmasını sağlıyordu. Ayakkabılarımızı elimize alıp, yüzeyden şırıl şırıl akan 35 derecelik sularda yürümeye başladık.

Çıplak ayakla hissedilen pürüzlü çökelti, travertenlerin zaman içinde nasıl birike birike oluştuğunu da gösteriyordu. Önümüzde göz alabildiğine uzanmış yeşil bir ova, uzaklarda ovayı çevreleyen boz siluetli dağlar vardı. Gözlerimizi kamaştıran bir beyazlığın, sanki su dolu beyaz bir bulutun içinde gibiydik.

Bu gezinti, otel ve havuzlardaki dolaşmayla devam etti. Sonrasında yeniden toplanıp Hierapolis şehrinin kalıntılarına girdik. Bu antik şehir M.Ö. 190 yıllarında, II.Eumenes tarafından kurulmuş. M.Ö.2 yy.da Roma egemenliğine girerek asıl yükselişini bu dönemde yaşamış. M.S.80 yılında Hıristiyanlığı yaymak üzere gelmiş olan Aziz Philippus burada öldürülmüş. Bu nedenle İsa’nın12 havarisinden biri olan Aziz Philippus'un adına bir şehitlik var.

Hierapolis, aslında görünenden daha büyük bir şehirmiş. Bir antik tiyatroya, 2 bini aşkın mezar bulunan Anadolu’nun en büyük nekropolüne sahip. Bugün bile kullanıma açık antik havuzu, Apollon Tapınağı, kuzey-güney istikametindeki büyük şehir kapıları ve Arkeoloji Müzesi gerçekten görülmesi gereken yapılar. 

Etrafı görkemli dağlarla çevrili bereketli bir vadinin ortasında, serin bir tepeliğin üzerinde, her tarafından şırıl şırıl akan şifalı suların içinde yaşamış bu şehir sakinleri. Onlar geçmiş zamanlarında belki de bizden daha yüksek bir yaşam kalitesine sahiptiler, kimbilir.

Abılay'ın özlemi
Bol hava, bol güneş ve bol sulu antik lükse veda edip, otobüslerimize dönerek yeniden yola koyulduk. Otobüsümüze bir nevi liderlik yapan kazak öğrenci Abılay'ın bir ara çayırlarda otlayan atlara bakıp daldığını fark ettim. 

Kazakların at sevgisini düşünerek "Ne o Abılay ! Ata binmeyi özledin galiba ?" dedim. Abılay döndü ve hiç beklemediğim bir cevap verdi: "Hoca, kesip yesek eti ne hoş olurdu." Biz şaşırdık, ama, otobüsten bir  kahkaha yükseldi. "Anlaşıldı, iyice acıkmışsın sen" dedim. Kazakların at eti yediklerini ancak o zaman akledebilmiştim. 

Doğrusu Abılay gibi hepimiz acıkmıştık. Ama, niyetimiz buraların meşhur kuzu etli çöp kebabı ile Denizliye veda etmekti. Düşündüğümüz gibi de oldu. Bir yol kenarı kulübesinde ucuz ama nefis çöp kebabı ile karnımızı doyurduk. Adam karısıyla birlikte çalışıyordu. Bir taraftan boncuk boncuk terliyor, öbür yanda keyiften neredeyse oynuyordu. Zira biz doksan kişiydik ve iyice acıkmıştık. Üstelik burada su bol ve bedavaydı. Adamın elindeki bütün çöp şiş stoku bir saat içinde tükenivermişti.

İkindiye doğru Dinar-sandıklı üzerinden Afyona doğru ilerliyorduk. Baktım, gençler yediklerinden mi yoksa yorgunluktan mı sanki biraz ağırlık basmış gibiydi. Afyona kadar böyle hafif uyuklama modunda gittik. Oradaki moladan sonra yeniden canlandılar. Fıkra, şarkı, şiir yine neşesi yerine gelmişti otobüsün. Öbür otobüs daha canlıymış meğerse. Bir öğrenci akordion diğeri def çalıyormuş. Eskişehire girene kadar vaktin nasıl geçtiğini anlamadık.

Son molayı İnegölde köfte yiyerek yapmayı düşünmüştük. O yüzden Eskişehirde oyalanmadık. Altı saattir yoldaydık ve yine karnımız acıkmış durumdaydı. Herkesin gözü yolda, İnegöl bir türlü gelmiyordu. Yollar uzayıp gidiyor, gözümüzde büyüyordu mesafeler. Sonunda İnegöl'de bir yer beğenip indik otobüslerden. Herkes kesesine göre yiyecekti. Zira cepler yoklanmış, kalan son kuruşlar hesap edilip ona göre sipariş verilmişti. Yemek bu yüzden fazla uzamadı zaten. 

Yeniden otobüslere bindiğimizde artık gözlerimiz açılmıyordu. Yorulmuştuk, aklımız fikrimiz sıcak yataklarımızdaydı. Kimsenin değil şarkı söyleyecek, ağzını açmaya dermanı kalmamıştı. Dalıp gitmişiz. Şoförün, "Haydi geçmiş olsun, son durak !" seslenişiyle uyandık. Yurttaydık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder