Pamukkale turu
Tur
otobüsü
Belki
de ciddi ilk ve son gezimiz Denizli Pamukkale oldu. Yabancı öğrenciler ülkemize
nasip olmuş bir doğal güzelliği, kendi alanında dünyada tek Pamukkale
travertenlerini görmek istemişler. Dahası, merak edip, kendi aralarında organize olmuşlardı. Anladığım kadarıyla bizim sosyal
faaliyetler sorumlusu yönetim memurumuz da da işin içindeymiş.
Bir gece konaklamalı
iki günlük uzun ve yorucu bir gezi olacağı için başta ben gönülsüzdüm. Ancak, o
kadar istekli ve kararlıydılar ki dışında da kalamadım.
Ancak, bir şartım vardı; giderken Bursa-Balıkesir-Burhaniye-İzmir-Aydın yolunu
kullanacaktık. Geceyi Denizli'de geçirip dönüşümüz Afyon-Eskişehir
istikametinden olacaktı. Niyetim birkaç parça ev eşyasını yazlığa bırakabilmekti.
Olur dediler, hazırlığımızı yapıp Cumartesi sabah erken saatte iki otobüs yola
çıktık. Bu defa eşim ve üç çocuğum da bizimle geliyorlardı.
Kahvaltımızı
Susurlukta yaptık. Otobüs yolcuları çoğunlukla uyuyordu. Saat dokuz gibi
Burhaniye Orjan'a vardık. Biz otobüsün bagajına yerleştirdiğimiz birkaç
parça ev eşyasını indirirken gençler deniz kenarına doğru küçük bir gezi yapıp
uyandılar. Ayvalığa doğru yola koyulduğumuzda gençler artık iyice uyanmış
etrafı seyrediyorlardı.
Yolda
birkaç kez
durup ekmek, domates, biber, salatalık gibi şeyler aldık. Öğle vakti
yaklaşıyordu ve karnımız acıkacaktı. Uygun bir yer bulmalıydık, hem yemek hem de denize
girip eğlenebilmek için. Gençler Burhaniye'den beri denizi göre göre, canları deniz
istemeye başlamıştı. Bana otobüsün arka tarafından haber yollayıp duruyorlardı.
Şoförlerle kısa bir müzakereden sonra rotayı Foça'ya doğru kırdık. Bir plaj
ve tatil yerini gözümüze kestirip araçlarımızı park ettik. Saat 13.00, tam
öğle yemeği zamanıydı.
Bir işletmeci
koşup geldi yanımıza. İlgi iltifat gırla. 90 kişi yemek yiyeceğiz sanıyordu.
Biraz sonra biz zerzevatı çıkarıp çeşme başında yıkamaya başlayınca suratı
asıldı. Ardından, oraya oturmayın, şunu yapmayın, böyle etmeyin uyarıları
gelmeye başladı. Kalabalıktık ve karnımız açtı. Hemen orada bulduğumuz bir düzlüğe
çöküp; peynir, domates, salatalık ve yeşil biberden oluşan ekmek arası yemeğe saldırdık.
Taze ve güzelmiş, bir kasa salatalık kısa zamanda tükeniverdi.
Yemeğini bitiren çeşmeye yapışıyordu. O ne ? Su kesik ! Anladık ki vatandaş
kendisinden alışveriş yapılmayınca suyu kesivermiş. Biraz ağız dalaşı
oldu, ama sonuç nafile. Çaresiz arabalara atlayıp boş bir deniz kenarı
bulduk. Bir büfeden de kasayla su aldık. Bazıları su içip yediklerini
hazmetti, isteyenler de denize girmeyi seçtiler.
Otobüs
İzmire doğru hareket ettiğinde artık içerde şarkı türkü gırgır şamata gırla
gidiyordu. Ben arada otobüs değiştiriyordum. Her iki otobüste de bulunmamı ve aralarında görmek istiyorlardı. Ben de elverdiğince onları memnun ediyordum. İzmiri, Aydını geçtik, birkaç saat arayla mola verip ihtiyaçlar gideriliyor, tekrar yola koyuluyorduk. Akşam yemeği
için Denizli'ye geç kalmamamız lazımdı. Nihayet saatler 18'i gösterirken Denizli
karşıda gözüktü.
Denizli
Denizli, ilk görünümü ile gelişmiş bir il izlenimi veriyordu. Daha önceden
kalacağımız yeri ayarlamıştık. Nihayet Denizli Öğrenci Yurdunu bulup otobüslerden
indik. Yemeğimiz hazırmış. Öncelikle çantalar odalara taşındı. El yüz yıkandı. Görevli
yönetim memurları ellerinde liste öğrencilerin odalara
yerleşimine nezaret ediyorlardı. Herkesin indiğinden emin olduktan sonra masalara
oturduk.
Yurt Müdürü, yardımcısı ve iki personeli de bize eşlik ediyordu. Çay,
kahve, sohbet muhabbet derken saat 22.00'yi buldu. Müdür beye
teşekkür edip vedalaştık. Ardından yarın da yorulacağız diyerek dağılmadan herkesi
yatmaya gönderdim. Onlar çekilince biz de odamıza çekilip uyuduk.
Sabah kahvaltısı yine Denizli Öğrenci
Yurdundandı. Saat 10 gibi Pamukkale istikametine koyulduğumuzda yol boyu
gördüğümüz bu modern şehir hakkında, çok daha olumlu düşüncelere sahip
olmuştuk. Denizli’nin
biraz dışında, Laodicia antik kentinin tabelası bizi uyardı. Hemen dümeni oraya kırdık ve önce orayı gezdik.
Laodikeia
kentinin adı antik kaynaklarda daha çok “Lykos'un kıyısındaki
Laodikeia” şeklinde geçiyormuş. MÖ. 261-263
yılları arasında II. Antiokhos tarafından kurulmuş ve kente Antiokhos'un karısı
Laodike'nin adı verilmiş. Zamanında Anadolu'nun en önemli ve ünlü kentlerinden biriymiş. Romalılar da Laodikeia'ya özel bir önem vermişler. Laodikeia halkının da katkılarıyla
kentte çok sayıda anıtsal yapı yapılmış. Küçük Asyanın 7 ünlü kilisesinden biri de bu kentte imiş. Ancak, MS. 60 yılında meydana gelen çok büyük bir deprem
kenti yerle bir etmiş.
Hedefimiz Pamukkaleydi, yolumuza
devam ettik. Denizli’den 20 km. sonra, Menderes Ovası’nın
ortasında bembeyaz bir tepe göründü. İşte Pamukkale ve bir yamacın tepesinde kurulu antik Hierapolis şehri !
Turizmimizin
gözbebeği, katıksız beyazlığı ve
travertenlerin pamuksu yüzeylerinden ötürü Pamukkale adı verilen tabiat harikası. Yarım ay şeklindeki yamaçların ortasındaki beyaz göletler oldukça
güzel bir manzara oluşturuyorlardı. Termal sular, Pamukkale yamaçlarından bir kanal ile toplanıp, bu havuzlara yönlendirilmişti.
Kısa
bir yürüyüşten sonra, suyun akışının
kesildiği noktada durduk. Bir görevli, travertenlere girecek olanları uyararak ayakkabı
yada terliklerin çıkarılmasını sağlıyordu. Ayakkabılarımızı
elimize alıp, yüzeyden şırıl şırıl akan 35 derecelik sularda yürümeye
başladık.
Çıplak
ayakla hissedilen pürüzlü çökelti, travertenlerin zaman içinde nasıl birike birike oluştuğunu da
gösteriyordu. Önümüzde göz alabildiğine uzanmış yeşil bir ova, uzaklarda ovayı çevreleyen boz siluetli dağlar vardı. Gözlerimizi kamaştıran bir beyazlığın, sanki su dolu beyaz bir bulutun
içinde gibiydik.
Bu
gezinti, otel ve havuzlardaki dolaşmayla devam etti. Sonrasında yeniden toplanıp
Hierapolis şehrinin kalıntılarına girdik. Bu antik şehir M.Ö. 190 yıllarında, II.Eumenes tarafından kurulmuş. M.Ö.2 yy.da Roma egemenliğine girerek asıl yükselişini bu dönemde
yaşamış. M.S.80 yılında Hıristiyanlığı yaymak üzere gelmiş olan Aziz Philippus burada öldürülmüş. Bu nedenle İsa’nın12 havarisinden biri olan Aziz Philippus'un adına bir şehitlik var.
Hierapolis,
aslında görünenden daha büyük bir şehirmiş. Bir antik tiyatroya, 2 bini aşkın mezar bulunan Anadolu’nun
en büyük nekropolüne sahip. Bugün bile kullanıma açık antik havuzu, Apollon Tapınağı,
kuzey-güney istikametindeki büyük şehir kapıları ve Arkeoloji Müzesi gerçekten görülmesi gereken yapılar.
Etrafı görkemli dağlarla çevrili bereketli bir vadinin ortasında, serin bir tepeliğin üzerinde, her tarafından şırıl şırıl akan şifalı suların içinde yaşamış bu şehir sakinleri. Onlar geçmiş zamanlarında belki de bizden daha yüksek bir yaşam kalitesine sahiptiler, kimbilir.
Etrafı görkemli dağlarla çevrili bereketli bir vadinin ortasında, serin bir tepeliğin üzerinde, her tarafından şırıl şırıl akan şifalı suların içinde yaşamış bu şehir sakinleri. Onlar geçmiş zamanlarında belki de bizden daha yüksek bir yaşam kalitesine sahiptiler, kimbilir.
Abılay'ın
özlemi
Bol
hava, bol güneş ve bol sulu antik lükse veda
edip, otobüslerimize dönerek yeniden
yola koyulduk. Otobüsümüze bir nevi liderlik yapan kazak öğrenci
Abılay'ın bir ara çayırlarda otlayan atlara bakıp daldığını fark ettim.
Kazakların at
sevgisini düşünerek "Ne o Abılay ! Ata binmeyi özledin galiba ?"
dedim. Abılay döndü ve hiç beklemediğim bir cevap verdi: "Hoca, kesip
yesek eti ne hoş olurdu." Biz şaşırdık, ama, otobüsten bir kahkaha yükseldi. "Anlaşıldı,
iyice acıkmışsın sen" dedim. Kazakların at eti yediklerini ancak o
zaman akledebilmiştim.
Doğrusu
Abılay gibi hepimiz acıkmıştık. Ama, niyetimiz buraların meşhur kuzu etli çöp
kebabı ile Denizliye veda etmekti. Düşündüğümüz gibi de oldu. Bir yol kenarı
kulübesinde ucuz ama nefis çöp kebabı ile karnımızı doyurduk. Adam karısıyla
birlikte çalışıyordu. Bir taraftan boncuk boncuk terliyor, öbür yanda keyiften
neredeyse oynuyordu. Zira biz doksan kişiydik ve iyice acıkmıştık. Üstelik burada su
bol ve bedavaydı. Adamın elindeki bütün çöp şiş stoku bir saat içinde tükenivermişti.
İkindiye
doğru Dinar-sandıklı üzerinden Afyona doğru ilerliyorduk. Baktım, gençler yediklerinden mi yoksa yorgunluktan mı sanki biraz ağırlık basmış gibiydi. Afyona kadar böyle hafif uyuklama modunda
gittik. Oradaki moladan sonra yeniden canlandılar. Fıkra, şarkı, şiir yine
neşesi yerine gelmişti otobüsün. Öbür otobüs daha canlıymış meğerse. Bir öğrenci
akordion diğeri def çalıyormuş. Eskişehire girene kadar vaktin nasıl geçtiğini
anlamadık.
Son
molayı İnegölde köfte yiyerek yapmayı düşünmüştük. O yüzden Eskişehirde oyalanmadık.
Altı saattir yoldaydık ve yine karnımız acıkmış durumdaydı. Herkesin gözü yolda,
İnegöl bir türlü gelmiyordu. Yollar uzayıp gidiyor, gözümüzde büyüyordu mesafeler. Sonunda
İnegöl'de bir yer beğenip indik otobüslerden. Herkes kesesine göre yiyecekti. Zira cepler yoklanmış, kalan son kuruşlar hesap edilip ona göre sipariş verilmişti. Yemek bu yüzden fazla uzamadı zaten.
Yeniden otobüslere bindiğimizde artık
gözlerimiz açılmıyordu. Yorulmuştuk, aklımız fikrimiz sıcak yataklarımızdaydı.
Kimsenin değil şarkı söyleyecek, ağzını açmaya dermanı kalmamıştı. Dalıp
gitmişiz. Şoförün, "Haydi geçmiş olsun, son durak !" seslenişiyle
uyandık. Yurttaydık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder