Başarmak kazanmak mıdır ?
Zamanımız sınavların zirvede olduğu bir dönem. Hayatımız SBS, OGS, ÖSS, ÖYS, LYS, ALES, KPSS, KPDS, ÜDS, DGS… vesair bir sürü sınavla şekilleniyor. Bütün bu sınavlarınsa tek bir amacı var; "Başarmak !"
Seçme ve değerlendirme için kolay ve matematiksel bir çözüm bu. Kopya çekeni de, ezberleyeni de, bileni de, bildiğini bilmeyeni de aynı kefeye koyan bir sistem. Tıpkı kanserojen etkili hormonlu gıda maddeleri gibi.
Albenili sunuluyor ve sektörde ticari bir ürün olarak alınıp satılabiliyor. Ama aslında sadece eğitim sistemimize ya da iş yaşamımıza değil iliklerimize kadar bize nüfuz eden bir yarış bu. Öldürmüyor, insanlık değerlerimizi kemirip tüketiyor. Geriye kalan hırs, tamah ve sonu gelmez bir doymazlık.
Albenili sunuluyor ve sektörde ticari bir ürün olarak alınıp satılabiliyor. Ama aslında sadece eğitim sistemimize ya da iş yaşamımıza değil iliklerimize kadar bize nüfuz eden bir yarış bu. Öldürmüyor, insanlık değerlerimizi kemirip tüketiyor. Geriye kalan hırs, tamah ve sonu gelmez bir doymazlık.
Bundan yedi sene önce çalıştığım kurum sınavla aldığı iki kariyer uzmanını benim birimimde görevlendirmişti. Yazılı sınavda 100 almışlardı ve geleceği olan pırıl pırıl çocuklardı. Sevindik, işimiz oldukça yoğundu ve uzmanlık gerektiriyordu. Onları benimsedik, elimizde dağarcığımızda ne varsa paylaşıyorduk. Biliyorduk ki hangi fakülteyi bitirmiş olurlarsa olsunlar yapılan işi öğrenmeleri lazımdı. Bu da yoğun bir hizmet içi eğitim ve bol deneyim gerektiriyordu.
Bir süre sonra gençlerin mesafeli ve ikircikli davranışları dikkatimi çekti. Onları seviyorduk ve varsa sorunlarıyla ilgilenmek en tabi görevimizdi. Oturup konuştuk. Israrla kendilerinin "Ne uzmanı" olduklarını soruyorlardı. Ben de ilandaki iktisat, işletme ya da idari bilimler olarak öngörülen lisans eğitim şartını hatırlatıyordum. Belli ki kurumda bu alanda bir uzman eksikliği vardı. Çünkü 5018 sayılı kanun Bütçe, ön mali kontrol, iç kontrol ve stratejik plan gibi uzmanlık gerektiren teknik konular öngörüyordu. Zaten bu yüzden mülakatlarda diğer yasama uzmanları arasından onlar seçilmişti.
Meğer etraftan, "siz yasama uzmanısınız ne işiniz var Mali Hizmetlerde ?" gibi sorulara muhatap oluyorlarmış. Önce bunun kendi aralarında masum bir yarış, biraz da rekabetin getirdiği basit bir kışkırtma olduğunu düşündüm. Çünkü diğerleri kurumun nisbi olarak daha öne çıkan yasama birimlerine dağıtılmışlardı. Bizse organizasyon şemasına göre bir danışma birimiydik.
Baktım, sorun hayli derin, üst yönetici yardımcısına çıktım. Kendisi yasama birimlerinden sorumluydu. Bu gençler strateji, mali hizmetler biriminde yetiştirilmek üzere bana verilmişlerdi. Doğal olarak biz de geleceğe yönelik kendileriyle ilgileniyorduk.
Baktım, sorun hayli derin, üst yönetici yardımcısına çıktım. Kendisi yasama birimlerinden sorumluydu. Bu gençler strateji, mali hizmetler biriminde yetiştirilmek üzere bana verilmişlerdi. Doğal olarak biz de geleceğe yönelik kendileriyle ilgileniyorduk.
"Sizin onlarla ilgilenmenize gerek yok ! dedi üst yönetici yardımcısı. Şaşırmıştım, "Nasıl yani ? İşi nasıl öğrenecekler peki? Birime ve kuruma aidiyetlerinin sağlanması için bir yönetici olarak onlarla yakından ilgilenmem yanlış mı? Alanlarında bir an evvel deneyim kazanmaları gerekmiyor mu ?" Bunları söylerken haklılığımın verdiği güven ve samimiyetle kendime hakim bir şekilde konuşuyordum. Ancak, verilen cevap beni daha da öfkelendirecekti: "Onlar sınavda 100 almış çocuklar. İlgiye, yardıma ihtiyaçları yok!"
Konu anlaşılmıştı. Demek sınav sonucu "başarı" için yeterliydi. Değerlendirme için iş ortamındaki deneyim ve verimlilik değil, alınan diploma, sınav notu ve etiket belirleyici olacaktı. Gerisi önemli değildi, öyle mi ?
İş yaşamım yoğun çalışma, çetin sorunlarla mücadele ve iniş çıkışlarla geçti. İnanmanın, deneyimin, insana değer vermenin ve iş içinde öğrenmenin kıymetini bilirim. Oradan çıkarken dünya dönüyor dediği için engizisyonda yargılanan Galileo'nun "Biz aksini söylesek de dünya dönüyor işte" sözleri yankılandı kulağımda.
Bir süre sonra bu iki genç benim birimimden adeta kopartırcasına alındılar. Farklı birimlere verildiler. Peki, ne oldu ? Değerlendirebildiler mi, ya da şöyle söyleyelim sadece yüksek not almış olmaları onları kurumda tutabildi mi ? Hayır !Tamahın olduğu yerde, etiketin geçerli olduğu yerde sadakat, vefa ve kuruma katkı bekleyemezsiniz. Daha iyisini bulunca terk edip gider.
Ahmet Şerif İzgören'i bilirsiniz. Bir dönem kendisiyle dostluğum, iş arkadaşlığım oldu. "Avucunuzdaki Kelebek" adında çok güzel bir kitabı vardır. Başarı dahil herşeyin insanın çabasına bağlı olduğunu anlatır. Size oradan bir hikaye:
Ahmet Şerif İzgören'i bilirsiniz. Bir dönem kendisiyle dostluğum, iş arkadaşlığım oldu. "Avucunuzdaki Kelebek" adında çok güzel bir kitabı vardır. Başarı dahil herşeyin insanın çabasına bağlı olduğunu anlatır. Size oradan bir hikaye:
"On yaşındaki bir Japon çocuğun en büyük hedefi dünyaca ünlü bir dövüşçü olmakmış. Ancak beklenmedik bir trafik kazası sol kolunu tam omuz hizasından alıp götürmüş. Ama gene de ailesi oyalansın diye, onu Japonya’nın en ünlü hocalarından birinin yanına vermiş. Hoca, çocuğa tek kolla ve sadece sağ kolla yapılabilecek bir hareket öğretmiş.
Çocuk tek bir hareket için senelerce çalışmış. Artık o hareketi dünyada en iyi yapan kişiymiş. Başka bir hareketi öğrenmek istediğinde hep ‘sen sadece bu hareketi bileceksin, bu harekete çalışacaksın ve bu hareketi dünyada en iyi yapan olacaksın o sana yeter’… cevabını alıyormuş.
Hoca, günün birinde öğrenciyi bir turnuvaya yazdırmış. Oğlan korku içinde. Tek kol, tek hareketle turnuvaya nasıl katılacak ? Uzun lafın kısası çocuk önüne çıkan dev gibi rakipleri perişan edip turnuvayı kazanmış. Kucağında kupası evine dönerken dayanamamış ve hocaya sormuş: ‘Hocam ben bunların hepsini nasıl yendim ?’
Hoca gülümsemiş: ‘Evladım senin zaferinin üç sırrı vardı: Birincisi, aklına bir hedef koydun. İkincisi, en zor hareketlerden birini mükemmel öğrendin. Üçüncüsü de senin bu öğrendiğin ve yaptığın harekete karşı bir tek savunma hamlesi vardı, o da; hareketi yapanın, yani senin sol kolunu tutmak !”
Hoca gülümsemiş: ‘Evladım senin zaferinin üç sırrı vardı: Birincisi, aklına bir hedef koydun. İkincisi, en zor hareketlerden birini mükemmel öğrendin. Üçüncüsü de senin bu öğrendiğin ve yaptığın harekete karşı bir tek savunma hamlesi vardı, o da; hareketi yapanın, yani senin sol kolunu tutmak !”
Özellikle hayatımızın zor anlarında güçtür mücadele etmek. İyi günde de kötü günde de bitmeyen bir enerji ve azim gerektirir. Üstelik kazanmak, engel atlama koşusunda onları birer birer aşıp herkesten önce bitiş çizisine varmak değildir. Belki başarıdır, bir sonuç almışsınızdır nihayetinde. Ancak unutmayın ki bu başarının arkasında yıllar süren bir mücadele, kazanmaya dair inancınız ve deneyiminiz vardır.
Ayrıca bu sonuç belki bir sonraki yarışmaya katılmayı sağlayabilir ama öğrenmeyi, çalışmayı ve formda kalmayı bırakan yarı yolda kalır. Basit kural: düşmemek için bisikletin pedallarını çevirmeniz gerekir.
Ayrıca bu sonuç belki bir sonraki yarışmaya katılmayı sağlayabilir ama öğrenmeyi, çalışmayı ve formda kalmayı bırakan yarı yolda kalır. Basit kural: düşmemek için bisikletin pedallarını çevirmeniz gerekir.
Hormonlu, tatsız tuzsuz iri şeyler mi yemek istersiniz; organik, yaralı bereli ama lezzetli meyveler mi. Etrafınızdaki herkesi, her şeyi kırıp dökerek, belki insanlara omuz atıp çelme takarak ilerleyebilirsiniz. Hatta onların üstüne basa basa yükselebilirsiniz de. Geçerli kültürde bunun adına başarı da denilebilir. Ancak kazanmak bu değildir. Bana göre kazanmak, başarının içi dolu dolu olanı, değerlerinizi yitirmeden elde edilenidir. Sağlıklı, değerli ve kalıcı olan budur.
Belki de bize, ‘başarı’ diye dayatılan öğrenilmiş davranış doğru değildir. Olamaz mı ? Peki etrafımızdan sürekli tekrar edilen şu yönlendirme ne kadar doğrudur sizce ?
"Deneyime, çalışmaya gerek yok. Diploman, sınav notun yeter. Ondan sonra ensenin üzerine yan gelip yatabilirsin. Lazımsa etrafına bak, yükseklere çıkmış birilerini mutlaka görebilirsin. Öyleyse kolayı var; model al, kopyala onları. Zaten bu vahşi yarışta hiçbir kural yok. Sadece sen varsın. Önüne çıkanı devir geç. İşte böyle düşün, çık ve başar !"
"Deneyime, çalışmaya gerek yok. Diploman, sınav notun yeter. Ondan sonra ensenin üzerine yan gelip yatabilirsin. Lazımsa etrafına bak, yükseklere çıkmış birilerini mutlaka görebilirsin. Öyleyse kolayı var; model al, kopyala onları. Zaten bu vahşi yarışta hiçbir kural yok. Sadece sen varsın. Önüne çıkanı devir geç. İşte böyle düşün, çık ve başar !"
İzgören kitabında ilginç bir yarışmadan bahsediyor. Engelliler arasındaki bir yarışma bu. Aralarından biri tam bitişe doğru yere düşüyor. Şaşırtıcı olan, diğer zihinsel engelli koşucuların geriye dönüp arkadaşlarını kaldırması oluyor. Down Sendromlu kız, oğlanı öpüyor ve ‘Bu onu iyileştirir’ diyor. Kollarına girip hep beraber bitiş çizgisini geçiyorlar.
Şimdi düşünelim. Acaba sınırsız bir hırs içinde birbirini geçmeye çalışanlar mı daha insan, yoksa düşen arkadaşlarını kaldırmaya çalışan o engelliler mi ? Bize, gençlerimize çocukluktan başlayarak tüketime dayalı, birbirini ezmeye ayarlı bir hayat öğretiliyor. Zaten şaşmaz kaidedir; kendi değerleriniz yoksa size dayatılanı doğruymuş gibi kabul edersiniz.
Hz. İbrahim ateşe atılacak. Küçük karınca ağzına aldığı bir damla suyla yola çıkmış. Onu görenlerden biri alay ederek bağırmış: ‘Ne o, nemrutun ateşini sen mi söndüreceksin ?’ Karıncanın cevabı müthiş: ‘Benim elimden gelen bu. Gücüm yetmese bile, bunun için gayret edemem mi ? Rabbim, kimin yanında olduğumu bilir’…
Başarı sadece hedeflerden, rekamlardan ibarettir. Hayatın anlamı, tadı, tuzu, lezzeti ise "kazanmak" tan geçiyor. O halde suyu taşımaya devam etmek gerek. Kaldı ki başaramadığı halde kazanan insan yok mu sizce ? "Galiptir bu yolda mağlup" sözü boşuna söylenmiş olamaz. Bir düşünün bakalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder