20 Nisan 2025 Pazar

20 Nisan 2025 Pazar 11:30 NE DÜŞÜNÜYORUM? ...............................NE OLACAKSA OLACAK

NE OLACAKSA OLACAK

İnsanız. Korkularımız da var, umutlarımız hayallerimiz de. Ama aynı zamanda yaratılıştan nankör bir varlığız. Sağlığımızı, sahip olduklarımızı, sevdiklerimizi yeterince kıymetini bilmeyiz. Nedense anın mutluluklarını fark edemeyiz de, ya geçmişin nostaljilerine sığınır, ya da gelecek rüyaları görürüz bol bol. “Ne olacak, nasıl olacak?” hep merak ederiz. Dualarımız bile geçmiş pişmanlıklardan çok sonrasına dair beklentilerimizi dillendirir.

Korkularımız vardır hep gelecekten yana. Halbuki eskiler “Korkunun ecele faydası yok” demiş. Aslında yaşadığımız hiçbir korku nasıl bir dünyaya evrildiğimizin anahtarı değil. Dünya dönüyor. Günden gece, geceden gündüz doğuyor. Günler haftaları aylar yılları tüketiyor. Acılarımıza, yaşadıklarımıza rağmen yepyeni bir dünyaya uyanıyoruz her sabah. Ama bu dünya kimin dünyası olacak? Kime mutluluk, kime hayal kırıklıkları yaşatacak işte o belirsiz.

Başımızdan geçen onca şeye rağmen yine de güzel şeyler olsun istiyoruz hayatımızda. Mutsuzluklar, acı ve olumsuz haller gelmesin başımıza istiyoruz. Oysa hayat asla “tek yüzlü” değil. O daima zıtlıklarla, farklılıklarla geliyor karşımıza. Mutlu da olabiliyoruz, mutsuz da. Tam da korktuğumuz şeyler de başımıza gelebiliyor, piyango niteliğinde sürprizler de. Belki de o yüzden hep merak ederiz geleceği. Elimize gelenin tadına varamayız çoğu zaman. Şükretmek çok nadir gelir aklımıza. Kimi fal açar, kimi hayallere dalar, kimi de dualara sığınır. Ama gözümüz hep “daha daha” dadır.

İspanyolca; 'Que sera sera' Latincesi 'Vide quid sit vita' yahut 'cest la vie' -Ne olacaksa o olacak. Yaşayanlar görecek- anlamında. Bu sözü ilk 1954 yapımı 'Çıplak Ayaklı Kontes' (The Barefoot Contessa) filminde bir diyalog olarak duydum. Yönetmen Joseph L. Mankiewicz, oyunculardan hatırladıklarım: Humphrey Bogart, Ava Gardner ve Rossano Brazzi idi. Daha sonra Alfred Hitchcock'un 1956 yapımı "The Who Knew Too Much" filminde Doris Day'in seslendirdiği o unutulmaz 'Que sera sera - Ne olacaksa olacak' şarkısında işittim.  Doris Day bu şarkısıyla 'en iyi şarkı oskarı/Grammy Hall of Fame' ödülünün sahibi olmuştu. Sözün ihtiva ettiği anlam hayli ilginç ve düşündürücü.

Que Sera, Sera/ When I was just a little girl / I asked my mother, what will I be /Will I be pretty, will I be rich / Here's what she said to me.

Que Sera, Sera, / Whatever will be, will be / The future's not ours, to see

Que Sera, Sera / What will be, will be.

When I was young, I fell in love / I asked my sweetheart what lies ahead / Will we have rainbows, day after day / Here's what my sweetheart said.

Que Sera, Sera, / Whatever will be, will be / The future's not ours, to see

Que Sera, Sera / What will be, will be.

Now I have children of my own / They ask their mother, what will I be / Will I be handsome, will I be rich / I tell them tenderly.

Que Sera, Sera, / Whatever will be, will be / The future's not ours, to see

Que Sera, Sera / What will be, will be. / Try to align

Henüz daha küçük bir kız iken / Anneme sormuştum nasıl olacağım ben diye / Güzel olacak mıyım, zengin olacak mıyım ? / İşte annemin söyledikleri bana :

Que sera, sera, Olacak, kaderde ne varsa

Geleceği görmek elimizde değil / Que sera, sera, / Olacak, ne olacaksa...

Gençken, aşık olmuştum ben / Kaderde ne var diye sordum sevgilime / Doğacak mı gökkuşağımız her gün böyle ?

İşte sevgilimin söyledikleri bana: / Que sera, sera, / Olacak, kaderde ne varsa / Geleceği görmek elimizde değil

Que sera, sera, / Olacak, ne olacaksa...

Şimdi kendi çocuklarım var / Soruyorlar annelerine nasıl olacağım diye / Yakışıklı olacak mıyım, zengin olacak mıyım?

Ben de anlatıyorum onlara şefkatle: / Que sera, sera, / Olacak, kaderde ne varsa / Geleceği görmek elimizde değil

Que sera, sera, / Olacak, ne olacaksa...

On yıllar öncesinden bilimkurgu olarak yazılan, çizilen, gösterilen şeyleri bile yaşayıp tükettik geçti. Şu elli altmış yılın rüzgarına bir bakın. Bu kadar hızlı, değişken, yenilenip dönüşen başka bir zaman dilimi oldu mu acaba dünyada. O bilim kurgularda okuduğumuz pek çok şey bile bugün mazi oldular. Yazıldı, kurgulandı, yaşandı; şimdi bambaşka bir kurguya mı geçtik acaba? Bira da felsefe yapalım: “Kurgu varsa, kuklalar da vardır. Kuklaların olduğu yerde de mutlak kuklacılar.”

Üzerimize çöken yoğun gündem ve koşuşturmaca bize burnumuzun ucunu dahi göstermiyor. Dünyanın pek çok yerinde koyu bir acı, ateş ve ölüm bulutu var. Afetler birbirini izliyor. Doğrusu akla şu soru gelmiyor değil: "Acaba bu yaşadıklarımız bir tür silkeleme aracı mı?”  Rayından çıkan, gittikçe insanlığını yitiren dünyaya uyarı işaretleri mi gönderiliyor. “Her hayır ve şerde bir hikmet var, bakıp görmesini bilene” deyip direnmeli miyiz? Bu bir anlamda “İNSAN” kalabilmeyi başarabilmek için tanınmış fırsatlar mı demek? “Sabretmeyi” yeniden keşfetmemiz mi gerekiyor?"

Korkular dedim ya meselâ ölüm hangi bahane ve hangi adla gelirse gelsin bu dünyanın en büyük hakikâti. Pandemiden ölüm kayıp da kanserden ölüm kazanç mı? Savaş ve terör sebebiyle ölen yüzbinlerce insanın akan kanı pul kadar değersiz mi yani? Her gün trafik kazalarından, açlık, susuzluk ve sefaletten ölen binlerce insan neden o kadar önemli değil? Ölümden korktuğumuz kadar; her an yakılan yıkılan şehirlerde ölen “masum milyonlarca insanın başına gelenlerden” endişe edebiliyor muyuz acaba?

Dünyanın kahir ekseriyeti 1 kuruşa yarı aç yarı tok yaşarken 99'u ile tıka basa yaşayanların sadece bir kere yaşadıkları ölüm akıbeti karşısında neden bu kadar feryat ediyoruz? Sırf meşhur oldukları, sırf zengin ve makam sahibi oldukları için mi? Zalim zalimdir. Hayatta da, ölümde de. Onlar aldıkları mazlum ahının dünyada çıkmayacağını sandılar. Bu işin bir de ahireti var ister inansın ister inanmasın. Bu kibir efendilerinin, kendini güçlü gören insanın aslında ne kadar da zayıf ve zavallı olduğunu hep göreceğiz.

Bu günler içimizdeki bazı fırsatçı ve eşkiyaları da gösterdi maalesef. Stokçuluk, zam üstüne zam yapıp komşusunu, akrabasını ve halkını kazıklamaya çalışanlar sürüyle. Dünyanın yarısı alev alev yanıyorken servetine servet katanlar borsadaki "kardan zarar" kayıplarına ah vah ediyorlar. Her Allahın günü dünyayı tehditleriyle allak bullak eden devlet adamı kılıklı kovboylar görüyoruz. Birileri de bütün bunlar oluyorken ne alakaysa; dünyanın çalkantısına, içerde yaşanan sorunlar bahanesiyle aklınca yine birilerine gol atma hırsına kapılmışlar.

Bu arada kendinden menkul bir sürü yalan dolan komplo teorileri ortalıkta. Sanki bu gemi batarsa içinde kendileri yokmuş gibi. Oysa ki sağlam durmak, insan kalmak lazım. Zaten “Olacak olan olacak!” Korkularımız aslında ölümün ne kadar yakın, inancımızın ne kadar zayıf olduğunu da gösteriyor. Meğer hayatta kalmaktan başka bir derdimiz, değerimiz yokmuş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder