13 Mayıs 2024 Pazartesi

13 Mayıs 2024 Pazartesi TORUNLARIMA MEKTUPLAR.....................ANILAR 13 Mayıs


228 13 Mayıs 2015 Salı 15:56 ANKARA HASTALIKLARI....................Ankara'yı didiklemek (5)


Ankara'yı didiklemek (5)

Oturduğumuz yerden politik dedikodu yapmak çoğumuzun vazgeçemediği bir alışkanlık. Okuduğumuz gazeteler, seyrettiğimiz tv yayınları bu alışkanlığımızı besler. Nasıl düşünmemiz gerekiyorsa öyle düşünür, ne söylememiz lazımsa onu konuşuruz. Üstümüze çöken bu algı bulutunun içinde "aslında ne ?" sorusu pek aklımıza gelmez. 

Biraz okumuş yazmış olanlarımızın politik muhabbeti biraz da entellektüel bir kibirle yüklüdür. Hatta politik didişme kesmez onları. Daha yüksek perdeden, siyaset üzerine eleştiri yapmaktır onların tercihleri. Başbakan hakkında, Cumhurbaşkanı hakkında, meclis, cumhuriyet ve demokrasi hakkında yorum getirip konuşmak bir aydın olma hakkıdır onlar için.  Bu konularda çalakalem yazmaksa doğal bir gerekliliktir adeta. 

Fakat, iktidar nasıl bir olgudur ? Mesela insan ve toplum üzerine çöken bir "lanet" mi, yoksa kurtuluşu sağlayan bir "güç" müdür ? Nasıl oluşur ve nasıl işler ? İnsan ve toplum üzerinde ne gibi etkileri olur ? Hangi hastalıklara neden olur ? Bu sorular üzerinde pek kafa yormazlar. Gündelik gürültü patırtı leğeninde yüzmektir yaptıkları. Oysa, deniz hakkında, hatta okyanus hakkında düşünmektir aydın olmanın sorumluluğu. 

Biraz kafamızı kaldırıp baksak, bütün bu soruların çok uzun zamandan beri insanlığın özellikle de aydınların gündeminde olduğunu görebiliriz. 

Politikacılar için iktidar ele geçirilmesi gereken bir güçtür. Her dönemde varlıklarının sebebi, çabalarının anlamı bu olmuştur. Ama görünen o ki aydınlar için durum biraz karışık. Kimisi reddetmiş, kimi mücadele edilecek bir hedef olarak görmüş kimi de onun teorisyenliğine soyunmuştur. Zaman zaman cazibesine kapılıp iktidarın bir parçası oldukları da bir gerçek. Mesafeli olduklarında bile hiçbir zaman görmezlikten gelememişler.

Fransız düşünür, sosyal teorist, tarihçi, edebiyat eleştirmeni, antropolog ve sosyolog  Foucault'a göre iktidar, dağılmış, belirsiz, şekilsiz, öznesiz bir olgudur ama bireyleri etkiler ve toplumsal kimliği kendisine göre şekillendirir.

Genç bir yazarımızdan iktidar olgusu hakkında farklı şeyler okudum. Anlattığı kıssada safderun bir adam, bir arife soruyor: “Rüyamda filanca şeyhi cehennemde, hükümdarı ise cennette gördüm; bunun manası nedir?” Arif cevap veriyor: “Hükümdar cennete gitti, çünkü şeyhe hürmet ediyordu. Şeyh cehenneme gitti, çünkü hükümdarla uzlaştı.”

Bu anektod kuşkusuz bizden bir bakış açısı. İktidar gücünün aydınlara kulak vermesini ancak aydınların iktidara bulaşmamasını öğütlüyor. Çıkan sonuç; "Aydın, iktidara eyvallah etmez." Çünkü; "iktidar bir lanettir. Yıllarca kendini Tanrı zanneder. Sonra kuyruğu titretir, ölür gider. Sonu bu kadar acıklı ve basittir. Entelektüel bunu bilir. Muktedire, Tanrı olmadığını hatırlatır."

Peki, gerçekte iktidar bir lanet mi ? Entelektüel iktidara ve muktedire mutlaka mesafeli mi olmalıdır ? Belli ki bu konuda Michel Foucault farklı düşünüyor. O daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir filozof. Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni iktidar ilişkileri üstüne kurmuş. 1970'lerin başından itibaren Foucault, modern iktidarı, hiçbir şekilde temsili özelliği olmayan ve anti-hümanist yönü ağır basan bir süreç olarak ele alıyor.

Foucault'a göre iktidar "her şeyi düzenlemektedir ama mutlak değildir. Parçalanmıştır, çoğulcudur ve beraberinde direnmeyi ve mücadeleyi de getirmektedir. Ancak, iktidar sadece bastırma, sınırlama yada yasaklama olarak da algılanmamalıdır. İktidar kendi gerçekliğini, üzerinde olduğu alanı ve haklılaştırma mekanizmalarını üretir."

Genç yazarımıza göre  'haklı çıkmak veya haklı görünmek' muktedirleri utanmaz yapıyor. Utanmıyorlar, çünkü: haklı çıkmak veya haklı görünmek onlara yetiyor. Mesela bir yolsuzluğu ‘resmen’ örttüklerinde haklı çıktıklarını sanıyorlar. Fakat ‘haksızlık etmemek’ gibi bir hassasiyetleri yok. Böylece mevki ve yetki sahibi olmak için, şahsiyetsizliği de kabul etmiş oluyorlar.

Görüldüğü gibi bu görüş, asla Foucault gibi gerçeği aramıyor. Bulduğu her fırsatta iktidara yüklenen, evrensel doğrular yerine politik demogojiyi tercih eden bir tavır içinde. Tabiri caizse o da 'Ankara'yı didikleme'  şehvetine yenik düşmüş. Aslında anlattığı kıssa ile de ters düşmüş durumda. Hükümdar yani iktidarla uzlaşmamak saygı duyulacak bir tercih. Ancak, uzlaşmamak onunla didişmek anlamına da gelmez değil mi ?

Şeyhin hükümdara yol göstermesi, ya da yanlışa düşmemesi için çaba göstermesi beklenir, onunla cedelleşmesi değil. Şeyhe hürmet edilmesi iktidarla uzlaşmasından daha çok her halukarda doğruları söylemesinden ileri gelir. Muktedirin saygısını kazanmak yerine, onunla bir politikacı gibi münazara içinde olmak en az uzlaşmak kadar düşük bir durum bence. 

Utanmak, bir ahlaki değerdir. Ahlakı olmayan adamın hicap duygusu da olmaz zaten. "Ayıp !" ölçüsüne bile saygı duymaz. Bunun salt muktedir olmayla, güç ya da otoriteyle de doğrudan bağlantısı yoktur. Foucault'a göre zaten "İktidar kendi gerçeklerini ve olumlularını öğreten bir yapıdır. Kendi haklılığını üretir. Neyin yapılıp neyin yapılmayacağına karar verir ve kurumları aracılığıyla bunları denetler."

Yani, iktidar evrensel bir olgudur. Sadece bizim ülkemizde görülen, yeni icad edilmiş bir kavram değildir. Kendi doğası, işleyişi ve eylemleri olur. İktidar kavramıyla ahlak değerlerini yan yana getirmeye başladığınızda işler sarpa sarıyor. Ahlaki değerler ve inanç insanidir. Kurumlar ve devlet ahlaklı ya da iman sahibi olmazlar. Onları oluşturan insanların genel özellikleri kurumsal uygulamalarına yansır. 

Bu tür kavram karmaşasına en iyi cevap hukuk olmalıdır. Çünkü hukuk, insanlık aleminin tecrübesinden süzülmüş yasal normlar kadar toplumu oluşturan insanların ahlak, örf, gelenek ve görenekleriyle de etkileşim içindedir. 

Evet, herkes gibi bir iktidar da kendini haklı çıkarmak ister. Hatta varsa yolsuzluklarını ‘resmen’ örttükleri de bir vakıa. Öyle görünme ya da haklı gösterme çabasına siyaset deniyor zaten. 

Ancak, hiçbir şey gizli kalmıyor ve muktedirlerin temiz olup olmadıkları insanların vicdanında karşılığını buluyor. Nihayet, sonuçlar sandığa da böyle yansıyor ve haklı/haksız çizgisi orada ayrışıyor. Buna da demokrasi deniyor işte.

Barsakları dağılmış, bütün kirli çamaşırları meydanda bir iktidar düşünebilir misiniz ? Yolsuzluğa batmış bir iktidar, en otoriter, en zalim bir diktatör bile olsa bu çağda devrilir gider. Fakat ‘haksızlık etmemek’ gibi bir hassasiyete sahip olması gereken o siyaseti yapan, devlette görev alan ve liderlik eden kişilerdir.

Genç yazarımızın da ifade ettiği gibi 'resmen' haklı bile olsalar toplum vicdanında mahkum olurlar. Hele de "Mevki ve yetki sahibi olmak için, şahsiyetsizliği kabul etmek" çok da fazla gizlenemez. İnsanların sadece iki gözü iki kulağı yoktur, kalp gözü denilen bir şey daha var. Bunun da dikkate alınması gerekiyor. Bilhassa mü'minin ferasetinden sakınmak lazımdır. O baktığında "aslında ne varı" görebilendir. Açık olanı herkes görür, bilir. Mesele gizlenen, örtülen şeyleri görebilmektir. Emin olun, hissedilen, fark edilen şeyler de genellikle böyle hallerdir.

İlginçtir; Foucault, iktidarın kaynağını belli bir yapı ya da belli bir merkez, tepe noktasındaki bir kuruma yerleştiren bütün çözümlemeleri de reddetmiş

Bu bağlamda, iktidar düzenekleri, teknikleri ve iktidar yordamlarının burjuva sınıfı tarafından icat edilmediğini ve bunların etkili tahukküm biçimlerini uygulamaya çalışan belirli bir sınıfa da ait olmadığını söylemiş. Bu açıdan Marksizm'i de eleştirmiş oluyor.

Ona göre "iktidar her yerdedir. Çünkü her yerden gelmektedir. İktidar hiyerarşik bir güç, merkez ya da bir özne değildir. Sayısız ilişki örgüsü olan, önceden kestirilemeyen bir şebekedir. Bunun yanında belli kişilerin mülkiyetinde de değildir. İktidar öyle bir ilişkiler şebekesi veya yumağıdır ki burada kişiler iktidarın hem ürünü hem de uygulayıcılarıdırlar. Ayrıca iktidarın sadece yasaklayıcı yönü olmayıp aynı zamanda toplumun bütün kurumları ve boyutlarını dolaşan kılcal damarlar ile olumlayıcı-üretici yönü de vardır."

Foucault'a göre toplumsal iktidarın üç biçimi var. Ekonomik iktidar, 'nadir olan mal veya üretim kaynaklarını elinde tutup diğerlerinin emek gücüne sahip olmak' anlamına geliyor. İdeolojik İktidar ise, 'bir otorite tarafından desteklenen belirlenmiş bir yapıya ait fikirleri ve inançları elde tutmak' demek. Siyasal iktidar türü, daha çok 'yasal, fiziksel, bürokratik yetki kullanmayı mümkün kılan bir takım donanımlara sahil olma' hali oluyor.

Foucault modern toplumlarda iktidarın, bireysel bir takım özelliklere göre değil, soyut bir takım kurallar doğrultusunda işleyen gayr-i şahsi yönetsel bir makineye bağlı olduğu iddiasında. 

Buna göre iktidar, insan hayatının her aşamasına yerleşen bir olgu. Toplumsal örgütlenme akılcılık tarafından değil bizzat iktidar tarafından oluşturuluyor. 

Bu anlamda iktidar görülmeyen bir güç. Tıpkı Weber'in bürokratik örgütlerinde olduğu gibi. Güç iktidar makinasının bizatihi kendisinde.

İktidar olgusu neticede kendi gerçeklerini ve olumlularını öğreten bir yapı. Neyin yapılıp neyin yapılmayacağına karar veriyor ve kurumları aracılığıyla bunları denetliyor. İktidar öylesine bir ilişkiler yumağı ki burada insanlar hem iktidarın ürünü hem de uygulayıcıları oluyorlar. İktidar her yerden doğduğu için belli bir yerde değil her yerde görünüyor. İnsan yaşamının tüm seviyelerinde var ve onu adeta sarmış durumda.

Peki "Entelektüeller ile muktedirler arasındaki ilişki nasıl olmalı?" Foucault bu konuda şöyle diyor: "iktidarın var olması bilgisiz mümkün değildir. Fakat aynı zamanda bilginin iktidara yol açmadan var olması da imkansızdır."

Genç yazarımız bu konuda Foucault kadar objektif ve tarafsız değil. Belli ki bizdeki iktidar-aydın ilişkilerinde rahatsız olduğu bir çok uygulama var. Bunları hiç de nazik olmayan bir üslupla höykürüyor: "Bizde ise hükümdarın entelektüele, yazara, sanatçıya, bilim insanına, arife… zerre kadar hürmeti yok."

Kılıcı iki taraflı kesiyor. Aydınlara  da söyleyecekleri var: "Bununla birlikte hükümdarla (iktidarla) uzlaşmaya can atan bir sürü herif var." Bu üslup o kadar kaba ve sivri ki mülakatı yapan gazeteci "ama" der gibi oluyor. Peki "Hükümete hiçbir konuda katılmamak mı gerekiyor?"

Cevap bu defa oldukça şiirsel, romantik ve asilce. "Aydın, iktidara eyvallah etmez.Bunu yapabilmesi için de, entelektüelin yoksulluktan ve yalnızlıktan korkmaması gerekir. Entelektüelin, ‘âkil insan’ın, alimin, arifin, yazarın… kalbindeki karar bu olmalıdır: “Yoksulluktan ve yalnızlıktan korkmuyorum!” Kitleler bunu diyemez. Bu, aydınların sözüdür."

Kurt gazeteci genç yazarımızın bu şık volesini göğsünde yumuşatıp Aktör Tamer Karadağlı’nın önce “Sayın Cumhurbaşkanı’ndan korkuyorum” deyip bir gün sonra “Onun müthiş karizması çok etkileyici” gibi sözler söylemesi ne anlama geliyor?" diye soruyor.

Bu sözler istenen golü atması için genç yazarımızın önüne yuvarlanıvermiş bir pas gibi. Zaten, aldığı cevap ta tam istediği gibi oluyor. Genç yazarımıza yakışan zekice bir kelime oyunu bu: "Gayet tutarlı. İkinci açıklama, Sayın Karadağlı’nın gerçekten çok korktuğunu gösteriyor."

Bu arada Tamer Karadağlı’nın hoyratça çizilmiş olması kimin umurunda. Bu da nihayet aydın tarzı bir dedikodu çeşidi. Genç yazarımız iktidara karşı gayet asil bir duruş, direnç sergileme çabası içinde ama cevap hakkı olmayan bir sanatçıya karşı hiç de benzer bir asalet göstermiyor.

İktidar olgusu, politik gevezeliklerin dışında üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir kavram. Nasıl ki iç politika ile ülke ve dünya siyasetini birbirine karıştırmamak lazımsa, salt iktidar kurumunun bir partiye, lidere ya da konjonktüre ait olmadığını da anlamak gerekiyor. Sapla saman birbirine karıştığında gerçekler görülemiyor. Doğrular ve yanlışlar birbirinden ayırd edilemez hale geliyor.

Oysa, her zaman hakikate yalnız gerçeğe ihtiyacımız var. Bunun için de doğru zeminde, doğru araçlarla düşünmemiz gerekiyor. Ülkemizde bugün için iktidarı sembolize eden Ankara'yı didikleme kolaycılığından vaz geçmeliyiz. 

Söylediğimizde kelimeler yele karışıp savrulmamalı, yazdığımızda buz üzerinde yitip gitmemeli. Belki böyle olduğunda eğriyi de doğruyu da görüp anlayabiliriz. O vakit, bu hakikatler yüzüne vurulsa "hakka" saygı gösterecek muktedirlere de belki sahip olabiliriz.

Yilmaz Yalcın
Divan şiiri I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.


Kâküllerine ol mehin, ey şâne, dokunma
Zencîri kırar bu dil-i dîvâne, dokunma

(O dolunaya benzeyen sevgilinin saçlarına sakın dokunma ey sevgilinin tarağı, yoksa deli gönlüm zincirlerini kırar kıskançlığından…)

Gül-berk misâli ciğerim pâreliyorsun
Ey bâd-ı seher, ol gül-i handâne dokunma
(Ey seher rüzgarı, goncanın bağrına sokulup yapraklarını dağıttığın gibi ciğerlerimi paramparça ediyorsun, o benim gül yüzlü sevgilime dokunma…)
Feryâd-ı ene'l-Hak eder âvâz-ı tanîni
Fâş etmesin esrârını, peymâne dokunma
(Benim gönlüm her neye baksa Rabbini görür, O'nu anar gizli sırlarla; bu gönül kasesini kırma ki sırları açığa çıkmasın…)
Bünyân-ı nizâm-ı felek, ol kûy-ı belâdır
Âlem yıkılır bu dil-i vîrâne dokunma
(Ey zavallı Esrar, âlemin nizamı Hak erenlerinin mahzun gönüllerindedir, onların gönüllerini kırma ki kainat yerle bir olmasın…)
Galata Mevlevihanesi Sufilerinden Esrar Dede'den
----------------
(*) Esrar: Sırlar


Yilmaz Yalcın
 profil resmini güncelledi.

13 Mayıs 2017


160927_18:40 Orjan sahilde

Yilmaz Yalcın
 profil resmini güncelledi.


180501_20:23 Torunum Ece Mercan'la

Yilmaz Yalcın


Geçen hafta memleketim Balıkesir'deydim. Yolda pek de yeni olmayan bir minibüsün arka camında gördüm o yazıyı. 'Hani dünya üç günlüktü ? 365 te nereden çıktı ?' yazıyordu iri harflarle.

"Allah iyiliğinizi versin, nerden de bulursunuz böyle ilginç şeyleri. Hey Allahım !" Önce gülesim geldi. Sonra 'Yurdum insanı' dedim içimden. Acı ile birlikte yaşarlar ama mizah duyguları da güçlüdür yani.

Eskiden herkesin içinde olduğu sosyal medya yoktu tabi. İnternetli akıllı telefonlar da daha çıkmamıştı. Diyeceği olan insanlarımız ya duvarlara, ya tuvaletlere yazar, şoförseler arabalarının arkasını donatırlardı böyle incilerle. Bu günün sosyal medyada 140 karakterle sınırlı kendini ifade ediş biçiminin bir başka çeşidi işte.

Yolculuk boyunca gördüğüm o cümle beni bir çok açıdan düşündürdü. Mesela koluna, sırtına dövme yaptırır gibi aracının arka camına bunu yazdıran her kimse bu lafı oldukça önemsemiş olmalı. Basit bir gülümsemeyle geçiştirilemez. Bu yüzden genç olduğunu düşündüm öncelikle. Daha hayatının başında, tutunmaya çalışıyor olmalı. İçinde bulunduğu güçlükler ona zamanın bir türlü geçmek bilmediğini hissettiriyor. 365 günlük bir yıl bile ona ne kadar uzun geliyor kim bilir.

'Üç günlük dünya' nitelemesini genellikle yaşını başını almış insanlar yapar. Hayatın zor yokuşlarını, yüksek zirvelerini artık arkalarında bırakmışlardır. İbre artık aşağıya doğrudur ve onlar için zaman tutamadıkları kadar çok hızlı geçer. 365 günü üç gün gibi yaşarlar. Doğal olarak aracın arkasındaki bu yazıyı okuduklarında muhtemelen "sen de bizim yaşımıza gel de görürsün 3 gün mü 365 gün mü ?" dediklerini duyar gibiyim.

Nerden geldiyse aklıma bir de tuhaf bir şey geldi. Bir dürbün, ya da teleskop ! Hani önden bakarsınız uzak mesafeleri yakınlaştırıp büyütür, tersten bakınca da yakını uzak hale getirir, küçücük gösterir ya işte o.

Aracının arkasına 'Hani dünya üç günlüktü ? 365 te nereden çıktı ?' yazdıran genç aceleden dürbüne tersten bakıyor olmalı. Baktığı yerden bir yıl bile oldukça uzak geliyor.

Oysa hareketleri ve zihni yavaşladığında o teleskoba daha ihtiyatla yaklaşacak. Tersini düzünü yaşayıp gördüğü için de baktığı yer ona sanki burnunun dibindeymiş gibi görünecek. Sonra da arkasına yaslanıp iç geçirecek ve "Ah yalan dünya ! Üç günlük dünyanın nesine kandım" diye hayıflanacak.

Hızla tükenen ömürler üç günlük dünyanın aslında bir göz kırpması mesabesinde olduğunu düşündürecek. Sona yaklaşıldıkça, geçen zaman ufalacak, ufalacak...

İşte size ders alınacak, düşündürücü göreceli bir hal daha. 

Yilmaz Yalcın
Divan şiiri I albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.


Sad şükür gelen mâh-ı şerîf-i Ramazandır
Hakk’ın niâmı rahmeti mebzûl-i cihândır
Açıldı yine mısra-ı dervâze-i gufran
Hak’tan taleb-i mağfirete vakt ü zamandır
Ol mâh-ı fazîlet ki beher rûz-ı şerîfi
Sad mâha bedel olsa ayn-ı ziyandır”
Ramazaniye/Enderunlu Vâsıf
---------
Asıl adı Osman olup İstanbul’da doğdu. Saray mektebi Enderun’da bulun­duğu için “Enderûnî” yahut “Enderunlu” diye anılır.
Galata Sarayı’na talebe olarak yerleştirilen Vâsıf, burada gördüğü yedi yıllık eğitimden sonra Enderun’a gire­medi. Ancak I. Abdülhamid’in saltanatının son yıllarında 1203/1789′ da saraya girerek “Kilâr-ı Hümâyûn”da göreve başladı ve 1803′ e kadar geçen 14 yıllık hizmetten sonra bir aralık Silahtar Süleyman Paşa’nın kaftancısı oldu. Bu za­man zarfında Sultan III. Selim’e sunduğu 5 medhiye, 2 tarih kasidesi ve 9 tarih kıt’asına rağmen beklediğini bulamadığı rivayet edilir.
Sultan Mustafa’nın 1222/1807 tarihinde tahta geçişinden sonra Enderun‘daki hizmetlilerin en yük­sek tabakasını oluşturan Has Oda'ya alındı. Sultan II. Mahmud devrinde “hün­kâr başlalası” (1807) , “Balzac ağası” (1815) ve aynı yıl “anahtar ağası” olan, ni­hayet saraydaki son vazifesi “kiler kethüdalığı”na getirilen şair, bu vazifede dört yıl kadar kaldıktan sonra, 1234/1819′ da kendi arzusuyla saraydan ayrılarak Ça­nakkale Bolayır’da Şehzade Süleyman Vakfı mütevelliliğine getirildi.
Bu vazi­feden mütekait olarak İstanbul’a geldikten kısa bir zaman sonra 1238/1823'te Tophane’de çıkan bir yangında konağı hasar gördü. Bundan iki yıl kadar sonra da 1240/1824-25 tarihinde vefat etti.
Eserleri:
Vâsıf Dîvânı

Yilmaz Yalcın
Görsel düşünceler II albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

13 Mayıs 2019


Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmeden önce yaptırdığı Rumeli Hisarı, uzaktan bakıldığı zaman Peygamber efendimizin (sav) ismi olan "Muhammed" okunacak şekilde inşa edilmiş.

Sultan, hisar duvarlarının planını "Muhammed" kelimesine göre bizzat kendisi tasarlamış. Buna göre her "Mim" harfinin yerinde bir kule bulunacaktı. Kulelerden ikisi, birbirinin yanında ve burunun eteğinde idi. Üçüncüsü denize daha yakındı. "H" ve "D" harflerinin bulundukları yerlerde ise istihkâmlar yapıldı.
Altı bin işçi üç boyunca gece gündüz çalıştı bu muhteşem eserde. Anadoluhisarı'nın tam karşısında, boğazın iki yakasının birbirine en çok yaklaştığı bir yerde yapılıyordu.
Rivayete göre elçi aracılığıyla "orası bizim nasıl yaparsınız bu inşaatı?" diyen Bizans İmparatoruna şöyle cevap vermiş:
"Kendi topraklarım üzerinde istediğimi yaparım, kimse de engelleyemez. Boğazın iki yakası da benimdir. Anadolu yakası benimdir çünkü halkı Osmanlı halkından ibarettir, Rumeli sahili de benimdir çünkü siz savunmasını bilmiyorsunuz. Şimdi gidin efendinize söyleyin şimdiki Osmanlı hükümdarı öncekilere benzemez, benim ulaştığım yerlere onun emelleri bile ulaşamamıştır."
Böylece Sultan Fatih Boğazın iki yakasına kelepçe vurmuş, Bizans’ın Karadeniz’den gelecek ikmal ve yardım yolunu önceden kapatmıştı. Belki de bu yüzden adına Boğazkesen hisarı denilmiş.
"Muhammed" mührü aynı zamanda kendi imzası da demekti. Çünkü Osmanlıcada Muhammed aynı zamanda Mehmed diye de okunmaktaydı

13 Mayıs 2020 Çarşamba 12:00 CORONA GÜNLERİ............................Corona mizah

Corona mizah

Corona günleri mizah yeteneğimizin de sınırlarını zorluyor. Her gün ne inciler okuyorum; güleceğim ayıp olacak, ağlamak ta bayağı absürd olur. Ne yapayım şimdi? Yazayım bari, paylaşırsam rahatlarım. 2021'e ulaşabilirsek onu kutlamayacağım zaten "o bizi kutlasın, siz 2020'den nasıl çıkabildiniz?" diye.

VirüÇin'de çıktı ya ev muhabbetlerimizde en çok kulağı çınlatılan onlar. Bu arada dikkatimi çekmiyor değil. Çin cenahından fazla ses gelmiyor. "Mahallenin delisi gibi ortalığı karıştırıp kenara çekildiler" galiba. Sahi bu Çin'den gelen her şey çakma değil miydi? Nasıl oldu da "bu korona virüsü orijinal çıktı?" Allah Allah! Yıllarca bizi "üç harfliler çarpar diye korkuttular meğerse o cin değil Çin miş!" iyi mi? Sadece bizi değil bütün dünyayı iyi çarptılar hani. Şimdi de Çin'de bir "hanta virüsü çıkmış" diyorlar. Aman, aman! Şu "Cengiz Han'ın mezarını bulup çıkarsak mı acaba?" Bu gidişle biz bu Çinlilerle başa çıkamayacağız diye düşünüyorum.

Corona günlerinde bazen fıkra gibi olaylar duyuyoruz. Aslında acı yaşanmışlıklar. Ancak işin o tarafını değil de mizah tarafını görmek istiyoruz galiba. Meselâ; "testi pozitif çıktı diye tüm köyle helalleşen" adamın halini bir düşünün. Bütün köyün karantinaya alınmasına neden olmuş. Fıkra gibi değil mi? Borçka böyle karantinaya alınmıştı. Van'daki muhtarımızın yaptığı işgüzarlığa bakın: "Taziye çadırı kurmuş", şimdi tüm köy karantinada, hasta sayısı 93. Corona günlerinde, üstelik virüslü iken birinin ailesi ve bütün akrabaları ile sarılıp şapur şupur öpüşmesi "giderken yalnız gitmeyeyim" düşüncesinden mi acaba? Böyle traji komik olaylar sade bizde değil dünyada da yaşanıyor tabi ki. Ürdün'de bir adam "koranadan öldüğü için aracı ile birlikte defnedilmiş!" Aracını çok seviyor olabilir, ama böyle gömülmekle tarihe geçtiği kesin.

Bazılarına göre "korana yüzyılın son kabadayısı". Bana göre de öyle. Baksanıza dünyada ne kadar bar, pavyon, kumarhane varsa tek başına hepsini kapattı. Ona bu yönüyle saygılar sunuyoruz. Ama "bizi evlere hapsedip kendisi dünyayı gezince biraz da kıskandık" yani.

Ev tiyatrosu

Bu nasıl bir zaman, nasıl bir dünya? "Deprem var içeri girmeyin, virüs var dışarı çıkmayın!" Bir dışarı, bir içeri.  Onlarla yaşamaya alışalım da nasıl? İçerde mi, dışarda mı? Hayırlısıyla geçse şu günler. 

Bu sene sadece Mart değil Nisan da kapıdan baktırdı zaten. Mayıs'a girdik ama ürkek kediler gibi arada sırada dışarı çıksak da hemen geri kaçıyoruz. Bu gidişle dışarda dolaşmayı unutacağız. Haziran'da heyecandan elimiz ayağımıza  dolaşacak diye tırsıyorum. İnsanlarla konuşmaya konuşmaya bir müddet dilimiz de dönmeyebilir. Kelimeler yarma çıkacak ağzımızdan diye korkuyorum. Yine de espri yapmaya devam ediyoruz. Arkadaş ne olur ne olmaz diye "yeni gelen arkadaşlık isteklerini 14 gün karantinada bekletiyormuş". Herhalde içerdekilerin sağlığını düşünüyor.

Eskiler kışın evlerinden çıkamayınca ocak başında binbir gece masalları uydururmuş. Şimdi de bir tür sanal kış yaşıyoruz. Uydurduklarımız, dinlediklerimiz hep corona üstüne. Hani yemeklerde vardır ya; yumurtalı, kremalı, sebzeli, etli vs. İşte aynen onun gibi bu corona günlerinde de virüsle ilgili türlü çeşit fıkra, esprik dönüyor ortalıkta. Domatesin bol olduğu zaman nasıl her yemekte, salatada, turşuda hatta tatlıda o varsa, corona virüsü de hayatımıza o kadar girdi. Ne kadar tedbir alsak sanki aramızda hep o varmış gibi yaşıyoruz. Öyle olunca da coronasız laf olmuyor.

Meselâ yarın hava güzel mi olacak, aklımızdan şu geçebiliyor: "çocukları da alıp salona mı geçsek acaba? Biraz da balkonda otururuz". Şehirler arası gidemiyoruz ya, olsun; "Oturma odasına Ankara, mutfağa İzmir, salona İstanbul,  yatak odasına da Körfez ismini koydum. Her gün şehir şehir dolaşıyorum" ohhh! Sefam olsun. Bazen canım sıkılıyor kapıyı açıp "ooooo kimler gelmemiş" deyip kapatıyorum. Kendi kendime eğlenceler icad ediyorum. Meselâ size de şöyle bir şeyler oluyor mu? "Ne eğlenceli bir gün! Dur biraz da şu koltukta oturayım, sonra diğer odaya geçer duvarlara felan bakarım, olmadı belki biraz da salona geçerim" gibi  abuk şeyler. Ramazandan önce bir ikindi üstü ailecek balkona çıkıp kahve içtik, bir ara hafif üşümüşüm "geç oldu artık eve gidelim" diyecektim az daha.

Kadın muhabbetleri de nasibini aldı tabi bu corona musibetinden. Hafif sitemtrak:"Şekerimizi kolonyamızı aldık, görücü bekleyen gibi oturduk evde virüs bekliyoruz canım" diye konuşuyorlar telefonda birbirleriyle. İyi tarafı da varmış meğerse bu günlerin "tarihte ilk defa tüm dünyadaki kadınlar kocalarının nerede olduklarını biliyorlarmış". Bazıları ev tedbirlerini bayağı abartmış duydunuz mu: "Kolonya şişesini çamaşır suyu ile, çamaşır suyu şişesini kolonya ile, kolonya şişesini sirke ile siliyorum ayol! Çıldıracağım neredeyse" diye yakınıyorlarmış. "İki ay sonra bugün ilk defa çöp atmaya çıkıcam, ay o kadar heyecanlıyım ki! Ne giyeceğimi bilemiyorumdiyenler mi ararsın, "Yaz geliyor fit olayım derken, karantinaya girdim fil gibi oldum. Korkudan sadece sokağı değil, tartıya da çıkamıyorum" diye şikayetlenenler mi. Dertlendikleri şeye bakılırsa şayet "kuaförler açılmazsa sarışınların yüzde doksanı yeryüzünden silinecekmiş". O değil de acaba "güzellik salonları daha böyle kapalı kalacak olsaydı koranadan daha korkunç şeylerle karşılaşabilirmiydik?" bilemiyorum.

İyi bildiğim bir şey var; bu virüs erkeklere bir iyilik, kadınlara da bir kötülük yaptı. Evde kalmak kesede bayağı tasarruf yaptı sayılır. Ama bu iş kadınların hiç de hoşuna gitmedi tabi ki. Bilenler internetten alışverişi çoğalttılar. Bu çalım da erkeklerin hiç hoşuna gitmiyor farkındayım. Annelerin olaya bakışı ise olağanüstü: "Anneme virüs var biraz alışveriş yapalım diyorum, oda dur belki ölürüz masraf yapmayalım diyor". Ölürüm ben onlara. İyi ki varlar pambuk güzeller.

Bu corona baya öz eleştirilere de sebep oldu. Tabi herkes kendi dünyasına göre. Geçen gün bir paylaşımda gördüm. Kadının biri diyor ki: "Yüzük partisi, Çiş partisi, Bebek geldi partisi, Bebek geliyor partisi, Cinsiyet belli oldu partisi. Adım adım sapıtıyordunuz, bak şimdi düğün bile yapamıyorsunuz". Bir adam da şöyle demiş: "Allah'ım dünyayı gezmek istiyorum dediğim için çok özür dilerim, mahalleyi gezsem yeter". O değil de bu gidişle "evde kalsak Bakırköy, dışarı çıksak tahtalıköy" olacak. Allah hayra çıkarsın sonumuzu. Bu arada sahi ölümüne sevenlere ne oldu? "Bakıyorum da sokakta el ele gezen çift göremiyorum". Dışarıyı boşverin, benden söylemesi "Beyler! Sakın evde eşlerinizle çekişmeyin. Gidecek yerimiz kalmadı. Sonra ne yaparsınız?" Hiçbir yer açık değil, dertleşecek arkadaş da bulamazsınız. Şu durumda evde kalmak en iyisi. "Kırk katır mı, kırk satır mı?" demiş eskiler. Durum vahim, binlerce erkek arkadaşımızı virüsten değil de, evdeki "kadın dırdırından" kaybetmemiz de mümkün.

Eskiden virüs telefona bilgisayara girmesin diye uğraşılıyordu. Virüs deyince onu anlardık. Şimdi "aman bize girmesin" diye uğraşıyoruz. Ne traji komik durum. Eskiden biri hapşırınca bıyık altından gülümser, genellikle çok yaşa diye dua edilirdi şimdi hapşırıldığında kaşlar kalkıyor, maskeler sıkılanıyor ve "git ileride hapşır vallahi 155'i ararım" edasıyla bakılıyor. Bu da bir değişim. Meselâ bir resmi daireye girerken kapıda güvenlikler gülümseyerek kolonya tutuyorlar. Bu samimi ortam gözlerimizi yaşartabilir. Sakın bu değişimin havasına fazla kaptırmayın kendinizi. "Ayakkabılarınızı çıkarıp terlik rica ederseniz" iki kolunuzdan tutulup dışarı da atılabilirsiniz. 

Değişim dedim de corona günleri işlevsel cinlikler de kattı hayatımıza. Örneğin hastaneye gidiyorsunuz varsayın. Sosyal mesafeyle daha da uzayan kuyruğa bakıp sıranın  size gelmeyeceğinden endişe ederseniz yüksek sesle "Hemşire hanım ben Çin'den yeni geldim çok hastayım" diyebilirsiniz. Emin olun ilk sizi alırlar. Denenmiştir, siz de uygulayabilirsiniz. Ama sonrasına karışmam. Testler filan iyi de en az 14 gün karantina var o nasıl olur bilmem. Daha az tehlikeli cinlikler de var. Diyelim markete gittiniz. Aceleniz var ama kasa kalabalık. İçeriye doğru "Ooo Ahmet abi, ne zaman geldin İtalya'dan?diye seslenin emin olun markette kimse kalmaz.

Yalnız kim akıl ettiyse çok doğru söylemiş, "dışarı çıkana para cezası değil de evinde kalana para ödülü verirse biz 5 güne kalmaz bu virüsü yeneriz". Keseri hep kendine yontmak bu kadar olur yaniHer çiçekten bal, her sinekten yağ çıkarmayı biliyoruz. Yalnız şu karantina bitsin, orman alanları yasaklanmazsa herkesi pikniğe götürmek isterim "Herkes kesesinden yesin içsin, saltanatın var benim!diye bağıracağım. Bir yerde okudum adamın biri ciddi ciddi şöyle demiş: "Şayet korona virüsüne yakalanırsam bütün kavgalı olduklarımla öpüşüp barışmayı düşünüyorum". Ne denir? Hayatta asla küs kalmamak lazım değil mi? 

Yilmaz Yalcın

13 Mayıs 2023

Düşündüklerimi yazmış. Aynen.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder